Quantcast
Channel: HİKAYELER / KISA ÖYKÜLER - Edebiyat Meraklılarının Sitesi
Viewing all 155 articles
Browse latest View live

BENİM BABAM - RECEP ŞÜKRÜ GÜNGÖR

$
0
0

BENİM BABAMBENİM BABAM

Ardıç kokuludur babam. Tezek kokuludur. Onurludur. Kıt kanaat geçinir, geçindirir; ama asla el açmaz. İhtiyacını belli etmez. Her eksiği giderilmiş gibi davranır. Neden böyledir babam? Böyle terbiye görmüş, böyle öğrenmiştir. Ali okulu mezunudur.

Okuma yazmayı askerde çözmüştür. Ama el yazısı benimkinden güzeldir.

Babam, iyi kalbli babam.

Alnında kırışmadık nokta kalmamış. Diken diken olmuş çehresinin her kırışığı; çizgisi bir çilenin, bir bitkinliğin, yorgunluğun izini taşır ama sen onu dünyanın en zengin insanı bulursun. Öylesine cömerttir. 

Ardıç köküne yaslanıp ovayı yalpıyıp gelen bakışları asırlık çilenin tahlilidir. Elinde dâima bir çakı bulunur. Fidanları tımarlar, sebzelerin diplerine birer çöp dikiverir. Ağaçların fazla gelen dallarını temizler.

Babam, çalışmaktan yorulmaz.

Namazını ne pahasına olursa olsun, kılar. Namaz onun olmazsa olmazı. Bu şuuru okumuşlarımız bile gösteremiyor. "Nerden kazandı toprağın adamı bunu?" diyeceksiniz. "Atalarından tevarüs ettiği iman şuuru ve nasihat kültürü her zaman yazılı gelenekten güçlü olmuştur da ondan." derim.

Babam, çalışmanın fiilî dua olduğunu asla unutmaz. Her varlığın bir dille yaratıldığını benden çok daha iyi kavrar. Ağaçlarla, koyunlarla, tarlalarla, çapayla, orakla, tırpanla, kötenle, kayısıyla, dut ağacıyla konuşur. Onların ne dediğini anlar. Acıkmışlarsa gübre, susamışlarsa su verir. 

Her yaprağın sesini, sözünü dinleyen, anlayan babam.

Bölünmez bir huzur içinde yaşar tarlalarda. Ağaçlardan nasibine selâmet düşmüştür. 

Çardağa oturdu mu, gözleriyle kirazlarını, dutlarını, incirlerini, elmalarını, cevizlerini sever babam. Dinlenmek için namaz vakitlerini seçer babam.

Çocukluğumun kahramanı, gençliğimin cahili, bugünümün ise her şeyi babam. Meğer babamın varlıkla bağı ne kadar da güçlüymüş, ne kadar çok dil biliyormuş; meğer babam ne büyükmüş ve ben ona ne kadar muhtaçmışım!

Babasız geçen günlerime hayıflanmamın bir mânâsı yok. Geçen; geçti, gitti. Biz şimdiye bakalım.

Her aradığımda neden camiye gitmiş oluyor babam?

Babamın saati namaza göre. "Anne babam nasıl, ne yapıyor?" diye her sorduğumda:

"Baban camiye gitti." "Baban camiden yeni geldi." "Baban camiye hazırlanıyor." 

İnsan camiyle ancak bu kadar hemhâl olur! Tatil günlerinde sılaya vardığımızda da, durum aynı. Sofra kurulur, tereyağlı bulgur pilavı buğu buğu kokar, naneli cacık iştahımızı açar. "Babam nerde?" "Camiden daha gelmedi." Bekleriz. Babam camiden gelir, elini yıkar, kurular; sofranın bir köşesine ilişir, ev sahibi değil de, eve yeni gelmiş utangaç bir misafir gibi âdeta. İnsan da dünyada hep misafir değil midir?!.. Pilav soğumuştur. Çocukların ağzı yanmaz. Çay gelir. Bir bardak. O da yarım. Çayı sevmez. Ona soğuk, içinde buzlar çalkanan ayran getirilir. Kocaman tasla. 

Babam işte. Her şeyi farklı.

Toprak adamı. Tarlaya vardı mı, toprağa öyle bir bakışı vardır ki, onu anlamak, okumak biz mürekkep yalamışlar için zor. Kendisinin de, geldiği o toprağa döneceğinin farkındadır her an.

Dertlerini, acılarını açmaz bize. Kendi kendine hesaplaşır hayatla, acıyla. İster ki, çocukları sadece huzurlu yaşasınlar. İnsanların derdine ortak olmak, derman olmak için çırpınır; ama asla lâf taşımaz.

Bunca rüyadan, bunca hatıradan sonra babam tek ve yalnız, yolcu etti bizi tek tek. Kendi kaldı o uçsuz bucaksız ovalarda, bitmez tükenmez işin içinde. Bizden mutlu haberler bekleyerek vuruyor kazmasını ağaçların diplerine. İçin için gözyaşı döküyor gidişimize. Öğle yemeğini bir dutun gölgesinde yerken çakısını çıkarıp usulca kesiyor soğanını. Bir çoban mı olur, yoksa bir yolcu mu, veya bir işçi mi; ayırt etmeksizin ortak ediyor azığına. Babam ki asla tek başına yemez yemeğini. "Halil İbrahim sofrasıdır" demişler zamanında kulağına. O da onu kanun bellemiş, sofraya yalnız oturmamış bugüne kadar. 

Biz şehir ahâlîsi bir ceset gibi sürüklenirken şehirden şehre, semtten semte, mahalleden mahalleye, babam hayatın hâfızıdır şimdi tarlalarda. Biz uyurken, o ümitlerini ve insan sevgisini çoğaltıyor.

Biz dine mesafeli dururken, babam dini bir yorgan gibi sardı kendine; Anadolu'nun bütün babaları gibi. Kainât sarayında uçurtma uçuran çocuk gibi mesut hayaller kurdu babam. Âdem Nebi (as) onun pîri oldu. Su, toprak ve dua; bu üç kelime onu özetler.

Saman doldururken harara, ot biçerken ineğe, odun kırarken sobaya ve su verirken pamuğa, dünyanın en metin insanıdır o. Dünyaya hak ettiği kadar değer verir, ama buradaki varlığını ve imtihanını ciddiye alır, nasibini de unutmaz. Namaza dururken dünyayı terk ediyormuş gibidir. Onun her namazı son namazı gibidir. Uzun, sıhhatli, tadil-i erkâna uygundur. 

Ahşap merdivendir babama dünya. Bir gün çürür düşer. Onun dünyadaki aşkı Kâbe'dir. Ne gün gideceğini hesap edememenin acısıyla kıvranır durur. Helâlinden kazanıp da o yolun tozuna belenmeyi düşler.

Kuşlardan önce başlar hayata babam. Kuşlarla çekilir evine. Güneş doğmaz onun üzerine. Her şafak ayaktadır, her gün güneşi merhabayla karşılar. Fatiha bir bahardır babama, sabahtır. Yasin gün ortası, V'el Asr ise akşamın işaretçisidir. Gün döndü mü ikindiye, çalışması hızlanır, yirmi dört saatini derleyip toparlar ikindi duasıyla günün hesabını sunar Varlığın Sahibi'ne. 

Aramızda bir şeyler hep yarım kalmıştır. Aramızda bir mesafe hep açık kalmıştır. Varlığına varlığımdan daha çok itimat ederim. Günün belli saatlerinde evde, belli saatlerinde tarlada, geri kalanında ise camidedir. Kendi evine asla sessizce girmez, ya birini çağırır veya öksürür ki, geldiği anlaşılsın, uygunsuz vaziyette görünmesin kimse. Kendi evine bile misafirlik hâliyle girer. Mahcup babam. Annemin evdeki ağırlığı karşısında hiç rahatsızlık duymadığı gibi, memnuniyetini de belli etmekten kaçınmaz. Kolay kolay kızmaz, her hâdiseye sesini çıkarmaz. Sorulursa fikrini beyan eder.

Gün kızıla döndü mü oturur çardağa, abdestini tazeler, hocanın sesini bekler. Allahu ekber. Babam akşamın alacasında salâvatla yürür gülşefdeli yemenisini ayağına geçirip. Kutlu Nebi'nin (sas): "Nasıl yaşarsanız öyle ölürsünüz." sözünü düstur edinmiştir. Güzel yaşayıp güzel ölmek ister. Rabb'inin huzuruna ak alınla çıkmak ister. 

Recep Şükrü GÜNGÖR 

Yağmur Dergisi

 


BAŞINI VERMEYEN ŞEHİT - ÖMER SEYFETTİN

$
0
0

BAŞINI VERMEYEN ŞEHİT 

Yarın arifeydi. Öbür günkü bayram için hazırlanan beyaz kurbanlar, küçük Grigal palankasının etrafında otluyorlardı. Karşıda… Yarım mil ötede Toygun Paşa’nın son kuşatmasından çılgın kışın hiddeti sayesinde kurtulan Zigetvar Kalesi, sönmüş bir yanardağ gibi, simsiyah duruyordu. Hava bozuktu. Ufku, küflü demir renginde, ağır bulut yığınları eziyor, sürü sürü geçen kargalar tam hisarın üstünden uçarken sanki gizli bir kara haber götürüyorlarmış gibi, acı acı bağırıyorlardı. Palanka kapı sının sağındaki beden siperinde sahipsiz bir gölge kadar sakin duran Kuru Kadı yavaşça kımıldadı; ikindiden beri rutubetli rüzgârın altında düşünüyor, uzakta, belirsiz sisler içinde süzülen kurşuni kulelere bakıyordu. Bunla nn hepsi Türklerin elindeydi. Yalnız şu Zigetvar, yıkılmaz bir ölüm seddi halinde “Kızılelma” yolunu kapatıyordu.

Sanki bu uğursuz kargalar hep onun mazgallarından taşıyor, anlaşılmaz bir lisanın çirkin küfürlerine benzeyen sesleriyle her tarafı gürültüye boğuyorlardı. Kuru Kadı içini çekti. Sonra “Ah…” dedi. İncecik, sinirli boynunun üstünde bir taş topuz gibi duran çıkık alınlı iri kafasını salladı. Yeşil sarığını arkaya itti. Islak gözlerini oğuşturdu. Şimdiye kadar, asker olmadığı halde, her muharebeye girmişti. Birkaç bin yeniçeriyle dört beş topu olsa… bir gece içinde şu kaleyi alıvermek işten bile değildi. Şimdi vakıa müstakildi. Ne isterse yapabilirdi. Palankanın kumandanı Ahmet Bey öteki boy beyleriyle beraber Toygun Paşa ordusuna katılıp Kapuşvar fethine gitmiş… Kapuşvardan sonra Zigetvarı saran ordu kışın aman vermez zoruyla, zaptı yarı bırakarak Budin’e dönünce, o da askerleriyle tekrar palankasına gelmemiş, Toygun Paşa’nın yanında kalmıştı. Bugün Grigal’den altı mil uzaktaydı. Palankaya yalnız Kuru Kadı karışıyordu; esmer, zayıf yüzünü buruşturdu: “Palanka… amma topu tüfeği kaç kişi?” dedi. Bütün genç savaşçıları Ahmet Bey beraberinde götürmüştü.

Hisardakiler zayıflardan, bekçilerden, hastalardan, ihtiyar sipahilerden ibaretti. Hepsi yüz on üç kişiydi! Düşman, galiba öteki palankalardan çekiniyordu: Yoksa burasını bırakmaz, mutlaka almağa kalkardı. Biraz eğildi. İnce yosunlu, soğuk sipere dirseklerini dayadı. Aşağıya baktı. İki üç asker beyaz koyunların arasında dolaşıyordu. Bir tanesi karşısına geçtiği iri bir koçu, başına dokunarak kızdırıyordu, tos vuruyordu. Öbürleri, elleri silahlarında, bu oyunu seyre diyorlardı. Bağırdı:

- Oynamayın şu hayvanla… Askerler, başlarını tepelerden gelen sese doğru kaldırdılar. Kuru Kadı’dan hepsi çekinirlerdi. Gayet sert, gayet titiz, gayet sinirli bir adamdı. Adeta deli gibi bir şeydi. Sabahtan akşama kadar namaz kılar, zikreder, geceleri hiç uyumazdı. Daha yatıp uyuduğunu kalede gören yoktu. Vali Ahmet Bey ona “bizim yarasa” derdi. Zavallının sabahı bekleme denilen hastalığını kerametine de yoranlar vardı. Tekrar bağırdı:

- Haydi, artık akşam oluyor, içeri alın onları. Askerler koyunları toplamağa başladılar. Kuru Ka dı’nın dirsekleri acıdı. Doğruldu. Tekrar Zigetvar’a baktı. Üst tarafındaki göl, kirli bakır bir levha gibi yeri kaplıyordu. Kargalar, havaya boşaltılmış bir çuval can lı kömür ellemeleri gibi karmakarışık geçiyorlar, sükûtu parçalayan keskin, sivri sesleriyle gaklıyorlardı. Kalbinde ağır bir elem duydu. “Hayırdır inşallah” dedi. Canı o kadar sıkılıyordu ki… Elleri arkasında, başı önüne eğik, bastığı siyah kaplama taşlarına görmez bir dikkatle bakarak yavaş yavaş yürüdü. Derin bir karanlık kuyusunu andıran merdivenin dar basamaklarında kayboldu. … Arife sabahı, herkes uyurken, o, her vakit ki gibi yine uyanıktı! Mescit odasının önündeki taş yalakta, iki büklüm, abdestini tazeliyordu. Giden gece, daha gölge den eteklerini toplayamamıştı. Bahçeye çıkan kapı kemerinde asılı kandil, sönük ışığıyla, duvarları titretiyordu.

- Hey, çavuşbaşı… Hey!… Elindeki ibriği bıraktı. Kulak kabarttı. Bu, kulede ki nöbetçinin sesiydi. Kolları sıvalı, ayakları çıplak, başında takke, hemen yukarı koştu. Merdivende çavuşa rast geldi. Onu itti. Yürüdü. Nöbetçinin yanına atıldı:

- Ne var?

- Kaleden düşman çıkıyor. Erguvani bir esmerlik içinde siyah bir kaya gibi duran Zigetvara baktı. Bu kayadan yine koyu, uzun bir karartı süzülüyor, palankaya doğru akıyordu.

- Bize geliyorlar… dedi: Çavuşa döndü:

- Haydi, gazileri uyandır. Kurban bayramını bu günden yapacağız. Koş. Bana da çabuk topçuyu gönder. Çavuş, bir eliyle bakır tolgasını tutarak, koştu. Merdivene daldı. Kuru Kadı, uzakta, kara yerin üstün de daha kara bir leke gibi yavaş yavaş ilerleyen düşman alayına dikkatle baktı. Gözlerini küçülttü, büyülttü. Önlerinde birkaç top da sürüklüyorlardı. Binden fazla idiler. Hâlbuki hisardaki gaziler? Kendisiyle beraber yüz on dört kişi… “Ama yine haklarından geliriz!” dedi. Uyanan, yukarı koşuyordu. Hisar kapısının iyice bağlanmasını emretti. Sarığını, cübbesini, kılıcını, tüfeğini getirtti. İhtiyar topçu gelince, ona da, hemen “haber topları”nı atmasını söyledi. Bu bir adetti. Taarruza uğrayan bir palanka hemen “İşaret topu” atarak etrafındaki kuleleri imdadına çağırırdı. Biraz sonra düşman hisarın önünde, harp düzenine girmiş bulunuyordu. Zaplar başsız, gür ejderha yavruları gibi siyah ağızlarını bedenlere çevirmişti. Türkçe bağırdılar:

- Size teklifimiz var. Elçimizi içeri alır mısınız? Kuru Kadı:

- Alırız. Gönderin, gelsin! cevabını verdi. Bedenler, kalkanlı, tüfekli, oklu gazilerle dolmuştu. Palankanın ruhu, neşesi, keyfi olan iki arkadaş, bu esnada tuhaf tuhaf laflar söyleyip yine herkesi güldürü yordu. Bunların ikisine de “deli” derlerdi: Deli Mehmet, Deli Hüsrev… Serhatın muharebelerinde, hayale sığmayacak yararlılıklarıyla masal kahramanları gibi inanılmaz bir şöhret kazanan bu iki deli, hiçbir nizama hiçbir kayda, hiçbir disipline girmeyen, dünya şerefin de gözleri olmayan Anadolu dervişlerindendi. Her zaferden sonra kumandanlar onlara rütbe, hil’at, murassa kılıç gibi şeyler vermeye kalkınca gülerler: “İstemeyiz, fani vücuda kefen gerektir. Hil’at nadanları sevindirir…” derler, hak uğrundaki gayretlerine ücret, mükâfat, övgü kabul etmezlerdi. Harp onların bayramıydı. Tüfekler, oklar, atılmağa; toplar gürlemeğe; kılıçlar, kalkanlar şakırdamağa başladı mı, hemen coşarlar, kendilerinden geçerler; naralar savunarak düşman saflarına saldırırlar… alevi gözlerle takip edilemeyen birer canlı yıldırım olup tutuşurlardı. Kuru Kadı, onların herkesi güldüren münakaşalarını, saçma sapan sözlerini gülümseyerek dinlerken, el çiyi yanına getirdi, iki deli de sustu. Herkes kulak kesildi. Bu elçi Türkçe biliyordu. Küstahça tekliflerini söyledi. Palankayı saran Zigetvar kumandanı Kıraçin’di. Yanında iki bine yakın savaşçısı vardı. Grijgal’in “Vire ile verilmesini istiyordu. Ateşe, nura, haça, İncil”e, Zebur’a yemin ediyor; çıkıp giderlerken muhafızlara hiç bir ziyanı dokunmayacağına dair söz veriyordu. Kuru Kadı:

- Pekâlâ!… Haydi git. Biz aramızda anlaşalım, kararımızı size öğleden sonra bildiririz! diye elçiyi aşağı gönderip kapıdan attırdı. Sonra etrafındakilere döndü. Şöyle bir göz gezdirdi. Sırtının hafif kamburu içeri çekildi:

- İşittiniz ya, gaziler! dedi, Kıraçin haini bizim yüz on kişiden ibaret olduğumuzu anlamış… Üzerimize iki bin kişi ile geldi. Teklif ettiği “Vire”yi kabul etmek iste yenler vârsa ellerini kaldırsın! Kimsenin eli kalkmadı.

- Öyleyse hazır olalım. Haydi… Bir gürültüdür koptu;

- Hazırız…

- Hepimiz, hepimiz…

- Hepimiz, hepimiz hazırız.

- Kılıçlarımız, kalkanlarımız yağlı.

- Oklarımız havlı

- Yatağanlarımız keskin…

- Bugün nusret bizim.

- Âmin, âmin… Kuru Kadı, “Ey âlemlerin rabbi” diye ellerini kaldırdı. Bir duaya başlayacaktı. Deli Mehmet yalın kılıç karşısına dikildi. Palabıyık, gök gözlü, geniş beyaz çehresi, yeni doğmuş bir ay gibi parlıyordu:

- Duayı bırak, efendi dedi, gaza duadan faziletlidir. Gel… Lütfet. Bize şu kapıyı aç. Kalbindeki korkuyu at. İşte hepimiz hazırız. Şu ayağımıza gelen gaza fırsatını kaçırmayalım. Kuru Kadı’nın elleri aşağı düştü. Deli Hüsrev de arkadaşının yanına sokulmuştu. Bütün gaziler bu iki de linin arkasına üşüştü. Sanki hepsi bir anda deli oldu lar. Bir ağızdan:

- Aç bize kapıyı, aç… diye bağırmaya başladılar. Kuru Kadı’nın iri patlak gözleri yaşardı. Yüzü sap sarı oldu. Uzun siyah sakalı kımıldadı. İki deliyi bile titreten, bütün gazilerin saçlarını ürperten ilahi bir ağıt ahengi kadar etkili sesiyle haykırdı.

- Meydan erleri! Ey mertler! Padişahımız Süleyman Gazi aşkına şu sözümü dinleyin. Benim muradım sizi gazadan engellemek değildir. Bugün can, baş feda olsun… Özellikle yarın kurban bayramı… Fakat bakınız maksadım ne? Bugün Cuma, hem de arife. Bugün hacılarımız Arafat’ta, diğer mü’minler camilerde bizim gibi gazilerin zaferi için dua etmekteler… Bunda şüphesi olan var mı?

- Hayır.

- Hayır, asla…

- Hayır.

- O halde münasip olan budur ki, biz de namazlarımızı eda edelim. Gözlerimizin yaşını dökelim. Dua edelim. Birbirimizle helallaşalım. Sonra gazaya girişelim. Kalanlarımız gazi, ölenlerimiz şehit olsun! Dünya da iyi nam ile anılalım. Ahirette peygamberimizin âlemi dibinde toplanalım… Ne dersiniz?

- Hay hay!

- Uygun…

- Pekâlâ! Gazilerin hepsi buna razı oldu. Öğleye kadar durdular. Abdest aldılar, namaz kıldılar, tekbir çektiler, helallaştılar. Kıraçin’in askeri, sardıkları palankadan yükselen derin uğultuyu hep teklif ettikleri “Vire” münakaşa sının gürültüsü sanıyorlardı. Ansızın, uzaktaki Türk kulelerinden atılan “işaret topları” işitildi. Bu, “Biz, dörtnala geliyoruz” demekti. Kuru Kadı eliyle hisarın kapısını açtı. Grijal gazileri “Allah, Allah” naralarıyla müthiş bir taşkın deniz gibi fışkırdılar. İki koldan hücum olunuyordu. Kollardan birisine Deli Hüsrev, birisine Deli Mehmet baş olmuştu. Ovada, Grijgal’e gelen yollardan bir toz dumanıdır kalkıyordu. Nice bin atlı imdada koşuyor sanılırdı. Düşman, bu hali görünce şaşırdı. İki ateş arasında kaldığını anladı. Hâlbuki toz duman içinde yaklaşan ancak beş on gaziydi. … Bozgun başladı. Deli Mehmet’le Deli Hüsrev’in takımları düşmanı kaçırmamak için iyice sarıyordu.

Kara Kadı cübbesini atmış. Elindeki kılıç, cesaretlendirdiği gazileri arkasından yürüyordu. Deli Hüsrev, bir sarhoş gibi Kıraçin’in alayına dalmış kesiyor, kesiyor, inanılmaz bir çabuklukla kaçanlara yetişiyor, ikiye biçiyordu. Kuru Kadı’nın gözleri Deli Mehmet’i aradı. Bakındı, bakındı. Göremedi. Acaba o muydu? Yüreği ağzına geldi. Düşman safına karışıp kaynaşan kolun arkasında iri bir vücut yere uzanmıştı… Elli altmış adım kadar kendisinden uzaktı… Siyah, yüksek atlı bir şövalye, uzun bir kargıyı bu uzanmış vücuda saplıyordu. Durmadı. İlerledi. Koşarken ayağı bir taşa takıldı. Yuvarlanıyordu. Kılıcı ile fırladı. Hemen toplandı. Kalktı. Düşen kılıcını aldı. Doğruldu. Koşacağı tarafa baktı. Şövalye atından inmiş, kargıladığı şehidin başını teninden ayırmıştı. Bu anda, bu kestiği baş elinde, yine siyah bir şeytan gibi şahlanan atma sıçradı. Kaçacaktı… Kuru Kadı, bütün kuvvetiyle ona yetişmek için koşarken, baktı ki sol ilerisin de Deli Hüsrev kalkanını sallayarak, avazı çıktığı kadar bağırıyor,

- Mehmet, Mehmet!… Canını verdin!… Başını verme Mehmet!… Bu nara o kadar müthiş, o kadar tesirli, o kadar yanıktı ki… Kuru Kadı: “Vah Deli Mehmet’miş!” diye olduğu yerde dikildi kaldı. Durur durmaz, o an, kırk adım kadar yaklaştığı kesik başlı şehidin yerden fırladığını gördü. Nefesi tutuldu. Şaşırdı. Bu başsız vücut uçar gibi koşuyordu. Kendi kellesini götüren zırhlı şövalyeye yetişti. Eliyle öyle bir vuruş vurdu ki… Lanetli hemen yüksek atından tepesi üstü yuvarlandı. Götürmek istediği baş elinden yere düştü. Deli Mehmet’in başsız vücudu canlıymış gibi eğildi. Yerden kendi kesik başını aldı. Hemen oracığa yorgun bir kahraman gibi, uzanıverdi. Bunu Kuru Kadı’dan başka kimse görmemişti. Her kes kaçan düşmanı kovalıyordu. Yalnız Deli Hüsrev,

- Yüzün ak olsun, ey yiğit! diye bağırdı. Sonra Kuru Kadı’ya doğru koşarak sordu.

- Nasıl, gördün mü bu civanı?

- Görmedin mi? Kuru kadı sesini çıkaramadı. Gördüğü harika onu dondurmuştu. Olduğu yerde öyle dimdik kaldı. Sanki ölmüştü. Deli Hüsrev, onu hızla sarstı.

- Ne durursun be can! Ne olsun, haydi gazaya. Düşman kaçıyor… Deli Hüsrev’in kalkması Kuru Kadı’yı baştan can verdi, “Allah Allah” diyerek ileri atıldı. Mücahitlere karıştı. Cenk akşama kadar sürdü. Er meydanının kanlı yüzüne “gece siyah saçlarını” dağıtırken çağırıcının;

- Gaziler hisara! Sesi duyuldu. Dönen gaziler içinde kılıcından kanlar damlayan Kuru Kadı, birkaç sipahi ile dışarda kaldı. Yaralıları taşıttı. Şehit olanları saydırdı. Bunlar tam on dokuz kahramandı.:. Düşman altmış dört ceset bırakmış, diğer ölülerinin hepsini kaçırmıştı. Kuru Kadı sabahtan beri yemek yememiş, su içmemiş, durup dinlenmemişti… Toplattığı şehitleri hisarın önündeki mey dana yığdırdı. Şehit Deli Mehmet’in cesedini kendi buldu. Kesik başı koltuğunda, uyur gibi, sakin yatıyordu. Olduğu yerde gömdürdü. Sonra yanındakileri savdı. Bu taze mezarın başına çöktü.

Ezberden “Yasin” okumağa başladı. Dışarılarda kimse yoktu, yalnız uzakta palanka kapısındaki nöbetçi dolaşıyordu. Kuru Kadı okurken, önündeki mezarın birden yeşil yeşil nurlarla tutuştuğunu gördü. Sesi kısıldı. Dudaklarını oynatamadı. Çeneleri kitlendi. Bu yeşil nurun içinde Deli Mehmet’in kanlı boynuna sarılmış beyaz kanatlı bir melaike, hem onu nurdan elleriyle okşuyor, hem açık alnını öpüyordu. Bu sıcak, bu yeşil nur büyüdü, taştı, bütün âlem bu nurun içinde kaldı. Kuru Kadı’nın gözleri kamaştı. Ruhu yandı. Kendinden geçti. Onu, daha ilk defa böyle derin bir uykuya dalmış gören yoldaşları zorla kaldırdılar. Koltuklarına girdiler:

- Haydi, kapı kapanacak dediler, içeri gir. Kuru Kadı’nın dili tutulmuştu. Cevap veremedi. Sarhoş gibi sallana sallana hisara girdi. Hâlâ titriyordu. Palankanın içinde Deli Hüsrev’in menzilinden geçerken durdu. Kulak verdi; ağlıyor mu, inliyor mu diye… Hayır, Deli şıkır şıkır atını kaşağılıyor, keyifli bir Türkü söylüyordu. Seslendi:

- Hüsrev.

- Efendim? Kapı açıldı. Kaşağı elinde, kolları, paçaları sıvalı, başıkabak Deli Hüsrev… daha Kuru Kadı bir şey sormadan,

- Gördün mü Deli Mehmet’in zevkini? dedi.

- Siz de benim gibi buradan gördünüz mü?

- “Gözlüye hod gizli yoktur!” Küttedek kapıyı, kapadı. Yine Türküsüne başladı. … Kuru Kadı palankada sabahı dar etti. Güneş doğmadan, Deli Mehmet’in mezarına koştu. Artık bütün günlerini bu mezarın başında geçiriyordu. Bu mezarın daimi ziyaretçisi oldu. Büyük bir taş yontturdu. Yazdırdı. Başına diktirdi. Beş vakit namazlarını bile cemaati ne bu kabrin başında kıldırmak isterdi. Artık ne hacet dilese, ona nail oluyordu. Grijgal’de, komşu palankalarda Kuru Kadı için “Deli oldu” diyorlardı. Her an “sonsuzluk” badesini içmiş ezeli. bir sarhoş gibi nihayetsiz bir kendinden geçme, sonsuz sınırsız bir şevk, sükûn bulmaz bir heyecan için de yaşıyordu. Fakat nasıl “deniz çanağa sığmaz”sa, onun büyük sırrı da ruhuna sığmadı. Taştı.

Huruç günü gördüğü harikayı herkese anlatmağa başladı. Hatta daha ileri gitti, çok iyi okuduğu “Mevlid-i Şerif” lisanıyla o gün gördüğünü yazdı. Yüzlerce beyitlik bir destan düzdü. Ama o eski şevki kayboluverdi. Ruhuna koyu bir karanlık doldu. Kalbine acı bir ağırlık çöktü. Artık Deli Mehmet’in yeşil nurdan mezarı içinde sürdüğü ilahi zevki göremez oldu. Bu mahrumiyet onu delirtti. Yemekten içmekten kesildi. Bir gün, yine perişan kırlarda dolaşırken Deli Hüsrev’e rast geldi. Meğer o da gezini yormuş. Elindeki yayıyla yavaşça Kuru Kadı’nın arka sına dokundu.

- Ahmak, dedi, niye gördüğünü halka söyledin? Adam gördüğünü kaale geçirirse kazandığı hali kaybeder. Eğer sussaydın, gördüğün keramete ölünceye kadar şahit olacaktın… Kuru Kadı yere diz çöktü, ağlamaya başladı:

- Çok perişanım diye inledi, lütfet. Gel, beni gaflet uykusundan uyandır. Benim o görmüş olduğum durum ne hikmettir? İçinde benimle senden başka onu gören oldu mu?

- Bir gören daha var. O “can” herkese görünmez.

- Kimdir?

- Bilemezsin…

- Başkaları görmedi de, biz ikimiz niçin gördük?

- A şehitlik müjdesidir!” İkimiz de mutlaka şehit düşeceğiz!

Kuru Kadı, gittikçe öyle serseri, öyle perişan, öyle berbat oldu ki kendisini o kadar seven Vali Ahmet Bey bile Budin’den gelince, onun hallerine dayanamadı. Nihayet “bu deli bir kişidir. Palankada hizmetinden istifade olunamaz” diye geriye göndermeye mecbur oldu. Aradan epey zaman geçti. Serhadde değil, hatta Grijgal hisarında bile herkes Kuru Kadı’yı unuttu. Yalnız yazdığı destan okunuyor, hiç unutulmuyordu. On iki sene sonra…

Zigetvarın zaptı akabinde yaralılar toplanırken, meşhur kahraman Deli Hüsrev’in bir gülleyle parçalanmış cesedi yanında, uzun boylu, ak saçlı, aksakallı, yeşil cübbeli bir şehit buldular. Kıbleye yüzükoyun uzanmış yatan bu şehidin büyük, yeşil sarığı, henüz bozulmamıştı. Üzerinde hiçbir silah yoktu. Yarası nere sinden olduğu belli değildi. Günlerce süren kuşatma esnasında hiç kimse böyle bir adam görmemişti. İnceden inceye araştırma yapıldı. Kim olduğu bir türlü anlaşılamadı.

O vakit birçok gazilerin “gayb ordusundan imdada gelmiş bir veli” sandıkları bu şehit, acaba, Grijgal hisarının o eski deli kadısı mıydı?

 

İLGİLİ İÇERİK

RUZNAME-ÖMER SEYFETTİN

ÖMER SEYFETTİN HİKAYELERİNDEN SEÇMELER

EFRUZ BEY ÖMER SEYFETTİN

YÜKSEK ÖKÇELER - ÖMER SEYFETTİN

PERİLİ KÖŞK - ÖMER SEYFETTİN

ÜÇ NASİHAT - ÖMER SEYFETTİN

KIZIL ELMA NERESİ? - ÖMER SEYFETTİN

KURBAĞA DUASI - ÖMER SEYFETTİN

BALKON - ÖMER SEYFETTİN

$
0
0

BALKON 

Muhsin Bey sofradan kalkınca, büyük ceviz büfeye dayanmış, kendilerini gülümseyerek dinleyen hizmetçiye:

— Eleni, nargilemi kameriyeye getir, kahveden evvel... Haydi çabuk, dedi.

Sonra sofradakilere döndü:

— Çocuklar! Siz de oraya gelin!

Hamdune Hanım; —narin, süzgün, yaşlı bir kadın— elmasını soyuyordu. Gözlerini kaldırmadan itiraz etti:

— Daha mehtaba bir saat var. Karanlıkta ne yapacağız?

— Burası cehennem be!

— Orası cennet mi?

— İsterseniz gelin. Ben burada yanamam.

— Uğurlar olsun.

Bu, şişman bir adamdı; ihtiyar bir şişman! Sallana sallana kapıdan çıktı. Tekâüt olduktan sonra doktorlara inat, oburluğa, nargileye bir nihayet vermemişti. Kır sakalının, daha dökülmemiş kır saçlarının altında kıpkırmızı, şiş yanakları onda yalancı bir sıhhatin daimi sevincini alevlendirirdi. Halbuki on senedir iyi olmaz bir kalp hastalığından mustaripti. Maddî ıstırabı, manevî neşesini bozmamıştı. Hamdune Hanım, kocasının aksi, çok küskün bir kadındı. Her an sebepsiz bir elem, bir sıkıntı içinde yaşardı. Meçhul bir matem sanki ruhunu ebediyyen karartmıştı. Daima sinirli, az güler, hep heyecan içinde... Köşkün kapısından kazara postacı geçse sapsarı kesilirdi. Gece gündüz bir felaket haberi bekler gibiydi. Sağındaki oğluna:

— Maşallah, hepimizden genç, dedi.

— Genç değil, içi ferah!

— Ya yemek yemesine ne dersin?

— Fena. Ama ne yapalım?.. "Allah sekizde verdiğini dokuzda almazmış!" Böyle rahat felsefeye dayandıktan sonra...

Delikanlının karşısında havlusunu katlayan genç kız:

— Aman, siz de hep beybabamla uğraşırsınız!

Dedi. Sofranın üzerindeki lambanın kırmızı abajurundan süzülen ziyâ içinde iri, mavi gözleriyle, kumral saçlarıyla harikûlâde güzel görünüyordu. İnce, keten bluzun altından, iri, gürbüz, muntazam bir vücudun, geniş bir göğsün şekli sanki taşıyordu. Bu, Hamdune Hanım'ın daha memede iken alıp kendine evlat ettiği bir kızdı. Tam on sekiz sene Muhsin Bey onu oğlu Suat'tan ayırdetmemiş, belki daha ziyâde sevmişti. Bu muhabbet karşılıklıydı. Aile içinde Muhsin Bey'in taraftarı, hatta fedakarı Resan'dı.

Hamdune Hanım:

— Sahi sıcak. Ben de burada duramayacağım! dedi.

Suat sordu:

— Nereye anne?

— Babanın yanına.. Siz de gelin!

— Geliriz.

O çıkınca, iki genç yalnız kaldılar.

Resan arkasına dayanmış, gözleri pencerenin dışarısındaki simsiyah bir duman gibi görünen geceye dalmıştı. Suat sandalyesinden doğruldu. Onun önüne geldi. Yemek masasına dayandı. Resan'ın gözleri hâlâ daldığı yerden kurtulamıyordu. Elini tuttu.

— Bu dalgınlık ne,Resan?

— Hiç.

— Söyle, söyle.

Genç kızın gözleri sanki yorulmuştu. Suat'ın ellerinden çektiği eliyle gözlerini oğuşturdu.

— Bu karanlıkları hiç sevmiyorum. Bana öyle geliyor ki, bütün felaketler hep bu yıldızsız, aysız gecelerin içinde saklı!

— Gayet şairâne, yani gayet yanlış bir fikir.

— Ne ise, ben burada oturacağım, istersen sen bahçeye çık.

— Ben de burada otururum, cicim.

Şık genç, demin annesinin kalktığı sandalyeyi Resan'ın yanına çekti. Beyaz fanile pantolonun üzerinde ince, lacivert bir ceket vardı. Cebinden narin bir tabaka çıkardı. İçinden bir sigara aldı, genç kıza verdi.

— İstemem, canım istemiyor...

— Al, al, karanlık düşmanı. İçmeye başlayınca ister!

Sigarayı kendi eliyle Resan'ın güzel dudaklarına dokundurdu. Bir kibrit çaktı. Evvela onunkini, sonra kendisininkini yaktı. Çıkan dumanlar içinden derin derin birbirlerine baktılar. Küçükten, pek küçükten beri sevişiyorlardı! Suat:

— Yalnız karanlık değil, dedi, sende başka bir şey var.

— Ne gibi?

— Halinde bir durgunluk.

— Hiçbir şey yok!

— Var, var, söyle.

— Ne olabilir?

— Bilir miyim?

Resan aralık kapıya baktı.

—Tabii, zaten sana söyleyecektim, dedi.

Suat duraksadı:

— Söyle Resan'cığım.

İçeri giren hizmetçi kız tabakları toplamaya başladı. Büfenin önüne istif etti. Örtüyü kaldırdı. Dışarı çıkınca, Suat tekrar:

— Ne söyleyeceksin bakalım?

Diye genç kıza şefkatle baktı. Resan öyle ince, yapmacıklı, aktris tavırlı, sahte bir kız değildi. Son derece hassas, doğru, samimi, serbestti. Ağır bir seda ile:

— Artık evlenmeliyiz. Suat... dedi.

— Elbet, Resan'cığım. Bu zaten bizim yegane emelimiz değil mi?

— Evet, fakat hemen evlenmeliyiz, hemen. Bu ay, hatta bu hafta içinde.

— İki üç aya kalmaz diplomamı alacağım. Daha mektepte iken evlenivermek bana biraz mahalle çocukluğu gibi geliyor.

— Mecburuz.

— Niçin?

— Çünkü...

Genç kız gözlerini önüne indirdi. Uzun, kumral kirpikleri gözlerini göstermiyordu.

— Çocuğumuz doğacak! dedi.

— Gebe misin, cicim?

— Evet.

— Pekala, öyle ise, hemen evlenelim. Sakın üzülme. Bu ay, bu hafta değil. Hemen yarın!

— Yarın mı?

— Yarın vallahi...

Birbirlerine sarıldılar. Suat dikkat etti. O daha ziyade güzelleşmiş, büyümüş, kadınlaşmış, bir harika olmuştu.

— Resan'cığım, sen biraz yukarı, yahut bahçeye çık, ben annemi çağırayım. Hemen meseleyi açayım.

— Fakat...

— Fakatı makatı yok. Biliyorsun, ben sabırsızım. Sabaha bir şeyi bırakamam.

Hakikaten Suat son derece aceleciydi. Aklına geleni yapar, anî, asabî hareketlerle herkesi şaşırtırdı. Erenköyü'nün en namdâr sporcusu sayılırdı. Cesurdu. Ufak bir şeyden heyecana gelir, ehemmiyetsiz bir laftan büyük bir kavga çıkarır, en tehlikeli tecrübelere gözünü kırpmadan atılırdı. Resan'ın kalkmasını beklemedi.

— Eleni!...

Diye seslendi. Hizmetçi kız gelince, "Git annemi çağır, hemen gelsin!" dedi. Resan'la tekrar kucaklaştılar.

 

Hamdune Hanım odaya girer girmez:

— Ne var Allah aşkına, Suat?

Diye sordu. Yüzü sapsarı kesilmişti. Meçhulden ürken bu kadın için "Çabuk, hemen, şimdi" gibi kelimelerin içinde mutlaka bir felaket gizliydi. Suat:

— Otur, anneciğim, sana sevinçli bir şey söyleyeceğim... dedi.

— Söyle bakayım...

— Ben Resan'ı alacağım.

Solgun kadının yüzü gülümsedi:

— Hayırdır inşallah, rüya mı gördün? Böyle birdenbire...

— Yok, hakikat. Hem de hemen yarın alacağım...

— Aman, Suat, deliliği bırak. Bu acele ne?

— Anneciğim, sen benim tabiatımı bilirsin. Aklıma bir şey koydum mu, hemen yapmalıyım.

— Resan'a bir şey söyledin mi?..

— O da beni seviyor!

— Pekala ama, hazırlıksız, nişansız, filan... Herkes bize deli diyecek...

— Ne derlerse desinler, herkes benim umurumda değil!

— Yok, yok, bu olamaz.

— Olacak anne!... Söyle, sen bu izdivaca razı değil misin?

— Tabii razıyım...

— O halde yarının, öbür günün ne ehemmiyeti var?

— Vâkıâ hiç...

— Öyle ise niçin beni kırıyorsun?

Hamdune Hanım oğluna gülümseyerek baktı. Bu şımarık çocuk onun gönlüne hâkimdi. Doğduğundan beri ne isterse yaptırırdı. Yavaş yavaş içinde bir sevinç duydu. Resan'ı da kendi kızıymış gibi severdi. Hakikaten bu, mesut bir izdivaç olacaktı. Yuvanın kuşları başka yerlere gitmeyecek, eski ahenk bozulmayacaktı, damat gibi gelin gibi yabancı ruhlar bu küçük ailenin harîmine girmeyecekti.

— Memnunsun ya, anneciğim?

— Çok.

— Şimdi Resan'ı da çağıralım.

— Çağır.

Suat, dışarı fırladı. Resan'ı aldı, getirdi. Ciddi kız, kıpkırmızıydı. Hamdune Hanım onlara birçok güzel sözler söyledi. Kendi hissiyatını anlattı. Artık sinirleri geçmişti. Gülüyordu. "İşte ben sizi bu akşamdan birbirinize veriyorum!" dedi ve Resan'la Suat'ın ellerini birleştirdi.

— Fakat bir halka olsun takamıyorsunuz. Suat bu senin deliliğin... diyordu.

— Güç olsun da, geç olmasın, anneciğim.

— Haydi deli!..

Konuşurlarken dışarıda, kameriyedeki Muhsin Bey'i unutmuşlardı.

Suat:

— Babam bu kararımızı duyarsa kimbilir ne kadar sevinecek! dedi.

Hamdune Hanım:

— Çıldıracak!

Diye güldü. O vakit Suat'a bir fikir geldi. Annesi ona bu kararı söyleyecekti. Sonra kendileri onun karşısına çıkıvereceklerdi. Muhsin Bey gayet şen, gayet neşeli, adeta çocuk gibi bir adamdı. Ailenin asıl reisi Hamdune Hanımdı. Hatta bu izdivaç için Muhsin Beyin reyine bile lüzum görmüyorlardı. Yalnız nasıl sevineceğini görmek için haber vereceklerdi.

— Anne dedi. Sen şimdi babamın nargilesini yukarıya göndertirsin. Biz de Resan'la beraber balkona çıkarız. Perdeleri indiririz. Sen işi açarsın. O çocukça sıçramaya, ellerini çırpmaya başladığı zaman biz arkasından çıkıveririz.

Resan bunu istemiyordu:

— Tiyatro oynar gibi. Ne olacak sanki bu!

— Hiç, Resan'cığım. Babam seni de, beni de kucaklayacak, öpecek, işte bu!

Hamdune Hanım:

— Babana birdenbire sevinçli bir haber vermek yasak olduğunu unutma! dedi.

— Yavaş yavaş açarsın.

— Peki... Bari siz önden çıkın. Ben de onu yukarıya alayım.

— Haydi anneciğim, benim cici anneciğim.

Suat kocaman bir bebek beceriksizliğiyle annesine sarıldı. Kırlaşmış saçlarından, soluk alnından öptü. Annesi dışarıya çıkınca aynı şefkatle Resan'ı kucakladı.

— Fakat, Suat, ben bu balkona saklanmayalım, diyorum.

— Niçin, cicim?

— İçim istemiyor. Daha mehtap çıkmadı, orada karanlıkta nasıl duracağız?

— Yapma Resan'cığım. Mesut mesut güleceğiz. Babamın sevincini seyredeceğiz. Sana artık nasıl sataşmayacak, neler söylemeyecek. "Gelin hanım, gelin hanım" diye.

— Suat balkona çıkmayalım.

— Yapma cicim.

— Çıkmayalım.

— Haydi, haydi. Babamdan evvel davranalım. Bizi görmesin.

Delikanlı, Resan'ı kollarından tuttu. Adeta onu zorla sürükledi. "Seni karanlığa alıştıracağım" diyordu. Yüksek bir merdivenden çıktılar, yüksek tavanlı bir salondan geçtiler. Suat ortadaki lambayı açtı. İki pencere arasındaki balkonun ağır perdelerini indirdi. Köşedeki bir koltuğu açık pencereye doğru çevirdi. Tam bu sırada Eleni de büyük beyin nargilesini getirmişti. Suat onu da yerine koydu.

— Haydi şimdi aktörleri bekleyelim, diye Resan'ı balkona çekti.

Hava son derece karanlıktı. Civar köşklerin aydınlıkları, can çekişen ateş böcekleri gibi hasta, donuk bir ziyâ ile parlıyordu. Suat yarınki karısını kucakladı. Genç kız gözlerini yummuştu. Açsa sanki yaşlar dökülecekti. O kadar mesuttu...

 

— Rutubet var.

— Siz zaten hep beni rahatsız etmeye çalışırsınız. Yemeğime karışırsınız. İçirtmezsiniz. Uyutmazsınız. Sanki dünyaya kazık kakacakmışım gibi!

— Burada otursak ne olur?

Muhsin Bey pencereye dönen koltuğa çöktü. Hamdune Hanım nargilenin marpucunu çözerek kocasına uzattı:

— Al memeni!

— Haydi bakalım, bunu da çok görün.

Konuşmaya başladılar. Hamdune Hanım, daima meyus yaşayan sinirli insanların neşeli zamanlarındaki heyecanlı tavirlarıyla yavaş yavaş işi açıyordu. Suat'ın büyüdüğünden bahsetti. Çabuk evlenirse çok iyi olacaktı. Fakat Resan'a hiç kıyamıyordu. Dışarı veremeyecekti. Muhsin Bey: "İç güvey alırız" dedi. Fakat Hamdune Hanım, Suat'a da kıyamıyordu. Muhsin Bey: "Gelini de yanımıza alırız" dedi.

Hamdune Hanım:

— Bu kadar uzun külfetlere ne lüzum var? diye güld., Ben bu meseleyi halletmenin kolayını buldum.

— Nasıl?

— Yanımıza ayrı bir iç güvey, ayrı gelin alacağımıza...

— Ey?

— Suat'a Resan'ı alıveririz, vesselam.

Muhsin Beyin marpucu elinden düştü. Ağır hareketlerle onu yerden alırken:

— Ne münasebetsiz şeyler düşünüyorsun, hanım! dedi.

— Neden münasebetsiz olsun?

— Münasebetsiz ya!

Balkondaki âşıklar da, tıpkı Hamdune Hanım gibi, bu beklenilmez tavırdan şaşırmışlardı. Muhsin Bey'in sevineceğini, ellerini birbirine çarparak çocuk gibi kalkıp hepsinin boynuna sarılacağını bekliyorlardı. Hamdune Hanım, konuştuklarını işiten balkondakileri çok üzmemek istedi:

— Sen uyuyorsun, Bey! dedi.

— Ne demek?

— Ben Suat'la Resan'ı birbirlerine verdim bile!

Muhsin Bey, bu sefer marpucu elinden attı. Doğruldu. Yüzü kıpkırmızı oldu.

— Bu izdivaç katiyyen olamaz! Hamdune Hanım yine sinirlendi:

— Oldu bile... dedi.

— Olamaz, diyorum.

İhtiyarın çehresi fena halde bozulmuştu. Balkondakilerin kalpleri çarpıyordu. Bu hiç beklemedikleri mümânet onları şaşırtmıştı. Resan hıçkırmaya başladı. Suat onu öpüyor: "Korkma, cicim. Ne ehemmiyeti var? Yarın seninle burayı terkeder, başka yere gideriz" diyordu. Hamdune Hanım da içeride kocasıyla münakaşayı azıttılar. Muhsin Bey bir türlü niçin bu izdivaca razı olmadığını söylemiyordu.

Karısı onu zorladıkça, yalnız: "Olamaz, olamaz, ben sağken buna imkan yoktur!" diye bağırıyordu. Hamdune Hanım, nihayet iki gencin birbirlerini sevdiklerini, izdivaç etmezlerse bedbaht olacaklarını söyledi:

— Sebepsiz bir mümâneatle iki genci meyus etmekte ne fayda?

— Sebep var, diyorum, ısrar etme!

— Söyle o sebebi!

— Söyletme, diyorum!

— Söyleyeceksin!

O vakit Muhsin Bey boğuk bir sesle karısına:

— Madem ki istiyorsun, söyleyeyim işte, dedi. Hani yirmi sene evvel, henüz seninle yeni karı koca iken ben İzmir'de malmüdürü tayin olunmuştum. Hatırlıyorsun ya?

— Hatırlıyorum.

— İstanbul'dan yalnız gittim, sen gelmedin.

— Evet.

— Sana her hafta mektup yazdım, çağırdım, yalvardım, yakardım, gelmedin.

— Gelemezdim. Annemi ölüm döşeğinde nasıl bırakırdım?

— İşte o bir sene içinde ben sana kızdığımdan İzmir'de başka bir kadınla evlenmiştim!

— !!!..

— Bu sırrı tam yirmi sene sakladım. Yine senin zorunla söylüyorum. Bu kadın doğururken öldü. Resan işte onun kızıdır. Suat'ın kardeşidir. Anladın mı?

Hamdune Hanım bembeyaz kesildi. Balkonda boğuk bir gürültü, acı bir feryat koptu. Karı koca, ikisi de yerlerinden sıçradılar. Perdeyi açtılar. Resan'la Suat birbirlerini parçalayacaklarmış gibi boğuşuyorlardı.

— Olmaz, dur!

— Bırak, beni bırak!

Resan, inanılmaz bir hamle ile sporcu genci balkonun eşiğine çarptı, sonra adeta beyaz bir alev gibi balkonun kenarından karanlığın içine fırladı. Bahçenin çakıllarına düşen bir vücudun derin, ağır sesini dehşetle duydular. Suat, daha doğrulmamıştı. Muhsin Bey ellerini boğazına götürdü. Birdenbire arkası üstü yuvarlandı. Hamdune Hanım, onu oturtmaya çalışırken gayr-i ihtiyari gözlerini balkona çevirdi. Oğlu, sevgili Suat'ı da korkunç karanlıkların içinde kaybolmuştu.

 

Biraz sonra... Siyah ağaçların arkasından doğan kan renginde bir ay, balkonun kenarında, kendini tutmak isteyenlerin arasında, saçları dağılmış, gözleri yerlerinden fırlamış, sarı, perişan bir hayalin aşağıya bakıp kahkahalar attığını gördü...

BAHİS - ANTON ÇEHOV

$
0
0

BAHİS

Karanlık bir sonbahar gecesiydi. Yaşlı banker, çalışma odasında bir ileri, bir geri yürüyor, on beş sene önce yine bir sonbahar akşamı verdiği bir partiyi hatırlıyordu. Partide pek çok zeki insan vardı ve bu insanların arasında ilginç konuşmalar geçiyordu. Konuşulan şeylerin başında ölüm cezası geliyordu.

Aralarında gazetecilerin ve entelektüellerin de bulunduğu misafirlerin büyük çoğunluğu, ölüm cezasını tasvip etmiyordu. Böyle bir cezayı modası geçmiş, ahlâka aykırı ve Hıristiyan devletler için yakışıksız buluyorlardı.

İçlerinden bazılarına göre ölüm cezasının yerini müebbet hapis almalıydı. Bunun üzerine ev sahibi banker: "Sizinle aynı fikirde değilim." dedi. "Ne ölüm cezasını ne de müebbet hapsi denedim; ama birine öncelik tanısaydım, müebbet hapisten daha ahlakî ve daha insancıl olan ölüm cezasını tercih ederdim. Ölüm cezası adamı bir seferde öldürür; fakat müebbet hapis yavaş yavaş öldürür. Hangi cellat daha insancıldır? Sizi birkaç dakika içinde öldüren mi, yoksa canınızı uzun seneler içinde alan mı?”

Misafirlerden birisi: "Her ikisi de aynı gayeyi -hayatı almak- güttüğü için, eşit derecede ahlâka aykırıdır, diyerek görüşünü belirtti: "Devlet, Allah değildir. İstediği zaman eski haline getiremeyeceği bir şeyi alma hakkı yoktur."

Misafirler arasında yirmi beş yaşlarında genç bir avukat da vardı. Kendisinin fikri sorulduğunda:

"Ölüm cezası da, müebbet hapis de aynı derecede ahlâka aykırıdır; ama ikisi arasında bir seçim yapmak zorunda kalsaydım, kesinlikle ikincisini seçerdim. İyi veya kötü bir şekilde yaşamak, hiç yaşamamaktan daha iyidir." şeklinde konuştu. Hararetli bir tartışma başlamıştı. O günlerde şimdikinden daha genç ve sinirli olan banker, birden heyecandan coştu. Yumruğunu masaya vurdu ve genç adama bağırarak: "Doğru değil! İki milyonuna bahse girerim ki, sen hapiste tek başına beş sene bile kalamazsın." dedi. Genç adam ise: "Sözlerinde ciddîysen, bahsi kabul ediyorum; ama beş değil 15 sene hapiste kalacağım." diyerek karşılık verdi. "On beş mi? Kabul!" diye haykırdı banker. "Ortaya iki mil- yon koyuyorum, beyefendi."

“Anlaştık. Sen milyonlarını ben de özgürlüğü mü ortaya koyuyorum."

Böylece bu delice ve abes bahse girildi. Sayılamayacak kadar milyonları olan şımarık ve havalı banker bahisten memnundu. Akşam yemeğinde genç adamla alay etmekten kendini alamamıştı: "Hey genç adam! Vakit varken iyi düşün. Benim için iki milyonun bir önemi yok; ama sen hayatının en güzel üç-dört senesini kaybedeceksin. Üç-dört diyorum; çünkü daha fazla kalamayacaksın. Seni mutsuz adam! Şunu da unutma ki; gönüllü hapis, mecburî hapisten çok daha zordur. İstediğin zaman özgürlüğüne kavuşabilme hakkının olduğunu bilmen, hapis hayatını zehir edecektir. Senin adına üzülüyorum."

Bulunduğu yerde bir ileri bir geri yürüyen banker, şimdi bütün bunları tüm canlılığıyla hatırlayarak kendi kendine: "Bu bahsin amacı neydi? Bu adamın hayatından 15 sene kaybetmesinin ve "be- nim iki milyonumu çarçur etmemin iyi yanı ne ki? Bu bahis, ölüm cezasının, müebbet hapisten daha iyi veya daha kötü olduğunu kanıtlayabilir mi? Hayır, hayır. Bütün bunlar saçma ve anlamsız. Benim açımdan, şımarık bir adamın kaprisi; onun açısındansa, paraya karşı duyulan açgözlülükten başka bir şey değil..."

Sonra da bunu takiben olanları hatırladı. Genç adamın, hapis yıllarını bankerin evinin bahçesindeki kulübelerden birinde sıkı nezaret altında tutularak geçirmesi kararlaştırılmıştı. Genç adamın, 15 sene boyunca kulübenin eşiğinden dışarı bir adım bile atmaması, insanları görmemesi, insan sesi duymaması ve ne mektup ne de gazete okuması temel şartlar olarak belirlendi. Bir müzik aleti ve okuyacak kitapları olabilecek, mektup yazmak isterse yazabilecek, ve yine isterse içki ve sigara içebilecekti. Genç adam dış dünyayla olan tek bağlantısını, sırf bu amaç için açılacak olan küçük bir pencere vasıtasıyla sağlayacaktı. Siparişlerini notlar halinde yazarak istediği her şeyi -kitap, müzik, içki vb. dilediği miktarda alacaktı; ama bunları sadece belirlenen bu küçük pencereden temin edebilecekti. Anlaşmada, genç adamı hapiste son derece münzevî bir hâle sokmak için her ayrıntı ve bu durumla ilgili sayılabilecek nerdeyse her türlü ıvır zıvır şey şart koşulmuştu ve süre 14 Kasım 1885’te saat 12'de bitecek şekilde kararlaştırıldı. Genç adamın orada tamı tamına on beş sene kalması en temel mecburiyetti. Sürenin dolmasına iki dakika bile bu şartların çiğnenmesi anlamına gelebilecek en ufak bir teşebbüs, bankerin iki milyon ödemekten kurtulmasını sağlayacaktı.

Hapsin ilk yılında genç adamın aldığı kısa notlardan anlaşıldığı üzere, kendisinin yalnızlık ile bundan kaynaklanan kimi bunalımlardan epeyce çektiği belliydi. Kulübeden gece gündüz piyano sesi duyuluyordu.

Mahpusumuz, içki ve sigara istemiyordu. İçkinin arzuları canlandırdığını, arzuların da, bir mahpusun en büyük düşmanı olduğunu ve bunun yanında, hiçbir şeyin iyi bir içki içip de hiç kimseyi görmemekten daha üzücü olmadığını yazmıştı. Sigara ise, odanın havasını bozuyordu. İlk senesinde getirdiği kitaplar, çoğunlukla hafif nitelikli, karmaşık bir konuya sahip aşk romanları, heyecan dolu ve hayal ürünü hikayeler, v.b türden şeylerdi.

İkinci senesinde artık kulübeden piyano sesi gelmez oldu ve mahpusumuz da okumak üzere sadece dünya klasiklerini sipariş etti.

Beşinci sene müzik sesi yeniden duyuluyordu ve mahpusumuz içki istiyordu. Pencereden seyredenler, genç adamın bir sene boyunca, yemek, içmek, yatmak ve sıklıkla esneyip kendi kendine konuşmaktan başka bir şey yapmadığını söylediler. Kitap okumuyordu. Bazen, geceleri bir şeyler yazmaya koyuluyor,  saatlerce yazıyor ve  sabahleyin de yazdıklarını yırtıyordu. Kulübeden pek çok defa ağlama sesleri duyuluyordu.

Altıncı yılın ikinci yarısında mahpusumuz, istekli bir şekilde dünya dilleri, felsefe ve tarih üzerine çalışmaya başladı. Kendisini ateşli bir şekilde bu çalışmalara adadı, O kadar ki, bankerin sipariş edilen kitapları getirmekten canı çıkmıştı. Genç adamın isteği üzerine, dört senelik zaman diliminde 600 küsur cilt kitap getirtildi. İşte bu dönemde banker, genç adamdan aşağıdaki mektubu aldı: "Sevgili Gardiyanım, Bu mektubu sana altı dilde yazıyorum. Bu dilleri bilen insanlara gösterin. Onlara okutun. Eğer bir tane bile yanlış bulmazlarsa, bahçede havaya ateş açmanızı rica ediyorum. Bu ateş, emeklerimin boşa gitmediğini gösterecektir. Bütün çağların ve ülkelerin dâhileri farklı dilleri konuşur; ama hepsinin içindeki ateş aynıdır. Ah keşke, ruhumun onları anlayabilmekten duyduğu o korkunç hazzı bilebilseydiniz." Mahpusumuzun arzusu yerine gelmişti. Banker, bahçede iki el ateş ettirdi. 

On senenin ardından genç adam masada hareket etmeden oturuyor ve İncil haricinde bir şey okumuyordu. Dört yılda 600 ciltlik kitabın hakkın- dan gelmiş bir adamın, anlaması   kolay   ince bir kitap üzerinde neredeyse bir senesini sarf etmesi bankere tuhaf    geliyordu. İncil'i, teoloji ve dinler tarihî üzerine kitaplar takip etti.

Hapis hayatının son iki yılında mahpusumuz fark gözetmeksizin çok miktarda kitap okudu. Kimi zaman doğal bilimlerle meşgul oluyor, bazen de Byron'un veya Shakspeare'in eserlerini istiyordu. Kimya, tıp kılavuzu, roman, felsefe ve teoloji üzerine sipariş edilen bu kitaplarda bazı notlar vardı. Adamın okumaları, denizde kendi gemisinin enkazı arasında yüzen ve kendi hayatını kurtarmak için bütün hırsıyla bir direğe tutunmaya çalışan bir kişinin hâlini hatıra getiriyordu. 

Yaşlı banker bütün bunları bir bir hatırlayarak şöyle düşündü: "Yarın saat 12'de adam yeniden özgürlüğüne kavuşacak. Anlaşmamıza göre ona iki milyon ödemem lazım. Bu parayı ödeyecek olursam benim için her şey biter. Tamamen iflas bayrağını çekerim." On beş sene önce bankerin sayılmayacak kadar çok parası vardı. Şimdi ise, servetinin mi yoksa borçlarının mı daha fazla olduğunu kendisine sormaktan korkuyordu. Borsada tehlikeli işlere atılması, riski yüksek spekülasyonlarda bulunması ve sonraki yıllarda bile atlatamadığı kolayca heyecana kapılma huyu; yavaş yavaş talihinin kötüye gitmesine ve onurlu, korkusuz, kendine güvenen milyoner bir bankerden; orta çaplı ve borsanın her iniş-çıkışında tir tir titreyen birine dönüşmesine sebep olmuştu. Başını ümitsizlikle ellerinin arasına alan banker: "Lanet olası bahis! Şu adam niye ölmez ki? Daha 40 yaşında. Yakında, son kuruşumu bile elimden alacak; sonra evlenecek; hayatını yaşayıp, borsaya yatırım yaparken, ben de ona bir dilenci gibi kıskançlıkla bakıp ondan her gün aynı cümleleri işiteceğim: “Hayatımdan duyduğum mutluluktan ötürü sana minnettarım. Bırak da sana yardım edeyim.”   “Hayır hayır, bu kadarı da çok fazla. İflastan ve rezillikten kurtulmamın tek çaresi bu adamın ölmesi olacak.’” diye homurdandı.

Saat üçü vurduğunda banker etrafı dinlemeye koyuldu. Evde herkes uyuyordu ve dışarıda titreyen ağaçların hışırtısından başka bir şey duyulmuyordu. Gürültü çıkarmamaya çalışan banker, ateşe dayanıklı kasadan, 15 senedir kapısı açılmamış odanın anahtarını aldı, paltosunu giydi ve evden dışarı çıktı. Bahçe soğuk ve karanlıktı. Yağmur yağıyordu. Nemli, soğuk bir rüzgâr esiyor, hayır esmiyor uğulduyor ve ağaçlara rahat vermiyordu. Banker gözlerini iyice kıstı; fakat ne toprağı, ne beyaz heykelleri, ne kulübeyi ne de ağaçları net olarak görebiliyordu. Kulübenin bulunduğu noktaya giderek iki kez bekçiye seslendi. Cevap yoktu. Belli ki, bekçi soğuktan korunmak için kendine bir barınak aramış ve şimdi de mutfakta veya serada bir yerlerde uyuyakalmıştı. Yaşlı banker: "Amacımı gerçekleştirmek için cesaret edersem, nasıl olsa öncelikle bekçiden şüphelenirler." dedi. Karanlıkta basamakları ve kapıyı fark etti ve kulübenin girişine doğru ilerledi. Sonra el yordamıyla yolunu bulmaya çalışarak ufak bir koridora girdi, bir kibrit yaktı. Kimsecikler yoktu. Odada üzerinde yatak olmayan bir yatma yeri, köşede ise dökme demirden yapılmış soba vardı. Kapıda karşılaştığı hemen her şey, mahpusun odasının nerdeyse hiç bozulmamış olduğunu gösteriyordu. Kibrit söndüğünde, heyecandan titre-yen yaşlı adam, küçük pencereyi gözetlemeye başladı. Mahpusun odasındaki mum etrafa loş bir ışık veriyordu. Mahpus sandalyede oturuyordu. Sırtı, saçları ve elleri dışında bir şeyi görünmüyordu. Masada, iki koltukta ve masanın yanındaki halıda, pek çok kitap saçılmış, açık vaziyette duruyorlardı.

Beş dakika geçmiş ve mahpus bu süre içerisinde bir kere bile kımıldamamıştı. Belli ki, on beş senelik hapis hayatı ona uzun süre kımıldamadan oturmayı öğretmişti. Banker, eliyle pencereye hafifçe vurdu; ama mahpustan bir karşılık gelmedi. Bunun üzerine banker kapının mührünü dikkatlice söktü ve anahtarı deliğe soktu. Paslı kilit kulak tırmalayıcı bir ses çıkardı ve kapı gıcırdadı. Banker hemen bir ayak sesi ve şaşkınlık çığlığı bekliyordu; ancak üç dakika geçmesine rağmen oda aynı sessizliğini muhafaza ediyordu. Artık içeri girmeye karar verdi. Masada normal insanların aksine, bir adam hareketsiz bir şekilde oturuyordu. Saçları bir kadınınki kadar kıvır kıvır olmuş ve sakalı dağınık bir hâl almıştı; adam adeta bir deri bir kemik kalmıştı ve bu hâliyle bir iskeleti hatırlatıyordu. Yüzü toprak renginde sarı, yanakları çukur, sırtı uzun ve dar, kıllarla kaplı başını dayadığı elleri o kadar zayıf ve narindi ki, bu manzaraya sadece bakmak bile insana ürkütücü geliyordu. Saçlarına pek çok ak düşmüştü ve bir deri bir kemik ve ihtiyar görünümlü hâlini gören hiç kimse bu adamın henüz kırkında olduğuna inanmazdı. Uyuyordu. Eğilmiş başının önünde masada, güzel bir el yazısıyla bir şeyler yazılmış bir tomar kağıt vardı. Banker: "Zavallı yaratık! Uyuyor ve büyük ihtimalle yakında kavuşacağı milyonların hayalini kuruyor olmalı. Yapmam gereken tek şey, bu yarı ölü adamı tutup yatağa atıp yastıkla boğmak. Böylece en dikkatli uzman bile, herhangi bir cinayet emaresi bulamayacaktır." diye düşündü. "Ama önce buraya ne yazmış onu okuyalım. "Banker masada duran kâğıdı alarak okumaya başladı: "Yarın saat 12'de özgürlüğüme kavuşup diğer insanlarla arkadaşlık edebileceğim; ama bu odadan ayrılıp güneş ışığı görmeden önce sana birkaç şey söylemem gerek. Her zamanki gibi beni şu anda da gören Allah’ın huzurunda sana gönül rahatlığıyla şunu söyleyebilirim ki; özgürlüğü, hayatı, sağlığı ve kitaplarında yer alan dünyanın güzel şeylerinin hepsi artık ayaklarımın altında, onları hor görüyorum. "On beş senedir cîddî ciddî maddî hayat üzerine inceleme yapıyorum. Ne dünyayı ne de insanları görüyorum; ama gönderdiğin kitaplarda güzel kokulu içecekler içtim, şarkılar söyledim, ormanlarda geyik ve ceylanlar avladım, kadınları sevdim. Şâirlerinin ve dâhilerinin büyüsünün meydana getirdiği ve bulutlar kadar uçuk güzellikler, geceleri beni ziyaret etti ve kulağıma, aklımı fırıl fırıl döndüren muhteşem hikâyeler fısıldadı. Kitaplarında Ebruz ve Mont Blanc dağlarının zirvelerine tırmandım ve oradan güneşin doğuşunu ve akşamları altın sarısı ve kızıl renklerle gökyüzünü, okyanusları ve dağların zirvelerini kaplamasını gördüm. Orada başımın üstünde çakan ve fırtına bulutlarını yaran şimşekleri seyrettim. Yemyeşil ormanları, tarlaları, denizleri, gölleri, şehirleri gördüm. Sirenlerin çıkardığı sesleri, çobanların kavallarının ezgilerini işittim. Benimle Yaratıcı hakkında konuşmak için yere inen güzel meleklerin kanatlarına dokundum. Kitaplarda, kendimi dipsiz kuyulara, gerçekleşen mucizelere, vahşi ölümlere, yakılıp yıkılmış şehirlere, yeni dinlere, fethedilen krallıklara doğru savurdum. Gönderdiğin kitaplar bana bilgelik verdi. İnsanoğlunun, çağlar boyunca ürettiği dur durak bilmeyen düşünceler, zihnimde adeta küçük bir pusulanın içine sıkıştı. Şimdi senin sahip olduğun her şeyden daha bilgili olduğumu biliyorum.

Netice itibarıyla kitapları, bilgeliği ve bu dünyanın sunmayı vaad ettiği bütün lütufları küçümsüyorum. Hepsi bir serap gibi değersiz, kısa, aldatıcı ve yanıltıcı. Onurlu, bilge ve ince biri olabilirsin; ama ölüm seni yeryüzünden silerken, senin de yer altında gezinen fareden farkın olmayacak ve senin neslin, tarihin, ölümsüz dehâların; maddi dünyayla birlikte yanacak veya donacak. Sen aklını kaybettin ve yanlış yolu seçtin. Yalanları doğru, çirkinliği güzel kabul ettin. Sen ancak, elma ve portakal ağaçlarında bu meyveler yerine kurbağa ve kertenkele yetişirse veya güller, terli at gibi kokmaya başlarsa şaşırırsın. Bu nedenle dünyayı cennete değişen sana ve senin gibilere şaşırıyorum. Seni anlamak istemiyorum. Senin birlikte yaşadığın şeyleri küçümsediğimi iyice anlaman için, bir zamanlar cennet gibi bir hayatın başlangıcı olarak gördüğüm iki milyondan vazgeçiyorum. Kendimi parayı alma hakkından mahrum etmek için, kararlaştırdığımız vakitten beş dakika önce buradan çıkacağım ve böylelikle anlaşmamızı ihlâl edeceğim; sen   de bana herhangi bir şey ödemek durumunda kalmayacaksın."

Banker, kâğıdı yavaşça masaya bıraktı; bu tuhaf adamı başından öptü ve ağlayarak kulübeden çıktı. Başka hiçbir zaman, hatta borsada çok ciddî bir kayba uğradığında bile kendisini bu kadar aşağılık hissetmemişti. Evine döndüğünde yatağına yattı; fakat gözyaşları ve o içinde bulunduğu hissiyat uyumasına mani oluyordu.

Ertesi sabah bekçi, soluk bir yüzle bankerin yanına koştu ve kulübede yaşayan adamın pencereye tırmanarak bahçeye atladığını, oradan da kapıdan dışarı çıkarak kaybolduğunu gördüğünü söyledi. Banker hemen hizmetçileriyle birlikte kulübeye gitti ve adamın kaçtığından emin olmak istedi. Meydana gelebilecek lüzumsuz konuşmaları önlemek amacıyla, içinde milyonlardan feragat edildiğinin yazılı olduğu kâğıdı masadan aldı ve eve ulaşır ulaşmaz ateşe dayanıklı kasasına kilitledi.

Öylesine bir macera ve çekişmeli bir inat duygusuyla başlayan bir bahisten hayatın ve hayat sonrasının hakikatine ulaşmış, erdemli bir bilge doğmuştu.

ANTON ÇEHOV

Rus Hikayeci

BAHAR VE KELEBEKLER - ÖMER SEYFETTİN

$
0
0

BAHAR VE KELEBEKLER 

Küçük salonun fes renginde kalın ve ağır perdeli penceresinden dışarısı muhteşem, parlak bir suluboya levhası gibi görünüyordu. Saf mavi bir sema. Çiçekli ağaçlar... Cıvıldayan kuşlar... Uyur gibi sessiz duran deniz... Karşı sahilde mor, fark olunmaz sisler altındaki dağlar, korular, beyaz yalılar... Ve bütün bunların üzerinde bir esâtir(mitoloji) rüyasının havâi hakikati gibi uçan martı sürüleri! Pencerenin önündeki şişman koltuğa gayet zayıf, gayet sarı, gayet ihtiyar bir kadın oturmuştu. Bahar ve hayata dargınmış gibi arkasını dışarıya çevirmişti. Sönmüş gözleri köşelerdeki gölgelere karışıyordu. Karşısında, bir şezlonga uzanmış esmer, güzel bir kız, siyah maroken kaplı bir kitap okuyor; pencereden, çiçek, kır kokuları; deniz, dalga fısıltıları getiren tatlı bir nisan rüzgârı giriyordu. Bir saatten beri ikisi de susuyor, öyle duruyorlardı. Bu ihtiyar büyük nine tam doksan yedi yaşında idi. Köşelerin hafif karanlıklarından bazen uyanır gibi ayrılan gözlerini ara sıra, karşısında kitap okuyan genç kıza, bu torununun torununa atfediyordu... Birden, üç dişi kalan buruşuk ağzını açtı. Esnedi. Bir mumya uzvu kadar sararmış, katılaşmış elini başına götürdü. Kahve rengindeki yemenisinin altında daha beyaz görünen saçlarına dokundu. Bir an düşündü. Yine esnedi. Galiba uyanacaktı. Arkasındaki açık pencereden giren muharrik(kışkırtıcı) rüzgâr onu tehyic ediyor(heyecanlandırıyor), kuşların güneşli cıvıltıları, çiçek ve çimen kokuları hayalinde uzak, ezeli bir fecir, nihayetsiz, mülevven(renkli) bir sabah uyandırıyordu. Yavaş yavaş kamburunu arkasına dayadı. Ellerini dizlerine koydu, başını kaldırdı. Biraz doğruldu. Torununun torununa:

— Yavrum, niçin susuyorsun? dedi. Biraz konuşalım.

Genç, esmer kız, yeni neslin son Türk kadınlarının o asla tatmin edilemeyecek olan ebedi hicran elemiyle bulutlanan siyah gözlerini kitabından ayırmayarak:

— Okuyorum büyükanneciğim.

Dedi. Ancak on sekiz yaşında vardı. Şezlongtaki mühmel(pervasız) uzanışı ona müstesna bir letafet veriyor, ince jüponun altında bediî bir vuzuh ile irtisam eden kalçaları daha dolgun, daha geniş, dizleri daha narin, daha mütenasip, eteklerinin pembe ve beyaz gölgeleri içinde pek şuh, pek uyanık duran bacakları daha tombul, daha nefis, ayakları daha küçük görünüyordu. Tuttuğu siyah maroken cildin üzerinde beyaz bir tenevvürle(nurlanma) parlayan parlak, zarif ve ince elleri asi bir istical(acele) ile göğsünden fırlamak ister gibi kabaran memelerine dayanıyor, sanki onları zaptediyordu. Gür, siyah saçları mağmum(tasalı) ve hüzünlü çehresi etrafında mesut edici, düşündürücü bir zevk veriyor gibiydi. Büyük nine sordu:

— Okuduğun ne, kızım?

— Bir roman.

— Neden bahsediyor?

— Hiç.

Büyük nine tekrar daldı. Karşısındaki, senelerce evvel ihtiyarlayıp ölen torununun bu güzel, bu taze torununa bakıyordu. Bu vücut işte hayatın baharı idi. Arkasındaki, görmek istemediği şu pencerenin dışarısındaki gürültülü, kokulu bahara niçin bu kadar yabancı duruyordu. Kendisini tehyiç eden, mukavemet olunmaz bir gençlik arzusu veren, on yedi yaşında bir âşığın busesi kadar leziz ve muharrik olan bu nisan rüzgârı, niçin onun meçhul matemlerini örtmüyor, onun dudaklarında biraz tebessüm, gözlerinde biraz şule uyandırmıyordu. Tekrar sordu:

— Söyle yavrum. O roman ne diyor?

Genç kız büyük gözlerini kaldırdı. Kitabı dizlerine indirdi. Nazik bir şive ile:

— Büyükanneciğim, Fransızca bir roman işte...

Dedi. Lakin büyük nine merak ediyordu, mutlaka anlamak istiyordu:

— İsmi ne?

— Désenchanter(Fransız romancı Pierre Loti'nin eseri)...

— Ne demek?

— "Sevinçten ve saadetten mahrum kadınlar" demek.

— Onlar kimmiş?

— Biz... Türk kadınları...

Büyük nine düşündü. Sol eliyle siyah, parlak saçlarını düzelten torununun torununa şimdi pek elemli bakıyordu; bu kız tıpkı büyük matemler geçirmiş, felaketler görmüş bir zavallı gibiydi. Hiç gülmüyor, hep mahzun duruyordu. Ah, işte hep bu kitaplar onları zehirliyor, onları solduruyordu. Onları bahara, saadete yabancı bırakıyordu. Ansızın kalbinde bir acı duydu. Bu genç, bu güzel kıza acıyordu. Titreyen kadît(kuru) ellerini koltuğunun yanlarına dayadı. Hiddetlenmiş gibi biraz yükseldi:

— Sevinçten, saadetten mahrum kadınlar, Türk kadınları mı? dedi. Hayır hayır! Türk kadınları asla sevinçten, saadetten mahrum değildiler. Sevinçten ve saadetten mahrum olanlar sizsiniz. Şimdiki kadınlar... Siz bozuldunuz. Siz büyükannelerinize benzemediniz. Ah biz!... Gençken ne kadar mesuttuk. Bahar, şu arkamdaki bahar bizi sevinçten deli ederdi. Şimdi siz bunları görmüyorsunuz, siz bu zehirleyici kitaplar üzerine düşüyor, kararıyor, soluyor, soluyor, hırçın, berbat, tahammül olunmaz bir mahlûk oluyorsunuz.

Genç kız gülümsedi. Büyük ninesinin böyle hiddetli serzenişlerini her vakit dinler, bazen onunla münakaşa ederdi.

— Hiç siz okumaz mıydınız, büyük nineciğim? diye sordu.

— Okurduk. Kibar ve zengin efendiler kızlarına Farisî öğretir, Cami dersleri gösterirlerdi. "Tuhfe-i Vehbî" 'yi okuturlardı. Fuzûlî'nin, Bâkî'nin gazellerini ezberlerdik. Mesnevî'yi anlardık. Mükemmel seci'ler, kafiyeler yapar, kocalarımızla müşâare eder, hafızamıza, zekamıza, nüktelerimize onları hayran ederdik. O vakit bir kadın için en büyük medih(övgü): "Fâzıla(faziletli), edîbe, şaire, âkıle(akıllı)...." idi. Şimdi siz Frenk mürebbiyeler elinde büyüyor, kendi lisanınızın güzelliklerini tanımıyor, başka memleketlerin, başka şeylerini öğreniyorsunuz. Onlara benzemek istedikçe, kendi benliğinizden uzaklaşıyor, etrafınızdan nefret ediyor, hakikaten sevinçten ve saadetten mahrum kalıyorsunuz. Ah... At elinden o kitabı!

Esmer, güzel kız yine gülümsedi:

— Peki, büyük nineciğim, dedi, bu kitabı atayım. Okumayayım. Sonra bize müebbet ve yıkılmaz bir hapishane olan bu sıkıcı evin içinde, bu mevkufiyetin(tutukluluk) yalnızlığı içinde çıldırayım mı? Okuyor, eğleniyor, biraz teselli buluyorum.

— Hayır kızım, okuyor, fakat eğlenemiyorsun. Gözlerini görsen... Bir bulut, bir sis içinde gibi! Bütün bütün fenalaşıyorsun. Bu kitaplar hep zehir, hep keder...

— Peki, söyleyiniz, okumayayım da ne yapayım?"

Büyük nine düşünmeye başladı; evet, ne yapsın? Şimdi hakikaten her taraf hapishaneye dönmüştü. Seksen sene evvelki hayatı birden hatırladı; o vakit erkeklerden ayrı bir kadınlar âlemi vardı ki, şimdi tamamıyla dağılmıştı. Bu âlem pek genişti. Binlerce kadın birbiriyle konuşur, görüşür, eğlenirlerdi. Kendilerine mahsus eğlenceleri, zevkleri vardı. Moda yoktu. Annelerinin esvaplarını kızlar giyer, büyük ninelerinin mücevherlerini torunlar takardı. Sırmalı çedik pabuçlar, kırmızı ferâceler... ah hele kırmızı ferâceler... Baharın yeşil çimenleri üzerinde, seyir yerlerinde kadınlar tıpkı bir gelincik çiçeği gibi parlarlardı. Hiç aralarında çirkin, yani zayıf, hastalıklı yoktu. Erkekler yalnız kadınlarını tanırlar, işlerinden sonra erkence evlerine gelirler. Zevcelerine doyulmaz aşk ve muhabbet sahneleri ibda ederlerdi(yoktan var etmek). Kıraathaneler, gazinolar, birahaneler, kulüpler, tiyatrolar, kafeşantanlar, bekarhaneler, bütün bu Türk erkeklerini eşlerinden ayıran, zavallı Türk kadınlarını tenha evlerde unutulmuş bir bekçi gibi bırakan felaket mahalleri yoktu. Kadınlar erkekleriyle üzülmeden yaşıyor, sonra o vakitki aşı boyalı büyük evlerin büyük sofalarında, havuzlu, kameriyeli bahçelerinde, bostanlarda, deniz kenarlarında, cesim(büyük), nadir yalılarda toplanıyor, eğleniyor, mesut oluyorlardı. Ne oyunlar, ne âdetler, ne zevkler vardı ki, bugün hepsi tamamıyla unutulmuştu.

Bugün Frenkçe okumak, mütemadiyen esvap değiştirmek, moda yapmak çılgınlıklarından, soğukluklarından, boş bir tekebbürden(büyüklenme), mânâsız ve münasebetsiz bir tefevvuk(üstünlük) iddiasından başka bir şey yoktu. Alafrangalık bir veba gibi içimize girmiş, yanaklarımızın allığını, dudaklarımızın tebessümünü silmiş, ferâcelerimizi parçalamış, pabuçlarımızı atmış, parmaklarımızı narin bir mercan gibi parlatarak güzelleştiren kınalarımızı bile ortadan kaldırmıştı. Eşyamızı, esvaplarımızı değiştirirken ruhlarımızı da değiştirmişti; her şey yalan, her şey sahte, her şey taklit oldu. Ananelerimiz öldü. Saadet uzak bir hayale, yetişilmez bir hulyaya inkilâp etti(dönüştü). Âdetlerimizle beraber sevinçlerimiz de söndü. Şimdi şaşkın ve mustarip bir nesil!... Her şeyden nefret eden, her şeyi fena gören, karanlık gören, berbat, hasta, tedavisi imkan haricinde bir nesil... Ah şimdiki mariz(hasta) ve müteverrim(veremli) muhit...

Büyük ninenin gözleri kapanıyordu. Seksen sene evvelki saadetlerin bugünkü ıstıraplarıyla seri ve ani mukayesesi, zihninde şedîd bir yorgunluk husûle getiriyor, onu hala yaşadığına müteessif ediyordu. Genç ve esmer kız yüz yaşına girmeye birkaç adımı kalmış olan bu annesinin annesinin annesinin annesine, bu mükerrer büyük ninesine dalgın dalgın bakarak onun zamanındaki kadınların saadetinin ne olabileceğini tahayyül ediyordu. Fakat bunu bulamıyordu:

— Sustunuz, büyük nineciğim... dedi.

İhtiyar kadın, buruşuk gözlerini açtı:

— Ah!... Eski günleri, eski saadetleri düşünüyorum.

— Eski zamanda, sizin zamanınızda bugünden fazla ne vardı, nineciğim?

— Çok... birçok şeyler...

Büyük nine tamamıyla doğruldu. Söyleyeceklerini zihninde toplar gibi bir an düşündü. Sonra yine başladı. Genç kız onun kırık dişli ağzının içindeki derin sivri karanlığa bakıyor, oradan çıkan kelimeleri sanki ziyade temaâşâ ediyordu(seyrediyordu).

— Evet yavrum, birçok şeyler vardı. Her şey bizim için zevk, eğlence idi. Her şey! Çocukluk, mektebe başlayış, ferâceye giriş, kocaya varış, doğuruş, hatta ihtiyarlayış bile... Bunların hep ayinleri vardı. Her kadının bu devirleri diğer birçok kadınlar için bir zevk, bir eğlence vesilesi olurdu. Bütün hayatımız eğlence içinde geçerdi. Bir hafta olmazdı ki bir mektebe başlama, bir sünnet, bir düğün, bir lohusa cemiyeti görmeyelim. Esvaplarımız, kınalarımız bile eğlenceye vesile olurdu. Mânilerimiz, şarkılarımız vardı. Toplanır, aramızda müşâere eder, kış geceleri dîvanlardan tefeül ederdik, mevsimler bile bir eğlence idi. Her mevsimin kendine mahsus âdeti, eğlencesi, ananesi vardı. Daha hiç açmamış, bir senelik gül ağaçlarının dibine akşamdan beyaz kavanozlar kor içine yüzüklerimizi, yüksüklerimizi atar, ertesi sabah güneş doğarken mani söyleyerek tekrar çıkarırdık. Birbirine benzemeyen bin mani bilen, bütün kış herkesin lafına, bir söylediğini bir daha tekrar etmeden binlerce kafiye bulan kadınlar vardı.

Büyük nine ateh getirmiş ihtiyarların yalnız çenelerine mahsus olan o yorulmaz faaliyetle devam ediyor, sözünü uzatıyordu. O esnada bir kuş kümesi pencerenin yakınındaki bir ağacın dallarına konmuştu. Şiddetle cıvıldaşıyorlar, keskin çığlıklarını ihtiyarın hafif ve titrek sedasına karıştırıyorlardı:

— Evet, yavrum biz sizin gibi: 'Ne yapalım?' diye düşünmezdik. Buna lüzum yoktu. Can sıkıntısının ne olduğunu bilmezdik. Hâsılı her şey gülmeye, eğlenmeye vesile idi. Mesela bahar... Ah, siz odalarda kapalı oturuyorsunuz. Bahar geldi mi, biz hepimiz bahçelere dökülürdük. Baharın kendine mahsus eğlenceleri, ananeleri vardı.

— Ne gibi büyük ninecigim?

— Ne gibi olacak, bahar da her mevsim gibi eğlence vesilesiydi. Biz bir senelik hayatımızı baharda tefeül eder, güler, eğlenir, oynardık. Ah bu tefeül... Pek şairane, pek latif, pek hassastı. Daima doğru çıkardı. Hepimiz îtikat ederdik.

— Nasıl?

— Bahar geldi, ağaçlar çiçek açmaya, yapraklar yeşillenmeye, çimenler baş göstermeye başladı mı, bizim gözlerimiz artık odalarda duramazdı. Bahçeye koşar, baharın ortasında gezinirdik. Ilk göreceğimiz kelebek bir senelik talihimizdi. Onu tecessüs eder, onu beklerdik. İlk kelebeğin beyaz, yahut pembe olması için mâniler söyler, dalların üzerine beyaz ve pembe kumaş parçaları atardık. Sarı veyahut siyah bir kelebek göreceğiz diye korkar, ne kadar heyecanlar geçirirdik.

— Niçin?

— Çünkü kelebeklerin birer mânâları vardı. Ah, siz bunları bilmez, bunlara îtikat etmezsiniz. Beyaz kelebek: Saadete, talihe... Pembe kelebek: Sıhhat ve afiyete... Sarı kelebek: Kedere, hastalığa... Siyah kelebek: Felakete, matem ve ölüme delalet ederdi. Beyaz kelebek görünce talihimizin o sene açık olduğuna, mesut olacağımıza kâil olurduk... Bahar çiçekleri altında beyaz kelebeğin şerefine semâîler okurduk...

Büyük nine devam ediyor, ilk defa küme halinde görülen kelebeklerin de umumî mânâlarını anlatıyor, beyaz kelebek kümelerinin zenginliğe, pembe kelebek kümelerinin bolluğa, sarı kelebek kümelerinin kıtlığa; kırmızı kelebeklerden müteşekkil ve pek nadir görülen meşum kümelerin mutlaka kanlı bir muharebeye, siyah kelebek kümelerinin fetrete padişahın öleceğine işaret olduğunu söylüyor, uzatıyor, büyük vakalardan evvel hep bu kümeleri o vakitki kadınların müşahede ederek erkeklerine haber verdiklerini hikâye ediyordu. Genç ve esmer kız artık dinlemiyor; büyük, siyah gözlerini büyük ninesinin arkasındaki pencereden görülen nisan semasının mavi ve beyaz aydınlığına dikmiş, tahayyül ediyordu. Hakikaten seksen sene evvel kadınların mesut olmaları lazım geliyordu. Kendileri, yeni nesil okudukça, anladıkça, erkeklere yaklaştıkça iptidâi kadınlıklarından, dişilikten uzaklaşıyorlar, ruhlarda bir isyan, bir ihtilal tutuşuyor, eski kadınlığın zevke, saadete vesile addettiği dişilik kayıtları kendilerine ateşten, demirden bir zincir gibi geliyordu. Hususî bir mâbet kadar sessiz, meçhul duran evlerine hapishane nazarıyla bakıyorlar, siyah çarşaflı kalın peçeleri ezici, soldurucu, vahşi, merhametsiz esaret örtüleri telâkkî ediyorlardı. Fakat haksız mıydılar? Mademki "terakkî" den ictinap kabil değildi; terakkî ise mutlaka değiştirmek, mutlaka eskiye benzememek idi, o halde asırlarca evvelki Türk kadınlığı da iptidâi, mebnâî halinde kalamazdı. Kuklalıktan, bebeklikten, masumiyetten, hâsılı dişilikten çıkacak, hakiki kadın haline gelecek, erkeklere tefevvuk etmese bile müsâvî bulunacak, bütün mânâsıyla insan, insan olacaktı... Büyük ninesinin "tarih-i mukaddes" hikâyeleri gibi garip vehimler içinde uzayan sözlerini artık işitmiyordu. Hayalinden bir sene evvelki gürültüleri, sevinçleri, nutukları, tiyatroları, konferanslarıyla Meşrutiyetin ilanı geçiyor, hâlâ tükenmez el şakırtılarını, alkış kabuslarını işitiyor gibi oluyordu. O günler kendileri için ne mesuttu. Bir an, bu siyah, sıkı esaretten azat edileceklerini, insanlık hakkına nâil olacaklarını ümit etmişlerdi. Ah bu ümit, nasıl çabucak sönmüş, söndürülmüş; bu hayal nasıl, ne feci bir surette kırılmıştı... Düşünüyor, ağlamak istiyor, titriyordu. Lakin... Lakin istikbâlden bir şey ümit edemezler miydi? Türk kadınlığı bir gün yüksek idrakiyle, altı asırlık tesadüfî, tabii bir istifa sayesinde harika haline gelen hüsnüyle, zekasıyla, bir Avrupalı kadın gibi insanlık sahnesine çıkarak ihtiramlar, perestişler önünde yükselemeyecek miydi?... Bugünkü tevekkül daha ne kadar devam edebilirdi? Büyük nine nihayetsiz hikâyesine devam ediyor; genç, esmer kız tahayyül ediyor, zihninde müphem hayallere karışan abus suallere cevap veremiyordu. Birden gülümsedi. Kelebeklerle tefeül etmek... Bu pek hoş olacaktı. Eski Türk kadınlığının îtikatları yeni Türk kadınlığının talihine nasıl bir hüküm verecekti? Merak ediyordu. Uzandığı şezlongdan doğruldu. Ayağa kalktı. Büyük nine susmuştu. Torununun bu ani kalkışına taaccüple bakıyordu. Sordu:

— Ne var kızım, neye kalktın?

Güzel, esmer kız gülerek:

— Ben de bu bahar hiç kelebek görmedim. Kendim için değil, benim gibi olanlar için Türk kızları için, bütün Türk kızlarının talihi için bakacağım.

Dedi, pencereye yaklaştı. Büyük nine titreyerek koltuğundan kalktı.

— Gözlerim o kadar görmez ama diyordu, ben de bakayım sizin için...

İkisi de pencerenin kenarında idiler. Sağda genç kız muhteşem ve levent endamıyla yükseliyor, solda minimini ve kambur büyük nine çürümüş bir balmumu külçesi gibi, sessiz ve donuk duruyordu. Dışarıya bakıyorlardı. Bütün tabiat gözleri kamaştiran tatlı, sıcak bir aydınlıkla parlıyordu. Denize güneş aksetmiş, onu başka âlemlere akıp giden ebedî, nihayetsiz bir gümüş nehrine benzetmişti. Ağaçların ufak, koyu yeşil yaprakları hazdan, hayattan titriyor, yollara beyaz çiçekler düşüyordu. Karşı sahil tirşe dağları, mor koruları, beyaz yalılarıyla bir serap memleketini, bir peri payitahtını andırıyordu. Susuyor, bakıyorlardı. Henüz bir kelebek görmemişlerdi. Çiçek tarhları üzerinde küçük sinek kümeleri görünüyor ve birden kayboluyorlardı. Tek bir martı yakın bir tehlikeden, meçhul bir şeâmetten kaçar gibi hızla geçiyor, haykırıyordu. Nerede oldukları görülmeyen kuşlar mütemadiyen ötüyorlar, cıvıltıları canlı ve tannan bir ziya yağmuru gibi semadan yağıyor zannolunuyordu. Genç kız birden, elini kalbine götürdü, yavaş bir sesle:

— Ah işte...

Dedi.Pencerenin yakınında, ağacın çiçekli dalları altında siyah bir kelebek uçuşuyordu. Gösterdi. Büyük nine korkunç ve iskelet parmağıyla:

— Fakat ben senden evvel şu beyazı gördüm.

Diye mermer havuzun üstünde dolaşan bir kelebeği gösterdi. Genç kız son bir cebirle ona da baktı:

— Ah büyük nineciğim, iyi göremiyorsunuz, dedi, o beyaz değil, sarı bir kelebek...

...Ansızın ruhuna meçhul bir elem hücum etti, gözleri karardı. Bu parlak ve taze tabiat şimdi ona meyus görünüyor, mermer havuz genç, esir bir melikenin türbesine, bahçenin tarhları müteverrim ve mahbus kızların metruk çiçekli kabirlerine benziyordu. Geri çekildi. Yine şezlonga uzandı. Büyük nine de kendisine ölümü ihtar eden bu sarı, siyah kelebekli bahardan ürkmüş, yine arkasını dönmüştü. Koltuğunda yusyuvarlak oturuyor, kamburunu iyice çıkarıyordu. Genç kız elinden bırakmadığı siyah maroken kaplı kitabını açtı, bu kitap şimdi siyah, cesim, ölü bir kelebek gibi onun yüzünü tamamıyla örtüyordu. Okumuyor, irsi, intisalî bir vehim ile kelebeklerin yalan söylemediğine; zavallı yeni neslin, şimdiki Türk kadınlığının talihi ancak felaket, keder, ölüm olduğuna, ebediyyen siyah kefenini yırtamayacağına, tesettürden kurtulamayacağına, evlerin boş ve tenha duvarları arasında, meçhul çiçekler gibi açmadan solacağına, doğmadan öleceğine kanaat getirir gibi oluyordu... Mazi, batıl îtikatlar o kadar kuvvetli, müthiş idi ki, bütün idrake, bütün ilme, bütün fenne, bütün hakikate galebe çalıyor, tahavvül kanununun o muhayyel nazari kuvvetini esasından kırıyordu. Düşünüyordu; fakat bu batıl îtikatlar, bu haşin, anûd, katil mazinin anif tahakkümü yalnız Türklere, yalnız Türkiye'ye mahsus değildi. Birkaç hafta evvel Paris'te tahsilde bulunan kardeşi, oturduğu evin tabldotunda perhiz münasebetiyle et ve yağ bulunmadığını, Paris'te aileler arasındaki Katolik deliliğinin, dini taassubun bir mislini Sudan'da, çöllerde, kumlu, hudutsuz yamyamlar memleketinde bile bulmak mümkün olmayacağını yazıyordu... Birden kendisi gibi başka ufuklar, başka saadetler, başka hayatlar tahayyül eden mahrum kadınların romancısı, büyük bir garp muharririnin şâkirdine her şeyin bir hududu olduğundan bahsettikten sonra: "...Lakin insanların behimiyetine nihayet yoktur!" dediğini hatırladı.

Pencereden, sevdiğine kavuşmadan ölen genç ve müteverrim bir âşıkın son veda busesi kadar mahzun ve nazik bir rüzgar giriyor, taze mezarlar üzerine bırakılmış, taze çelenk kokuları getiriyor, odanın gölgelerinde görünmez, matemli hayaller dalgalanıyordu...

Büyük ninenin gözleri kapanıyordu. Bu meşum tefeülün ihtiyar dimağında husûle getirdiği yorgunluk ona bir uyku ilacı gibi tesir etmişti. Genç kız... Genç, esmer kız gözlerini kitaba dikmiş, okumuyor, kitabı tutan zambak ellerini asi, anarşist göğsüne bastırarak, içinden dudaklarına yükselen kalbî ihtilali, bu şedîd, sebepsiz hıçkırığı tutmaya çalışıyordu. Odanın uyutucu gölgeli sükununda sanki bu iki vücut eski, yeni Türk kadınlığının meyus, teselli kabul etmez iki timsali idi. Biri, bir asır evvelki neslin son numunesi, hayattan ziyade ölüme, nisyana ait bir hatırası... Diğeri, bugünün bir asırlık mecburi ve meşum terakkinin tagayyürün narin ve tatmin olunmaz bir çiçeği idi. Netice itibariyle ikisinin de talihi bu kapalı tenha oda, bu muhteşem, süslü mezar idi. Pencerenin yakınlarına gelen kuş kümesi, bazen şedid bir cıvıltı, aydınlık bir gürültü koparıyor, sonra susuyordu. Büyük nine uyudu. Artık hafif, kuvvetsiz bir ihtizar hırıltısı ile horluyordu. Torununun torunu, genç kız, güzel kız, esmer kız hâlâ hıçkırığını zaptediyor, donmuş gibi, şezlonguna uzanmış duruyordu. Geniş pencereden intizamsız fasılalarla giren kokulu ve çiçekli bahar rüzgarının cereyanı ansızın deminden gördükleri siyah kelebeği getirdi! Bu siyah kelebek parlak, muhteşem tabiatın, çiçekli, müşfik baharın cennetinde, cehennemin, zulmet, cehalet müvekkilinin siyah ruhunu andırıyordu. Şimdi bu siyah ruh çimen, çiçek kokularıyla gelmiş, şu geniş pencerenin önünde çırpınıyordu. İçerdeki, müstebit muhitin, hain mazinin, zalim îtikatların doğmadan katlettiği bu canlı ölüleri, onların müebbet sükununu seyrederek mahzuz ve mütelezziz oluyor, nerede oldukları belli olmayan kuşlar insafsız ve yakıcı bir hücuma uğramışlar gibi ansızın bütün kuvvetleriyle cıvıldamaya başlıyor, bütün tabiatı istila eden şedid, feci cıvıltılarla acı acı feryat ediyorlardı.

BACAYI İNDİR, BACAYI KALDIR - SADRİ ERTEM

$
0
0

BACAYI İNDİR, BACAYI KALDIR

Bir toz duman… Çıplak insan ayaklarının ve nalsız hayvan izlerinin sıralandığı yollardan gürüldeye homurdana bir otomobil geçiyor.

Uzaktan besli, dolgun gövdeli köpeklerin sesleri camları gıcırdattı:

— Hovv… hov… hov…

Bu, sivri bir diş gibi Maden Ocakları Müdürünün etine saplandı. Müdür yüzünü buruşturdu. Kulakları dikildi.

Siz diyeceksiniz ki bir adam köpek sesi duyunca ne olur?

Bu, benim için, sizin için böyledir. Bir şey olmaz. Köy köpeklerinin gürültüsü bizlere nihayet yabancılığımızı hatırlatır. Bu bir yabancıya karşı gösterilen hayretin ilk belirtisi ve yalnızlığın ilk işaretidir. Eğer biraz daha hatıranız varsa, o nihayet size bir korku, bir ürkeklik verecek, bacağınızdan ısırılıyormuş gibi olacaksınız. Ocak Müdürünün kafasına köpeğin sesi bir diş gibi battı ve derhal bir şimşek gibi çaktı, kafasında loş dehlizler aydınlandı. Karanlıkta ara sıra gerinerek uyuyan hatıralar kalktılar, birbirlerini dürttüler ve bir asker safı gibi dizildiler.

Müdür, besli bir köpeğin bağırdığı yerde refahın derecesini anlayabilecek kadar tecrübeliydi, zeki idi, kısaca tam bu işin adamı idi. Hasta, yoksul köylerin cılız, tüyleri uyuzlaşmış, sesleri kısık köpekleri vardır. Zengin ve kibar köylerin muhafızları da mağrur, alınları yukarda ve heybetlidir. Sesleri dağdan dağa bir kasırga gibi hükmeder.

Müdür bunları düşündü ve:

— İşçilerin gündeliği umduğum gibi az olmayacak?... diye sesin ilham ettiği sonuca vardı.

Otomobil, yabancıyı az zaman sonra gözün alabildiği kadar uzanan yemyeşil bir ot denizine çıkardı. Bu denizin ortasında renk renk kor bir koyu, yakıcı gelincikler, su üstünde yüzer gibi bu sonsuz denizde çalkalanıyordu.

Derenin öbür tarafında sararmış olgun tarlalar kocaman bir yumruğa benzeyen başaklarını dizleri üstünde dinlendiriyordu. Her şeyi gürbüzdü, otlar gürbüzdü. Biraz ötedeki ağaçlar gürbüzdü, yapraklar gürbüzdü, yıkık duvarlardan taşan dallar, olgunlaşan meyvelerini tozlu yollara salıvermişti.

Buğulu erikler, güneşin altında kıpkızıl alevden bir yuvarlak gibi yanan narlar, kâh kütüklerinden, kâh bir çardağın üstünden dalgın dalgın vücutlarını salıveren iri taneli üzümler, sonra beyaz, tertemiz kiremitli evler, temiz elbiseli çocuklar onun tahmininde aldanmadığını gösterdi.

“Gümüşlükurşun” Maden Ocakları Müdürü bu güzel, bu şirin ve zengin ovaya denebilir ki ilk bakışında hayran oldu.

***

Müdür, köylülerden öyle tatlı yüz, öyle candan bir dostluk gördü ki, her gün ziyafetten ziyafete gitti. Her ziyafet onda yeni bir âlem keşfetmiş gibi his bırakıyordu.
Güzel ve bereketli ovanın mahsulü onu gayet kolaylıkla kendisine ısındırdı. Bir hafta sonra da köy zenginlerine ziyafet veriyor, Ermeni tercümanı vasıtasıyla her gün bir şeyler öğreniyordu.

Bir gün, ihtiyar Muhtar Ömer Ağa, kıvrık sakalını sıvazlayarak, buraların şöhretinden şöyle bahsetti:

— Hey Çelebi… Lokman Hekim ölüme çareyi burada buldu, kitaba yazdı. Neylemeli ki kitap suya düştü, eridi… Ölüme çare bulamadı ama, Lokmanın kitabının eriyen yaprakları buranın topraklarına karıştı. Onun için buraya ne eksek biter., çıplak ayakla basan hemen insan çıkar… bire elli buğday buradan gayri nerede var?
Müdür zembereklenmiş gibi yerinden sıçradı, sordu:

— Bire elli mi?

— Ya ne zannettin Çelebi!..

Müdür, bundan sonra arazi sahiplerini teker teker davet etti. Tercümanını yanına alıp şöyle bir ağaların oturma odaklarına gitti. Hemen hepsine şöyle söylüyordu:

— Ben bu Lokman Köyü’nü çok beğendim. Belki de çoluğumu, çocuğumu alıp burada yerleşmek de mümkün olur. Hele sizden çok memnunum, nerede Avrupa’nın o dalavereci insanları… Ben burada kendimi emniyet içinde görüyorum… bana biraz tarla satmaz mısınız?..

— Satarız… Ama, dönümü elli liradan aşağı idare etmez… Başka türlü veremeyiz.

***

Müdür, “Gümüşlükurşun” Maden Ocakları İşletme Müdürüne rast geldi. Dert yandı:

— Bilsen şurada bir çiftlik sahibi olmak hem maden için kârlı olacak, hem de bizim için… Seninle de ortak olurduk… bir çaresini bulsak da biraz toprak alabilsek.. Çok para istiyorlar… Böyle satın almanın imkânı yok…

İşletme Müdürü:

— Fazla düşünceye lüzum yok… Kolay iş…

— Nasıl… Nasıl?

İşletme Müdürü gülümsedi:

— Çok kolay… Bacayı şöyle biraz indirdin mi, iş bitti demektir. O zaman dönümünü on kuruşa pahalı deriz. “Kezzap”, “Zaç yağı”(Demir sulfat) nelere kadir değildir.
— Vallahi sen dahisin. Fakat bacanın kısaltılması için bir sebep?...

— Düşündüğün şeye bak… Onu Haçik’e bırak… o, köylülerin ağzından girip, burnundan çıkmayı mükemmel becerir.

— Sahi yapar mı dersin?

— İşten bile değil…

***

Haçik, köylüler arasında itibarlı adamdı. Onun için herkes “dinince dinlensin” derdi.

Haçik, kat kat kırışık ensesi, yağlı yakası, düşük kıranta bıyıkları, gür ve yozuna büyüyen sazlar gibi çarpık çurpuk kaşları ile bir acayip mahlûktu. Hele Bektaşi nüktelerine ve nefeslerine bir Bektaşi babası gibi vakıftı.

Köy kahvesinde ağaların meclisine girdi. Kâhya tütün kesesini uzattı:

— Haçik Ağa, çek bakalım… diye iltifat etti.

Onun bugün sinsi bir hâli vardı. Heyecanla bir tehlikeyi haber vermek ister gibi söze karıştı:

— Bir Mevlânın kullarıyız. Yollarımız ayrı olsa da… Kudüs’le Mekke bizi ayırmaz…

— Öyle öyle… Haçik Ağa…

Sesler:

— Yaman adamdır vesselam...

İhtiyar bir köylünün Haçik Ağa’nın sözlerinden gözleri dolu dolu oldu. Yanındakine yavaşça:

— Bu adam gizli din kullanıyor diyorlar, dedi. Biri atıldı:

— Yalansa doğru olsun!

Haçik, anlattı:

— Söz aramızda… Görüyorsunuz ya… Yatırın başı ucundaki şu selviyi… bir de öteye bakın koskocaman baca!.. Şimdiye kadar zatı şerifin selvisinden daha yüksek bir şey var mıydı?

Bütün köylüler:

— Yoktu…

— Şimdi?..

— Şimdi var…

— Baca…

— Baca… Baca evet… Evet.

— Acırım size… Vallahi iki gündür gözüme uyku girmez oldu. Zatı şerifler çok kızgın şeylerdir. Hep birden seslendiler:

— Doğru… Kabahatimiz var… Fakat ne yapalım el adamı dinler mi hiç?..

— Dinletmeli!..

İnceli kalınlı, genç ihtiyar sesler:

— Doğru, doğru!.. Fakat Frenk’tir anlamaz ki…

— Ben giderim… Köylüler bacanın yarıya kadar indirilmesini istiyorlar, derim anlatırım… O da Müslümanların dinine hürmet eder… Müslüman dostudur. Piyer Loti adında bir Türk dostu vardı. Hani canım gazeteler hep resmini yaparlardı. İşte bizim müdür onun yeğenidir, yarı Müslüman sayılır. Amcasının evinde Allah hakkı için söylüyorum, iki elim yanıma gelecek, cami vardı. Kâhya okur yazar adamdı, başını salladı:

— Bilirim, dedi, gazetede ben de okudum. Allah din kısmet etsin…

— Amin!

— Amin!

Köylüler gözlerini ümitle açtılar, yalvarır gibi söylediler:

— Haçik Ağa, şunu bir yaptırsan yok mu?

— Yapıldı bilin… İnsanlar birbirleriyle dost olmalı. Bir Allah’ın kuluyuz. İyilikler yanımızda kalır…

…………………………………………………………………………………………………

Baca yarıya kadar indi. Köy derin bir nefes aldı. Bir felaketten kurtulmuş gibi sevindi. Direktör ve İşletme Müdürü, Haçik Ağa’ya bir şişe mastika hediye ettiler. Köylüler ona bol bol ziyafet çektiler…

Baca kısaldı…

Baca, boğucu gaz atan bir top namlusu oldu. Durmadan dinlenmeden bombardıman etti, hangi bombardıman bu kadar kanlı, bu kadar uzun sürdü?

Yirmi dört saatte bir defa bile sönmeyen ocak, bir taraftan kükürt savuran, bir taraftan zaçyağı yağmuru serpen bir zehir denizi oldu. Eczanelerde, kimyahanelerde saklanan zehirler burada bir dere gibi aktı. Bir yağmur gibi her yeri bastı. Rüzgâr bu ağır gazları bir kurşun gibi toprağa yaydı. Mermer üzerine dökülen kezzap onu nasıl paramparça eder, didilmiş bir pamuk yığını hâline koyarsa, topraklar da öylece harap oldu.

Toprak güzel rengini kaybetti. Soluk, ölüm duygusunu veren bir hal aldı.

Yeşillikler bir anda sarardı, ertesi sene gürbüz ağaçlar kupkuru bir iskelet hâline geldi. Bahar bir hazan gibi girdi ve kimse baharın geldiğini anlayamadı. İri boylu otlar cüceleşti, cılızlaştı. Nihayet kayboldu.

O nazlı, güzel çiçek denizi kurudu, şimdi ortada sonsuz bir çöl var. Sanki dünyanın vahşi sürüleri ayaklarıyla, dişleriyle, tırnaklarıyla burayı eştiler. Eski zamanların karınlarına bir mahallenin evleri sığan hayvanlar susuzluklarını burada dindirdiler.

Artık buradaki rüzgârlar Samdan başka bir şey değildi. Ovada ancak ölüm ekildi ve sefalet biçildi, şen sesli, dolgun vücutlu, gözleri parlak, sevimli zeki hayvanlar, yavaş yavaş ahmaklaştı. Öküzler zayıf, nesli tükenen bir akrep haline geldi. Atlar kişnemeyi, koşmayı unuttular. Sarsak başlı, düşünceli bir acayip mahlûk haline girdiler, sanki bir kaplumbağa… İki sene sonra uzaktan ses, müdürün kulağının memesini bir diş gibi kapan köpeğin tüyleri döküldü. Karnı sırtına yapıştı. Artık bağıramıyor, güç halle ağzını açarak havlamanın taklidini becerebiliyordu.

Bir hayalet gibi yavaş yavaş sürüklenen hayvanlar da kimi ahırlarından çıkmaya takat bulamadı, kimi düştü öldü, kimi yatalak hasta oldu.

Bahar hayvanlar için bir haradır. Bütün tabiat, sinirleri damarlara ve bütün canlıların uzviyetine coşkun bir hayat neşesi verir. Halbuki bu bahar, ne güzel bir kuzu yavrusu göründü, ne sevimli bir eşek, ne bir buzağı, ne bir tay sesi duyuldu.

İnsanlar da soldular. Sert kemiklerin üstünü, buruşuk bir deri kefenledi. Dudakları kurumuş yosunlara benzedi. Yeşilimsi beyaz ölü rengi fersiz gözlerin etrafını kapladı.

Kır yollarında cıvıldaşan insanlar bir hayal oldu. Artık köy halkı değneklere dayanarak, öksüre öksüre ve iki adımda durup dinlene dinlene dolaşabiliyordu. Tümünün ciğerlerini kurşun tozu kapladı. Atların üstüne elini dokundurmadan hoplayan eski süvari çavuşu şimdi yerinden kalkmak için koltuk değneğinin ve birkaç adamın yardımını bekliyor.

Günler öyle geçti, her geçen gün sanki köylülerin damarlarını açtı, kanlarını boşalttı, boşalttı…

Bacanın etrafında köyler için artık düğün, balıkların konuşması, öküzlerin yumurtlaması gibi acaiplikler arasına girdi. Bir mucize olarak doğan çocuklar da yaşamadı.

***

Köylüler son bir yardım diye Maden Ocaklarının Müdürüne koştular:

— Çelebi bize ne verirsen ver de artık tarlaları satalım…

— Ağa iyi ama ne yapalım, Allah bir afettir verdi.

— Hani vaktiyle istemişsiniz de onun için söylüyoruz.

— İşe yaramaz ya… Ne istersin?..

— Ne olacak canım…

— Ben burayı mal olsun diye değil, size bir yardım olsun diye alacağım. Dönümü yarım lirada…

— Eh ne yapalım?... Peki olsun…

Maden Ocakları Müdürü bütün köylünün arazisini satın aldı. Köylüler heybelerini sırtlarına vurarak, tozlu yollardan uzaklaştılar. Fakat her adımda, her izde bir hatıra buldular. Ayakları yürümedi, köylerini ana ana gittiler. Kimi öldü, kimi dere kenarlarında, kimi ağaç altlarında yurda hasretin acılığını duydu. Döndü. O, zehirli havayı doya doya teneffüs etmek için geri geldi. Bu zehirli hava, sanki onları yaşatacak, sanki onlara derman olacaktı.

Birçokları yamaçtan köylerine baka baka, gülümseyerek bir taş parçası üstünde can verdi, sağ kalanlar ellerindeki para ile ne yapabilirdi. Döndüler, dolaştılar, nihayet maden ocaklarına amele oldular. Bu da bir teselli idi, hem kazanacaklar, hem de köylerinden ayrılmayacaklardı.***Ocak insan eriten bir makine gibi çalıştı. Maden ocaklarının yanında taşları olmayan adsızların sonsuz mezarlığı uzadı gitti.

***

Baca hâlâ yarım. Çünkü daha sekiz on adam var ki topraklarını satmadılar. Birikmiş servetlerini yiyip her şeyi olduğu gibi muhafaza ediyorlar.

Onlardan biri kötürüm, biri pehlivan, ötekiler delikanlılardı.

Nihayet mal sahiplerinin de ambarları boşaldı, kuyularında suları çekildi, hayvanları öldü. Tatlı yenip tatlı konuşulan evler şimdi bir sinek vızıltısı, bir hastanenin iniltili koridoruna ne kadar benziyordu. Sonunda açlık, sıcak iklimlerin ormanları arasında eşinen kaplanlar gibi öteyi beriyi sarstı. Onlar da topraklarını satmak istediler. Fakat kimse para vermedi.

Bir gün yedi köylüyü maden ocağı yolunda yan yana devrilmiş buldular. Bir delikanlının göğsünden şu dilekçe çıktı:

Gümüşlü Kurşun Ocağı Müdüriyetine,

Efendim,

Boğazı tokluğuna maden ocağına kaydedilmemizi rica istirham eyleriz.

***

Artık üç köyde satılmadık toprak kalmadı. Yirmi, otuz bin dönüm araziye hudut çekildi. Yeni arıklar açıldı, toprak gübrelendi ve fabrika bacası tekrar yükseldi, hem o kadar ki, eski selvi onun yanında bir fidan gibi kaldı.

…………………………………………………………………………………….

Üç köyün Yemen’de esarette bulunup köye dönen askerleri şaşırdılar. Çiftlik kâhyası onları:

— Köy arıyoruz diye çiftlikte hırsızlık edeceksiniz. Burada köy, möy yok haydi… geldiğiniz yere… Sizi açıkgözler sizi… Defolun, yoksa jandarmaya haber veririm…
Diye başından savdı.

SADRİ ERTEM
Güzel Yazılar HİKÂYELER, TDK YAYINLARI

AYŞEGÜL - REFİK HALİD KARAY

$
0
0

AYŞEGÜL

Çam ağaçlarının sesi nasıl tarif edilmelidir? Hem buna ses demek doğru mudur? Ne fısıltıya benzer, ne de bir din nağmesi veya sevda sözleşmesidir. Çamların sesi değil, nefesi vardır. Bana, kendi sıhhî râyihalarını koklayarak derin, uzun, dumanlı bir surette teneffüs ediyor gibi bir tesir yaparlar. Bakarsınız bir şey işitmezsiniz; o zaman galiba havayı içlerine çekerler. Sonra, hep birden nefes almağa başlarlar, çam kurusunu fıstık, reçine, sakız ve ardıç kokan bir derin teneffüs kaplar. Nefeslerinde ve vücutlarında çam râyihası sezilen mahbubeler olmadığı içindir ki zahir erkekler kadınları çamlıklara götürürler ve orada öperler, tâ ki aşklarına bu sıcak, sağlam ve şehvetli ıtırdan bir nebze karışsın diye... İşte Bilân sırtlarında, çamlar altındayım. Benim altımda da bin metre aşağıda İskenderun ovasıyla İskenderun kasabası soluk almağa mecalsiz, güneş altında dümdüz yatıyor. Serinlik, gölgelik içinden o kızgın yerlere hayretle bakıyorum. Ben o kadar rahatım, öyle okşayıcı, huzur ve saadet verici tatlı rüzgâr karşısındayım ki gözle görünen bir yerde sıcaktan bunalmış, sıtmadan kavrulmuş ve güneşten usanmış adamların mevcudiyetine inanamıyorum. Aşağısı bana bahar içindeki bir bahçeden Afrika çöllerinde geçen bir seyahat romanı okuyormuşum gibi çok uzak, çok korkunç, takat yarı yalan gibi görünüyor. Zavallı küçük, şirin, beyaz İskenderun sanki bornoslu bir seyyah gibi şu akçıl ve ağaçsız ovayı aç, susuz, bitkin bir hâlde zor geçmiş, nihayet denizin serinliğine kavuşmuş, fakat serinlik yerine sıcak bir su tabakası bulunca bu dümdüz ve sımsıcak ova ile sımsıcak denizin arasında ümitsizlikten bıkılıp yarısı suda, yarısı karada serili kalmış! Zaten bu sahillerin denizi benim deniz hakkındaki bilgimi değiştirdi. Marmara'nın en sıcak günlerde Soğukoluk sularında yıkanmaya alıştığım için ben denizde daima bir serinlik var zannederdim. Hayır burada deniz hem içinde bulunanlara, hem de kenarında yaşayanlara sıcaklık veriyor: Yıkanmak için girenlerin terlemediğine inanmıyorum.

Bilân'ın cenup sırtları çok ağaçlıklı, çok sulak, çok meyveli ve serin... İşte bir pınar başındayım; oluğun altına bir sepet iri, olgun, renkli şeftali oymuşlar. Başı yemenili, saçları iki örgü, ayağı takunyalı sarışın bir köylü kızı bana sordu:

— Yer misin amca?

Aldım. Buz gibi derisi, ısırırken dudaklarımı yaktı; ezdikçe ağzıma serinlik, râyiha, usare doluyor; buna biraz da çamların teneffüsü karışıyor. Ah ne güzel meyve... Bana şeftali ikram edene baktım: Ne güzel kız!

— Yavrum şu görünen köyün adı nedir?

— Müftüler.

— Daha ötede neresi vardır?

— Nergislik

— Ya bu suya ne derler?

— Zerdali Oluk.

— Şu yukardaki dağ?

— Kınalı Tepe.

— Şu yol nereye gider?

— Dere Bahçe'ye.

Ne güzel isimler! Lübnan portakal, turunç, hurma ve muz memleketiydi. Burası bana daha aşina meyveler diyarı: Şeftaliler, erikler, kızılcıklar etrafımı kaplıyor. Çiçekleri de öyle. Hep bildiğim şeyler: Nergisler, kınalar, küpeler ve yıldızlar... Sonra her evin pencerelerinde Müslüman ve fakir meskenlerin âdeta yarı mukaddes bir yeşilliği olan fesleğenler, fesleğen saksıları...

Kızım o basma taktığın kırmızı çiçeğin adını bilir misin?

— Bilirim: Kadife.

— Bu su kenarında açan yeşil şeyler?

— İnci çiçeği.

— Ya senin adın nedir?

Utandı; kısaca, usulca:

— Ayşegül, dedi.

Burada meyveler, çiçekler, ağaçlar, isimler, hepsi, her şey güzel, tertemiz ve güzel. Ya Ayşegül? Hepsinden daha güzel. Küçük Türk kızı isimlerinin üzerimde ne hoş tesiri vardır: Zehra'lara, Hatice'lere, Fatma'lara, Şerife'lere karşı yakınlık duyarım. Ayşegül takunyalarını sürterek kadife ve inci çiçekleri arasında kaybolurken mütehassirane arkasından baktım. Sevdiğimin ismi imiş gibi içimden şöyle söyleniyorum:

— Küçük Ayşegül, cici, şirin, şen Ayşegül, güzel Ayşegül!

Milliyet muhabbetini insan sade gazete sayfalarında, meclis salonlarında, ikbal mevkilerinde veya harp meydanlarında değil, böyle bir mini mini isimde ve bir küçük köylü kızının yüzünde okuduğu zamandır ki duygusunun derinliğini görüyor ve yüreğinin sızısını duyuyor.

Memleket Hİkayeleri

REFİK HALİD KARAY

AŞK VE AYAK PARMAKLARI - ÖMER SEYFETTİN

$
0
0

AŞK VE AYAK PARMAKLARI 

Âsıme Hanımefendi'den Hasan'a mektup

Evvela beni sen sevdin, yalvardın, yakardın, benim aşkım âdeta senin galeyanına sönük bir cevaptı. Sonunda beni aldın. Ben zengindim. Atım, arabam vardı. Bütün bugünün gençleri beni istiyorlardı. Herkesin isteğine sen nail oldun. Mesuttun. Ben sana sadıktım. Sonra nasıl oldu, birdenbire döndün. Benden soğudun. Beni görmekten kaçtın, yine sonunda beni boşadın... Bu mektubumu alınca sanma ki, sana yalvarıyorum. Fakat merak ediyorum! Niçin beni istemeyesin? Benim neyim var? Yahut neyim eksik? Daha bu sene Kadıköy kadınları arasındaki güzellik müsabakasında birinci geldim. Tahsilim birinci derecede... Zenginim de. O hâlde niçin beni istemeyesin? Benden güzelini bulsan bile, eminim ki benden zenginini bulamayacaksın. O hâlde niçin, niçin beni istemeyesin?

Hasan'dan Âsıme Hanımefendi'ye mektup

Evet güzel kadın, ben sevmiştim. Fakat sevmek nedir? Bunu biliyor musun?.. Sevmek herkes için başka bir şeydir. Tabiî mizaçların, tecessüslerin başka başka olması gibi... Kimi kaşa göze, kimi cilde, kimi ellere ayaklara, kimi şişmanlığa, kimi boya, kimi kalçaya bakar. Hâlbuki ben... Profile bakarım. Daha okuldan beri âdetimdir, birisiyle konuşurken onda ne profili olduğunu ararım. Mesela küçük profilli bir adamla konuşurken onun laflarını havlamaya benzetirim. Dünyada ne kadar adam varsa, hepsinde bir hayvan profili vardır. Köprü'den geçerken, önü kalabalık bir gazinoda otururken, herkesin yüzüne dikkat ederim. Daha bir profilsize rast gelmedim. Hep insan kıyafetine girmiş, insan maskesi takmış hayvanlar... Bir sürü köpek, öküz, keçi, leylek, at, eşek, baykuş, kartal, tavuk, papağan, arı, güvercin, karga, balık, ayı, kaz, kaplan, ilâh... Küçükken saf, masum bir merak ile okuduğum fizyonomi nazariyeleri, benim hayalime o kadar tesir etmiştir ki, kendimi Lafontein'in masallarını gösteren canlı bir albüm içinde sanırım. Mesela karşıdan bir dostum geliyor, bir kere bakarım, yüksek kırmızı fesi, alacalı kostümü, parlak boyunbağı... Burnunun ucu sivri... Kolları kalkık ve kabarık... İddiacı, cesur... Yandan bakınca ne olduğunu görür, içimden:

— Ah, işte bir horoz.., derim.

Gelir elimi tutar, kırmızı yüzüne, tıpkı bir gülibiğe benzeyen fesine bakarım. Sesi keskin ve notaları uzundur. Sanki bu mütemadiyen öter. Ondan ayrılır, diğerine rasgelirim. Çenesi, ağzı yayıktır. Bacakları paytaktır. Yavaş yavaş söyler ve yanaklarını gererek güler.

— Ördek, ördek.., derim.

O vakvakladıkça, ben keşfimden memnun, müsterih onun kanatlarını, kuyruğunu arar, hatta onları da üstünde bulurum. Meşhur adamların, büyük muharrirlerin, nazırların, mebusların, büyük memurların profilleri ezberimdedir. Profillerini bildiğim için, yeni nazırların iktidarda ne yapacaklarını ayniyle herkese söylerim. Hatta arkadaşlarım bana,

— Sen eskiden geleydin, Peygamber olurdun, derler.

Zannederler ki, benim kerametim var. Hayır, ben yalnız profilleri tanırım... Eşek profilli bir adam mutlaka eşekçe, arslan profilli bir adam mutlaka arslanca hareket eder. Bir adamda, hangi hayvanın profili varsa, mutlaka o hayvanın ahlakı da vardır. Öküz profilli bir adamda asla kurnazlık, hile, zeka olamaz. Eşek profilli olan inatçı, yani kibar mânâsıyla sebatkârdır. Arı profilli sokar, köpek profilli gürültü eder, dişlerini gösterir. Kaplan profilli sezer ve merhamet bilmez, papağan profilli durmaz taklit çıkarır, güvercin profilli durmaz aşk ve şefkat komedyası oynar. Tilki profilli herkesi aldatır. Domuz profilli yer, içer keyfine bakar.

Kadınların da hepsi erkekler gibi birer hayvandır. Onlarda da mutlaka bir hayvanın profili vardır. Şişman, kocaman memeli, dalgın ve ağır kadın, tamamıyla bir inektir. Zayıf, huysuz, esmer, çirkin fakat yalnız gözleri güzel bir kadın keçidir. En güzelleri çalıkuşu, kanarya, nemse tavuğu profilinde olanlardır. Bu üç profilin hiçbirisi sende yoktur.

Geçen yazdı. İlk defa Fener'de birbirimize rast gelmiştik. Ben hemen senin profilini aradım, fakat bulamadımdı.

— Ah, acaba ne? diyor, yüzüne bakıp bakıp bulamayınca seni sevmeye başlıyordum.

Mademki sende bir hayvan profili yoktu. O halde insanların, kadınların... Sende hiçbir profil olmadığı için, hiçbir hayvan ahlakı, hiçbir hayvan tabiatı da yoktu. Bazı yine şüpheye düşüyor,

— Aldanıyorum, onda da bir profil var, ama ben göremiyorum, ben farkına varamıyorum, diyordum.

İzdivacımızdan evvel, muhabbet günlerinde, senin yüzüne uzun uzun dalışlarımı, ihtimal aşk buhranları sanıyordun. Hayır. Ben hep senin profilini arıyor; seni hiçbir şeye benzetemiyordum. Profilini bulamayınca seni severdim. Galiba sen de beni... Altı ay ne kadar hoş bir hayat geçirdik. Tabiî hatırlarsın. Fakat bir sabah... Ah keşke senden önce kalkmasaydım... Erken kalkmış, pencerenin yanına oturmuştum. Sen hâlâ yatıyordun.

— Bu ne tembellik, dedim.

Doğruldun, giyindin, karyolanın içine oturdun. Hava biraz serindi. Yanan soba daha odayı ıstmamıştı. Birden yüreğim çarpmaya başladı. Boğuluyor gibi oluyordum. Sen terliklerinin üzerine düşmüş olan mor çoraplarından birisini sağ ayağının parmaklarıyla tuttun. Yukarı kaldırdın, yatağın içinde, oturarak giydin. Çorabın öbür eşini yerden almak için, sol ayağını uzatıyordun. Görmemek için yüzümü çevirdim. Evet, güzel kadın, sen ayağının parmaklarını tıpkı bir el gibi kullanıyordun.

— Yirminci asrın orta yerinde, diyordum. Hilkatten yahut tekâmülden şu kadar yüz bin sene sonra...

....Titriyordum. Hastalandım. Sen, beni yere seren darbenin ne olduğunu anlayamıyordun. Yattığımız zaman buruşan gömleğini ayağının parmaklarıyla tutup çekiyordun. Ben bunu duyunca dişlerimi sıkıyor, tekrar titremeye başlıyordum. Yine anlamıyor:

— Galiba hava soğuk, üşüyorsun işte, diyordun.

Yine bir sabah sobanın önündeki koltuğa oturmuştun. Ayaklarında çorap yoktu. Yine kalbim atmaya başladı. Ayağının parmakları ile sobanın henüz ısınmayan kapağını açıyor, kımıldamayarak bakıyor, tekrar kapıyordun. Sonra yine bir gün sevgili kedin ayaklarından oynuyordu. Daha çoraplarını giymemiştin. Yüreğim hopladı. Fakat dişimi sıktım. Baktım, senin ayaklarının parmakları uzundu. Hem biraz fazla uzundu. Bu uzun parmaklarınla kediyi kollarından tutuyor, küçük bir çocuk gibi havaya kaldırıyordun. Âdeta ayaklarını ellerin gibi, hatta ellerinden daha iyi kullanıyordun.

Gözlerimi yüzüne kaldırdım. O an, o kadar arayıp da bulamadığım profilini gördüm. Sen maymundun. Alnın dar, ağzın biraz ileriye çıkıktı. Güzel, parlak cildin bu maymun iskeletini tamamıyla örtemiyordu. Hele ayakların... Aman Yarabbi... Tıpkı bir maymunun üçüncü, dördüncü elleri idi. Sen biraz daha gayret etsen, yerden çoraplarını almak, sobanın kapağını açmak, yorganı, gömleğini düzeltmek, kediyi tutup havaya kaldırmak değil, hatta ayaklarının bu uzun tekâmül etmiş parmaklarıyla yemek yiyebilecek, hatta piyano çalabilecektin. O vakit senden ürktüm. Bir daha seninle bir yatağa girmedim. Kendimi balta girmemiş bir ormanda zannediyor, kendimi o kablettarih mahlûklarından bir nesne ile evlenmişim sanıyordum.

Yirminci asırda, vücudunda kablettarihî adaleleri olan, tıpkı bugünün maymunları gibi ayaklarını el diye kullanan, tekâmül etmemiş bir mahlûktan, yani senden kaçtım. Uzaklaştım.

El gibi kullandığın bu ayaklarından bir tanesini şimdi kalbinin üzerine koy, öyle hükmet. Artık seni sevmemekte haklı değil miyim?

Âsıme Hanımefendi'den Hasan'a telgraf

-Gayet Müstacel-

Mektubunu okumadan yırttım, senden nefret ederim. Sakın bir daha mektup göndermeye kalkma. Sonra fena olursun...


AŞK DALGASI - ÖMER SEYFETTİN

$
0
0

ÖMER SEYFETTİN

AŞK DALGASI

VAPUR dopdoluydu. Son düdük öttü. İki yandaki çarklar, dar kafeslerinde birden uyanan alışkın ve müthiş deniz aygırları gibi, hiddetli bir gürültü çıkararak, kımıldandı. Bütün vapur hafifçe sarsıldı. Hava gayet güzeldi. Kadıköy'e gidiyorduk. Sonu leylak renkli sisler içinde eriyen Marmara'nın kubbeli, ince minareli, uzun ve uyumuş ufuklarında, büyük ve beyaz kenarlı bulutlar, parçalanmış köpük dağları halinde yavaş yavaş büyüyor, dağılıyor, toplanıyor, derin çukurlarında, yüksek tepelerinde morluklar, koyu mavilikler birikiyordu. Haziranın yakıcı güneşi, vapurun, dumanlardan ve yağmurdan esmerlenmiş tentelerine düşüyor, bazı duran ve yine birden esmeye başlayan kararsız rüzgârı sanki ılıklaştırıyor, sanki ona sarhoşluk verici, hareket ettiren şuh ve fettan bir şey katıyordu.

Uzak ve bilinmez masal adalarından gelmişe benzeyen süt gibi beyaz martılar etrafımızda uçuşuyorlar, çıkardıkları tatlı ve derin sesleriyle şehirde kalmış, kalabalıktan, uğraşmalardan, hırslardan, kederlerden bunalmış zavallı insanları kendi vatanlarına, gerçekten pek uzak, tenha, sakin yerlere biraz aşk ve şiir tatmak için çağırıyorlardı. Lacivert dalgalar içinde bir masal, bir efsane köşkünü andıran Kızkulesi hayalime dokunuyor, ruhumu, hissimi beyaz ve aydınlık dualarıyla uyutarak aklımdan bütün çevremin, semtimin yankılarını siliyordu. Artık vapurda olduğumu unutuyordum. Ömrümde her gün birkaç şiir okuyan ve düşünen bir adamın, o tuhaf ve hastalıklı hali etrafımı bozuyor, Üsküdar ve Selimiye yakalarındaki evleri, kubbeleri, minareleri, selvileri, hatta koca Tıp Fakültesini ve koca kışlaları silerek hiç görmüyor; onların yerine, alanlarından gümüş ve elmas şelaleler akan, serin gölgelerinde çıplak ve pembe çiftler öpüşen, balta girmemiş çam ve kayın ormanları yapıyordum.

Gerçekte olmayan, yalnız kendi hayalimde yarattığım bu manzaraya, bu yüce ve büyük manzaraya bakarak, "ah, aşk yeri... ah, işte aşk yeri..." diyordum. Martıların, "Geliniz, uzaklara, şu leylak renkli sislerin öbür tarafına... Orada sizi beyaz çiçekler, ezeli ve yeşil baharlar içinde bekleyen kızlar var, geliniz haydi oraya..." diyen ve pek derinlerden acele acele inleyerek gelen seslerini işittikçe, hayalim bütün bütüne dumanlanıyor, adeta başım dönüyor. Artık pek aşağılarda kalan Kızkulesi'nin üstünde şeffaf kanatlı binlerce perinin uçuştuklarını ve gidilse elle tutulabileceklerini açıkça görüyordum. Ansızın omzuma bir el dokundu.      Döndüm.

"Yahu, nedir bu hal, bu dalgınlık ne?"

"Hiç... "

"Beni tanıyamadın mı?"

"Şey...'

"Uyan yahu. Ver elini bakayım."

Sıcak ve kuvvetli bir elin, benim haberim olmadan kendi kendine uzanmış olan soğuk elimi sıktığını duydum ve uyanmaya başladım. Fakat hâlâ mahmurluktan kurtulamıyordum.

"Sen ha..."

"Ben ya!.."

Bu, en sevdiğim okul arkadaşlarımdan biriydi. On iki senedir görüşmemiştik. On iki sene... Aman Yarabbim! Dün gibi... Hayat gerçekten en uzun olaylarıyla çabuk biten bir sinema şeridinden başka bir şey değil! Okulda herkesi güldüren, herkesle alay eden, herkese isim takan, şen ve sevimli arkadaşım çok değişmişti. Kırmızı dudaklarının üstünde sert ve kumral bıyıklar çıkmış, şakaklarındaki saçları tek tük ağarmış ve biraz şişmanlamıştı. Fakat gözleri... Ne olduğunu bilmediğimiz gerçeği bilinen "birinci sebep"in insan zekâsına sonsuz bir şekilde kapalı kalacak karanlıkları içinde sönen ruhumuzun sanki en çok bulunduğu bu küçük ve parlak organlar... Onlar hiç de değişmemişti. On iki sene evvel içlerinde gülen mavi neşe hâlâ yaşıyordu. Bilmem niçin, uzaklaştıkça muhabbetimiz artan, geçmişten bir yüze rastlamak beni mutlu etti. Seviniyordum. Ve bütün kuvvetimle ellerimdeki sıcak eli sıkıyordum. Vapurun üst katında idi. Kanapelerde boş yer yoktu. Vapur, önünden geçen mavnalara sık sık düdük çalıyordu. Herkes şüphesiz bir sıkıntı içinde gibiydi. Ortada hiç kadın görünmüyordu. İhtiyarlar uyuklayarak gazetelerini okuyorlar ve yanındakilere kısaca bir şey söylüyorlar. Şişmanlar sigaralarını içerek çarkların gürültüsünü dikkatle dinliyorlar, son moda giyimli şık gençler, tek gözlüklerini düşürmemek için dimdik duruyorlar ve dizlerinin buruşmaması için yukarı çektikleri ütülü pantolonlarından renkli acurlu çoraplarını gösteriyorlardı. Ama hepsi ihtiyarlamış, yorulmuş, bunamış sanılıyordu. Tüysüz ve tıraşlı yüzlerini, karınları ağrıyor gibi, ekşitiyorlar; rüzgârdan, kaşlarını ve dudaklarını buruşturuyorlardı.

Biz, beyaz boyalı parmaklıklara dayanıyorduk. Arkadaşım. "Bir derdin mi var?" dedi.

"Buraya çıkınca seni gördüm. O kadâr dalgındın ki, yanına sokulduğumu duymadın. Ne var kuzum?"

"Hiç, hiç... Dalga geçiyordum." "Ne dalgası?"

Gülerek cevap verdim: "Aşk dalgası."

"Daha bekâr mısın?"

"Bekârım." Arkadaşımın mavi gözlerindeki eski neşe birden soldu. Üçüncü derecede veremden yatağa düşmüş bir zavallıya teselli ve cesaret vermek zahmetine girilmeden nasıl mahzun ve çaresiz bakılırsa bir an bana öyle, acır gibi baktı. Sonra parmaklığa dayadığı elini çekti. Ve cebine soktu. Biraz döndü. Ve ciddileşen gözlerini, gözlerime dikti:

"Hâlâ bekârsın ve aşk dalgası geçiyorsun ha" dedi; "Öyle ise azizim, sakın darılma, sen bir serserisin.,. Okuldan çıktık çıkalı görüşmedik. Sormadan, istersen başımdan geçenleri sana söyleyeyim. Hâlâ aşk dalgası geçmene bakılırsa hayatı anlamamış, açık ve bariz gerçeğin farkına varmamışsın. Ve mademki, gerçeğe bu kadar yabancı kalmışsın, mutlu değilsin ve ölünceye kadar mutlu olamayacaksın." 

"Hangi gerçek?" diye gülümsedim.

"Hangi gerçek mi, dedin? Sosyal gerçek... Eğer sen bu gerçeği sezebilseydin asla aşkla uğraşmayacaktın."

Anlamıyor ve hep gülümseyerek:

"Ama niçin?.." gibi yüzüne bakıyordum. O devam etti:

"Her yerde başlı başına bir çevre, bir sosyal vicdan vardır ki, bütün fenlerin, mantıkların, ilimlerin, felsefelerin karşıtı olarak, en mutlak ve zalim bir tarzda, hükmünü sürer. İşte bizim semtimizde, Türklerin semtinde de aşk şiddetle yasaktır. Bir cehennem makinesi, bir bomba, bir kutu dinamit kadar yasak... Bir Türk on dört yaşına girdi mi annesinden, ablasından, kız kardeşinden ve nihayet teyzesinden ve halasından başka bir kadının yüzünü göremez... O halde kimi sevecek? Hiç. Bu çevrenin, bu sosyal vicdanın kuvvetini, dehşetini sana nasıl anlatayım? Adını unuttum, bilmem hangi filozof; Allah'ın insanlar üzerindeki etkisinden, insanlarla ilişkisinden, ahlakından bahsederken. "O, sosyal çevreden başka bir şey değildir..." diyor. Ben bu sözü biraz doğru buluyorum. Eski kutsal kitaplar ile bugünkü yeni dünyayı çeviren Allah her yerde, her devirde dinsizleri, kendisine karşı gelenleri başka sebepler ve başka tarzlarla eziyor. Eskiden Galile'yi yakan kuvvet, bugün Galile'nin o büyük korkunç suçunu ders diye okuyan milyonlarca okul çocuklarına aldırmıyor. İspanya'da, Ferer'in kafasını delen kurşunlar, Fransa'da patlayabilse ihtimal orada ihtiyar ve bunak kadınlardan ve papazlardan başka kimse kalmaz... İşte bu filozof da Allah'ımızın, ezeli kanunu işletmek için, hep semti, hep semtin sosyal vicdanını kullandığını görerek o hükmü veriyor. Bu eski karşı konulmaz kanun, her yere, her kıtaya, her memlekete değil, hatta her şehre, her köye göre değişiyor. Buradaki iyilik, orada cinayet; oradaki yararlık, burada fenalık sayılıyor; kutsal kitapların bütün doğa, organ değişim kanunlarına inat olarak hiç değişmemesi gereken emirlerine bile her yerde başka türlü boyun eğiliyor; esasları bir olan Hıristiyanlık, Avrupa'da başka, Amerika'da başka, Afrika'da başka... İslamlık da böyle! Hindistan'da başka, Liverpool'da başka. Buhara`da başka, Türkiye'de başka... Arabistan'a ve Acemistan`a git, oralarda bütün bütüne başka... İşte Allah'ımızın Türkiye'deki eski ve karşı gelinmez kanunu, yani sosyal vicdan, aşkı bütün kuvvetiyle bize yasak ediyor. Türkiye'de kimse sevişemiyor. Ve kimse şimdiden sonra sevişemeyecek... Çünkü sevmek için önce görmek lazım. Oysa genç bir kızla yuva yapmak ölünceye kadar mutlu yaşamak için konuşmak, anlaşmak, sevişmek değil; hatta bir kerecik olsun yüzünü görmek olanaksız... Bu şiddetli yasağa karşı duranlar, iş devresine girmiş anarşistlerin, nihilistlerin, yahut eski zamandaki dinsizlerin sonuna uğrarlar. Sosyal ve acıklı bir ölümle sönüp giderler. Lakin kurnazları, yasak olan aşkın usta kaçakçıları, hırsızlıklarından tıpkı, ihtiyar ve cesur bir tütün kaçakçısı, Yunanlı bir yankesicisi gibi, bıkmazlar. Hep yürek çarpıntısı içinde yaşarlar. Gece tenha yollarda, karanlık bahçelerin şüpheli köşelerinde rüzgâr, soğuk ve rutubet altında saatlerce beklerler ve nihayet korku ile karışık iki anlamsız kelime, tadı asla duyulmayan, acele ve çabuk bir öpme... Hepsi bu! Eski edebiyata Acemistan'dan, yeni edebiyata Fransa'dan gelen aşk masalları, şiirler ve hikâyeler şifa bulmaz bir frengi gibi bu kaçakçıların bütün varlığına geçmiştir. Onlar daima, bir macera ararlar. Kadınların görülmesi pek açık ve belli bir tarzda, dehşetle yasak olan bir semte, zıt ve yabancı çevrelerin âdetlerini, mesela sevişmek hülyasını sokmak isterler. Kendilerini yabancı ve uzak memleketlerde geçen hayali romanların kahramanları yerine koyarlar. Tabii edebiyat dergilerindeki birçok şiirleri okuyorsun. Konu: Gece ve kadın... Oysa Türkiye'de ikisi de yoktur. Türk semtinde gece alaturka saat birden sonra bütün perdeler iner, sokaklar tenhalaşır. Evli evine, köylü köyüne, evi olmayan sıçan deliğine girer. Gazinolar, balolar, tiyatrolar ve ilah... yani Beyoğlu tarafı asla Türk değildir. Orada yabancılar kendi semtlerini, kendi âdetlerini yaşarlar. Kadınlarıyla kol kola genel bahçelerde, lokantalarda gezerler, konuşurlar, eğlenirler, gülüşürler. Aralarına, bilinen anlamıyla bir sıçan deliği bulamayan Türkler de karışırlar. Masaların başında pineklerler. Yabancıların kadınlarına, yabancı güzelliklere, yabancı göğüslere hasretle bakarlar. Uzatmayalım, Türklerin gecesi yoktur. Sonra yine bu yeni şiirlerde boyuna göller anlatılır; hangi göller!.. İstanbul'da Terkos'tan başka göl hatırlamıyorum. Oraya da, eminim, şairlerin hiçbirisi gitmemiştir. Özellikle Terkos'un civarında gece barınacak yer yoktur. Yüzlerce mısralarla, uzun manzumelerle anlatılan sevişmeler, sevgililer de yalan... Şairin bir sevgilisi var. Fakat nerede! Şair sevgilisiyle konuşuyor, öpüşüyor. Fakat nerede! Ah, ancak hayalinde. Gerçekte sevişmek ve genç bir kızla üç dört dakika konuşabilmek ve bugünkü Türk semtinde, balıklârın sudan çıkarak havada uçuşmaları ve bostanlardaki ince kavakların dallarında tünemeleri kadar imkânsızdır. İstanbul ve civarında, değil bir genç Türk kızıyla, geceleyin kol kola gezmek, bülbülleri dinleyerek aşk kelimeleri söyleşmek... hatta gündüz biraz taze görünen annemizle bir arabaya binmek ne kadar tehlikelidir, düşün... Piknik yerlerinde, ah bu zavallı, feci ve gülünç yerlerde de aşk mümkün değildir. Kadınlarla erkekler asla birbirlerine yaklaşamazlar. Aralarında mutlaka birkaç yüz adım bulunur, birkaç yüz adımdan başka da birkaç düzine polis, semtin sosyal vicdanına ve bilinen yedi başlı tutucu ve cehalet devinin arzusunu yerine getirmek için sanki bu polislerin, milletvekilsiz ve meclissiz ulu bir kral kadar yetkileri vardır. Kız kardeşinize sokakta bir laf söylediğinizi görmesinler, rezalet hazırdır. Hemen karakola... Kim olduğunuzu ve konuştuğunuzun kardeşiniz, yahut anneniz olduğunu ispat edinceye kadar birkaç kilometre dayak yemezseniz, yine şansınız varmış demek: Semtimizin dininden, geleneklerinden, âdetlerinden, büyüklerinden, ihtiyarlarından, hükümetin zabıtasından fazla bu aşk yasağını isteyen kimlerdir, biliyor musun? Kadınlar, Türk kadınları... Bunlar aşkın ve güzelliğin en korkunç düşmanlarıdır! Dışarıda kendi milletinden hiçbir kadın yüzü görmeyen erkeklerine, evlerinde de bir bakacak yüz göstermezler. Dışarıdaki bekçilerin en dehşetlisi evdedir. Mesela hizmetçi alacaklar, değil mi? En çirkinini bulurlar. Çiçek bozuğu, büyük ağızlı, kalın dudaklı, çarpık dişli, eğri burunlu berbat bir şey... Her gün karşınızda gezen, yemeklerinizi getiren bu kızı daha fazla çirkinleştirmek için özel bir yetenekleri, bir dehaları vardır. Kuvvetli ve fırlak kalçaları görünmesin diye gayet bol elbise giydirirler. 'Etrafa dökülüyor' bahanesiyle saçlarını sımsıkı bir yemeni ile bağlatırlar. Zavallıyı halis bir orangutana çevirirler. 'Beyin hiç yüzüne bakmayacaksın, yanında laf etmeyeceksin, bir şey sorarsa cevap vermeyeceksin... ' tembihlerini vermekte gecikmezler. Bir hizmetçinin aleyhinde bulunurken, 'Çalışkan, temiz, atik kız, ama ağzı burnu yerinde' derler. Ağzı burnu yerinde olmak onlar için en affedilemez bir cinayettir. Genç kızlarla görüşmek ve sevişmek asla mümkün olmadığından "evlenmek" meselesi de onların elinde bir madendir. İstedikleri gibi işletirler. En birinci emelleri oğullarına, yahut kardeşlerine çirkin bir kız almaktır. Tanımadıkları evlere görücü giderler. Ve erkeklerin birçoğu daha hâlâ bilmezler ki, bu görücü hanımlar güzelden ziyade bir çirkin ararlar. Ve mutlaka da bulurlar. Güzel bir kız alırlarsa kardeşlerinin yahut oğullarının onu seveceğini, onun lafını dinleyeceğini ve sonra kendi pabuçlarının dama atılacağını düşünmek onları çıldırtır. Güzellikten dehşetle ürkerler. Bunun için İstanbul'da koca bulamayan, evde kalan kızların yüzde doksanı en güzeller, en cazibeliler, en sevimlileridir.

Bu zavallı güzel Türk kızlarını görücü hanımlar beğenmez. 'A, kardeş, çok güzel ama şeytan gibi çok bilmiş... Biz oğlumuza ecinni değil, kız almak isteriz' derler. Kimine alafranga, kimine sıska, kimine şirret gibi kusurlar bulurlar. İstedikleri tombul beyazca, sessiz, mıymıntı, budala, cahil, ıslanmış tavuğa benzeyen kızlardır. Böyle bir kıza rasgeldiler mi, 'Ah, işte bir melek!' diye haykırırlar ve başlarlar oğullarına, kardeşlerine abartarak anlatmaya... Zavallı erkek talihin kendine bir peri gönderdiğine inanır ve zifaf gecesi kalın duvağı kaldırınca karşısında 'Adınız ne efendim?' sorusuna cevap veremeyen şaşkın, temiz, beyaz ve biçimsiz bir et yığınından başka bir şey göremez. Erkeklerini, hiçbir fırsat kaçırmayarak, güzel görmekten, aşktan, sevişmekten mahrum bırakan bu kadınlar, aynı zulmü kendi cinslerine de yaparlar. Tanıdıkları bir kadının başından kazara bir macera geçer, mesela bir 'mektubu' yakalanır, yahut da kocasından boşanıp diğer birine varırsa hepsi birden ona darılırlar ve dehşetle afaroz ederler. Aradan uzun seneler geçer, o kadını sokakta gördüler mi; yollarını değiştirirler, bazıları yüzüne tükürmeye kalkar, en insaflıları biraz acır, 'Ah, zavallı kötü oldu, alnının yazısı imiş' der. Semtimizde, 'Bir kadının en birinci görevi güzel olmaktır' sözünün nasıl tehlikeli bir yalan olduğunu pek iyi bilen anneler, kızlarını, ellerinden geldiği kadar güzellikten, şuhluktan, süsten, serbestlikten alıkoyarlar. Bu annelerin sokağa çıkarken kızlarının kulaklarına fısıldadıkları öğüdün değişmez modeli budur: 'Kızım! Peçeni indir. Ellerini çarşafın içine sok. Başını öyle yukarı kaldırma, aşifte diyecekler. Önüne bak. Fransız karıları gibi zıp zıp yürüme. Yavaş, yavaş. Göğsünü ileri çıkarma, arkamıza takılacaklar. Sana azgın diyecekler. Adın çıkacak. Evde kalacaksın, vs. vs...' Sonra, tanışan, görüşen her aile, sanki birbirlerinin doğal müfettişleridir. Sakın bir aile içinde küçük bir aşk macerası geçmesin. Rezalet, dedikodu birden göklere çıkar, kahramanlarını tefe korlar. Oğullarının ve kızlarının gizlice görüşmelerine, mektuplaşmalarına aldırmayan; göz yuman annelere bütün tanıdıkları, yine birden darılır; 'Ah, ayol kadın bu yaştan sonra boynuz dikiyor...' diye ondan iğrenirler. 

     Bazı yeni romanlarda gösterilen, Türkiye'deki bilinen kibar dünyasına gelince... Bu dünya, bütün bütün bir hayal ürünüdür. Türklerin arasında eskiden de, şimdi de ayrıcalıklı bir sınıf yoktur. Olay büyücek memurların, eski devirden kalma paşaların ve bir parça zengin olanların aileleri, yapay bir kibar dünyası yapmaya çalışırlar ve esaslarını feda ederek sözde Batılılaşırlar, Frenkleşirler. Fakat netice? Bütün semt onlara düşman olur. Bir mahallede böyle, kadınları, nikah düşen akrabalarına görünen bir aile oldu mu, evvela, 'Kötüler!..' lakabı takılır, sonra boykotaj başlar. Böyle kozmopolit ailelerin etraflarında yükselen nefret ve tecavüz sesleriyle bütün mutlulukları söner. Yerlerini, yurtlarını terk etmeye, kırlara, uzak ve tenha köşklere, ücra yalılara çekilmeye mecbur kalırlar. Evet, yeni şiirlerdeki göller, geceler, aşklar gibi, yeni romanlardaki o nikâh düşen akrabalarına, erkeklerinin arkadaşlarına çıkan kadınların vücudu yalandır. Uydurmadır. Bu romanlar Batı romanlarının gölgelerinden, tekrarlarından, tercümelerinden taklitlerinden başka bir şey değildir. İstanbul'da kadınları, yabancı ve nikâh düşen erkeklere gözükür bir Türk ailesi bana gösterilsin, beş senelik kazancımı vermeye şimdi hazırım. Bu romanlarda anlatılan Avrupalılaşmış aileler, meşhur sanatkârlarımızdan Kel Hasan'ın ve Abdi'nin özel ve yazarı bilinmez piyesleri kadar hakiki Türklüğe aykırıdır. O tiyatrolarda uşağın, hanımların yanına zırt zırt çıkması, 'Oh kaymak' diye süt ninelerin göğüslerini sıkması gerçekte Türk aileleri arasında nasıl imkânsızsa ve bu rezaletler nasıl son derece uydurma şeylerse, yeni romanlardaki yabancı erkeklerin ellerini sıkan, kocalarının yanında açık saçık, örtüsüz ve çarşafsız, hatta bazen dekolte, yabancı erkeklerle konuşan kadınlar da öyle kaba, münasebetsiz, gerçeğe taban tabana zıt, soğuk ve sahte hayallerdir.

Uzatmayalım, şimdi bana cevap ver. Böyle diniyle, gelenekleriyle, âdetleriyle, kanunlarıyla, hükümetleriyle, zabıtasıyla, aile kurumuyla, hatta kadınlarıyla aşkı yasak eden, nikâh düşen erkek ve kadını asla birbirine göstermeyen bir semtte aşk aramak, sevişmek inadı serserilik değil de nedir? Böyle bir çevrenin sosyal vicdanına karşı gelmek, en kuvvetli ve muazzam hükümetlere karşı anarşistlik etmekten daha delilik, daha çılgınlık değil midir? Çok akıllı sandığım senin de hâlâ bu imkânsız hayal ile uğraştığını gördüğüm için çok canım sıkıldı. Ah zavallı dostum, sen şimdiye kadar piyangoyu çekmeli, kısmetine düşen et yığıntısına, et tarlasına razı olmalı, orduya askercikler yetiştirmeliydin... Ve ancak böyle mutlu olabilirdin. Halbuki sen hâlâ aşk dalgası geçiyor, sonu bulunmaz bir ümitsizlik çölüne, içi lav dolu bir cehennem uçurumuna, arkasında ateş fışkıran yanardağlar saklı uzak, aldatıcı, suni bir seraba koşuyorsun. Bilsen sana ne kadar acıdım..."

Vapur Kadıköy'e gelmişti. Arkadaşımı dinlerken, ökçelerimin üzerinde kalmış, hafifçe parmaklığa oturmuştum. Doğruldum. Sağ ayağım fena halde uyuşmuştu. Yere basamıyordum. "Biraz dur kuzum" dedim, "ayağım uyuşmuş. En sonra çıkarız." Gülüyor, "Ayağın değil, galiba beynin uyuştu" diyordu. Vapur iskele tarafına eğilmişti. Üstten ve alttan adamlar çıkıyordu. Güneş kalın bulutlar altında kaybolmuş, hava esmer bir demir rengi bağlamış, ağlamaya hazırlanan, içi yaş dolu dargın ve soluk bir göz gibi suskunlaşmıştı. Çıkanlara bakıyordum. Yarım saat evvelki tatlı dalgamı korkunç bir fırtınaya çeviren arkadaşımın söylediklerini, fertlerini ikiye ayıran, aşktan ve sevişmekten mahrum bırakan, annelerini, karılarını, kızlarını hapsederek asırlarca daldığı rüyasız ve granit uykusundan asla uyanmayan bir kavmin, bir toplumun sonu ne olabileceğini düşünüyor; dar tahtalar üzerinde korkak bir dikkatle hızlı hızlı geçenlerin sessiz sedasız çıkışlarını, ürkek bir hayvan sürüsünün acele kaçışına benzetiyordum. Bunların içinde hiç dişi yoktu. Çoluk çocuk, ihtiyar, genç, zengin, fakir, hepsi erkekti. Elimle dizimi oğuşturarak,

"Vapurda hiç kadın yokmuş" dedim. Arkadaşım yine güldü ve cevap verdi:

"Sabırlı ol... Onların erkeklerle karışmaları yasaktır. En sonra çıkarlar..."

Vapur tamamıyla boşalmıştı. Biz hâlâ davlumbazın üstünde, beyaz parmaklıkta idik. Bacağımın uyuşması geçmemişti. Arkadaşımın yanında topallayarak iskeleye doğru yürümeye başladım.

Artık şimdi kadınlar da, her tarafları örtülü koyu siyah çarşaflarının altında sanki şangırtıları işitilmemek için pamuklara sarılmış gayet ağır ve gizli esirlik ve zulüm zincirleri taşıyan lanetlenmiş, hayattan kovulmuş, hasta ve dilsiz hayaletler gibi sendeleyerek, titreyerek yavaş yavaş çıkıyorlar ve başlarını önlerine eğerek düşmemek, bir şeye dokunmamak, birbirlerine çarpmamak, yanlış bir adım atmamak için kalın ve kara peçelerinin altında bastıkları yeri görmeye çalışıyorlardı...

İLGİNİZİ ÇEKEBİLİR

BAŞINI VERMEYEN ŞEHİT-Ö.SEYFETTİN

BOMBA-Ö.SEYFETTİN

BÜYÜCÜ-Ö.SEYFETTİN

DİYET-Ö.SEYFETTİN

ELEĞİM SAĞMA-Ö.SEYFETTİN

ELMA-Ö.SEYFETTİN

FALAKA-Ö.SEYFETTİN

FERMAN-Ö.SEYFETTİN

ANT-Ö.SEYFETTİN

ASFALT YOL - SABAHATTİN ALİ

$
0
0

ASFALT YOL - SABAHATTİN ALİ

-Bir köy öğretmeninin notlarından-

İstasyondan kalkıp vilayet merkezine giden kamyon, iki saat kadar sarstıktan sonra, beni gideceğim köye ayrılan yolun başında bıraktı. İki adım bile atacak halim yoktu. Çantamı yanıma koyarak, kenarlarından otlar fırlayan bir taşın üstüne oturdum. Kafamdaki uğultuyu dinlemeye başladım.

İçi tozla karışık ter kokan kamyon dünyanın bu en bozuk yolunda bizi birbirimize vura vura sersem etmişti. Birdenbire duraklamalar, bir çukura yuvarlanır gibi sarsıntılar, bana nerede olduğumu bile unutturmuş ve beni karanlık bir rüya dünyasına atmıştı. Şimdi oturduğum taşın üzerinde bu rüyadan silkinmeye çalışıyordum.

Gideceğim köyü şoför göstermişti. Burası oturduğum yerden yarım saat kadar uzakta, külrengi bir kerpiç yığını idi. Bir kenarda ince ince yükselen yine külrengi birkaç kavak, orada, ufacık da olsa, bir su bulunduğunu anlatıyordu.

Belki bir saat oturduğum yerde kaldıktan sonra yavaşça ve sallanarak doğruldum. Küçük çantamı yerden alıp yürümeye başladım. Kendim köylü olduğum ve bizim köylülerimizi iyi tanıdığım için içimde yabancı bir yere gidiyorum hissi yoktu. İlk vazifemde muvaffak olacağıma emindim.

Akşam olmaya başlamıştı. Köye yaklaşınca ortalığı büsbütün bir kızıllık kapladı. Kırmızı bir deniz gibi parlayıp kımıldayan bu bir karış boyundaki kuru bozkır otlarının üzerinde upuzun gölgem yatıyor ve gölgemin başı, ileride, aralarından yer yer çekirgeler fırlayan bu otların arasında kayboluyordu.

Köyün kenarındaki birkaç evin önüne gelince burnuma yanmakta olan tezek kokusu geldi. Gözümün önünde, saç üzerinde yufka pişirilen bir ocak ve bekleşen yalınayak çocuklar canlandı.

Sokaklarda daha evlerini bulamamış birkaç inek kuyruklarını kalçalarına çarparak yürüyor ve ara sıra böğürüyordu. Bu öyle bir böğürüştü ki, uzun uzun düşündükten sonra söylenen derin manalı bir söze benziyordu.

Gitgide daha kuvvetlenen keskin bir gübre kokusu beni daha çok buraya yaklaştırdı. Köy yaşayan, çalışan bir mahluktur ve bu koku onun ter kokusudur. Dünyada hiçbir koku beni bu kadar saramamış, kafamdan birbiri arkasına bu kadar çok hatıralar yuvarlayıp geçirmemiştir.

Kahvenin önünde birkaç ihtiyardan başka kimse kalmamıştı. Beni görünce yerlerinden kalkmadan baktılar. Yanlarına gidip oturdum; kim olduğumu anlattım. İçlerinden biri muhtarmış. Benden önceki öğretmen gideli altı ayı geçtiğini, o zamandan beri okulun kapalı durduğunu söyledi:

-Daha harmanların hepsi kaldırılmadı. Çocuklar okula falan gelmezler. Beş on gün oturup dinlenirsin!- dedi.

Çocukları toplamak, dersleri yoluna koymak pek güç olmadı. Köylüler kendi dilleriyle konuşanları anlamakta gecikmiyorlar. Şimdilik hiçbir şeyden şikayetçi değilim. Yalnız bir yol meselesi var ki, bunu kendime iş edindim ve aylardır uğraşıyorum. İlk geldiğim gün kamyonda canımı çıkaran o yol, meğer bütün vilayetin en büyük derdiymiş. Herkes mahsulünü, yolcusunu bunun üzerinden geçirmeye mecbur. Başka yol yok ve buna da yol demek için pek bol keseden atmak lazım. İşin garibi, vilayet merkezini altmış kilometre uzaktaki demiryoluna bağlayan yol da bu!.. Herhalde daha mühim işler bunun yapılmasını bu kadar geri bırakmış. Ben, hem bizim köyden, hem de başka köylerden vilayete müracaat ettirdim; yolun yaptırılmasının ne kadar lazım olduğunu dilim döndüğü kadar anlattım. Uzun istidaları hükümet memurları pek okumazlar diye, her fikrimi ayrı bir istidaya yazarak bunları ayrı ayrı köylerden verdirdim. Böylece hepsi okunmuş olacak. Yolun yapılmasında köylünün nasıl yardımı olacağına dair de birçok fikirler ileri sürdüm.

Geçenlerde şehre gittiğim zaman maarif müdürü bana biraz tuhaf muamele etti. Kızıyor da kızdığını belli etmeyip alay etmeyi tercih ediyor gibiydi. Neden diye merak ettim. Sonra laf arasında:

-Siz okul dışındaki işlerle de uğraşacak vakit bulabiliyorsunuz galiba, talebeniz pek mi az?- dedi.

-Az değil ama, o da vazifem değil mi?- diye cevap verdim. Alaycı gözlerini üstümde gezdirdi. Bir şey söylemedi. Sonra dışarıda, kahvede arkadaşlardan duydum. Maarif müdürü bana kızgınmış. Ben köylülere Teşkilatı Esasiye Kanunu’nu (Anayasa) okumuş, anlatmıştım. Kadastro’da işi olan bir köylü bir istida vermiş, bir müddet sonra da cevap istemiş. Ne cevabı, denince: -Basbayağı cevap vereceksiniz! Mecbursunuz! Kanun var!- diye dayatmış. Sormuşlar, araştırmışlar, kanunu benden öğrendiğini anlayınca maarif müdürüne şikayet etmişler.

Hele bu yol işiyle bu kadar uğraştığıma kızanlar pek çok. Bir alakaları olduğundan değil, iş olsun diye kızıyorlar. Benim öğretmen olduğum köyde oldukça zengin bir Rüstem Ağa var. Şehirde arabacı dükkanı işletiyor, yaylıları, kağnıları tamir ediyor. Bunun istida veren köylere gidip benim aleyhime sözler söylediğini duydum. Pek şaşmadım. Bütün teşebbüslerden henüz bir şey çıkmadı. Ara sıra bu işin arkasını bırakacak oluyorum. (Çünkü hükümetteki, hele nafıadaki (Eskiden Nafıa (Bayındırlık) Vekaleti’nin kentteki yönetim birimi.) memurlar benimle açıktan açığa alay ediyorlar.) Fakat akşamları köyde, istasyondan dönen arabaların, kağnıların ve zavallı hayvanların halini görünce içim acıyor. Kendi kendime: -Başladığın işi yarıda bırakma iki gözüm, sana yakışmaz!- diyorum.

Ne de uzun muameleleri varmış böyle şeylerin. Vilayet konağında bizim istidaların girip çıkmadığı oda kalmadı. Köylüler bile benim bu gayretime şaşıyorlar. Onlarda da bu işin sonu çıkacağına dair bir ümit yok.

Hala bir şey çıkmadı… Galiba bu yolu yapmayacaklar. Köylü de bana yardım etmiyor. Pek ölü mahluklar… Belki de pek akıllı mahluklar da, boşuna yere uğraşmak istemiyorlar. İçimde hiç şevk kalmadı. İnsana birkaç kelime ile cevap verseler yine neyse, fakat ne evet, ne hayır!… Sanki bu istidaları ses vermez bir derin kuyuya atmışız…

Akşamları köyün yanı başındaki sırta çıkarak uzakta tozlara bulanıp uzanan yolu seyrediyorum. Bazan tozdan bembeyaz olmuş ve üstüne sepetlerle denkler sarılmış bir kamyon görünüyor, bir bataklıkta dizlerini kaldırıp indirerek yürüyen bir insan gibi ileri geri sallanarak, yıkılacak gibi olarak, ağır ağır ilerliyor. Bu o kadar üzücü bir manzara ki, tekniğin en son ifadelerinden biri olan bu makine ile dünyanın bu en iptidai yolunun mücadelesini görmemek için insan gözlerini kapıyor. Bazan koşup yolu avuçlarımla düzeltmek, orada hiç olmazsa beş on metrelik bir yeri bir -yol- haline koyarak kendi hisseme düşen vazifeyi yapmış olmak istiyorum.

Bizim iş birdenbire canlandı. Geçenlerde şehre büyüklerimizden biri gelmiş. Otomobili ne kadar rahat da olsa bu yol yine kendini hissettirmiş olacak ki, bir laf arasında valiye bundan bahsetmiş, vali de hemen atılarak: -İlk düşündüğümüz şeylerden biri de budur, hemen bu sene yaptırmak istiyoruz, projeleri hazırlanıyor. Hatta asfalt yaptırmayı bile düşünüyörüz… Acaba bu yol asfalt olsa şehrimizi sık sık şereflendirir misiniz?- demiş.

O büyük zat da:

-Gelirim tabii…- diye cevap vermiş.

Bunun üzerine asfalt meselesi aldı yürüdü. Ben meğer uykudaymışım, vali projelerden bahsediyor… Demek zannettiğim kadar bu işe lakayt değillermiş, yalnız gürültüsüz, şatafatsız bir şekilde halka hizmet etmeyi daha uygun buluyorlarmış.

Fakat bu sessizliğin aksine olarak bu sefer de iş pek yaygaraya verildi. Vilayetin, yemek listesi büyüklüğünde haftalık gazetesinin yarısını asfalt şose havadisleri dolduruyor. Köyde de itibarım artar gibi oldu. Bizim köylülerin insana muamele edişleri zaten barometre gibi.

Bence bu yolu asfalt yapmaya şimdilik hiç lüzum yoktu. Üç dört misli fazla masraf edileceğine, bu para daha lüzumlu yerlere harcanabilir ve buraya, kendimize göre bir yol, temiz bir şose yeterdi. Fakat belki başka bir düşündükleri var. Belki her şeyin son derece mükemmel olmasını istiyorlar. Bu kadar büyük işlere aklım ermez. Bir yol olsun da, paramız varsa isterse halı da döşetilsin…

Vali Ankara’ya gitmiş. Tetkikat yapan mühendisler yolun yarım milyona çıkacağını söylemişler, halbuki vilayet bütçesi 350 bin lira… Bu parayı bulmak için bankalara müracaat edilmiş, onlar da Maliye Vekaleti’nin kefaleti olmadan para vermemişler, Maliye Vekaleti de Meclis’ten izin almadan kefil olamazmış, hulasa karışık işler vesselam. Vali bütün bunları yoluna koymak için gitmiş… Adamcağız bu yol meselesini kendine iş edindi. Meclisi Umumi’den tahsisat almak için bir nutuk vermiş, vilayet gazetesinde okudum. Bir belagat numunesi. Kendisini bu yol işine dört elle sarılmaya sevk eden, o büyük zatın işareti olduğunu söylüyor ve onun yol yapıldıktan sonra daima geleceğini vaat ettiğini hatırlatıyor. Hakikaten büyüklerimiz her şeyi görüyorlar ve bir işaretleriyle uyuyanları uyandırıyorlar. Yalnız vali bu yol için halkın da birçok müracaatları olduğundan hiç bahsetmiyor, yolun köylüye ne kadar faydası olacağını da söylemiyor. Belki bunlar herkesin bildiği şeyler de onun için. Her ne ise, bu yol işinde bir damlacık tesirim olduysa ne mutlu bana…

Yolun yapılmasına başlandı bile. Bankalardan borç alınmış, bilmem kaç senede ödenecekmiş. Borç taksitlerine karşılık olmak üzere hastane tahsisatından biraz kırpılmış ve önümüzdeki sene maarif kadrosu biraz kısılacakmış. İşin buraya varacağını hiç düşünmemiştim. Fakat daha ortada bir şey yok. Vakitsiz telaş etmeyelim. Para bulmak isteyince maariften önce akla gelecek çok şeyler var. Mesela vali çok alakadar olduğu bu yol meselesi için şimdilik vali konağı yaptırmaktan vazgeçebilir…

Yol ilerliyor, bizim köye ayrılan köşede de hararetli çalışmalar var. Silindirler gelip gidiyor ve alacalı bulacalı bir sürü köylü amele karıncalar gibi çalışıyor. Bu çalışma akşam geç vakte kadar sürüyor, sonra kenardaki çadırlara çekilip yatıyorlar. Amelenin çoğu açıkta yatıyor. Müteahhit çadır yetiştirememiş. Şafakla beraber tekrar faaliyet başlıyor. Bizim köyden de amele yazılanlar var. Beş on kuruş kazanıp vergi borcunu ödeyecekler. Bunlar geceleri köye dönüyorlar; ama pek bitkin bir halde. Müteahhidin başlarına diktiği memur ekmek yemek için bile on dakika zor izin veriyormuş.

Bizim köylü önceleri pek lakayttı, fakat taş döşenip asfalt işi başlayınca hepsini bir merak sardı. Kocaman kazanlarda kaynatılıp sonra yerlere dökülen bu kara şeyin üzerinde yürünebileceğini, hele kamyonların ve arabaların geçeceğini pek kabul edemiyorlar. Tarlaları bu tarafta olanlar akşamları dönerken yolun kenarındaki hendeğe çömelip sigaralarını tüttürerek silindirin ileri geri gidişine bakıyorlar ve tanıdıkları amelelerle aldıkları yevmiyeler hakkında konuşuyorlar.

Yol bitti. Birkaç gün sonra açılış töreni olacak. Köyün yanındaki tepeye çıkıp bakınca, uzakta kara bir yılan gibi parlıyor. İki tarafına ağaç da dikeceklermiş. Enfes bir şey doğrusu. Bütün Vilayet halkının buradan nasıl akın akın geçeceğini, nasıl kolaylıkla, kayar gibi istasyona varacağını düşündükçe içimde bir şey hopluyor. Yolun sağlamlığı hakkında dedikodular var… Müteahhit adamakıllı vurdu diyorlar. Fakat herhalde dedikodudan ibaret. Bu dehşetli güzel manzaranın karşısında insana nasıl fena düşünceler gelebilir, şaşıyorum.

Bugün ömrümün en mesut günü idi. Şehrin kenarında taklar kurulmuştu, bütün memurlar resmi elbiselerini giyip gelmişler. Hususi muhasebe müdürü bile, bej pardösüsünün üstüne silindir şapkayı oturtmuş, -1.55- boyu ile ön tarafta yer almış. Ben de bir kat elbisemi silip ütüledim ve öyle geldim. Maarif müdürü ters ters bakıyor ama, ne derse desin, bir gün köyden ayrılmakla kıyamet kopmaz ya… Bu yol bir parça benim eserim demektir… Halk ve köylü uzaktan seyrediyorlardı, yanlarına gittim, konuştum, sevincimden herkesi kucaklayacağım geliyor. Yerime döndükten sonra aklıma geldi, köylülere, yakına gelmeleri için işaret ettim. Bu yol herkesten evvel onların demektir. Birkaç tanesi ilerleyecek oldu, jandarmalar bırakmadı, ben de sesimi çıkarmadım ama neşemin yarısı kaçtı.

Vali uzunca bir nutuk verdi, sesi pek gür olmadığı için iyi işitemedim, yalnız kulağıma: -Cumhuriyet, bayındırlık… Rehberlerimiz… Her şey halk için…- sözleri geldi. Birkaç kişi daha, kısa sözler söylediler. Kordele kesildi, önde valininki olmak üzere, bir otomobil kafilesi hızla ileri atıldı. Arkasından memurlar beş on adım yürüdüler, herkes ayağını asfalta alıştırır gibiydi. Köylüler belki acemiliklerinden, belki de bir şey söylerler diye çekindikleri için, asfalta basmaya cesaret edemeyerek yolun iki kenarındaki toprak kısımda yürüyorlar ve büyük gözlerle ortaya, üzerinde taze otomobil lastiği izleri ıslak ıslak parlayan asfalta bakıyorlardı.

Her şeye rağmen köye muzaffer bir kumandan gibi döndüm.

Yolun açılışının onuncu günü nafıanın fen memurları vilayete bir rapor vermişler. Kağnıların ve öküz arabalarının, hatta diğer arabaların da asfaltı şiddetle tahrip ettiğini bildirmişler. Bunda yolun pek sağlam olmamasının de tesiri olacağını hiç ağızlarına almamışlar, halbuki yalnız kağnıların değil, biraz yüklüce kamyonların geçtiği yerlerde bile çukurlar kalıyor ve yer yer bozukluklar görülüyordu.

Vilayetçe telaşa düşmüşler. Daha parası ödenmeyen yolun, o büyük zat şehri bir kere bile şereflendirmeden on beş gün içinde eski haline dönmesi tehlikesi karşısında hemen toplanmışlar ve lastik tekerlekli olmayan nakil vasıtalarının asfalt yoldan geçmelerini menetmeye karar vermişler.

Köyde bu havadise kimse inanmak istemedi, fakat birkaç köylü jandarmalar tarafından durdurulup kağnılarını yoldan çıkarmaya, çamurlu tarlalardan geri dönmeye mecbur edilince, herkes işin ciddi olduğunu anladı.

Bu yasak pek ağırdı. Yol iki dağ arasındaki bir boğazdan geçtiği için, şimdi istasyona gitmek isteyenler bu dağı dolaşacaklar ve tam altı saat ziyan edeceklerdi. Bir yere toplanıp bir çare düşündüler, fakat ne jandarmalara karşı koymaya, ne de kağnılara lastik tekerlek taktırmaya, şimdilik imkan yoktu.

Altı saat daha fazla süren ve eskisinden birkaç defa daha berbat olan bir yoldan gidecekler, dağın arkasından dolaşacaklardı…

Hiçbirisi artık benimle konuşmuyor, hepsi bana düşman gözlerle bakıyordu. Bir gün akşamüstü muhtar geldi:

-Oğlum- dedi, -biz senden şikayetçi değildik ama, bu yol meselesi işi değiştirdi. Köylü başımıza gelen bu derdi senden biliyor ve söz dinlemiyor. Birkaç keredir seni dövmeye, hatta daha ileri gitmeye kalktılar, ben önüne zor geçtim… Başka köylerde de senin düşmanların çoğalıyor. Bir gün başına bir iş gelir. İyisi mi, güzellikle buradan git. Darılma, gücenme, hakkını helal et!-

Ben de bunu düşünmüyor değildim. Köylünün bana karşı aldığı tavırdan hayırlı mana çıkaramazdım. Birkaç parça eşyamı çantama doldurdum, artanını bir bohça yaptım; bu köye geldiğim gibi yine bir akşam vakti, güneş sarı otlara uzanır ve rüzgar bunları kızıl bir deniz gibi dalgalandırırken, keskin gübre kokularını ve tezek dumanlarını arkamda bırakarak, çıktım yürüdüm.

(Sabahattin Ali)

ANTİSEPTİK - ÖMER SEYFETTİN

$
0
0

ANTİSEPTİK 

Minimini, güzel, şeytan Bedia'yı ailesi büyük bir adama vermek istiyordu. Halbuki o iki senedir, tıbbiye talebesinden olan kuzeni Namık'la işi pişirmişti. Kendini almayı arzu eden bu büyük adam tek gözlüklü, şık bir büyükelçiydi. "Kırkında var, yok..." diyorlardı. Bedia daha on yedisine girmemişti. Annesinin, babasının, hanımninesinin ısrarlarına biraz karşı geldi. Ağladı, sızladı, amma sonunda mağlup oldu.

— Ben koca herifi ne yapayım? Elli sene Avrupa'da balolarda sürtmüş! dedikçe,

— Haltetmişsin! Otuz sekiz yaşında! Koca dediğin böyle olur. Fenerbahçe kulübünde top oynayan oğlanlara mı varacaksın?

Cevabını alıyordu.

Nişan günü köşke bütün aile efradı çağrılacaktı. Fakat bir gün evvel kuzen geldi. Bedia ile yalnız kaldılar. Evvela dargın dargın bakıştılar. Sonra Namık,

— Yazık sana Bedia! Dedi. Büyükbaban yerinde bir adama varıyorsun.

— Amma mübalağa ha...

— Mübalağa değil! Bir asır yaşında, boyalı bir ihtiyar işte!

— Ne yapayım! Annemin, babamın büyüklük merakı var. Damatları büyükelçi olacak! Hem annem, kırk yaşında bile olmadığına yemin ediyor.

— Allah belasını versin! Bir asır yaşında diyorum. Senin miden nasıl alıyor.

— Ben o kadar ihtiyar görmüyorum. Abanoz gibi siyah düzgün bıyıklar! Tepesi çıplak ama bu da zekaya delalet eder.

Namık güldü,

— Anlaşıldı, dedi, sen abanoz bıyıklara vurulmuşsun! Bu bıyıklar abanoz olmayıp fildişi gibi beyaz olsa yine varır mıydın?

— Varmazdım. Hatta beyaz bıyıklı değil, kır bıyıklı olsa bile varmazdım.

Namık biraz düşündü. Büyükelçi karısı olmak, yabancı başkentlerden saygı, medeniyet görmek hulyasıyla şimdiden kabına sığmayan Bedia fıkırdayıp duruyordu. Namık dedi ki:

— Bende tılsımlı bir su var; onunla nişanlının bıyıklarını yıkatabilirsen, bir asır yaşında olduğunu sana söyleyecek. O vakit de varacak mısın?

— Gevezeliği bırak. Nasıl su o?

— Bir antiseptik...

— Nasıl yıkatayım?

— Gayet kolay! Yarın daha nişan merasimi yapılmazdan evvel onunla yalnız kal.

Bedia bir kahkaha attı:

— Ey?

— Herifi azdır. Seni öpmeye kalkışsın.

— Sonra?

— De ki: "Ben meraklıyım. Evvela dudaklarınızı şu antiseptikle yıkayınız. Sonra istediğiniz kadar müstakbel eşinizi öpünüz."

— Aman, şu antiseptiği getir, dedi, ona ilk defa tam bir Fransız kadını gibi çok eksantrik gözükmek isterim!

Nişan olacağı gün köşke bütün davetliler gelmişti. Namık, Bedia'ya zarif bir şişe verdi. "İşte antiseptik! Haydi gayret!" dedi. Bedia, bu cesaretlendirmeden şuh bir heyecan duydu. Eksantrik görünmek en birinci düşüncesiydi. Ne yaptı yaptı, sefirle salonun yanındaki küçük odada yalnız kaldı. Zavallı diplomatın elini tuttu. Saçlarını okşadı. Dizine süründü. Aşktan, maşktan bahsetti. Zavallıyı iyice azdırdı. Diplomat, gül yağına kondurmak için abanoz bıyıklarını uzatırken,

— Rica ederim, dedi, uslu durunuz.

— Ah...

— Ben meraklıyım. Dudaklarınızı yıkayınız. İstediğiniz kadar öpünüz. Ben artık sizin değil miyim?

— .........

Cevap beklemeden koştu. Dışarı çıktı. Namık'ın verdiği şişeyi getirdi.

— Şurada, pencerenin önünde, dedi.

İştahı kabarmış olan diplomat, bu şuh emre hemen itaat etti. Bedia'nın eline döktüğü su ile güle güle ağzını, bıyıklarını yıkadı. Sonra cebinden çıkardığı ipek mendille kuruladı. Bedia birdenbire,

— A!... diye haykırdı.

— Ne var ruhum?

— Hiç!

Öpmek için yaklaştı. Bedia, sinir darbesine uğramış gibi katılırcasına gülüyordu. Kahkahalarının çirkinliği içinde, minimini parmağıyla,

— Buradan, buradan, diye parlak alnını gösterdi.

Diplomat, bu pembe alnı koklayarak öptü. Bedia, azıcık sükûnet bulunca,

— Siz benim pederimsiniz, dedi.

— Ne demek sevgilim!

Şu aynaya bakınız. Hayaliniz size cevap verecek.... Avrupa'da kadınların eksantrikliğine çok alışkın olan diplomat hiç şaşırmadı. Döndü aynaya baktı. Kendini tanıyamadı. Abanoz bıyıkları fildişi gibi bembeyaz olmuştu. Sarardı, morardı, sonra hâlâ pencerenin yanında gülen Bedia'ya feci bir nazarla baktı:

— Hain! Dedi.

Burnu kanıyormuş gibi mendilini ağzına tutarak salonun ortasından hızla geçti. Portmantodan fesini kaptı. Tek gözlüğünü düşürdü. Bastonunu alamadı. Kendini bahçeye attı. Deli gibi köşkten uzaklaştı.

Müstakbel damatlarının böyle, nişandan evvel, birdenbire kaçışına hiçbir mana veremeyen aile halkı pencerenin dibinde gülen Bedia'nın başına toplandılar.

— Ne yaptın, ne oldu?

Diyorlardı. Bedia,

— Hiçbir şey yapmadım. Şu şişedeki su kaçırdı. Benim kabahatim yok...

Cevabını verdi. Annesi hiddetinden titriyordu.

— O su ne? Çılgın!

Bu sefer Namık cevap verdi:

— Yengeciğim, hiç beyazı olmayan güzel, kumral saçlarınıza siz de biraz sürünüz. Ne olduğunu anlarsınız, dedi...

ANT - ÖMER SEYFETTİN

$
0
0

ANT 

ÖMER SEYFETTİN

BEN Gönen'de doğdum. Yirmi yıldır görmediğim bu kasaba, düşümde artık bir serap gibiydi. Birçok yeri unutulan, eski, uzak bir rüya gibi oldu. O zaman genç bir yüzbaşı olan babamla her zaman önünden geçtiğimiz Çarşı Camii'ni, karşısındaki küçük, harap şadırvanı, içinde binlerce kereste tomruğu yüzen nehirciği, bazen yıkanmaya gittiğimiz sıcak sulu hamamın derin havuzunu şimdi hatırlamaya çalışıyorum. Ama beyaz bir unutuş dumanı önüme yığılır. Renkleri siler, şekilleri kaybeder... Pek uzun gurbetlerden sonra vatanına dönen bir adam, doğduğu yerin ufkunu koyu bir sis altında bulup da, sevdiği şeyleri uzaktan bir an önce göremediği için nasıl hüzünlenirse, ben de tıpkı böyle meraka, sabırsızlığa benzer bir acı duyarım. O, her akşam sürülerle mandaların, ineklerin geçtiği tozlu, taşsız yollar, yosunlu, siyah kiremitli çatılar, yıkılacakmış gibi duran büyük duvarlar, küçük, ahşap köprüler, uçsuz bucaksız tarlalar, alçak çitler hep bu duman içinde erir...
Yalnız evimizle okulu gözümün önüne getirebilirim.
Büyük bir bahçe... Ortasında köşk biçiminde yapılmış bembeyaz bir ev... Sağ köşesinde her zaman oturduğumuz beyaz perdeli oda... Sabahları annem beni bir bebek gibi pencerenin kenarına oturtur, dersimi tekrarlatır, sütümü içirirdi. Bu pencereden görünen avlunun öbür yanındaki büyük toprak rengi yapının camsız, kapaksız tek bir penceresi vardı. Bu siyah delik beni çok korkuturdu. Yemeklerimizi pişiren, çamaşırlarımızı yıkayan, tahtalarımızı silen, babamın atına yem veren, av köpeklerine bakan hizmetçimiz Abil Ana'nın her gece anlattığı korkunç, bitmez hikâyelerdeki ayıyı, bu karanlık pencerede görür gibi olurdum. Bu kuruntuyla, rüya dinlemek, yorumlamak merakında olan zavallı anneme her sabah ayılı rüyalar uydurur; iri, kuzgun bir ayının beni kapıp dağa götürdüğünü, ormandaki inine kapadığını, kollarımı bağladığını, burnumu, dudaklarımı yediğini, sonra Bayramiç yolundaki su değirmeninin çarkına attığını söyler, ona birçok, "Hayırdır inşallah..." dedirtirdim. Yorumlarken benim büyük bir adam, büyük bir bey, büyük bir paşa olacağımı, bana kimsenin kötülük yapamayacağını, güvenceyle sundukça, yalan söylediğimi unutur, ne kadar sevinirdim...
Nasıl sokaklardan, kiminle giderdim? Bilmiyorum... Okul bir katlı, duvarları badanasızdı. Kapıdan girilince üstü kapalı bir avlu vardı. Daha ilerisinde küçük, ağaçsız bir bahçe... Bahçenin sonunda ayakyolu, çok kocaman aptes fıçısı... Erkek çocuklarla kızlar karmakarışık otururlar, birlikte okur, birlikte oynarlardı. "Büyük Hoca" dediğimiz, kınalı, az saçlı, kambur, uzun boylu, yaşlı, bunak bir kadındı. Mavi gözleri pek sert parlar, gaga gibi iğri, sarı burnuyla, tüyleri dökülmüş hain, hasta bir çaylağa benzerdi. "Küçük Hoca" erkekti. Büyük Hoca'nın oğluydu. Çocuklar ondan hiç korkmazlardı. Sanırım biraz aptalcaydı. Ben arkadaki rahlelerde, Büyük Hoca'nın en uzun sopasını uzatamadığı bir yerde otururdum. Kızlar, belki saçlarımın açık sarı olmasından, bana hep "Ak Bey" derlerdi. Erkek çocukların büyücekleri ya adımı söylerler ya da "Yüzbaşı oğlu" diye çağırırlardı. Sınıf kapısının açılmayan kanadında sallanan "geldi - gitti" levhası yassı, cansız bir yüz gibi bize bakar, kalın duvarların tavana yakın dar pencerelerinden giren donuk bir aydınlık, durmadan bağıran, haykırarak okuyan çocukların susmaz, keskin çığlıklarıyla sanki daha da ağırlaşır, bulanırdı...
Okulda yalnız bir tür ceza vardı: Dayak... Büyük suçlular, hatta kızlar bile falakaya yatarlardı. Falakadan korkmayan, titremeyen yoktu. Küçük Hoca'nın ağır tokadı... Büyük Hoca'nın uzun sopası... ki rasgeldiği kafayı mutlaka şişirirdi. Ben hiç dayak yememiştim. Belki kayırıyorlardı. Yalnız bir defa Büyük Hoca, kuru, kemikten elleriyle yalan söylediğim için sol kulağımı çekmişti. O kadar hızlı çekmişti ki, ertesi günü bile yanıyordu. Kıpkırmızıydı. Oysa suçum yoktu. Doğru söylemiştim. Bahçedeki aptes fıçısının musluğu koparılmıştı. Büyük Hoca suçu yapanı arıyordu. Bu, mavi cepkenli, kırmızı kuşaklı, hasta, zayıf bir çocuktu. Haber verdim. Falakaya konacaktı. İnkâr etti. Sonra diğer bir çocuk çıktı. Kendi kopardığını, onun suçu olmadığını söyledi. Yere yattı. Bağıra bağıra sopaları yedi. O zaman Büyük Hoca, "Niçin yalan söylüyor, bu zavallıya iftira ediyorsun?" diye kulağıma yapıştı. Yüzünü buruşturarak darıldı. Ağladım. Ağladım. Çünkü yalan söylemiyordum. Evet, musluğu koparırken gözümle görmüştüm. Akşam üstü, okut dağılırken dayağı yiyen çocuğu tuttum:
- Niçin beni yalancı çıkardın? dedim. Musluğu sen koparmamıştın...
- Ben koparmıştım.
- Hayır, sen koparmamıştım. Öbür çocuğun kopardığını ben gözümle gördüm.
Direnmedi. Yüzüme baktı. Bir an öyle durdu. Eğer hocaya. söylemeyeceğime yemin edersem, saklamayacaktı. Anlatacaktı. Ben hemen meraklanıyordum:
- Musluğu Ali koparmıştı, dedi, ben de biliyordum. Ama o çok zayıf, hem hastadır. Görüyorsun, falakaya dayanamaz. Belki ölür, daha yataktan yeni kalktı.
- Ama sen niçin onun yerine dayak yedin?
- Niçin olacak. Biz onunla ant içmişiz. O bugün hasta, ben iyi, kuvvetliyim. Onu kurtardım işte. Pek güzel anlamadım. Tekrar sordum:
- Ant ne?
- Bilmiyor musun?
- Bilmiyorum!
O vakit güldü. Benden uzaklaşarak karşılık verdi: - Biz birbirimizin kanlarını içeriz. Buna "ant içmek" derler. Ant içenler kan kardeşi olurlar. Birbirlerine ölünceye kadar yardım ederler, dertli günlerinde birbirlerine koşarlar.
Sonra dikkat ettim, okulda birçok çocuk, birbirleriyle ant içmişlerdi. Kan kardeşiydiler. Bazı kızlar bile kendi aralarında ant , içmişlerdi. Bir gün, bu yeni öğrendiğim göreneğin nasıl yapıldığını da gördüm. Yine arka rahlelerdeydim. Küçük Hoca aptes almak için dışarı çıkmıştı. Büyük Hoca, arkasını bize çevirmiş, yavaş yavaş, bir sümüklüböcek kadar ağır, namazını kılıyordu. İki çocuk tahta saplı bir çakıyla kollarını çizdiler. Çıkan büyük, kırmızı damlayı kolları üzerinde bu çizgiye sürdüler. Kanlarını karıştırdılar. Sonra birbirlerinin kollarını emdiler. Ant içerek kan kardeşi olmak... Bu beni düşündürmeye başladı. Benim de kan kardeşim olsa, hocaya kulağımı çektirmeyecek, üstelik falakaya yatacağım zaman beni kurtaracaktı. Koca okulun içinde kendimi yapayalnız, arkadaşsız, koruyucusuz sanıyordum, anneme düşüncemi, her çocuk gibi birisiyle ant içmek istediğimi söyledim. Andı tanımladım. Razı olmadı: - Öyle saçmalıklar istemem. Sakın yapma ha... diye uyardı beni. Ama ben dinlemedim. Aklıma ant içmeyi koymuştum. Fakat kiminle? Bir rastlantı, beklenmeyen bir kaza bana kan kardeşimi kazandırdı. Cuma günleri bizim evin bahçesine ,bütün komşu çocukları toplanırlardı. Akşama kadar birlikte oynardık. Arkamızdaki evlerin sahibi Hacı Budak'ların benim kadar bir çocukları vardı ki, en çok adı hoşuma giderdi: Mıstık... Bu sözcüğü söylerken tad duyar, boyuna tekrarlardım. Öylesine uyumluydu ki... Kızlar bu güzel ada uydurulmuş kafiyeleri, Mıstık'ı bahçede, sokakta görünce bir ağızdan söylerlerdi; hâlâ hatırımda.
Mustafa Mıstık,
Arabaya kıstık,
Üç mum yaktık,
Seyrine Baktık!
diye bağrışırlar, ellerini yumruk yaparak ona karşı dururlardı. Mıstık hiç kızmazdı. Gülerdi. Biz de, bazen bu dörtlüğü bağırarak tekrarlar, eğlenirdik. Bu mini mini şiir, benim hayalimi bile etkilemişti. Rüyamda, birçok arsız kızın Mıstık'ı büyük bir göçmen arabasına sıkıştırarak, çevresinde üç mum yakarak seyrine baktıklarını görürdüm. Niçin Mıstık öyle uslu dururdu. Niçin birden fırlayıp bu kızlara birkaç tokat atmaz, sıkıştığı katran kokulu arabadan kurtulmazdı? Hepimizden güçlüydü. Adı gibi her yanı yuvarlaktı; başı, kolları, bacakları, bedeni... Hatta elleri... Bütün çocukları güreşte yenerdi... Yazın her cuma sabahı büyük bir deste söğüt dalı getirirdi. Bu dallardan kendimize atlar yapar, cirit oynar, yarışa çıkardık. Yarışta da tümümüzü geçerdi. Onu hiçbirimiz tutamazdık. İşte yine böyle bir cuma günü, Mıstık söğüt dallarıyla geldi. Ben uzununu kendime ayırdım. Öbürlerini çocuklara dağıttım. Bir çakıyla bu dalların ucunu keser, kabuklarından iki kulak, bir burun çıkartır, tıpkı bir at başına benzetirdik. Bunu en güzel ben yapardım.
Kendi atımı yapıyordum. Mıstık'la diğer çocuklar sıralarını bekliyorlardı. Nasıl oldu, farkına varmadım, söğüdün kabuğu birden yarıldı. Arasından kayan çakı sol elimin işaret parmağını kesti. Sulu, kırmızı bir kan akmaya başladı. O anda aklıma bir şey geldi: Ant içmek... Parmağımın acısını unuttum, Mıstık'a,
- Haydi, dedim, bak elim kesildi. Kan kardeşi olalım. Sen de kes...
Siyah gözlerini yere dikerek, büyük, yuvarlak başını salladı:
- Olur mu ya... Ant için kol kesmek gerek...
- Canım ne zararı var? diye üsteledim, kan değil mi? Hepsi bir. Ha koldan, ha parmaktan... Haydi, haydi!... '
Razı oldu. Elimden aldığı çakıyla kolunu, üstelik biraz derince kesti. Kanı o kadar koyuydu ki, akmıyor, bir damla halinde kabarıyor, büyüyordu: Parmağımın kanıyla karıştırdık. Önce ben emdim. Tuzlu, sıcak bir şeydi. Sonra o da benim parmağımı emdi.
Bilmiyorum, aradan ne kadar zaman geçti? Belki altı ay... Belki bir yıl... Mıstık'la kan kardeşi olduğumuzu unutmuştum nedense. Yine birlikte oynuyor, okuldan eve birlikte dönüyorduk. Bir gün hava çok sıcaktı. Büyük Hoca, bize yarım günlük tatil verdi. Tıpkı perşembe günü gibi... Mıstık'la sokağın tozları içinde yavaş yavaş yürüyorduk. Ben fesimin altına mendilimi koymuştum... Terimi silemediğim için yüzüm sırılsıklamdı. Büyük, geniş bir yoldan geçiyorduk. Kenarda yığılmış bir duvarın temelleri vardı. Birdenbire karşıdan iri, kara bir köpek çıktı. Koşarak geliyordu. Arkasından birkaç adam kalın sopalarla kovalıyorlardı. Bize, "Kaçınız, kaçınız, ısıracak!.." diye bağırdılar. Korktuk, şaşırdık. Öyle kaldık. Önce ben biraz kendimi toplayarak, "Aman, kaçalım..." dedim. Gözleri ateş gibi parlayan köpek bize yetişmişti. O zaman Mıstık, "Sen arkama saklan!..." diye haykırdı, önüme geçti. Köpek ona saldırdı. İlkin hızla birbirlerine çarptılar. Sonra tıpkı güreşir gibi boğaz boğaza geldiler. Köpek de ayağa kalkmıştı.
Biraz böyle savaştıktan sonra ikisi de yere yuvarlandılar. Mıstık'ın küçük fesi, mavi yemenisi düştü. Bu savaş, bana pek uzun geldi. Titriyordum. Sopalı amcalar yetiştiler. Köpeğe odunlarının bütün gücüyle birkaç tane indirdiler. Mıstık kurtuldu. Zavallının kollarından, burnundan kan akıyordu. Köpek, kuyruğunu bacaklarının arasına sıkıştırmış, ağzı yerde, dörtnala kaçtı. Mıstık, "Bir şey yok... Acımıyor... Biraz çizildi..." diyordu. Evine götürdüler. Ben de hemen evimize koştum. Anneme başımıza geleni anlattım. Abil Ana, beni yere yatırdı. Uzun uzadıya kasıklarıma, korku damarlarıma bastı. Öyle bir duâ okuyarak yüzüme üfledi ki, sarmısak kokusundan aksırdım.
Ertesi günü Mıstık okula gelmemişti. Daha ertesi günü yine gelmedi... Anneme, Hacı Budak'lara gidip Mıstık'ı görmemizi söyledim.
- Hastaymış yavrum, dedi, inşallah iyi olunca yine oynarsınız, şimdi rahatsız etmek ayıptır.
Ondan sonra ben her zaman Mıstık'ı iyileşmiş bulacağım umuduyla okula gittim.
Ne yazık ki, o hiç gelmedi... Köpek kuduzmuş. Baktırmak için Mıstık'ı Bandırma'ya götürdüler. Oradan İstanbul'a göndereceklerdi. Sonunda bir gün işittik ki, Mıstık ölmüş...
Erken kalktığım açık, bulutsuz sabahlar, herkes gibi bana da çocukluğumu hatırlatır. Belleğimde sonsuz ve mor bir tanyeri ülkesi gibi kalan doğduğum yeri gözümün önüne getirmek isterim. Ve hep, farkında olmayarak sol elimin işaret parmağına bakarım. Birinci boğumun üstünde hâlâ beyaz çizgi şeklinde duran bir küçük yara izi, bence çok kutsaldır. Andı için ölen, hayatını mahveden kahraman kan kardeşimin, sıcak dudaklarını tekrar parmağımın ucunda duyar, beni kurtarmak için kendisinden büyük, kudurmuş, iri ve kara çoban köpeğiyle pençeleşen o aslan ve kahraman hayalini görürüm.
Ve ulusumuzdan, sezgilerle bezeli Türklükten uzaklaştıkça, daha kokuşmuş derinliklerine yuvarlandığımız karanlık uçurumun, bu ahlak ve bozuculuk, vefasızlık ve bencillik, bayağılık ve miskinlik cehenneminin dibinde, üzgün ve şartlanmış kıvranırken, saf ve nurdan, geçmiş, kaybolmuş bir cennetin gerçekten uzak bir serabı halinde karşımda açılır... Beni mutlu eder. Saatlerce Mıstık'ın anısıyla, bu aziz ve soylu üzüntünün eskiyip, unutuldukça daha çok değeri artan tatlı hüzünlü acısından tat duyarım...

 

ÖMER SEYFETTİN

 

İLGİNİZİ ÇEKEBİLİR

BAŞINI VERMEYEN ŞEHİT-Ö.SEYFETTİN

BOMBA-Ö.SEYFETTİN

BÜYÜCÜ-Ö.SEYFETTİN

DİYET-Ö.SEYFETTİN

ELEĞİM SAĞMA-Ö.SEYFETTİN

ELMA-Ö.SEYFETTİN

FALAKA-Ö.SEYFETTİN

FERMAN-Ö.SEYFETTİN

 

ALINIZ MENEKŞELERİMİ VERİNİZ GÜLÜMÜ - AHMET HİKMET MÜFTÜOĞLU

$
0
0

ALINIZ MENEKŞELERİMİ VERİNİZ GÜLÜMÜ

SAMİME HANIM kanepeye oturmuş, sarı siperli lambanın ışığında gazete okuyordu. Masanın üstünde ufak saatin gizli tıkırtısı, köşede yanan sobanın derin çıtırtısı bu oda­ya ölgün bir ruh veriyordu. Usulca kapı açıldı.

İçeriye kuyruğunu kaldırarak, kapının pervazına, minderin ucu­na sürünerek bir kedi girdi. Sobanın yanındaki şiltenin üstüne çıktı, kıvrıldı... 

Arkasından, mavili fanila entarisi, siyah kuşağı, lepiska, gür saçlarını yarı örten mavi yemenisiyle, pembe, değirmi çehresiyle bir kadın çekinerek ve başını sağ omzuna doğru bükerek duvarın kenarında dayandı. Durdu.

— Otur Ayşecik.

Ayşe küçük minderi çekti. Diz üstü oturdu. Bu ka­dın, Beyefendi Trablusgarp'a gideli, her akşam işini bitir­dikten sonra, gelir, minderin ucuna oturur, hanıma bir iki saat arkadaşlık ederdi.

Ayşe'nin garip bir talihi vardı. Pederi beş yıldır Trablusgarp’ta idi. Bu senenin baharında kur'ası çıkıveren ni­şanlısı Tosun da Trablus'a sevk edilmişti. Ailesi bir İstan­bul'dan, bir de Bingazi'den mektup almışlardı. İkinci mektupta Yemen'e gideceğinden bahsediyordu. Fakat altı aydır ne pederinden kâğıt almıştı, ne Tosun'dan ha­ber vardı. Bir taraftan baba eksiği, diğer cihetten nişanlı­sının ayrılığı ve bu iki hicrana eklenen yoksulluk Ayşe'yi İstanbul'a gelmeye mecbur etmişti. Hemşehrileri onu Ci­hangir'de Erkânı harbiye binbaşılarından Tuğrul Bey‘in yanına koydular. Beyefendi ona nişanlısıyla, babasından haber getireceğini vâdetmişti Fakat işte buna muvaffak olamadan Tuğrul Bey de yine oraya, Ayşe'yi diyarından, babasından, yârinden ayıran Trablus’a gidiyordu. Bura­lardan düşmanı kovduktan sonra ona babasını, nişanlısı­nı da beraber getirecekti.

Bey harbe gider gitmez, hanımla hizmetçi iki dert ortağı oldular. Afrika sahili, iki ruhun da daima teveccüh ettikleri bir Kâbe kesildi. Gözyaşlarıyla yıkanan dualar, hıçkırıklarla kanatlanan teessürler hep o çöllerin kena­rında yükselen hurma ağaçlarının gölgelerinde kaybolu­yordu.

Tuğrul gittiği günden beri Ayşe’nin adı "Ayşecik", Samime'nin namı da "Hanımcığım" olmuştu.

Hanım hizmetçisine gâh gazete ve gâh eline geçen romanları okur, anlatırdı. Uzayıp giden yalnız gecelerde "Muhsin Beyler", "Solgun Demet"ler, "Sergüzeşt"ler, "Za­vallı Necdet"ler okunur ve ağlanırdı. Ayşe'nin ruhu, duy­gusu ve mütalaalarla gittikçe parlıyor, inceliyordu. Kızı­lırmak kenarında yetişmiş bu pembe kır çiçeğine, payi­tahtın bütün uçuk renkleri, baygın rayihaları bir incelik veriyordu. Gazetelerden sonra elde hikâye olmazsa söz Trablus'taki sevgili vücutların hatıralarına geçerdi. Ha­nım kocasından bahsettikçe "gülüm" demeği adet ettiğinden Ayşe'nin nişanlısına da "senin gülün" derdi. Bu iki kimsesiz kadın yaprakları dökülmüş iki kuru dal gibi rüz­gârın sitemiyle karanlık gecelerde yekdiğerine temayül eyledikçe yalnızlıklarını daha anlıyorlar, acılarını duyu­yorlardı. Bu hasb-ı haller esnasında Samime'nin uzun si­yah kirpiklerinde Tuğrul'un aşkı ağlar, Ayşeciğin gözleri­nin mavi ışıklarında Tosun'un ruhu yanardı.

—Hanımcığım muharebeden yeni haber var mı?

Samime elinde tuttuğu İkdam gazetesini okumaya başladı:

"On üç zırhlıya karşı bir asker"

"Salı sabahı düşman zırhlılarından on üçü Trab­lus'un şark tarafında kâin Hamidiye İstihkâmı’nı dövmeye başlamışlardır. İstihkâmda on bir neferle bir çavuş vardı. Neferlerin dokuzu bir müddet sonra şehit, ikisi mecruh olmuş ve sağ kalan Mehmet Çavuş isminde bir kahraman henüz parçalanmayan bir kaç topla, dünyanın hiçbir muharebesinde işitilmemiş, hiçbir memleketin ta­rihinde görülmemiş bir inat ve metanetle tek başına dört saat düşmana mukabele etmiş ve nihayet o tunç toplarla beraber o pulat vücut da başına yağan yüzlerce gülleler altında parça parça olmuştur. Böyle emsalsiz erlere ma­lik olan millet dünyanın en büyük milletidir."

— Hanımcığım yetişir! yetişir! O Mehmet Çavuş be­nim babacığımdır!...

— İnşallah değildir.

— Hamidiye İstihkâmı’nda olduğunu biliyorum.

Ayşecik bayılmıştı. Samime Hanım odasına koştu elinde Lokman ruhu, kolonya suyu şişeleri olduğu halde Ayşe'nin şakaklarını, bileklerini ovuşturmaya başladı.

— Babacığım ölümü kendi istedi. Terk-i tezkere etti. Niçin bilmem? Fakat ölümü istedi. Ben bunu anlıyorum, ninem de korkuyordu. Her mektubunda yalvarıyordu. Zavallı babacığım. Başı ucuna bir taş bile dikilmeyecek. Yattığı yeri ot örtecek, yağmur silecek, rüzgâr süpürecek.

— Ah bu vatanda her şehirde bir taş dikilseydi, mem­leketimiz baştan başa bir kabristan kesilirdi ve bu türbe­lerin kandilleri için göğün yıldızları kâfi gelmezlerdi.

Şimdi kocası Tuğrul Bey'in de maruz olduğu tehlike­leri düşünen, belki yarın, belki öbür gün bir felaket habe­ri alacağından ürken Samime, vücudunu siyah tül gibi kaplayan bir kara hulya altında bunalıyor, sararıyordu.

_ Ne mutlu ona! Şehit oldu. Sen de yetim oldun. Duadan gayrı elimizden ne gelir. Dua edelim Allah İs­lam'ı muzaffer etsin! Artık Samime söyleyecek söz, verecek teselli bula­mıyordu.

İkisi de ağlaya ağlaya abdest aldılar. Başörtülerini örttüler, seccadelerini yaydılar. Sessizce namaza durdu­lar. Birer melek gibi Allah'a o derece kayboldular ki, o derece benliklerinden, varlıklarından geçtiler ki, o dere­ce bittiler ki secdeye kapanan başları yerden kalkmak is­temiyor; dimağlarına hücum eden tufan-ı niyaz biçareleri o vaziyette eritiyordu. Namazdan sonra titreyerek kıble­ye açılan eller, dakikalarca hareketsiz kaldı. Tutuşan yü­reklerinden kopan ateş damlalarıyla ağladılar. Bu kıvıl­cımların Allah dergâhında birer iz bırakacağına iman ederek, yine o sükûnetle seccadelerini topladılar.

_ Ah Ayşecik! Benim de babamın Moskof muhare­besinde şehit olduğunu kıymetli nineciğim söylerdi. Ne yapalım? Erkekler vatanın kuzuları değil mi? Bir gün alınlarında yazılmışsa, elbette kurban olacaklar.

Bu sırada masanın üstündeki çiçekliğin içinde duran bir beyaz gülü Samime gördü. Şimdi düşünüyordu: Bu vatanın her avuç toprağı bir şehit kanıyla yoğrulmuş iken nasıl oluyor da bahçelerinde yine beyaz güller, ak zambaklar, sarı papatyalar yetişiyor? Her köşesi inleyen bir ninenin, kahrolan bir sevgilinin acı yaşları ile sulandığı halde, nasıl oluyor da çiçeklerinin göbeklerinde yine her arı bir içim tatlı, her kelebek bir parlak renk buluyor?

Çocukluğumdan beri duyduğum, gördüğüm, okudu­ğum: Boğuşmak, savaşmak, vuruşmak!... Her taraf nefret ve kan!... Her taraf kin ve ateş.!... Niçin? Niçin memleke­te bir siyah bulut çöküp, tabiat bütün felaketlerinin bir­den matemini tutmuyor? Bu hüznün sükûtu içinde olsun ruhunu dinlendirmiyor ve acılarını doya doya tatmıyor?

- Haydi, Ayşeciğim yat! Allah babanı aldı. Belki gülünü sana bağışlar bir gün, onu gazi olmuş, karşında görür­sün.

Ayşe usulca kalktı, odasına çekildi. Yatağın kenarına oturdu. Babasının ruhuna tekrar bir Fatihacık hediye et­ti. Yorganını çekti. Acıyan, yanan göz kapaklarına, biça­relerin biricik teselliyetkârı olan uyku bile yaklaşmıyor­du. Sabaha karşı dalmıştı. Rüyasında, mavi göğün kena­rında, beyaz bir melek indi. Bu melek "ben aşk'ım" dedi. Ayşe'yi kanatları altına aldı. Dağları aştı, denizleri geçti. Trablusgarp'a götürdü. Çölün ortasına bıraktı, uçtu gitti. Ayşe şimdi, şeffaf bir geceye bürünmüş azametli bir sü­kût içinde yalnız kalmıştı. Gökte binlerce yıldız parılda­yan gözlerini kırpıyordu. Ayşe sahranın ortasındaki hur­ma ağaçlarının arasına girdi. Kuyunun başında testisini dolduran bir Arap çocuğuna yalvardı. İki dakika geçme­mişti ki babası ile Tosun koşarak geldiler. Babası "işte ni­şanlın" dedi ve kızını alnından öptü.

— Ben buradan düşmanı kovmadan köye dönemem. Sen nişanlını götür. Onun hizmetini de ben görürüm, diyerek ağaçların arasından karanlığa karıştı. Gitti. Şimdi iki yavuklu karşı karşıya durmuşlar ve utanmala­rından konuşamıyorlardı. Ayşe kendisini unutarak bir­denbire başını Tosun'un sağ omzunun üstüne bırakıver­di. Ağlamaya başladı. Artık delikanlı da ona sarılmıştı. Böyle iki dakika kaldılar. Ayşe usulca: "Ya ben de senin yanında kalayım, ya memlekete gidelim. Beni yalnız bırakma" dedi.

Tosun güldü. Sevgilisini kolundan tuttu. Yakındaki kuyunun kenarında bir ağaç kütüğünün üstüne oturdu­lar. Ayşe yalvarıyordu ve ağlıyordu. Gözlerinden dökülen yaşlar yanaklarının üstünden önüne yuvarlanıyordu.

—Hay küçücük Ayşe! Hemşehrilerimin bağrını düş­man kurşunu delerken nasıl ben seni sineme çekerim?

Zavallı kız, yeniyle yaşlarını silmek istediği zaman eteğinin, bir sedef gibi, incilerle dolduğunu görür görmez sevincinden bir çığlık kopardı.

— Tosun, Tosun; incilere bak: Ben bunları yarın Padi­şaha götürür, senin bedelini veririm.

— Sen kıymetli taş mı arıyorsun? İşte istediğin kadar!

Bu sırada genç nefer,  düğmelerini sökercesine hızla çekti, göğsünü açtı. Sinesinden damla damla laleler, yakutlar kumlar üstüne döküldü.

— Ayşecik! Benim bedelim bir avuç inci mi, yakut mudur? Benim bedelim bu çöllerin bütün kumlarıdır. Trablus'tur. Ben bitmeyince Trablus, gitmez. Sen Padişa­ha hediye götürmek istersen, senin gibi günahsız şeyler götür. Halifeler melek gibi masumdurlar, naziktirler. in­şallah birkaç gün sonra buralardan düşmanı kovalım. İşte o zaman Padişah babamıza bir demetçik çiçek götür ve mukabilinde beni ondan iste. Padişahlar çiçekleri sever­lermiş.

— Ben Padişahımızı nereden göreyim? Nasıl vereyim Tosun?

— Gönlüm diyor ki ben şehit olmamışsam mutlaka vereceksin. Şehit olmamışsam mutlaka vereceksin.

Bu esnada şafak sökmeye ve gök ağarmaya başla­mıştı. Hurma ağaçlarının arkasından muharebe meydanı bütün korkunçluğuyla gözüküyordu. Bir ağacın dibinde parçalanan göğsünden dökülen kandan, bornusu al bay­rağa dönmüş bir Arap mücahidi, beride bağırsakları kum­lar üstünde sürünen birçok şehitler; onların yanında bir kafa, bir bacak; ortada boyunlarını, ayaklarını uzatmış iki üç hayvan lâşesi.

Ayşe bu levhanın dehşetiyle titrerken Tosun'un elle­rini sıkı sıkıya tutuyordu. Bu anda birbiri arkasından de­rinden duyulan boru çığlıkları geniş sahrayı çınlattı. To­sun gülümsedi. Uzaktaki kulübelerden, çadırlardan, kumların arkasından binlerce mücahit birden fırlayıver­diler. Şimdi zavallı kızın başının üstünden, kulakları ke­miren bir çatırdı, gürültü ile nereden geldiğini anlayama­dığı bir gülle yağmurudur başladı. Tam bu sırada idi ki mücahitlerin ortasından başı yükselen iri cüsseli bir zabi­tin kalın sesi kükredi. Bir yanardağ tepesinden feveran eden alev şiddetiyle etrafa akseden yakıcı, eritici sözle­rinden Tosun ile Ayşe'nin bulunduğu yerden ancak şu cümleler işitilebiliyordu:

"Ey mücahitler! Allah yolundan dönen kimdir? Ey gaziler! Hak yolunda geri kalan kimdir? Kâbe sağımızda, Cennet önümüzde, Allah her tarafımızda! Şahadete âşık olmayan kimdir? İnnel vatan ve inna ileyhi raciun! İleri…

Gökten iner gibi parlayan bu sadanın tesiriyle her mücahit bir şimşek kesildi. Vatan gayretiyle kabaran gö­ğüslerden fırlayan "Allah Allah" gulgulesi bu zabitin se­mavî hitabına, ilahi cevap oldu.

Ayşe'nin gittikçe kenetleşen parmakları arasından Tosun ellerini sıyırdı, kurtardı. Arkasında asılı tüfeğini sırtına aldı. Tatlı tatlı gülümsedi ve sevgilisinin alnından öperek yalnız "dua et" dedi; seğirterek ağaçların arkasın­dan kayboldu. Ayşe, "ben de beraber, ben de seninle!" feryadıyla koşarken düştü, kumların üstüne yığılıverdi.

Kız, bu helecanla gözlerini açtığı zaman gördüğü rü­yanın tesiriyle bütün vücudu kırılmış, takatsiz bir halde idi. Şimdi, sokaktan geçen salepçinin derinden gelen ba­ğırtısını işitiyor. Bir saatten beri çektiği azabı düşünürken nişanlısının "Padişah babamıza bir demetçik çiçek götür" sözünü hatırladı. Bu hediye Trablus'tan birkaç güne ka­dar düşmanı kovduktan sonra verilecek değil miydi? Lakin babasının şahadetiyle Ayşe'nin korkusu çoğalmış, sabrı tükenmişti. Birkaç gün daha tahammül edemeyecekti. Saf bir inkıyat ve dini bir teslimiyetle bahçeye indi. Her zaman, sararmış yapraklarını ayıkladığı, topraklarını yumuşattığı menekşe tarhından o sabah açılan mor koku damlalarından yaptığı mini mini demeti ince ipek kâğıdına sardı. Hanımcığı ona akşam anlatmamış mıydı ki, "çi­çeklerin rayihası, renklerin lisanıdır." Belki Padişahın ru­haniyeti bu menekşelerin yalvaran sözlerine agâh olur.

Çarşafına titreyerek büründü. Kalın peçesini indirdi; "besmele" çekti. Kapıdan çıktı. Çiçekleri carının altında sıkı sıkıya tutarak yürüdü... Nereye gidiyordu? Padişaha bu çiçekleri nasıl verecekti? Düşünüyordu Dolmabahçe Sarayı'nın karşısındaki duvara dayanacak. Divan dura­cak, Pencerelere gözünü dikecek. Padişah elbette pence­reden bakacak. Onu görecek. Uzaktan boynunu büke­cek menekşelerini gösterecek. Padişah merak edip ken­disi huzura çağırtacak. O da hemen ayaklarına kapana­cak: "Padişahım alınız menekşelerimi, veriniz gülümü" diyecek...

Beynine hücum eden bu düşüncelerin kendi haline nispeten büyüklüğü ile dizleri titriyor, yüreği çarpıyor­du.. Bu işi beceremeyecekti. Padişahın karşısında düşe­cek ölecek, eriyiverecekti. Ya Hünkâr Tosun'una gazap ederse ve Tosun: "Ayşe hile etti; Ayşe yalan söyledi. Ben burada, yurdum için, Padişahım için ölmeğe ahdettim." derse; zavallı kız bunları düşünürken bittikçe bitiyordu.

Samime Hanım'ın her gece okuduğu romanının, saf dimağına tesiriyle icat eylediği hayallere aldanmıştı. Şimdi hakikatin çetinliği karşısında yapacağını şaşırdı. Düşündü düşündü. Nihayet damarlarındaki Türk kanı birden kaynadı, "Kim bilir Allah büyüktür!" dedi. Ve bu defa kalp kuvvetiyle yürümeye başladı. Lakin Saray civarının havasında duyduğu rayiha-i mehabet, yüksek duvar­larından uçan sükûn-u azamet Ayşeciğin yine cesaretini kırdı sinirlerini titretmişti, gözlerinden sıcak yaşlar dö­küyor, kalbi göğsünü parçalayacak mertebe çarpıyor­du. Duvarlara sürüne sürüne gölge gibi ilerledi. Nemli gözlerinin teveccüh edeceği bir mihrap, çırpınan ruhu­nun uçup konacağı bir pencere, bir kafes arıyordu.

Tam bu dakika uzaktan doğru kulağına bir mızıka sesidir, geldi. Sabahleyin birkaç bölük asker talime gi­diyorlardı, tabur kızcağızın önünden geçerken en arkada kızıl fesli, geniş omuzlarıyla dik başı, sert yürüyüşüyle, kaşları, iri dudaklarıyla Tosun'a pek benzeyen bir neferin gözü gözüne tesadüf etti: Ayşe ileri doğru bir adım attı; yaralı serçe çığlığı kadar zayıf bir sesle, "To­sun!" dedi. Gözleri karardı. Sendeledi, çamurların üstüne düşüverdi.

Ayşe aldanmıştı, bir örnek elbise giyen her nefer yekdiğerini andırırdı. Zavallı kız bu sırada Tosun'un ha­yalini görmüştü. Hemen bir polisi ve oradan geçenlerden birkaç kişi Ayşe'yi ayılttılar. Kendisine gelince etrafına bakındı. Elinden düşen menekşelerin çamurların içinde ezildiğini gördü. İpek kâğıdından beyaz kefenleri içinde cansız yatan bu mor çiçeklerin mini mini naaşları üstünde bir mezar taşı hüznüyle dimdik dondu, kaldı. O dakika Tosun'un rüyadaki, "ben şehit olmamışsam çiçekleri mutlaka vereceksin" sözleri yıldırım gibi beynini yaktı, "demek ki bitti, o da bitti" dedi ve ağlayan gözlerini ma­tem rengindeki peçesinin bulutu altında sakladı.

AHMET HİKMET MÜFTÜOĞLU

İLGİNİZİ ÇEKEBİLİR:

HAVUÇLU PİLAV MESELESİ-T.BUĞRA

GÖZYAŞI-R.HALİT KARAY

İKİ BUÇUK-ORHAN KEMAL

HARİTADA BİR NOKTA-S.F.ABASIYANIK

 

DİYET-ÖMER SEYFETTİN

ALİ ÖĞRETMEN - EMRAH BİLGE MERDİVAN

$
0
0

ALİ ÖĞRETMEN

Ağır adımlarla ilerledi, birbirini iterek koşuşturan, güneşli günleri özlemiş çocukların arasından. İnce ve narin bir yağmur şıpır şıpır. “Rahmet!” dedi mırıldanarak ve eşit adımlarla karoları sayarcasına adımladı koridoru. Kimilerine hüzün kimilerine kasvet veren böyle havalar, Ali Öğretmen’e hep huzur verirdi. Hele bacaklarını kalorifere yaslayarak nazik damlalar arasında başını kaldırıp uzaklara bakması yok mu; bedenini terk edip uçar giderdi uzaklara, derinlere, deryalara… Çocukluğunun, çıplak ayak dolaştığı sahillerinde gezdiren yağmur damlalarının serinliğini zil sesi araladı. Tekrar sınıfına yöneldi. Haylazlarının, huysuzlarının yanına. Hattâ baş belâsı bile diyen olmuştu onlara fakat Ali Öğretmen hiç yakıştıramadı bu kaba sözü ne dudaklarına, ne de onlara.

 

 Bu okula geleli daha üç ay olmuştu fakat arkadaşlarının gözünde üç yıllık işi sığdırmıştı bu zamana. Herkesin illallah edip ayaklarının geri geri gittiği bu sınıf, nasıl olup da gül bahçesine dönüvermişti. Herkes önce Ali öğretmenin disiplininden, onları nasıl dize getirdiğinden, nasıl muma çevirdiğinden bahsetti. Fakat Ali Öğretmen sesi soluğu çıkmayan, hattâ pek çok önemli hâdiseye tepki göstermeyen bir garip âdemoğlu. Sakin ve ağırbaşlı… Olmaz dediler biraz daha tanıyınca. Bu işte başka bir iş vardı. “Bu canavarlara elini veren kolunu kaptırır.” diyordu tecrübeli demirbaşların ileri gelenlerinden Ayşe Hanım. Haklıydı da. Bu güne kadar hep böyle olmuştu. Gerçekten herkes bu sınıfı adam etmek için çok çaba sarf etmişti lakin kimse muvaffak olamamıştı. Üstelik bütün öğretmenler hem başarılı hem de fedakâr insanlardı. Fakat ne nasihat tesir ediyordu afacanlara, ne de iltifat. 

 

Cam, çerçeve indirmedikleri mi kalmıştı, okulun büyük öğrencilerini aralarına alıp dövmedikleri mi? Minikler bahçede top oynayamaz, büyükler yalnız dolaşamaz olmuşlardı okulda. Ayşe Hanım’ın bu kızgınlığı da kendi sınıfının kitaplığı için biriktirdiği paranın bunlardan birkaçı tarafından iç edilmesinden kalmaydı. Onca iyi niyet, onca merhamet… Sanki kalkanlarını geriyorlardı kalblerinin üzerine ta iyilik içlerine sızmasın diye. Bir de veli toplantıları vardı… Evlere şenlik, veli mi daha dertli yoksa öğretmen mi bilinmezdi. Herkes içini döküyordu birbirine, diğerini dinlemeden. Ve o karmaşa yumağından süzülen tek söz, çaresizce “Ne yapabiliriz?” oluyordu her seferinde. Her defasında stratejiler çiziliyor, programlar yapılıyordu ama nafile. Ayşe Hanım’ın deyişiyle sanki bağışıklıkları vardı hepsinin her türlü tedbire karşı. 

 

Sürekli mevzu bahis olduğu hâlde hiç özel bir şey söylemedi Ali Öğretmen. Herkesin bildiği şeyleri yapıyordu. Kendi de zembille inmiş bir adam sayılmazdı. Kulaktan kulağa dolaştı namı, okulun duvarlarını da aştı. Duydukça sıkıldı, sıkıldıkça içine kapandı Ali Öğretmen. Artık zarurî hâller dışında kimseyle konuşmaz olmuştu. Ama arkadaşları kadirşinastı. Allah’tan hiç çekemeyeni olmadı. Hep sena, hep takdir; hem yüzüne, hem gıyabında… Ama ağır gelirdi insanlara kendine biçilen rolleri oynamak. Ona da ağır geldi. Odaya girmez oldu. Kendini, zaten çok sevdiği yalnızlığıyla baş başa bıraktı. Fakat anlayamadı ki böylesinin daha dikkat çekici olduğunu. Kendini üstün görmenin alameti sayılacağını. Anlamadı ve öyle de oldu, öyle zannedildi. Ben kaçarsam merak dinecek mi zannetti bilinmez ama dinmedi, katlanarak arttı.

 

“Artık çocuklar uslu, çocuklar zeki, çocuklar yetenekli. Büyü gibi bir şey mi yaptın Ali Öğretmen. Nerede sihirli değneğin?” 

 

Ayşe Öğretmen başkanlığında gizli bir komisyon kuruldu kantinin kuytu köşelerinde. Her şeyi takip edilecek, her hareketi izlenecek, bu işin sırrı çözülecekti. Kötü niyetten değil, sırf meraktan. Merak ne kuvvetli bir müşevvikti öyle. “Merak adamı mezara, deveyi kazana sokar.” diye boşuna dememişti eskiler.

 

Gizli takip başladı. Hattâ epeyce de çizmeyi aştılar. Sınıfına gizli kamera, öğrencilerine ufak sorgular, aile hayatı, komşuları derken adamın bütün çamaşırlarını Çarşamba pazarı gibi serdiler meydana. Vay domatesin hormonsuzunu aldı, yok buna selâm verdi de öbürüne kafa salladı… Aşağı çektiler, yukarı vurdular ama elle tutulur bir sebep bulamadılar. Adam gibi adamdı işte. Bir farkı yoktu. Ali Öğretmen de anladı hâllerini. Merak onları yiyip bitirecekti; onlar da Ali Öğretmen’i. O da bilmiyordu onlara ne vermesi gerektiğini. Bu dağ gibi merakı doyurup tatmin edecek cevap yoktu ki elinde. “Vallahi bilsem söyleyeceğim!” diyordu içinden, ama yok… Ne dese sönük kalacaktı. Onların aradığı o sihirli adamı bulamadı içinde. Önceki okulunda da böyle olmuştu. Ayının sevmediği ot burnunun dibinde bitermiş ya, o ne kadar kendi hâlinde olmayı severse, sanki o kadar olayların göbeğine oturtuyorlardı. Hiç sevmezdi dikkat çekmeyi, hattâ kırmızı bile giymezdi göze batmasın diye ama sevmediği de başından hiç eksik olmazdı.

 

Bir gün Murat’ı çağırdı Ayşe öğretmen. Murat ki sabıka dosyası dolu… En son okulun toplarını mahallede satarken enselenmiş, yakalanınca hepsini bıçakla tek tek patlatıp kimseye yar etmemişti. Bir dönem okulun arka yanındaki çalılıkta üst sınıflara tek sigara pazarlar olmuştu. Hattâ pazarı o kadar genişletmiş ki Deniz Efendi çalılıkta yangın çıktı diye ortalığı velveleye vermişti. Deniz Efendi suyu basınca üzerlerine hepsi sucuk gibi çıktılar ormanlıktan, tek ıslanmayan murat olmuştu. Üzeri kuru olduğundan aleyhine delil bulunamayarak beraat etmişti. İşte bu Murat, şimdinin 18 Mart şiir yarışması ikincisi, Yeşilay kolu başkanı olan Murat. 

 

Ayşe Hanım Murat’a sordu: 

 

— Ne yapıyor Ali Öğretmen, ne söylüyor da sen bu kadar değiştin.

— Bilmem öyle ilginç şeyler söylemez. Herkesin dediği şeyler işte. Zaten bildiğimiz şeyler. 

— Tamam da evlâdım seni değiştirdiğinin farkındasın değil mi? Ben buna ne sebep oldu onu merak ediyorum.

 

— Anladım da niye Ali Öğretmen’e bağlıyorsunuz. Ben her şeyi kendi isteğimle yapıyorum. Kimse bana karışmıyor ki.

 

Ayşe Öğretmen bu kesin yalan söylüyor, diye düşündü. Yüzünün şekli değişti ve birden bire “Hepinizi tembihledi değil mi?” diye çıkışıverdi çocuğa. İş büyümeden hemen diğer öğretmenler Murat’ın gönlünü alıp başını okşayarak dışarı saldılar. Ayşe Hanım, aşırı tepki vermişti ama artık kendini kontrol edemiyordu. Bu olaydan sonra bazıları işin peşini bıraktı fakat Ayşe Öğretmen komutasındaki bir grupta bu durum bir saplantı hâlini almaya başlamıştı. Günler günleri, haftalar haftaları kovaladı bu sıkı takibe rağmen günden güne iyiye giden bu sınıfta neler olduğu bir türlü keşif edilemiyordu.

 

Ağaçların yeniden tomurcuk açtığı, kelebeklerin görücüye çıktığı vakitlerde yine âdetleri olduğu üzere müfettişler okulu ziyaret ediyorlardı. Bütün öğretmenlerde tatlı bir telâş her seneki gibi… Dışarıya hissettirilmemesi gereken garip bir heyecan… Ama endişe değil hele korku hiç değil sadece başkası tarafından gözlenecek ve izlenecek olmanın heyecanı. Her atılan adım her söylenilen söz bir anlam taşıyacaktı müfettişlerin gözünde. Dilsiz değildi ya bu adamlar, elbette konuşacaklardı ve elbetteki teftişe geldikleri öğretmenleri konuşacaklar, davranışlardan bir sonuç çıkaracaklardı. Ya Ali Öğretmen? Gariban zaten dört aydır teftişteydi, bu hâl onu teftişin heyecanını yaşamaktan bile mahrum bırakmıştı.

 

Plânı, programı, bütün evrakları tamamdı Ali Öğretmen’in. Çocuklar da iyi sayılırdı. Hiç olmazsa yüzünü kara çıkarmayacak kadar, daha ne olsun bundan iyisi can sağlığı. Müfettiş Osman Bey dördüncü saat Ali Öğretmen’in dersini teftiş edecekti. Bütün öğretmenler dikkat kesilmiş yılın en büyük olayını gizli kameranın merkezinin bulunduğu Ayşe Öğretmen’in sınıfında pür dikkat olacakları izliyorlardı. Ders trafikti, işleniş, anlatım, öğrenciler, plânlar her şey mükemmel giderken Osman Bey, Ali Öğretmen’e “Emniyet kemerini de bu konuya bağlantılı olarak anlattınız değil mi?”diye sordu.

 

Ali Öğretmen:

 

 

—  Hayır anlatamadım.

 

— Olsun, bir dahaki derste değinirsiniz o zaman.

 

— Hayır değinemem.

 

— Ne demek yani?

 

Diyaloglar ilginçleşmeye başlamıştı. Millî maç heyecanıyla izlenen teftiş görüntüleri beklenmedik bir olaya şahitlik yapıyordu. Kısa boylu ve biraz da tombul olan Ayşe Hanım yerinden doğrulup heyecandan âdeta monitöre yapışmıştı. Kimi öndekini kazağından çekeliyor, kimi kafasını aralardan sokup bakmaya çalışıyor… Göremeyenler homur, homur.. Öyle bir manzara ki tarifinden kalem aciz… Heyecan son haddinde…

 

— Kusura bakmayın ama hocam daha vakti gelmedi.

 

Genelde sakin tavırlarıyla bilinen Osman Bey celâllenmişti.

 

— Ne demek vakti gelmedi? Programa göre iki ay önce işlenmiş olması gerekiyor. Ne bekliyorsunuz, karne verirken mi anlatacaksınız!

 

Ali hoca biraz utanarak biraz sıkılarak anlatmaya başladı:

 

— Yalan nedir bilir misiniz?

 

— Bilirim de ne alâka?

 

— Ben hiçbir zaman kendim bizzat yapmadığım ve yaşamadığım bir şeyi insanlara yapın diyemedim. Demek istediğimde hep kendimi yalan söylüyormuş gibi hissettim. Nefesim daraldı, yüzüm kızardı, sesim çatallaştı. Sizin sorduğunuz meseleye gelince… Aslında uzun zamandır çocuklara takın diyebilmek için kendi aracımda özellikle takıyordum. Fakat birden öğretmen servisinde takmadığımı fark ettim. Bu da benim elimi dilimi bağladı. Şimdi bir aydır orada da takıyorum kırk gün dolsun söz onlara da anlatacağım.

 

Ayşe Hanım monitörü kapattı. Yaptığından dört ay sonra utanmıştı. Hepsi birbirine bakakaldılar. Ağızlarını bıçak açmıyordu. Bir şey söylemeden dağıldılar. Gün sonunda ufak bir toplantıyla teftişin sona ereceği duyuruldu. Herkes öğretmenler odasında yerini aldı. Konuşmayı Osman Bey yapacaktı, fakat O Ali Bey’e gülümseyerek “Biz de buraya kemer takmadan gelmişiz, öyleyse daha konuşmamızın vakti gelmemiş.” dedi ve sözü Ali Öğretmene bıraktı. Ali Öğretmen şaşırdı, yutkundu, kaçmaya bile yeltendi ama nafile, top kendisinde kalmıştı. Mecburen başladı konuşmaya. Utancından kimsenin yüzüne bakmadan tavanın flüoresanlarına gözlerini dikti ve konuşmaya başladı: 

 

— Benim bu meslekte öğrendiğim iki cümle var: Birincisi “Ben öğretmenliği çiçek yetiştirmek gibi görüyorum. Eğer büyümesini istiyorsanız sadece toprağıyla uğraşın dalını yaprağını çekelemek onu büyütmez, yalnızca hırpalar.” İkincisi: “Eğer aynadaki görüntüyü beğenmiyorsanız, üstünüze çekidüzen verirsiniz. Aynayı eğip bükmek çare olmaz, sonra kırılır elinizi de parçalar.” 

 

Ve devam etti: 

 

— O çocukların yeşerdiği toprak benim, o aynadaki gölgenin aslı da benim. Kaç aydır merak ettiniz, bu adam ne yapıyor, bu çocukları nasıl yetiştiriyor diye. Ben hiçbir zaman insanları düzelteyim veya yetiştireyim diye uğraşmadım. Hep kendimle uğraştım, kendimi düzeltmeye gayret ettim. O yüzden de bir sırrım veya size söyleyeceğim özel bir yöntemim yok. Sizden tek istediğim bundan böyle beni bana bırakın. Artık size göre değil, kendime göre yaşamak istiyorum!

 

Ali Öğretmen başını tavandan indirdiğinde gözleri yaşla dolmuş bir oda dolusu öğretmenin gıpta dolu alkışlarıyla karşılaştı. Dayanamadı, arkasını dönerek hemen oradan uzaklaştı. Koşarken koridorda ağlamaklı ince bir haykırış bıraktı: “Beni bana bırakın demedim mi?”

Emrah Bilge Merdivan , YAĞMUR DERGİSİ

AKLIM ARKADA KALACAK - NECATİ CUMALI

$
0
0

AKLIM ARKADA KALACAK

Evimiz sokağın alt başında. Yatıp kalktığım odanın penceresinden bakınca, bir baştan bir başa bütün sokağı görüyorum. Bir saat sonra yola çıkacağım. Odamda öteberi eşyamı bavuluma yerleştirmiş doğruluyordum ki, sokaktan gelen bir çocuk ağlaması beni pencerenin önüne çekti.

Çocukların ağlamasına dayanamam. Bir fena olurum duydum mu. Çocuklar boş yere ağlamaz. Şu dünyada çocukların ağlaması ne kadar azalırsa, bilin ki kötülükler o kadar azalmıştır. Ağlayan bir çocuk sesi duyar da ilgilenirseniz, bilin ki şu bozuk düzenin sizi üzecek bir olayıyla karşılaşacaksınız.

Pencerenin önünde baktım; karşı komşumuz Boşnak Nuri'nin büyük oğlu, yalınayak, donsuz, kapılarının önüne yüzükoyun düşmüş ağlıyor.

Demedim mi çocuklar boş yere ağlamaz diye? Çocukcağız üç yaşında var ok. Anası hoppa mı hoppa, fıkır fıkır bir kadındı benim bildiğim. Nuri'den çok gençti. Nuri rençber. Gününü kırda tarlada geçirir. Perçemi kaşı üstüne düşen ceketi omuzunda bir Hakkı vardı. Nuri evden çıktı mı Hakkı eve damlardı. Hakkı için kadının dostu diye laf çıkarmışlardı konu komşu. Nuri'nin küçük oğlu, hani şu ağlayan Hakkı'ya benzerdi de kadının bu çocuğu Hakkı'dan doğurduğunu söylerlerdi. Nuri de bilirdi derler karısının hovardalığını. Bilirdi ama, kadına dayanan nazdı. Sonra iki yıl kadar önce kadın, üç çocuğunu da, Nuri'yi de, Hakkı'yı da bırakıp kaçtı. Türlü laflar duyduk arkasından. Kaynına konuk gelen bir Akhisarlı'ya kaçtı, dediler. Aydın'a gitti, dediler. Genelevlere düşmüş, İzmir'de dediler. Kadın nereye gittiyse gitti Nuri o sıralarda en büyüğü beş yaşında kızı, onun ikici yaş küçüğü, iki oğluyla kaldı. Şimdi çocuklara, sözüm ona Nuri'nin büyük kıı bakar. Konu komşu çocuklara eskilerini verirler, arada birer kap yemek gönderirler, şöyle böyle yardımda bulunurlar ama, analık edemezler.

Ablası koştu. Oğlanı kollarının altından tutup kaldırdı. Sonra büyük bir taşbebeği kucaklar gibi, kardeşini kucaklayıp kapılarının eşiğine oturttu. Çocuğu iki yana sallamaya başladı.

Nuri'nin karısını etraflıca hatırlayayım diyorum ama, olmuyor. Pek az şey geliyor kadından hatırıma. Eve girip çıkarken, şöyle gözlerinin içi ışıl ışıl, kapılarının arasından görünürdü.

Yüzü gülerdi hep. Çocuklarını sabahtan sokağa salardı gitsin. Bazan da şarkı söylediğini duyardım. Hepsi bu kadar...

Ne tuhaf! İnsan kapı komşusu hakkında bile bazan bir şey bilmiyor. Nuri'yi desen; onu da ancak o kadar tanıyorum. Sabah, omuzunda kazma, arkasında keçisi evden çıkar; akşam omuzunda kazma, koltuğunun altında bir demet ot, arkasında keçisi eve dönerdi. Arada bir karşılaşırsak "Ne var, ne yok bey?" derdi. "Ne yazıyor gazete?" Eline hiç gazete almamış, okuma yazma bilmeyen biri size gazetede ne yazıyor diye sorarsa ne anlatırsınız önce ona? Bulup seçemezdim söyliyeceğimi, "Şundan bundan"; derdim kısaca. Gayet ciddi başını iki yana sallardı. "Acayip?.." derdi o Boşnak şivesiyle. "Muharebe var mı? Muharebe" "Yok", derdim. "Yeni muharebe yok.. Habeşistan'da vardı. Bitti." Hayreti büsbütün büyürdü. Alt dudağı uzar, başını iki yana sallardı gene. "Acayip?" diye tekrarlardı. "Vardır muharebe. Dünyada olmaz muharebesiz."

Balkan Harbi'nin bitimi çocukluktan çıktığı yıllara rastlamış Nuri'nin. Osmanlı ordusu yenik düşünce, Sırbistan'da çoğu Müslümanlar dağa çıkmış o zamanlar. Nuri'nin de o sırada eline bir mavzer tutuşturan tutuşturmuş. Sonra nasıl olduğunu anlamadan, Suriye cephesinde, Galiçya'da, Kafkaslar'da on seneye yakın bırakmamış elinden o mavzeri Nuri.

Ben harp yok deyince Nuri'nin nasıl hayret içinde kaldığını hatırlıyorum. Sanki bu kadar sene savaştıktan sonra işin neye bağlandığını düşünür düşünür bulamazdı. Başını iki yana sallardı gene, "acayip!".

Nuri'den de bütün hatırladığım bu işte!

Sadece, Nuri ile karısı mı, böyle yarını yamalak hatırladığım? Sahi. Kimler gelip geçti, bizim sokaktan... Hatırlarım, ben beş altı yaşında çocuktum. Sokağın başındaki iki katlı yapının alt katı Makinist Halit'in atölyesiydi. Üst katı evi. Sokağın bütün çocukları atölyesinin kapısı önünde birikir, onun çalışmasını seyrederdik, hayran hayran. Bazan elinde anahtarlar, âletler, atölyesinin kapısı önüne getirilen bir otomobilin altına girer, uğraşır, uğraşır, sonra alnının terini elinin tersiyle silerek otomobilin altından çıkardı. Az sonra otomobil getiren adama "nasıl" dediğini duyardık, "tamam mı?" Adam: "Tamam Halit usta" derdi. "Sen bilirsin."

Halit usta ilk zamanlar bekârdı. Yalnızdı. Sonra günün birinde evinin penceresinde esmer bir kadın başı göründü. Mahallenin kadınlarının, oturma odasında toplandığı uzun kış geceleri, hatırlanın, kadınlar, önlerinde kuru yemiş tabaklan, fincan oynar, çığlıklar, kahkahalar atarlardı. Annem ne kadar zorlarsa zorlasın, böyle gecelerde yatmak istemezdim, öteki kadınların aksine, incecik, narin bir kadındı o. "Gel," derdi çok geçmeden, "fincanı beraber saklayalım." Müthiş sevinirdim. Odanın bir köşesine o, daha onun tarafından iki üç kadın, başlanın, fincan tepsisini, bir örtüyle örterler, beni de aralarına alırlar, yüzüğü fincanlardan birinin altına saklardık. Sonra bütün gece beni yanından ayırmazdı.

Kasabanın elektrikleri saat on ikide sönerdi. Saat on ikiye doğru elektrikler üç defa arkası arkasına çabuk çabuk yanıp sönerdi. Bütün kadınlar atarlardı kahkahayı. "Muallâ Hanım,

Halit Bey seni çağırıyor!" Hafif omuz silkerdi o, "Beklesin biraz. Kaçmadım ya!"

Bilirdik ki, Muallâ Hanım yarım saat daha oturursa, saat on ikiyi geçse de elektrikler sönmez. Yalnız Halit ustanın işaretleri sıklaşır, hazan bir dakikadan fazla elektrikler sönük kalır tekrar yanardı. Nihayet gülüşmeler, şakalar arasında misafirler kalkar, dağılırlardı.

Sonra bir gün sokakta oynarken, baktık, sokağın çıktığı cadde üzerinde, Halit ustanın evinin köşesinde bir otobüs durmuş koma çalıyor. Halit ustanın evinin üst katma çıkan kapı açık. Kapının içinde Halit usta ile Muallâ teyze sıkı sıkı sarılmışlar birbirine, dudakları kenetlenmiş, bir türlü ayrılamıyorlar. Otobüsün şoförü az bekleyip basıyor kornaya tekrar. Onlar ayrılır gibi oluyorlar. Muallâ teyze tekrar geri dönüyor. Birbirlerine atılıyorlar. Muallâ teyze tekrar geri dönüyor. Birbirlerine atılıyorlar. Birbirlerinin yüzünü gözünü öpücüklerle boğup tekrar dudak dudağa kalıyorlar. Ben, yanımda doktor yüzbaşının kızı Feriha, daha etrafta bir yığın çocuk, kapının önüne yığılmışız. Farkında değiller. Muallâ teyze tam tekrar kapıdan çıkmaya davranırken bizi görüyor. İkisi de gülüyorlar. Halit usta: "Mektup yaz" diyor. "Gider gitmez yaz." Muallâ teyze "Bekletme sen de." diyor, "hemen gel!" Otobüsün muavini "hadi", diyor, çabuk olun." Şoför, komaya basıyor. Muallâ teyze bizlere el sallayıp otobüse doğru ilerliyor.

Sonraları oynarken Feriha ikide birde bana: "Sen Halit usta ol, ben Muallâ teyze olayını." diyor. Tabii otobüsün de acele etmesi lâzım. Bizden daha küçük bir çocuk, ağzıyla koma çalıyor. Sarılıyoruz Feriha ile birbirimize. Sonra 11e yapacağımızı bilemiyoruz. Dudaklarımı Feriha 'nııı dudaklarına iyice yapıştırıyorum, ikimiz de az sonra boğulacak gibi oluyoruz.

Feriha arada bir "Dur, yavaş" diyor. "Hadi şimdi". Ayrılmışken kollarını tekrar boynuma uzatıyor. Oyunun her sefer sonunda Feriha'ya "mektup yaz" diyorum. "Gider gitmez yaz..." O da: "Sen de bekletme!" diyor, "çabuk gel!"

Halit ustayı, Muallâ teyzeyi, Feriha'yı daha uzun hatırlamaya çalışıyorum. Nafile! Halit ustadan açık mavi bir çift göz, yağlı bir tulum kalmış hatırımda. Muallâ teyzeden bir demet dalgalı, siyah saç. Feriha'dan pembe beyaz yanaklar, kuru ot kokusuna, yaz akşamlan duyulan kokulara benzer bir koku hatırlıyorum.

Daha aşağıda, pancurları açık maviye boyalı, o beyaz badanalı evde, Melâhat abla. Tek katlı evin sokağa bakan odası Melâhat ablanındı. Sokak pencereleri önünde bir duvardan bir duvara uzanan, üstü tek kırışıksız, saçakları dantelli beyaz örtülerle kaplı, kenarlarında Melâhat ablanın kendi eliyle işlediği yastıklar dizili minder. Uğula uğula aşınmaya yüz tutmuş pırıl pırıl döşeme tahtaları. Minderin önünde küçük, tertemiz bir kilim. Daima taze badanalanmış duvarlarda kartpostallar. Melâhat ablanın ilkokul hâtıraları... Üzeri beyaz işlemeli örtülerle kaplı tahta bir masanın üstünde ucuzundan bir ayna ile krepon kâğıdından yapına güller.

Okula yeni başladığını yıllarda Melâhat abla alırdı beni karşısına. Elişleri ödevlerimi yapar, derslerimi anlatırdı bana. Papuçlarımı odanın kapısında çıkarırdım. Minderde, pencerenin önünde, onun dizleri dibine oturur, onun hünerli ellerini seyre dalardım.

Melâhat ablaların evlerine karşı piyade taburunun tavlası vardı. Piyade subaylarının binekleri, makineli tüfek bölüğünün katırları o tavlada dururdu.

Bir Yüzbaşı Hayri Bey vardı. İkinci üstleri, ben okuldan çıkıp Melâhat ablalara uğradıktan sonra, gelir, tavlanın önünde seyisi bineğini tımar ederken, tımarın başında durur, sonra da tavlanın bitişiğindeki arsada, çılbır başlığıyla bineğini en az yarım saat çalıştırırdı.

Ödevlerimi yaparken Melâhat ablanın bakışlarının sık sık pencereden dışarı kaydığını; fark ederdim. Ben de onu bakışları arkasından pencereden bakar, Yüzbaşıyla göz göze gelince bakışlarını, yanakları kızararak önüne eğdiğini görürdüm. Elleri hafif titreyerek saçlarımı okşardı böyle zamanlarda, göğsü kalkıp inerdi.

Bir ikindi vakti okuldan dönerken, sokağa sapınca, yüzbaşının gene bineğini tımar ettiğini gördüm. Tavlanın önüne yaklaştığım sırada Melâhat ablaların kapısı açıldı. Melâhat abla, beline kadar inen saçlarını çözüp taramış, üzerinde beyaz buluzu, lacivert etekliği, elinde bir kitap, kapıdan çıktı. Kitabı mahcup mahcup yüzbaşıya uzattı:

— Teşekkür ederim. Çok güzel! Yüzbaşı gülümseyerek kitabı aldı:

— Korkarım sizi üzmüştür.

Melâhat abla, mahzun, başını kaldırdı hafifçe:

— Ah, zararı yok! Sonu çok acı ama, çok güzel!

— Beni de çok üzmüştü okuduğum zaman, dedi yüzbaşı.

Melâhat abla:

— Beni de, diyebildi. Sonra kapılarının içine çekildi. Yüzbaşı o sırada beni gördü:

— Merhaba delikanlı! Bize selâm vermek yok mu?

Durdum. Başımı önüme eğdim. Yüzbaşı, Melâhat ablaya sordu:

— Sizin ahbap galiba, değil mi?

Melâhat ablanın cevabını beklemeden, önümde ayak burunları üzerinde çömelerek beni hafifçe dirseklerimden tuttu; sonra çenemi, yüzüm hizasına getirecek şekilde hafif yukarı kaldırdı.

— Adın ne bakalım senin? Mırıldandım:

— Saim.

— Kaçıncı sınıftasın?

— İkinci sınıftayım.

Ooo! Maşallah neredeyse okulu kolaylamışsın! Ne olacaksın büyüyünce? Bineğe şöyle yan gözle baktım. Öyle bir atım olmasını isterdim ki... Yüzbaşı, ceplerini karıştırdı. Sonunda talim düdüğünü çıkardı cebinden, güldü:

— Saim bunu sana versem ister misin?

Sevinçten kulaklarıma kadar kızardım. Başımı, evet anlamına eğdim.

— Al öyleyse...

Düdük benimdi. Uçuyordum. Koşmaya hazırdım. Yüzbaşı:

— Dur bakalım, dedi, önce öttür bakalım, öttürebiliyor musun? Sonra bırakırım seni...

Bütün nefesimle düdüğü üfledim. Yüzbaşı neşeyle güldü, saçımı okşayıp:

— Haydi, şimdi, dedi. Serbestsin. Marş marş!...

Arkamdan, Melâhat ablaya, benim için "cin gibi"ye benzer lâflar ettiğini duydum.

O yıl, çok geçmeden piyade taburu bizim ilçeden başka ilçeye kalktı. Yüzbaşı Hayri Bey de taburla gitti. Melâhat abla, çok mu üzüldü o gidince, hatırlayamıyorum. Yalnız minderde, pencerenin önünde oturmuyordu eskisi gibi. Tavlanın kapalı kepenklerine bakmak benim bile içimi sıkıyordu. Ona sık sık, "Melâhat abla, subay olacağım" diyordum. Bilmem ne söylemek istediğimi anlıyor muydu? Subay olup onunla evlenecektim. O, on sekiz yaşındaydı o sıralarda. Ben sekiz...

Daha bize yakın, duvarları sıvasız, kepenkleri boyanmadan bırakıldığı için çürümeye yüz tutmuş evde Hatice nine otururdu. Bahara doğru akşamlan babam beş kuruş verir, "git," derdi, "Hatice nineden birkaç baş taze soğanla iki marul al." Tuttururdum beş kuruş az diye. Hatice nineye acırdım ben. Oğlu askerdi. Bahçesine kendi bakardı. Sonra beş kuruş daha verirlerdi. Bir koşu evden fırlar, Hatice ninenin avlu kapısının ipine asılırdım. Kapının dibinde nefes nefese seslenirdim:

— Hatice nine! Hatice nine!

Kadıncağız iki büklüm evinin etrafı tahta parmaklıkla çevrili hayatına çıkardı.

— Annem, selâm söyledi. Marul almaya geldim.

— Al, derdi kısık sesiyle. Geç bahçeye. Çıkar.

Malta taşı döşeli avlunun sonunda başlayan bahçeye geçerdim. Akşamın alacakaranlığında, yeni sulanmış bahçeden, yedi sekiz baş soğan, iki marul kökler, dönüşte Hatice nineye on kuruş uzatırdım. O her seferinde:

— Az bu kadar, derdi. Üşendin mi köklemeye?

— Yeter, diyecek olurdum. Elinin tersiyle çevirirdi beni:

— Siz kalabalıksınız. Verdiğin para da çok. Git bu kadar daha kökle. Az sonra ben kapıdan çıkarken:

— Selâm söyle annene, diye seslenirdi. Her seferinde para göndermesin. Bu kadar senelik komşuyuz.

Sonra daha yakınımızda, İsmet Abla ile annesi. Saçları, kirpikleri güneşten sararmış, bir haziran görünüşü gibi hatırımda kalan İsmet abla ile annesi komşulardan dönüp de yataklarına çekilince, saklandığı yerden çıkıp kızcağıza saldırmış derlerdi. İsmet abla varmak istemiyordu adama. Söz kesen kendisi değil, yakınlarıydı.

İsmet ablayı göremedim bir daha. Bana onun hastahaneye kaldırılırken kan kaybından yolda öldüğünü yıllarca söylemediler. Yıllarca taşlıklarda, mutfak köşelerinde duran küplerin arkasında, eli bıçaklı katiller saklıdır sandım. İsmet ablanın, gecenin içinde, bütün sokağı ayağa kaldıran "yetişin, yandım!" diye dağılan sesi yıllarca kulaklarımdan gitmedi.

Bizim tenha sokağımızın öteki komşularından da buna benzer kısa karşılaşmalar kalmış hatırımda. Ne fena! Aşağı yukarı bizim sokağın insanlarından benim bütün bildiğim bu kadar. Hikâye mi alıyorsun dünyada? Al, işte! Burnunun dibinde. Şu sokağın içinden gözüne ilk ilişen evi seç. Yeter ki, gönlünde o evin insanlarını tanımak isteyecek merakın olsun! Ne işin var uzaklarda?

Evet, işte bu sokaktan başlamalı. Bir zaman benim bütün dünyam bu penceresinden baktığım evden ibaretti. Bir yaşa gelince bu evin kapısından sokağa çıktım. Üç dört ev ötedeki boş arsada çocukların oyunlarına katıldım. Sonra, sokaktan ilçenin ana caddesine, başka sokaklarına, günü gelince de ilçeden ile, oradan başka illere...

Okullarda, yolculuklarda, kahvelerde, sokaklarda, devlet dairelerinde, kışlalarda, hastanelerde, bir yığın insan içine karıştım şimdiye kadar. Bir kışını bizim sokağın insanları gibi yarım yamalak hatırımda. Çoğu ile karşılaşınca, adını unuttuğumu anlamasın diye ne yapacağımı şaşırıyorum.

Bir yerde, bir sokakta doya doya kalamıyor ki insan. Daha etrafımda ne var demeye kalmadan, bakıyorsunuz gününüz dolmuş, başka bir eve, başka bir sokağa taşınıyorsunuz. Yahut bahtınıza, başka bir şehrin yolu görünüyor. Yoksa insan, doğru dürüst etrafını tanımaya kalksa, bir eve, bir sokağa eminim ki, ömrü ancak yeter.

Bir saat sonra yola çıkacağım. Neredeyse aşağıdan bizimkiler seslenecekler. Bu gelişimde baba evimde bir ay ancak kalabildim. O da nasıl geçti. Yeni makinisti, Melâhat ablaların evini satın alanları, Hatice ninenin oğlu ile gelinini, öteki komşularımızı, hiç değilse dört beş ay daha kalabilseydim, biraz olsun tanıyabilecektim. Bizim sokak durgun, sıkıcı gibi görünür tanımayana. Eminim, benim canım hiç sıkılmadı. Hem o vakit böyle yola çıkarken, hiç olmazsa aklım arkada kalmazdı!..

NECATİ CUMALI


AÇLIKTAN ÖLMEMENİN ÇARESİ-HÜSEYİN RAHMİ GÜRPINAR

$
0
0

AÇLIKTAN ÖLMEMENİN ÇARESİ

L. Bey: "Bonjur, monşer..."

V. Bey: "Boniur, şer ami..."

—    "Sabah sabah böyle saçlar taralı, potinler yamalı, ahlâk kanunu keşfine çıkmış bir filozof dalgınlığı ile ne tarafa?"

—    "Hayır, hayır. Benzetmeni hiç yerinde bulmadım. İnsana derin bir sefalet hissettiren bu kasvetli, kirli sokaklarda sabahleyin aç karnına ahlâk kanunu keşfine çıkılmaz. Hem en büyük filozofların şimdiye kadar buldukları kanunların iflâs ettiği böyle bir günde zavallı insanlık senin, benim gibi ahlâksızların keşfedecekleri kanunla muhtaç kalırsa, vay olur onun haline! Benim aramaya çıktığım şey bütün bütün başka."

—    "Nedir?"

—    "Yüzümün sarılığına, şu dermansızlığıma bak da anla."

—    "Ha anladım. Une aventure d’amour (bir aşk macerası) aramaya çıkmış olacaksın."

—    "Ah dostum, maksattan ne kadar uzaksın! O senin dediğin tok karnına edilir haltlardandır. Ben sabah sabah parasız karın doyurmaya çıktım."

Karşısındakinin koltuğuna girerek: "O! Bu sözün beni çok enterese etti. Parasız karın doyurmak... Buna bir imkân keşfedebildinse hemen ilgili bulunduğu makamdan bir ihtira beratı alalım, keşfimizi ilân edelim. Hem âlemin karnı doyar, hem de biz böylelikle ihya oluruz."

—    "Yok, yok! Bu oldukça önemli bir keşiftir; fakat ilân etmeye gelmez. Bu karın doyurma yolunu başkalarına gösterirsek sonra biz yine aç kalırız."

—    "Eh, öyleyse bir sen bil, bir de ben bileyim."

—    "Karnın aç mı?"    *

—    "Zil gibi. Böyle bir soruyu senin aklına ve kavrayışına yakıştıramadım."

—    "Niçin?"

—    "Benim aylıkla geçinir bir zavallı olduğumu bilirsin. İşte bu salı tamam on beş gündür ki maaşın süresi geçti. Zaten geçen avın on beşini bulmadan paralar tamamıyla suyunu çekmişti. Bir aydır bilâ mangır yaşıyoruz."

—    "Kredi ile?"

—    "Adam sen de! Dünyada kimin itibarı kaldı ki, kasabın-bakkalın yanında benim kredim olsun!"

—    "Nasıl yaşıyorsun?"

—    "Avrupalı belediye reisini elli gündür açlıktan öldürmeyen Allah bizi de muhafaza ediyor. Fakat uzun söz dinlemeye tahammülüm yok. Aman Allah’ım açlıktan tın tın ötüyorum. Şu senin parasız karın doyurmak sırrına hemen ermek isterim."

—    "Öyleyse gel beraber. Ben ne yaparsam sen de onu yap. Lâkin öyle bitik, meyus durma. Tok bir adamın kuvvetini ve neşesini göster ki esnaf bizden şüphelenmesin."

—    "Ne o? Adam dolandırmaya mı gidiyoruz?"

—    "Evet ama, gayet küçük ölçüde."

—    "Tutulursak rezil oluruz."

—    "Bu öyle masumca bir hırsızlık ve dolandırıcılıktır ki mal sahibinin müsaadesiyle ve onun gözü önünde olur. Bu işe girişmeye cesaret edenler kanuni kovuşturma tehlikesinden tamamıyla uzak kalırlar."

—    "Acayip!"

—    "Haydi, gel, gel!"

***

İki arkadaş Balıkpazarı’na inerler. Dar, çukur, karanlık ve en nihayetinde ayazma gibi lamba yanan bir bakkal dükkânından içeri dalarlar. Sırtındaki gömlek her türlü yağ ve benzeri şeylerin bulaşmasıyla "emperme-abi" yani su sızdırmaz bir muşamba haline gelmiş koca karınlı, içi-dışı yağlı bakkal Bodosaki iki-üç müşteriyle meşgul. V. Bey alçak, tozlu tavana kadar her yanı istif istif, salkım salkım, tıklım tıklım dolduran malları aç bir kedi sinsiliğiyle gezden geçirmekteyken, gelenlerin hallerine dikkatten kendini alamayan bakkalın çırağına: "Peynir istiyorum." der.

Çırak: "Verelim. Kaç okka?"

V. Bey: "Dur bakalım, evvela malı beğenelim; okkası sonra."

—    "Bakınız, işte çok çeşit peynir var. Hoşlandığınızdan alınız."

—    "Kes bakayım şu peynirden bir parça."

Çırak kestiği peyniri bıçağın ucuyla müşterilere uzatır. V. Bey bir parçasını kendi yer, bir kısmını da arkadaşına tattırarak: "Hım, iyi değil, pek tuzlu."

—    "Tuzsuzu da var."

—    "Görelim."

Çırak yine bıçağın ucuyla her iki müşteriye tuzsuzdan tattırır. Müşterilerde çeneler hafifçe bir-iki kere oynar. Yüzlerinde hoşnutsuzluğu belirten çizgiler görünür. Çırak mal beğendirmekte ısrar gösterir; dört-beş çeşni daha takdim eder. Fakat bu çok zor beğenen müşterileri memnun edemez. Müşteriler beyaz peynirden vazgeçerek kaşara karar verirler. Onun da birkaç çeşidinden tadarlar. Çeşnileri yuttuktan sonra hep yüz ekşitirler, beğenmezler vesselam. Dükkândan ç:karlar.

V. Bey: "Nasıl, biraz safra bastırdın mı?"

—    "Şüphesiz. On dirhemden fazla peynir yedim. Fakat bir parça ekmek olsaydı."

—    "Ekmek olmaz. O vakit hilemiz anlaşılır. Hele gel bakalım, daha neler yiyeceğiz!"

Bir ikinci dükkâna girerler. Bu defa zeytin isterler. Yeşil, siyah, iri, ufak, orta taneli her cinsinden yerler. Pazarlık uymaz, çıkarlar.

V. Bey arkadaşına sorar:

—    "Kaç zeytin yedin?"

—    "Ben onbir."

Beş-on dükkân aşırı bir bakkala daha dalarlar. Şimdi de' pastırma, sucuk kestirirler. Eski mal, yeni mal, kuşgönü, iftariyelik... Tatmadık hiçbir çeşidini bırakmazlar. Tabiî pazarlık uymaz. Lâkin bu pastırma-sucuk muayenesi, tuzlu-baharlı gevrek gevrek hoşlarına gider.

V. Bey hep sorar: "Nasılsın?"

—    "Bir parçacık ekmek olsa bayağı tımtıkız doyacağım."

—    "Bu parasız ziyafetin tek sakıncası da işte bu ekmeksizliktir."

—    "Daha yemeğe iştahın var mı?"

—    "Bilmem, adeta tuzlandım."

Bu defa bal, bulama, pekmez, kabak reçeli çeşniciliğine çıkarlar. Yürekleri yanıncaya kadar parmak parmak yerler. Sonra üzüm küfelerinden rızk toplarlar: "Baba, kaça veriyorsun?" diye sorduktan sonra salkımların altından, üstünden çimlenmek. Böyle arı gibi her küfeye kona kalka iki-üç cadde takip edince bedavadan yüz dirhem üzüm yemek muhakkaktı.

V. Bey sıkı sıkıya Yemiş’e doğru yürürken arkadaşı sordu: "Nereye?"

—    "Kuru yemişçilere. Daha ceviz, fındık, badem, kuru üzüm, hurma, incir muayenesi var." *

—    "Kuru yemişçileri başka bir güne bırakalım. Vallahi çok doydum ben..."

—    "işte, birader, parasız doymanın sırrına erdik. Fakat her sanatın bir püf noktası vardır. Bununki de şudur: Bugün uğradığımız dükkânlara uzun müddet uğramamaktır. İstanbul pek geniş bir şehirdir efendim. Bugün Balıkpazarı’ndan nevaleni toplarsan, yarın Galata’ya, Tophane’ye geç. Öbür gün Kumkapı, daha öbür gün Samatya’ya git. Dolaş dur. Bizi yaratan bütün dünya âlemin rızkını verici, şüphesiz hepimizin kısmetini bol bol ayırmıştır. Fakat onu arayıp bulmasını bilmeli. O halde kabahat kimsede değil, aç kalanların kendilerindedir. Bak bugün tanemizi kaç çeşitli yerden azar azar toplayarak doyduk. Yarabbi şükür. Bu Allah’ın lütfudur. Haydi, birader sana öyle bir ders verdim ki, bacaklarında birkaç sokak dolaşacak kuvvet oldukça bundan sonra açlıktan ölmezsin. * Çünkü geleneklere göre bizde çeşni helâldir."

HÜSEYİN RAHMİ GÜRPINAR

ACİZ - TEKTAŞ AĞAOĞLU

$
0
0

ACİZ

Orada yeşil, yumuşak çimenlerin üzerine oturmuş, gözlerinden biribiri ardısıra yuvarlanan gözyaşları arasından bana bakıyor, bir eliyle bacağını tutarken öbür elini bana doğru Uzatıyordu. Üzerinde mavi renkli bir hırka vardı. Hırkanın kolunun ağzı geriye, kendi üzerine kıvrılmıştı. Ona doğru ilerledim.

Fakat beni karşılayan gözlerinin gerisindeki acıdır.

Bu acıya benim vereceğim cevap ne olacak? Bu acıyı avucumun içerisinde tutup yatıştırmağa, bağrıma basıp uyuşturmağa, onunla paylaşmağa mı çalışacağım? Çünkü kendi kendime diyorum ki, işte o orada mevcut, bu acı, işte orada, karşımda bir gerçek. Fakat...

Ona doğru ilerlerken çimenlerin sarı yeşil parıltısı gözlerimi kamaştırdı. Gerideki bahçe duvarını gözden saklayan mor leylâklardan etrafa hafif, serin bir koku yayılıyordu. Elini tuttum. Islak, yapışkan, titreyen bir eldi avucumun içerisine gelen. Parmaklarıyla elimi sımsıkı kavrayıp bütün kuvvetiyle tutundu.

— Bak, dedi, ne yaptım! Bak, ne oldu! Aaaa!..

Biribirine sımsıkı yapışmış titreyen dudaklarına, parıl parıl buğulanmış yaşların gerisinde garip, dokunaklı bir ifadeye boğulmuş gözlerine baktım. Evet! Gözlerinin gerisinden beni karşılayan, beni karşılamağa çabalayan, elimin altındaki bu ıpıslak, sımsıcak titreyen acıdır. Bir tarafa doğru öyle uzanmış kalmış bu bacağın ta içerisinden, kemiğin tam ortasından, etrafından kabarıp gelen, bütün vücudu geçip beynin içerisine yayılan, gözlerin arkasına dolduran, gözlerin ince, şeffaf, parlak perdesine dayanıp gözlerin gerisini karartan çılgınca acı... Ona nasıl ulaşacağım? Varlığına nasıl nüfuz edeceğim? işte orada, gözlerinin gerisinde, beni bekliyor, elele tutuşup leylâkların birden ağırlaşan kokusu içerisine beraberce karışmamızı bekliyor. Nasıl? Nasıl?

— Ne oldu? Nasıl oldu?

— Düştüm.

— Nasıl düştünüz?

— Düştüm... Acıyor..

— Çok mu fena?

— …

Birden elimi bıraktı. Etekliğini yukarı doğru çekip elleriyle bacağının üzerine bastırdı. Bacağının dizine kadar kısmı yer yer kırmızıyla karışık bir nevi esmer renkte ve sert görünüşlü, dizinden yukarısı bembeyaz ve yumuşaktı. Elimi uzatsam, bu andaki bu tuhaf biçimli, tuhaf renkli, tuhaf görünüşlü et parçasının üzerine koysam; belki onu yumuşak bulacağım, parmaklarımın ucu hafifçe içeri doğru gömülecek, beyaz derinin ince sertliğinden sonra etin hafif sıcaklığı parmaklarımın arasında oynayıp avucuma yayılacak... Fakat elim orada ne bulacak? Aradığım, elde etmek istediğim, elimin altındaki bu yumuşak, biçimsiz, şekilsiz manasız cismi, için için yakan, kavuran, çılgına döndüren acıdır. Her zamanki ağır başlı, sakin, vakur, simsiyah gözlerini sanki tâ içerisini görüyormuş gibi insanın yüzüne diken bu kibirli kıza daha dün tanıdığı yabancı erkeğin yanında, gün ışığında, bacaklarını çırılçıplak ve bembeyaz açtırtan acıdır...

Elimi uzatsam, elimin altında bu acıyı bulacak mıyım?

— Söyleyin, dedim, size nasıl yardım edebilirim? içeri girmenize yardım edeyim mi? Yoksa azalıyor mu? Burada biraz daha kalmak mı istersiniz?

Üzerindeki mavi hırkanın düğmeleri beyaz kemikten diye düşünüverdim birden. Etraflarında iki sıra incecik oymalar var. Sağ elinin orta parmağında altın nişan yüzüğü, elmas kakmalı. Şimdi benim yerimde o uzun boylu, dalgın, hazin, bakışlı adam olsaydı...

Avazı çıktığı kadar bağırmamak için müthiş bir irade kuvveti sarf ederek, biraz sakinleşmiş bir sesle :

— Lütfen yardım edin de dedi, şu arka bahçedeki şezlonga kadar gideyim.. Belki biraz sonra azalır...

Ona doğru eğildim. Ellerimle koltuklarının altından tutup ayağa kalkmasına yardım ettim. Sonra o bir kolunu benim boynumun, ben bir kolumu onun belinin arkasına dolayıp yanyana şezlonga doğru yürüdük. Ilık sabah güneşi şezlongun tek başına durduğu, âdeta birisini beklediği yerde çimenleri yeşilli sarılı bir parıltıya boğmuştu. Gökyüzü masmavi ve bulutsuzdu. Onun hırkasının mavi yününü boynumda hissediyordum. Birden tam karşıdaki evin kapısı gürültü ile kapandı. Yanıbaşımda, kollarımın arasında ılık, hafifçe ıslak, hafifçe titreyen, bir ağırlık vardı. Bu ağırlık şimdi, şu anda bütün mevcudiyetiyle bir tek şeyle meşgul, bir tek şeyin hâkimiyeti altında; ve benim yanıbaşımda, kollarımın arasında, avucumun altındadır. Fakat ona hâkim olan şey... o nerede? Ne biçim bir şey? Ona nasıl erişeceğim, beni ondan ayıran, ona bu kadar yakın iken beni ondan, o kadar uzak tutan engeli nasıl aşacağım? Nefesini yanağımda hissettiğim, gözyaşları elime bulaşan, sıcaklığı, sertliği, ağırlığı vücuduma yaslanan bu vücudu benden ayıran, ayrı tutan ne?..

Halbuki onun şezlonga oturup arka üstü yaslanmasını, gözlerini kapatıp derin derin nefes alışını gördüğüm anda, güneşin sıcaklığında, biliyordum ki, göz kapaklarının altında ve göğsünün inip kalkışında beni karşılayan hâlâ o acıydı...

TEKTAŞ AĞAOĞLU

AÇIK ARTTIRMA - SİBEL ERASLAN

$
0
0

AÇIK ARTTIRMA

Onu zorlamakla iyi etmişim.

"Mazur görün Beyefendi, gelemeyeceğim," demişti oysa.

Evden çıkmak istemeyişini her seferinde "başaramıyorum" diye anlatsa da telefonlarında, takdir edersiniz ki başarısızlık bir kadın için oldukça genel bir mazerettir. Altında binlerce başka cümle yüzer bu derin denizin. Diplerdeki o hikâyelerse ancak sabırlı olanlara açarlar kendilerini.

"İstirham ederim efendim, sizi muhakkak bekliyoruz," demi­şim iyi ki telefonda.

Yüz on yıllık eski ve kıymetli bir kitap mıydı peşinde oldu­ğum, yoksa başka bir şeyler mi, neticede hüzünlü bir kadındı, ona yaklaşmamı kolaylaştırıyordu tüm koşullar, kadından çok işti benim için gerçi, işimse bu kadım razı etmeme bağlıydı. Zorlamakla iyi etmişim.

"Başaramadım, mazur görün, aslında gelmek için yola çıkmış­tım, otomobili kaldırıma çarpınca, elim ayağım birbirine dolandı, öylece bırakıp eve geri döndüm, gelemeyeceğim, affedin..."

Ne fark ederdi ki, sonuçta başarı dendiğinde biraz ezik ve ye­nik değil miydik hepimiz de...

"Adres bulmakta zorlanıyorum Haziran aylarında..." demişti.

Ne demekti şimdi bu?

Derin deniz...

İlk bakışta kolay gibi görülse de kaygısızca yanaşabileceğim bir limanı yoktu aslında Belkıs Haram'ın. Öyle sisli puslu ser verip de sır vermeyen, hatta bazen aslında böyle bir kadın var mıydı diye kuşkuya bile kapılacağınız kadar abra kadabra, hari­taların söz etme gereksinimi duymayacağı kadar silik sıradan bir adaya benzerdi veya serçe parmağı kadar hani bana hani bana diye ağlayan. Yok, ağlamayan öylece susan, sırtında ince bir hır­ka yaz kış çıkmayan.

Hâlbuki ilk bakışa aldanmamayı daha çocukluğumda öğren­miştim, Sahaflar Çarşısının en genç çırağı olarak Hacı Muzaffer Amca'nın yanında ortaokul günlerinin bitmek bilmez o uzun yaz tatillerinde... "Muzaffer Efendi" derlerdi ona hatırlı ahbapları; Akaretlerden, Fındıkzade'den, yılda sadece bir iki kez uğrayan eski hanımlar... Sık sık "berhüdar olasınız" dedikleri de kalmış aklımda, benimse ahbap ne kelime, böyle asil bir müşteri portfö­yüm hiçbir zaman olamadı. Berhüdar olmak kim ben kim... Bir keresinde Muzaffer Amca'yı epey bekledikten sonra tam dükkânı kapatmaya kalkarken, son Saraylılardan Neveser Hanım'ın avucuma sıkıştırdığı eski düğmenin bir prensese ait olduğunu bilmeden koşa koşa gidip bir paket ayçiçeğiyle takas etmiştim onu. Ertesi gün pişmanlıkla öğrenecektim oysa ilk bakışa aldan­mamak gerektiğini... Ama talih işte, o günden sonra, hayatımda ikinci bir prenses düğmesi daha çıkmamıştı karşıma...

Ya şu Belkıs Hanım. Garip bir tesiri var üzerimde, sanki kışın uğranıp da melankolisine kapılıp meyhanelerinde derhal harab olmaya başlayacağınız sakin sessiz adalara benziyor gözleri, gel içime gir ve öl eriyerek der gibi... Sakın göz değil de prenses düğ­mesi olmasın kaşlarının altında duranlar?

Yedi kat şiltenin altındaki nohut tanesinden incinmiş masal prensesleri gibiydi: "Bunca gerginliği kaldırabilir mi bünyem bilmiyorum," derken... Telefondaki sesimden destek beklediği açıktı. Ama işte her şeye rağmen ısrarlarıma dayanamayarak çı­kıp gelmişti...

Taksi tutmuş. Diğerleri de sevindi gelebildiğine, halkla ilişki­lerden sorumlu genç kız, bana göz kırparak teşekkür ediyor; "siz olmasaydınız, getirtemezdik Belkıs Haramı..." Müzayedenin reklam servisinden gönderilmiş iki fotoğrafçı gençse sabırsızca ayarlıyorlar ellerindeki kameraları, Belkıs Hanım, hafta sonu dü­zenlenecek büyük müzayedenin şeref konuğu yüz on yıllık bir kitabın son varisi olacak...

Masadaki diğer şamatacı kalabalığın içinde öyle eğreti ki du­ruşu. "Çok zor çıktım dışarı, güneş beni yoruyor, sanki hafızamı kaybettiren bir ışık hücumuna uğruyorum Haziran'da," derken şemsiyenin en gölge ucunda oturduğu halde simsiyah gözlük­lerini çıkarmamakta ısrar ediyor. Matrix filmindeki oyuncuları andırıyor bu haliyle. Sair zamanda abartı diyebileceğim hemen her ayrıntı bu kadında garip bir şekilde normalleşip yerli yeri­ne oturuyor, mükemmel bir tetris oyuncusu gibi, yukarıdan ağır ağır düşen o şekilsiz ve garip her şeyi, kendine has bir şifonyer gibi derleyip toparlıyor...

Sanki diğerleri yokmuş gibi sadece bana doğru dönerek bu­ruk bir gülümsemeyle soruyor:

"Buluşmak için Haydarpaşa Garı'nın yanındaki bu gazinoyu bilerek mi seçtiniz kuzum..."

Ne demek istediğini çok iyi anlamasam da, "arkadaşlarla bu­luşmak için ideal bir lokasyon, hem size Bahariye'ye de yakın olur diye düşünmüştük..." şeklinde geveliyorum.

"Gazetelerde büyük bir otel yapılacağına dair bir şeyler oku­muştum bu ihtiyar istasyonun yerine, artık tren kalkmayacak­mış gibi şeyler..."

"Söylentiler çok gerçi... Ama daha kullanışlı bir hale getirile­ceğini düşünüyorum..."

"Feridun Bey, Kafkasya Cephesine çıkmadan evvel nişanlısı Haminnem Zeynep Hanımla son kez burada görüşmüş..."

Anlamayarak baktığımı fark edince uçuk mavi şifon şalının uçlarını geri atarken konuşmaya devam ediyor, yine benimle, sanki diğerleri birer uşak ya da teşrifatçıymış gibi, hiç birisine de dikkatle nazar etmeden...

"Önümüzdeki hafta Müzayedeye çıkacak şu Leyla vü Mecnun var ya, işte o kitabı... Nişanlısı Feridun Bey'in Haminneme teslim ettiği yer, Haydarpaşa Garıymış... Risale derdi Haminnem gerçi kitap demezdi... O günden sonra, bir daha görüşememişler. 0 olmuş yani. Bir daha tren kalkmayacakmış diye yazıyor gazete­ler, Haydarpaşa Garı kapatılacak mıymış hakikaten? Kim bilir... Belki daha iyi olur böylesi. Kimse kimseden ayrılmaz böylece trenler kaldırılırsa yani..."

Güldü sonra bu sözlerine. Ciddileşti ardından, önündeki viş­ne suyu dolu bardağı gergin bir şekilde döndürmeye başladı. Yeniden Haydarpaşa Garı'nın çatılarına doğru çevirdi başını:

"Benim için fark etmez," dediğinde, metruk bir istasyonun son güvercinleri kanat çırpıyordu taraçalarında Belkıs Hanım'ın. Herkes trenlerine binip gitmiş, bir o kalmıştı peronlarda sanki tek başına. I

Gözünden sızan tek damla yaşı, kimseye fark ettirmeden si­lerken, geçen yıl boyunca gazetelerden düşmeyen o meş'um bo­şanma davasını hatırladığına emindim. Kocası onu terk etmişti yazılanlara bakılırsa, ama Belkıs Hanımı tanıdıkça onu kolay kolay kimsenin terk edemeyeceğine dair bir hisse kapılıyordum, ondan ancak nasibi kalkan ayrılabilirdi.

Sonra Haydarpaşa Garı'nın ikiz kulelerine doğru yeniden döndü, ana kapının burçlarındaki devasa saate merakla ba­kıp, kendi kol saatiyle kontrol etti zamam. "Tıkır tıkır çalışıyor Haydarpaşa Garı'nın ihtiyar dakikaları," dedi gülümseyerek.

Buz kıracağım saplar gibi hüzünlerine, başka bir konuya kolay­lıkla geçiş yaptı, hanımefendilik böyle bir şey olsa gerekti, baş­kalarıyla arasında garip bir mesafe yaratma kabiliyeti vardı bu kadının. Soyluluk mu? Kısmen, ama daha çok yenilgiyi onurla kabullenmek diyebilirim.

"Kuzenim vermiş David Bey'e bizim eski risaleyi. David Bey aile dostlarımızdandır sağ olsun. Kahkahalarla gülerek açtı te­lefonu; "Kuzum el yazma Kur'anı Kerim dediğiniz şey; Leyla vü Mecnun çıktı" diyordu... Hâlbuki biliyordum ben o kitabın Kuranı Kerim olmadığını. Zavallı Rıfat - kuzeni oluyordu bu zen­gin armatör- böyledir işte, benden habersiz müzayedeye çıkar­mak istemiş, sorsaydı söylerdim hâlbuki zavallı Rıfat, anlamaz böyle ince işlerden... Yazıyı sağdan okumayı bilmez, varsa yoksa İngilizce, Almanca onun için. Büyükannesinin dilini, alfabesiniyse hiç merak etmemiştir kırk yaşma geldiği halde. Haminnenizin yazdığı bir tek mektubu bile okuyamadıktan sonra isterseniz profesör olun, zır cahilsiniz demektir. Bir de kalkmış; "Fena mı olur Belkıscığım, başını sokacağın bir ev falan alırsın mirastan sana düşecek paydan" diyor... "Rahmetli annemin evinde raha­tım ben" dedim Rıfat'a... Meğerse yıllar sonra geri döndüğüm şu çocukluk evimden de çıkarmakmış beni niyetleri. Zavallı Rıfat, sıkışıkmış durumları son zamanlarda. Dayımın payım almak için satılığa çıkartmışlar bizim Bahariye'deki yazlığı. Sonra da bu kitabı bulmuşlar yukarki odada. Lisedeyken çalışma odamdı, üst katta, kütüphanemde dururdu Leyla vü Mecnun... Zavallı Rıfat sorsaydı bana şayet, söylerdim ona, gizlice kaçırıp müzayedeye kayıt ettirdiği kitabın el yazma Kuran değil de Leyla vü Mecnun olduğunu..."

Sustu sonra.

Çok konuştuğunu, kendi kendisine söylendiğini fark ederek, sırtındaki ince hırkasının yakalarım düzeltti ardından, dalgınlaş­tı sonra... "Trenleri ne olacak Haydarpaşa Garı'nın şimdi...” Gidip geliyordu Belkıs Haramın içindeki Belkıslar. Bazen se­kiz yaşma, bazen yaşasaydı yüz on yaşında olacak haminnesine, bazense şimdiki kırk yaş yalnızlığına, sarılıp çözülen bir yumak vardı sanki içinde...

Belkıs Hanım'dan ayrıldıktan sonra çalıştığım gazeteye dön­düğümde yazı işlerinin bulunduğu katta ciddi bir kalabalıkla karşılaştım. Kadın erkek yaklaşık yirmi otuz kişi, bir ağızdan bağrışarak ellerinde tuttukları kâğıtlarla bir yandan muhabir ve sekreterlere bir şeyler anlatıyor, bir yandan da yazı işleri müdü­rünün kapısını zorluyorlardı. Güvenlik görevlilerinden sayfa sekreterlerine hatta çaycısına kadar nerdeyse kattaki tüm arka­daşlar, onları sakinleştirmeye çalışıyorlardı.

Kargaşaya katılmamak için, dağıtım bölümünün arka kapı­sındaki koridordan geçtim Ali Haydar Bey'in odasına.

"Dışarıdaki kalabalığı gördün mü?" diye sordu alnındaki ter­leri silerken.

"Bugün Bağcılar'daki dört derneği birden basmışlar, yasa dışı Kur'an Kursudur diye... Yöneticiler ve öğretmenlerle birlikte yaz atölyelerine devam eden ilkokul çocuklarına kadar herkesi gözaltına almışlar. Şu bağırıp çağıranlar da ana babalan, dernek vakıf üyeleri falan. Kardeşim burası gazetedir, avukatlık büro­su değil diyoruz ama laf anlatamıyoruz. Adet çıktı. Başı belaya giren soluğu ya gazetelerde alıyor, ya televizyon kanallarında... Tamam dedim onlara, haber yaparız, sesinizi duyururuz, ama karakoldaki çocuklarınızı da alıp size geri teslim edecek gücü­müz yok herhalde... Elif- ba'lara, Kurara Kerimlere, ilahi kaset­lerine kadar el konulmuş, aleyhteki delillerden en önemlisiyse sıkı dur söyleyeceğim; vahşi doğada hayat belgeseline ait cd'ler: Aslanlar, kaplanlar, sırtlanlar, baykuşlar ve termitler..."

Asabi bir şekilde kahkahalara boğuluyordu zavallı Ali Haydar bunları anlatırken "Gözaltına alman çocuklardan birisi dokuz yaşında ve şeker hastasıymış, komaya girince hastaneye kaldırılmış, diğerlerini de bir saate kadar salıvereceklerini haber aldık ama öğretmenlerle dernek başkanları hakkında bilgi yok... Yapış yapış karanlık bir korku tüneli, sanki sabahsız bir gece içinden geçtiğimiz... Sen ne yaptın, boş ver şimdi... Değişmez bu ülkenin gündemi, ne yaptın konuştu mu Belkıs Hanım?"

Kekeleyerek cevap verdim:

"Kendimi çok suçlu hissediyorum..."

Bu cevabım yazı işleri müdürümüzü çileden çıkarmaya yet­mişti, önündeki kâğıtları hırsla kavrayıp bana doğru fırlatırken adeta kendinden geçmiş gibiydi...

"Sen bu işe sahip çıkmayacaksan kim çıkacak kardeşim? Kadının kocası milletin ensesinde boza pişiriyor, sizin üniver­siteyi hallaç pamuğu gibi attığı yetmedi mi? Senin evine bile baskın düzenletip tüm gramer kitaplarına el koydurtmadı mı o cevval dekan? Hadi kapının önüne tek ceketle konuluşunu bir yana bırak, hakkındaki fişlemelerle seni üniversiteden attırdığını ne çabuk da unuttun? Hadi onu da geç, hakkındaki düzemece raporlarla 1000 yıl sürecek dedikleri süreçte hala mahkemelerde sürünüyorsun farkında mısın ne halde olduğunu sen? Adam eşi Belkıs Hanımı bile sırf bu yüzden boşamadı mı? Eski diller atöl­yesinde çalışmaktan başka ne suçu vardı zavallı kadının? Senden istediğimiz küçücük bir mülakat. Şu belalı süreci gözler önüne serecek küçücük bir mülakat..."

"Belkıs Hanım iyi değil Ali Haydar... Ne bileyim, o kadar üz­gün ve kırık ki, bunu kaldırabileceğini hiç sanmıyorum..."

"Romantizmin sırası değil şimdi... Bak şu dışarıdaki kalabalı­ğı görüyor musun? Ortaokul çocuklarına keskin nişancı gönde­riyorlar, sırf İmam Hatip Okuluna gidiyorlar diye. Ne demek yok üzgünmüş, yok kaldıramazmış? Nasıl kaldırıyorsak hepimiz…

Nasıl tahammül ediyorsa çoluk çocuk, sen de Belkıs Hanım da kararlı olacaksınız..."

"Haftaya müzayede var zaten..."

"Ne müzayedesi yahu, ben ne diyorum, sen ne diyorsun kar­deşim?"

"Belkıs Hanımın akrabaları, el yazma Kuranı Kerim'dir zan­nederek eski bir risaleyi çıkarmışlar Pera'daki müzayedeye...

"Skandal! Güzel haber olur, lâkin kültür sanat değil birincil işimiz, gazete değil dergi çıkartsaydık belki..."

"Ama eski harfler..."

"Bak arkadaşım... Aynı eski harfler için çocukların tutuklan­dığı bir ülkede senin yok gelenektir, yok sanattır diye bakma lük­sün yoktur tamam mı?"

Sustum. Hz. Zekeriya'nın başına gelenler başıma gelmiş gibi, Konuşmak istesem de tüm harflerimi çekip almıştı gizemli bir el sanki. Sustum kaldım. Dünyanın tüm tümsekleri silinmiş, upuzun bir arasattan başka hiçbir şey kalmamıştı sanki geriye. Arasatın ta öte başına bir yumurta koysalar, oturduğum yerden görebilecekmişim gibi bakakaldım Ali Haydar'ın yüzüne. O yü­zün arkasında geri geri giderken ne çok kırık resim vardı oysa. Harfleri, mektupları, kitap defterleri lanetlenmiş, dürülüp bü­külmüş, yakılmış, iplere gerilmiş, korkmuş, sinmiş, vazgeçmiş nice yüzler... Ali Haydar'ın asabi bir şekilde el kol hareketleriyle konuşmasına dalıp gitmiştim. Sanki bir Lamelif'e benziyordu hali. Dışarıdaki kalabalıktaysa Cim misali taşıdıkları çocuklarını soran anneler, kimi Ayn harfi gibi tok sesli babalar, He misali iki gözü iki çeşme ağlayan bir kaç nine... Alfabe gibiydiler kapıda itirazlarla bekleşenler. Yasaklı olduğu kadar kutsal bir alfabe...

Bahariye'deki eski yazlığa öyle zannediyorum ki kış hiç gel­mezdi. Çiçek tarhları tüm bakımsızlığına rağmen akşamsefalarıyla doluydu, hemen salkım söğüdün altındaki ahşap masada otururken fark ettim ki, arkadaşı yoktu Belkıs Hanım'ın. Veya vardı da yakın kaybetmişti. İhanet mi? Neden olmasın? Harfleri, kelimeleri, özen göstererek üzerine binbir emekle eğildiği her şeyi tuzla buz olmuştu. İhanete uğramak böyle bir şeydi sanırım. Eşten. Dosttan. Kelimeden olmak. "Sürekli bir taşınma halini yaşıyorum, sanki eşyalarımı derleyip toparlamış birileri de, bi­razdan gidecekmişim gibi..." Sonra hicranla gülmeye çalışıyor: "Tedavülden kalkmak dedikleri bu mudur acaba?"

Hayır... Bana ayrıldığı eşinden hiç bahsetmedi. Birkaç kere Haydarpaşa Garı'nın sordu sadece, trenlerin artık kalkıp kalkma­yacağını….

"Bismillahirrahmanirrahim," dedikten sonra dün geceden beri binbir tevbeyle cildini dağıttığı Musafı yedinci cüzünden ikiye ayırdı ihtimamla Zeynep Hanım. Maide Suresine denk geliyordu bu bölünme. Hz.İsa ve arkadaşlarına gökten inmiş sofradan bahseden bu sureyi çok severdi oysa. Feridun Bey'in sefere çıkmadan evvel kendisine teslim ettiği baba yadigârı kıy­metli risaleyi işte tam buraya yerleştirecekti. Yeniden tevbe ede­rek Besmele çekti. "Saklanacak başka yerimiz kalmadı Rabbim, sen affet," dedikten sonra, Leyla vü Mecnun risalesini, dağıttığı Kuram Kerim cildinin içine yerleştirdi. Sayfa boylarının denk gelmesi için az mı çabalamıştı... Eski harflerle yazılmış Leyla ile Mecnun'u, Kur'anı Kerim'in içine saklayacaktı. Bozduğu cildi tutkallayarak yeniden birleştirdi, ertesi sabah cildi tahkim etmek için deri bir kılıfa dikiş atarak yeniden kapladı Musafı... Öğlene doğru gelmişlerdi bile... Dedelerinden kalma bütün kitapları, kütüphane gözlerindeki mektuplara kadar, ne var ne yoksa yazı niyetine, harf niyetine... Toparlayıp götürmüşlerdi...

"Sekiz adet Musaf-ı Şerif var diye kaydettirmişsiniz değil mi Zeynep Hanım?" diye sorduklarında kalbi dışarı çıkacak gibi olmuş, renginin kendini ele vereceğinden korkarak, "Bendeniz Hafızım efendim..." diyebilmişti Zeynep Hanım...

"Ne ala üstelik de hafızmışsınız, bir eve sekiz Musaf birden ne gerek?"

Beyninden vurulmuşa dönmüştü Zeynep Hanım o an. Kıyamet demek bizim üzerimize kopacakmış vay yazgımıza demişti için­den. Birer Deccaldir zannettiği adamlar, "birisini seç diğerlerini teslim et Zeynep Hanım," diyerek yüzsüzce yılışıyorlardı...

"Haminnemin o yağma yasak günlerinden kurtarabildiği tek kitap işte içinde Leyla ile Mecnun'un saklandığı o Musaftır... Hani şu müzayedeye çıkacak olan..."

Bunu usulca söyledikten sonra, yüzünü sol avucuna yaslayıp bana bakıyordu Belkıs Hanım. Bir Sin harfi kadar çok şey taşı­yordu içinde. Birden gözünden bir damla kayınca, Şın oldu her yan sonra...

"Annemden dinlerdim çocukken şöyle anlatırmış Hamin­nem":

"Kitapların yakılışı günlerce sürdü... Küller yağdı göklerden günlerce... İnsanlar akıllarım kaybetmiş mecnunlar gibi gezinip durdular küllerin arasında. Sakın ağladığını görmesinler son Musafı da alırlar elimizden derdi annem. Hiç ağlamadım bir daha. Feridun Beyse dönemedi gittiği cepheden. Evlendim çoluk çocuğa karıştım sonra. Haydarpaşa Garından başka hiçbir şahi­di yoktur Hafızı olduğum şu Musafın. Hüvel Baki. Harfler de O'nun, kelimeler de... Allah imiş aşkı saklayıp gözeten"...

Peki ya Ali Haydar'ın ısrarla beklediği mülakat?

Belkıs Hanım, kim bilir kaç kadının daha yangın yerine dön­müş yüreğini taşıyordu içinde...

Ben bu kadar acılı dillerin hepsiyle konuşabilir miydim ki?

Hiç sanmıyorum...

SİBEL ERASLAN

İLGİNİZİ ÇEKEBİLİR:

HAVUÇLU PİLAV MESELESİ - TARIK BUĞRA

GÖZYAŞI - REFİK HALİD KARAY

İKİ BUÇUK - ORHAN KEMAL

HARİTADA BİR NOKTA - SAİT FAİK ABASIYANIK

ALINIZ MENEKŞELERİMİ VERİNİZ GÜLÜMÜ - AHMET HİKMET MÜFTÜOĞLU

DİYET - ÖMER SEYFETTİN

ACABA NE İDİ? - ÖMER SEYFETTİN

$
0
0

ACABA NE İDİ? ÖMER SEYFETTİN

Çıkardıkları gün hemen geri döndüğü Toptaşı Tımarhanesinden Cabi Efendiyi kabul etmemişlerdi. O vakit, bilincini yitirdiği geçen dört sene zarfında gidip gelen zekâsı, milyonlarca beygir kuvvetinde bir elektrik fıskiyesi gibi parladı. Uslu akıllı, İstanbul'a geçti. Daha mahalleye gelmeden, dört senedir olup biten şeylerin esaslarım yolda tamamıyla anlamış gibiydi. Eve gelince oğlunu sordu. Odaya kazara bir dızdız girince, tepesinde şarapnel patlamış gibi korkup dışarı kaçan bu kahramanın ihtiyat subayı olduğunu, Irak cephesinde bir hücum taburunda bölük kumandanı bulunduğunu duyunca "lâ havle...” çekerek gülümsedi. Sonra bir hafta kadar genel durum belirlemesiyle uğraştı. Muhtelif semtlere seyahatler etti. Tenha sokaklarda gezindi. Ücra kahvelerde oturdu. Tekkelere girdi. Viranelerde yemek için ot toplayan kimsesiz, çaresiz kadınlarla konuştu. "bileşiminde nelerin bulunduğu belli olmayan” vesika ekmeklerine, günlerce, irili ufaklı büyüteçlerle baktı. Hatta bir gün tahlil ettirmeye bile kalktı. Gittiği meşhur kimyagerin baba dostuydu. Onun mahallede geçen çocukluğunu biliyordu. Önceleri biraz ahmaktı. Kerrat cetvelini bir türlü ezberleyemediği için mektepte adını "Beş kere beş, dübeş” koymuşlardı. Şimdi İstanbul'un en büyük, en saygın bir bilim adamıydı. Ekmeği iyice muayene ettikten sonra:

— Bunun içinde bir şey var... var, evet var ama ne acaba? dedi.

Cabi Efendi:

— Siz söyleyiniz oğlum ne var? deyince, birden: — Bir şey değil! cevabını aldı. Şaşırdı. Sol gözünü kırparak sordu:

— Ne dediniz, bir şey mi değil?

— Evet, bir şey değil, birçok şeyler var!

— Mesela birincisi buğday... arpa... Sonra daha neler var?

Meşhur kimyager, bu sualin karşısında, hakikati inkâr olunmuş bir ermiş adam gibi doğruldu:

Hâşâ! Bir fiske buğday unu yok! diye haykırdı. Elindeki siyah kütleyi eviriyor, çeviriyor, şaşırıyordu. Cabi Efendi, bu zengin kimyagere "vesika ekmeğini daha ilk defa mı gördüğünü” sormaktan kendini men edemedi. Onun seferberlikten beri ekmeklerini, hizmet ettiği hastaneden aldığım, şimdiye kadar hiçbir vesika ekmeği görmediğini duyunca, daha beter şaşırdı. Vatandaşlarının her gün geveleyip geveleyip de yutmaya çalıştığı şeyi göremeyecek kadar kendi işiyle meşgul olan bu âlim, şüphesiz bağnaz, tutucu bir "iş bölümü” uzmanıydı. İtirazdan çekindi. İçinden "Aferin koca dübeş sana...” diyerek kalktı. Kaçtı.

Müsrif(savurgan) zannettiği karısı, evin hayatını, kendisi yokken, en akıllı adamlar gibi zamaneye uydurmuştu. Sofraya yağsız bulgur lapasıyla bol bol su konuyordu. Hafta başı idareyi yine eline alınca, Cabi Efendi, hiç bu listeyi bozmadı. "Görmeden bir şeye inanmak" mesleği değilken, Hindistan fakirlerinin yıllarca bir avuç pirinçle yaşayabildiklerine artık inanıyor, "Zahir, insanı besleyen su olacak!” diyor, sonra, ilk ceddimizin sudan çıkma "balık azmanları” olduğunu iddia eden meşhur varsayımı hatırlıyordu.

Gel zaman git zaman, ama çok değil, az bir müddet içinde Cabi Efendi parasızlığa, açlığa, çıplaklığa alıştı. Artık onun için doğal yaşam yoksulluktu. İratlarından (gelir getiren şeyler) aldığı kâğıt liralar, eski gümüş çeyreklerin yerini bile tutamıyordu. Mahallenin en fakirlerinden daha ziyade fakirleşmişti. Muhit, telakkiler(anlayış), kıyafetler, hiç dört sene evvelkileri andırmıyordu. Eski karanlık kahvehanenin isli peykelerinde "eyyam ağaları” namı verilen, yeni türeme bir sınıfa, semtten de birçokları karışmış, Şişli'ye göç etmişlerdi. Avrupa'da, Amerika'da olduğu gibi frankla, dolarla değil, rayiç(geçer, tedavülde bulunan) akçe lira ile birkaç defa "arşı milyoner” olan bu eyyam ağalarından tanıdıkları hep sefiller, cahiller, ipten kazıktan kurtulmuş baldırı çıplaklardı. İki ev aşırı malul, fakir bir ihtiyarın Abdülvafi isminde bir oğlunu tanıyordu. İlkokulda apteshane duvarlarına kötü şekiller çizdiği için kovulmuş, bir daha hiç okumamıştı. Tulumbacılık, sarhoşluk, dolandırıcılık mesleğiydi. Bir gece Samatya'dan sarhoş dönerken, bir kireç kuyusuna düşmüş, yan belinden aşağısı yanmıştı. Mahallece merhamet edildi. Mazbata yapıldı. Birkaç ay Guraba Hastanesinde yatırıldı. Çıkınca yalancıktan rakıya tövbe etti.

Semtin muteber kişilerinden bir büro şefi, haline acıyarak, kalemine yüz elli kuruş maaşla onu odacı almıştı. İşte tımarhaneye gitmeden, odacı bıraktığı bu serseri herif, şimdi bilmem ne zâde namı altında, İstanbul’un en büyük zenginlerinden biriydi. On parasız işe girmiş, akla hayale gelmedik dalavereler çevirerek gizli siyah çetelerle, âli haydutlarla ortak olarak birkaç hafta içinde milyonlar kazanmıştı. Kahvehanede "Bulgurpalas, Şekerpalas, Fasulyepalas” diye şehrin dört bir tarafında yaptırdığı sarayları anlata anlata bitiremiyorlardı. Büyükada'da sürdüğü şahane hayat, tıpkı mübalağalı bir peri masalına benziyordu. Kayserili imamın askerden tardolma(kavulma) esrarkeş oğlu da, kolayım bulup bir fırın ele geçirmiş, on beş yirmi apartman sahibi olmuştu. Eski zenginler, eski muteberler, şimdi kırmızı mangıra muhtaç zavallılardı. Eski zavallılar, cahiller, sefiller nasıl zengin olmuşlarsa, birtakım aptallar, budalalar, ahmaklar da birer mevki sahibi olmuşlardı. Semerci Niyazi'nin sıracalı bir oğlu vardı. Küçüklüğünde gayet fena bir şeye alıştığı için her gece ellerini sımsıkı boynuna bağlayıp yatağına arkası üstü yatırırlardı.Hayatını ancak böyle kurtarabilmişlerdi. Yirmi yaşına girdiği halde daha salyasını, sümüğünü toplayamıyor, kambur kambur, dirseklerine kadar elleri pantolonunun cebinde, cami avlularında, viranelerde dolaşıyordu. Harpten önce iki lafı bir araya getiremeyen bu aptalın, gayet mühim bir müessesede müdürlük mevkiini işgal ettiğini duyunca, Cabi Efendi kulaklarına inanamadı. Kalktı. Söylenen daireye kadar gitti. Semercinin ahmak oğlunu gözleriyle gördü. Boş bir öküz gözünden daha boş, daha baygın, daha manasız, daha hayvansı gözleri, eskisi gibi bakmasaydı, onu tanıyamayacaktı. Evvelki sıskalığından eser kalmamış, tulum gibi şişmiş, yüzünü koyu kırmızı bir renk kaplamış, parıl parıl altınlar, elmaslar parlayan göğsüyle, kollarıyla, parmaklarıyla şık bir canlı kuyumcu vitrinine dönmüştü. Müessesede "Her şey, her şey, bütün işler onun elinde!” diyorlardı. Semtin namuslu, çalışkan, zeki, iyi huylu, haysiyetli, yüksek mekteplerden diploma almış kıymetli evlatları ortada yoktu. Hangisini sorsa, ya, "Allah rahmet eylesin, Çanakkale 'de şehit düştü!” yahut, "Zavallı, ailesini geçindiremedi. Sattı savdı. Anadolu 'ya hicret etti!”, yahut da, "Verem oldu, yatıyor...” cevabım alıyordu. Evet, tanıdığı fazilet sahipleri ya ölmüş ya ölmemek için ocaklarını dağıtarak uzak ufuklara kaçmış, yahut da ölüm döşeklerine serilmişlerdi. Sanki dön sene içinde korkunç bir "kötülük salgını”, bir "fazilet kıranı” tımarhanenin dışarısını yakmış, kavurmuştu. Bildiklerinden aklı, namusu, hayâsı yerinde olanlar, sade suya bulgurla meşhur kimyagerin nasılsa yalnız içinde buğday olmadığım anlayabildiği mahut vesika ekmeğine yatıyorlar; aç, perişan, bitkin, canlı iskeletler gibi meçhul bir akıbeti bekliyorlardı. Bu akıbet ne olabilirdi? Cabi Efendi, bunu düşünemiyordu bile... Anık olayların sebeplerini bulmak yeteneğini kaybetmişti. Görüyordu ki, hadiselerle sebepler, olaylarla etkenler birbirine karışmış ve her şey karman çorman muştu; fakat sakin durmayan muhakemesi, kafasının içinde, kendi iradesine âsi, minimini bir makine gibi işliyor, onun zihnine yine birtakım sebepler getiriyordu; evet harp ne kadar meşru olsa, yine insanların hayvanlıklarına ait bir özellikleriydi. Milyonlarca adamın birbirini ne kadar ulvi bir mecburiyetin sevkiyle olursa olsun —başak biçilir gibi kütle kütle öldürmeleri— barış özlemiyle artık bütün dünya gazetelerinin alenen yazdığı gibi, şüphesiz bir vahşetti! Bu vahşetin hâkim öldüğü, topun sesi gürlediği zaman, aklın, mantığın, hakkını, vicdanın sesi susuyordu. O vakit hissiyat sahnesinde yalnız hayvanî bir galebe hırsı, bir kazanç hissi fadiyette kalıyordu. Bu hal, yalnız harp meydanında değil; iktisat, ahlak, muaşeret(olumlu ilişkiler) meydanında da aynı idi. İktisat meydanında "kap kapanın, vur vuranın! Ar dünyası değil kâr dünyası!” felsefesini kendine din birtakım ne oldukları belirsiz yamyamlar türemiş, her şeyin fiyatım yüzde yüz bin fırlatarak koca bir milleti siyah bir "açlık, ölüm, kıtlık” çemberi içinde inletmişlerdi. Ticaret, uluorta bir "ihtikâr işi" olmuştu. Namuslu tüccarlar yavaş yavaş piyasadan çekilmişler, yapılan cinayetin dehşetini halktan daha vazıh görebildikleri için, bazıları köşelerinde felce uğramışlardı. Dövüş meydanında meşru olan hayvanî hırs, pençesini her müesseseye atmıştı. Bu, müzminleşen umumi harbin şüphesiz zaruri bir neticesiydi! Cabi Efendinin muhakemesi, ahlak, namus, haysiyet, insaniyet, merhamet kaydından habersiz, serserilerin zengin oluşlarım tek bir sebebe atfediyor, fakat aptalların, ahmakların, hımbıllann en mümtaz mevkileri nasıl ellerine geçirdikleöne bir kulp bulamıyordu. "Acaba onlarda da hayvanlığın üstün bir kuvveti mi var?” diyordu. Böyle fosforsu, azotsuz, karbonsuz yaşamak, sade suya bulgur tertibi, Cabi Efendinin zekâsını söndürememişti, ama biraz hafifletmişti. Yavaş yavaş uzaklardan "âlemin ahvalinden” gözünü çevirerek pek yakma, "kendi haline” bakmaya başladı. Ev, miskinler tekkesine dönmüştü, ortalığı pislik götürüyordu. Karısı, kızları, evlatlıkları yerlerinden kalkamıyorlardı, yataklarında inliyorlardı. Anadolu'ya hicretin de artık ihtimali yoktu. Eskiden bir mecidiyeye giden arabaların, bugün yolcu başına on lira istediğini haber almıştı. "At, eşek, katır nesli sönmek üzeredir! " diyorlardı. Harp başladığı zaman iki üç yaşında bulunan çocuklar, bugün yedi sekiz yaşına girdikleri halde, nasıl madeni çeyrek, mecidiye, ikilik, kuruş, metelik görmemişlerse, biraz sonra atı, eşeği, katın bilmeyen bir nesil türeyecekti. Maarif Nezareti büyük fedakârlıklarla müzeye gümüş bir "sikke koleksiyonu” tedarik edebilirdi. Fakat Cabi Efendi, bu hicret imkânsızlığı karşısında da ümitsiz olmadı. "Uzaklara gitmem, şöyle İstanbul'un civarında bir yere...” dedi. Bu kazan ona verdiren, açlıktan ziyade, şehirdeki halkın tahammül olunmaz bir dereceye varan terbiyesizliği değişen, bozulan her şeyi gibi "terbiyesi” de berbat olmuştu. Muhitin Her değişikliğe çabucak alışan Cabi Efendi, işte yalnız bu umumi terbiyesizliğe alışamadı. Erkek kadın, ihtiyar genç, çoluk çocuk bütün halk, deniz tutmuş sarhoş tayfalara, bunak kaptanlara taş çıkartacak derecede küfürbaz kesilmişti. Eskiden kendisine sokakta bir şey soran, lafa "Lütuf buyurunuz beybaba filan...” diye başlarken, şimdi bir karış piçler bile zavallıya, "Ulan hödük, bana baksana...” diye hitap ediyorlar, hiçbir sebep yokken fena halde ağızlarını bozuyorlardı.

Cabi Efendi, muharebeden evvelki bir "devr-i âlem” masrafı ederek İstanbul'un bütün civarım dolaşü. Bakırköyü'ne, Ayastafanos'a, Kâğıthane'ye, Beykoz'a, Terkoz'a, Büyük - Küçük Çamlıcalara gitti. Ekecek birkaç dönüm yer, barınılacak bir çatı arıyordu. Münasip bir şey bulamadı. Kira, malların asıl fiyatlarını birkaç defa aşıyordu. Fakat bunun zararı olmadığını hesap etti. "Kendim ekerim, kendim biçerim, kendim yerim, ne kadar pahalı olsa yine kâr!” diyordu. Kârın en büyüğü şehirden, kalabalıktan, ahvalini artık hiç görmek istemediği sokaklardan kurtulmaktı. Şüphesiz mahalleleri saran "terbiyesizlik salgım” kırlara taşamamıştı. "Artık kuşlar da, kelebekler de insana küfür edecek değil ya...” diye düşünüyordu. Yine bir gün, ilk trenle Suadiye'ye inmiş, iki tarafına bakına bakına, Bostancı'ya doğru yürümüştü. Evet, büyük bahçeli bir köşk tutmak da, maksada kâfiydi. Vakıa denize yakın toprağın kuvveti yoktu. Fakat ne olsa yine yetiştirilecek bir şey bulunabilirdi. Güneşsiz, sümbülî havanın her tarafı hafifçe zümrütleştiren tatlı huzuru içinde bağlan, ağaçlıkları daha yeşil görüyor, hafifçe esen rüzgârı derin derin kokluyordu. Tenhalığın ağır kibarlığı, sükûnu, zevki meyus ruhuna manevi bir ilâç gibi tesir ettiğini duydu.

— Oooh!... —dedi.

Kenarında yürüdüğü, birkaç gün evvel yağan yağmurla temizlenmiş tozsuz şoseyi eğilip öpeceği geldi. Burada her gün tek başına gezmek ne büyük bir saadet, ne büyük bir nimetti! Üstünde insanın haysiyetine tecavüz edecek bir terbiyesize rasgelmek ihtimali yoktu. Gazeteler de okunulmazsa bozuk dünyanın çılgınlığından gafil yaşamak mümkündü. Burada ufuk, biribirlerinden uzak fasılalarla ayrılmış bahçelerin beyaz duvarı, hayata açılmayan panjurlarıyla, sanki daima samimi bir rüya gören müstakil köşklerin ebedi uykularıydı. Hele bu tenha yol... Etrafı tarlalarla çevrilmiş bu tenha, bu temiz, bu asil şose... Sırma dalgalı bir başak deryası üstüne kurulmuş, geniş, tehlikesiz bir Sırat Köprüsüne benziyordu. Evet, bu köprü "şehir” denen kötülük, terbiyesizlik, fenalık cehenneminden insanı sanki ezelî bir sükût, bir asalet cennetine götürüyordu. Cabi Efendi, elleri arkasında, açık havanın hissiyatına verdiği galeyanla, dalgın, mesut, saatlerce yürüdü. Tarlaların ötelerine, neftî dağlara, sesi duyulmayan koyu lacivert denize, tıpkı vezin bilmez bir genç şair gibi düşünmeden bakıyor, büyük bahçeli bir köşk aramak için buralara geldiğini bile unutmuş bulunuyordu. Birdenbire kulaklarını yırtıcı bir ses doldurdu: "Vank, vank, Vank!» Hülyasından uyandı. Karşısına baktı. Uzaktan bir otomobil geliyordu. Üç saattir tahayyüle daldığı için muattal kalan muhakemesi, boşalırcasına bir süratle işledi. Otomobilin önünde bir şey yoktu. Niçin çalıyordu?

Otomobil hem yaklaşıyor, hem daha acı, hem daha sık vanklıyordu. "Acaba boru bozuldu da susturamıyor mu?” diye düşündü. Döndü. Arkasına baktı. Yol bomboştu. Kendisinden başka kimse yoktu. Otomobil deli gibi haykırıyordu. Kendine doğru koşuyordu. On metreden geniş şosenin en kenarında, belki on santimetrelik bir yer tutunuyordu; mümkün değil kendisi koca otomobile bir mani olamazdı. "Sağ, sol yön takibi kaidesi” yayalar için değil, atlar, arabalar içindi. Otomobilin dinmeyen yaygarasını üstüne alınmaya mahal yoktu. Fakat niçin susmuyor, hem üzerine geliyordu. Muhakemesi bunun sebebini bulamadan otomobil yanında durdu. Bu, küçük çapta bir arabaydı. Manevra aletini birdenbire, ancak kazan kulpu kaşlarım görebildiği şık bir genç tutuyor, yanında uşak tavırlı bir herif oturuyordu. Tıpkı aheste bir ördek vakvaklamasının vezniyle sorulan: "Ulan, alçak kerata! Sağır mısın, söyle bakayım?” sualini işitince tepesine kulplarından kopmuş kaynar su dolu bir kazan devrilmiş gibi sarsıldı. Bu ne haksız, ne manasız, ne arsız bir tecavüzdü! Böyle bir tecavüze aldırmamak insanlığa karşı affedilmez bir küfür sayılabilirdi. İçinden, "Ya bu rezili gebertirim, ya kendim geberirim!” dedi. Yakın duran otomobile daha ziyade yaklaştı. Gözleri tımarhaneye döndüğü gün gibi parlıyor, beyaz top sakalının üstündeki pembe, tombul yanakları titriyordu. Sola eğri burnunu yukarı kaldırdı. Ağzım iyice yaydı. Küstah gencin sesini taklit ederek tıpkı bir ördek gibi vakvakladı:

— Ulan terbiyesiz maskara! Sen kör müsün? Söyle bakayım?

Otomobildeki genç, herkese istediğini söyleyip de, istemediğini işitmemiş şımarık bir toy şaşkınlığıyla sarardı. Yanındaki herifle bir an birbirlerine bakıştılar.

Genç, sonra yine Cabi Efendiye döndü. Kalın kaşları açık alnına doğru yükseldi. Hint horozunun gagası altında kalmış bir ördek gibi vakladı.

— Niye yolun sağma geçmiyorsun?

— Ben araba mıyım behey budala?

Uşağa benzer herifle efendisi de bu sefer bir çapanoğluna çattıklarım birdenbire anladılar. Cabi Efendi, lök gibi karşılarına dikilmişti.

— Sen beni biliyor musun?

Cabi Efendi zaten hazırcevaptı:

— Biliyorum, işte terbiyesizin birisin! -dedi.

Genç, hiddetinden kendini kaybetti. Kalktı. Sağ elini bir şey çıkarmak istiyormuş gibi pantolonunun arka cebine sokmaya çalışıyor: "Bırak, şu keratayı geberteyim. Bırak. Bırak diyorum, bırak beni.

Tutma...” diye çırpmıyor, uşağa benzeyen herif bütün kuvvetiyle kendini zapta çalışarak:

— Merhamet buyurunuz, beyim; affedin beyefendim; yapmayınız bırakınız, beyefendi hazretlerim. Kuş suruna bakmayınız. Bunak bir kulunuz... diyordu.

Cabi Efendi, küstahlıkla dalkavukluğun bu mücadelesine bakarak gülümsüyordu.

— Bırak bakalım şunun tabancasını da göreyim.. dedi.

Siyah esvaplı, uşağa benzer herifin kuvvetli kollarından kurtulamayan genç, otomobilin koltuğuna yeni zaferler kazanmış mağrur bir kahraman vakarıyla yıkıldı. Kalın kaşlarının altındaki baygın gözlerini senleştirmeye çalışarak:

— Herif! Otomobilin kıçına bir kere bak da öğen! diye vakladı.

Sesinde gayet müthiş, gayet korkunç bir tehdidin aksi gümbürdüyordu.

Cevap beklemedi. Neticenin sıfır çıkacağım tahmin etmiş bir matematiksel suskunlukla yoluna yürüyordu. Arkasına hiç bakmadı. Bu bitmez tükenmez muharebe, yalnız şehrin içinde mahallelerin değil, işte kırların ahlakım da bozmuştu. Hem kırın terbiyesizliği, havası gibi pek sertti. Şehirde hiç olmazsa sebepli sebepsiz insanın yalnız haysiyetine tecavüz ediyorlar, fakat öldürmeye kalkmıyorlardı. Cabi Efendi, bir dakika evvel cennet gibi gördüğü yerlerden birdenbire ürktü. Kendisin insaniyet, medeniyet âleminden çok uzak, görünmez kaplanlar, kurtlarla dolu bir sahrada sandı.

Birdenbire kırda yaşamaktan vazgeçti. Şehrin alışamadığı umumi terbiyesizliği hayat için daha emniyetliydi.

İstasyona bir an evvel yetişmek için geriye, geldiği tarafa döndü. Otomobil vanklamadan uzaklaşmış, ta uzakta, yolun üstünde küçülmüş, kabahatli siyah bir köpek yavrusu gibi kaçıyordu. Cabi Efendi durdu. Güneş olmadığı halde sağ elini alnına kaldırarak gözlerini ufalttı. Dikkatle baktı. Kıçında hiçbir şey fark edemedi. "...Dön bak da, öğren!” diye tehdit edildiği korkunç şey ne idi? Mecmualarda resimlerini gördüğü İngiliz tanklarının kıç taraflarım gözünün önüne getirmeye çalışarak,

— Top muydu? Miralyöz müydü? Yoksa yeni icat bir alet makinesi miydi? diyor, dönüp de bir kere bakmadığınaa pişman oluyordu.

ABBAS - CAHİT SITKI TARANCI

$
0
0

ABBAS

Çocukken büyük annemden dinlediğim masallardan biri, aklımda kaldığına göre, şöyleydi:

"Vaktiyle, bilmem ne memlekette hüküm süren bir padişahın oğlu, ancak rüyada gördüğü servi boylu, sırma saçlı, mavi gözlü, son derece dilber bir kıza âşık olur; ve sevgilisini bulmak ümidi ile yollara düşer. Bütün aşk masallarında olduğu gibi başına bir sürü felâketler gelecektir. Pek tabii değil mi? Aşk demek imtihan demektir. Ancak serden geçip yardan geçmeyen muradına nail olur. Bereket versin, daha ilk adımı bizim sevdalı şehzadeye uğurlu gelir. Bir kuyunun yanından geçerken, takatten düşmüş, ak saçlı bir ninenin kuyudan su çekmeğe uğraştığını görünce dayanamaz, koşar, ninenin suyunu çeker. Buna son derece memnun kalan kadıncağız, şehzadenin sırtını okşar ve saçından kopardığı iki teli ona vererek der ki: ...

— Oğlum, başın darda kaldığı zaman bu iki kılı birbirine çakarsın; bir dudağı yerde, bir dudağı gökte bir Arap çıkar karşına! Korkmayasın. Adı Abbas’tır. Karnın mı acıkmış? "Abbas!" demen kâfi. Derhal sana mükellef bir sofra kurar. Yırtıcı hayvanlar arasında mı kaldın? Abbas’tan başka kimse kurtaramaz seni. Uykusuz gecelerde yârin hicranı ile mi yanıyorsun? Abbas ne güne duruyor? Sevgilini ne kadar uzakta olursa olsun, alıp getirir seni şad eder.

Bu iki kılı iyi muhafaza et oğlum. Onlar sayesinde selâmete çıkacaksın.

Ve şehzademiz ninenin elini öperek yoluna devam eder."

***

Yedek subaylığımı yapmak üzere kıt'aya gittiğimde, bölük komutanım, emir erimi bizzat seçmemi tembih etmişti. Fakat nasıl seçersin? Bölük erlerinden hiçbirini henüz tanımıyorum ki! Bölüğü içtima ettirip gözüme kestirdiğimi seçmeğe gönlüm razı olmadı. Bölük yazıcısından künye defterini istedim. Şu Anadolu’muz ne zengin memleket yarabbi! Pötürgeli Hasanlar, Aksekili Ömerler, Akçaabadlı Hakkılar, Malatyalı Osmanlar, Erzincanlı Mehmedler, neler de neler! Kim bilir, bu Anadolu uşaklarının her birinde ne cevherler vardır! Yaprakları çevirmeğe devam ederken, Abbas oğlu Abbas ismi gözüme ilişti. Durdum, bu sahifeye daha muhabbetle eğildim. 331 doğumlu, Midyat’ın Cobin köyünden. Masaldaki Abbas aklıma geldi. İçimden: "Acaba?" dedim ve kendi kendime gülümsedim. Vakit öğleydi. Bölük talimden dönmüş olmalıydı. Nöbetçi çavuşu çağırttım, yemekten sonra, Abbas oğlu Abbas’ı bana göndermesini tembih ettim.

Mahfelde yemeğimi yedikten sonra, o saatte kasabanın nispeten en serin yeri olan parka yollandım. Baktım arkamdan bir er koşarak geliyor. Yol üzerindeki ilkokulun önünde durdum. Geldi. Mükemmel bir esas vaziyeti; kıyak bir selâm; ve Anadolu kokan, saffet hazinesi bir ses:

— Emrine geldim komtanım!

Hayran hayran bakmaktan kendimi alamadım. Fidan gibi bir boy, yağız bir çehre, üst dudağında hafif bir gölge, katıksız, siyah, merd gözler.

— Adın ne oğlum? dedim.

— Abbas oğlu Abbas, komtanım!

— Memleket neresi?

— Vilâyet Mardin, kaza Midyat, köy Cobin.

Çakı gibi asker vallahi künyesini bir çırpıda söyleyiveriyor. Yalnız Türkçesinin kıt olduğu ne kadar belli. Ziyanı yok. Onun bu halinde de bir şirinlik var. Tekrar soruyorum:

— Sen kaç aylık Abbas?

— Ben ihtiyat Komtanım!

Âlâ! Parka doğru yürüyoruz. O, solumda ve bir adım geriden geliyor. Askerlikte usul böyledir. Madun, mafevkinin daima bir adım solu gerisinde gider. Peki bu aslan parçası eri nasıl emir eri yaparsın? Yazık değil mi? Ona hafif makineliyi emanet etmek varken nasıl bulaşık yıkatırsın? Kıt'aya gelmeden evvel, askerliğini yapmış arkadaşlardan duymuştum, Anadolu uşakları emir erliğini pek istemezlermiş! Onurlarına dokunurmuş! Ve bunun için, emir erleri umumiyetle sakatlar arasından seçilirmiş! Dönüp tekrar Abbas’a baktım, sakata pek benzemiyordu. Parkta havuzbaşının gölgeli bir yerinde oturduktan sonra, karşımda esas vaziyetinde duran Abbas’a:

— Sen sağlam yoksa sakat? dedim.

— Ben sakat komtanım!

— Ulan senin neren sakat?

Sol kolunu gösterdi. Anladım, çolakmış! Mademki vaziyet bu merkezde, değil mi?

— Sen benim emir eri olur, Abbas? dedim.

Hiç kıpırdamadan:

— Olur komtanım! dedi.

***

Abbas emir erim oldu. Oturduğum evin aşağı kattaki odasını ona verdim. Yatağını, çantasını, torbasını ve hizmetini eve taşıdı. Memnun olduğunu her halinden seziyordum. Abbas, sabahları, talim saatinden bir saat evvel beni uyandırır, leğeni, ibriği getirir, elime su döker, sonra kahveyi pişirirdi. Öğleyin de, sefertası ile tabldottan yemeğimi alır, mahfele getirirdi. Ve akşamları, ben tembih etmediğim halde, talimden sonra eve uğrayıp sivilleri giyeceğimi hesaplayarak, evden bir yere kımıldamazdı. Söylemeğe lüzum yok, evin temizliğinden ve intizamından o mes'uldü. Vazifesini hiçbir ihtara lüzum hissettirmeden, insiyaki, belki de otomatik bir surette yapıyordu. Kendisine çok iyi muamele ettiğim halde disiplin haricine çıktığını hatırlamıyorum. "Abbas!" demem kâfiydi. Sanki kayıbdan çıkar gelirdi; ve daima pürüzsüz bir esas vaziyetinde, ve daima emre intizaren, kılı kıpırdamadan.

Beni siyanet etmesini de bilirdi. Onu çarşıya, jilet, mektub kâğıdı veya sigara veyahud yemiş almağa gönderdiğim zaman, hem en iyisini alır, hem de ucuzunu almağa çalışırdı. Abbas komutanına zarar gelmesini ister mi hiç? Ve kırk para artsa, getirir iade ederdi. Ben söylemeden, her hafta sivillerimi bölüğün terzisine götürür, ütületirdi. Ev dışında da Abbas’ın koruyucu kanadlarını üstümde hissederdim.

Herhangi bir şeye ihtiyacım olur diye, mahfel civarından ayrılmazdı. Akşamları parkta bile beni uzaktan kollar, hâl ve hareketlerimden bir şeye — meselâ sigara, meselâ mendil— ihtiyacım olduğunu sezerek koşar gelir. Bermutad esas vaziyetinde ve bermutad kılı kıpırdamadan:

— Buyur komtanım! derdi.

Emir eri değil Hızır! Bu hususta subay arkadaşlar beni adeta kıskanırlardı. Ben de gülerdim. Memnuniyetimden. Abbas’a karşı kalbim minnet ve şükranla doluyordu.

***

Bir yaz akşamıydı. O gün tümen komutanının huzurunda sıkı bir teftiş vermiştik. Subayı, eri, hep beraber, bir hayli ter dökmüştük. Eve, pestilim çıkmış bir halde dönüyordum. Bir kırk dokuzluk çekmeden bu yorgunluğu çıkarmağa imkân yoktu. Aşağı odada, söküklerini dikmekle meşgul emir erime seslendim.

— Abbas!

Tahta döşemede kalın ve ağır bir postal sesi! Merdivenlerden hızla çıkıyor. İşte karşımda:

— Buyur komtanım!

— Al şu iki buçuk lirayı. Bana bir 85'lik (o zaman kırk dokuzluk ancak 85 kuruş olmuştu.) Şaban ustadan pişkin bir kebab, güzel bir domates ve hiyar salatası ve yoğurdu bol bir patlıcan kızartması. Haydi bakalım marrrş!

— Başüstüne komtanım!

Sol ayağı üzerinde tam bir dönüş yaptı ve çıktı.

Hava kararmak üzereydi. Az sonra minareleri fabrika bacalarından ayırt etmek mümkün olmayacaktı. Kerahat vakti çoktan gelmiş sayılırdı. Bereket versin Abbas eli çabuk kişidir. Bir çeyrekte döndü. Masanın üzerine günü geçmiş bir gazete yayarak nevaleyi düzdü. Baktım buz da almış. Emir eri dediğin böyle olur. Sırtını okşamaktan kendimi alamadım:

— Aferin be Abbas!

Memnuniyeti sesinde bir:

— Sağol komtanım! çekti.

Az sonra da şiş kebabını getiriyordu. Buzlu rakıdan bir yudum; sonra çatalını şişkebap, patlıcan kızartması ve salata tabaklarında şöyle bir dolaştırıver! Ve arkasından çek birinci nevi sigaradan bol bir nefes! Ve kaldır başını, bak gökyüzüne! Oh! Yıldızlı bir yaz gecesidir. Rüzgâr da çıktı. Bir Fransız şairinin, ölümden sonra yaşamak hasretini anlatan o canım şiirini mırıldanıyorum: "Yeryüzünde olduğumuz o unutulmaz zamanlardı!... İih..."
Abbas’la konuşmak istedi canım. Aşağı doğru seslendim. Meğer o, belki bir şeye ihtiyacım olur diye, kapı arkasında bekliyormuş! Hay Allah senden razı olsun!
Abbas’a:

— Otur! dedim.

Utandı, kızardı, süklüm, püklüm oldu, fakat oturmadı. Bir erin komtanı karşısında oturmayacağını Abbas pek iyi bilirdi. Ben de ısrar etmedim. Yalnız, rahata geçmesini söyledim. Geçti rahata. Kadehimden bir yudum alarak:

— Abbas! dedim.

— Buyur komtanım!

— Askerlik nasıl?

— Çok iyi komtanım!

— Memleketten mektup geliyor?

— Yoh komtanım!

— Niye ulan?

— Ben de yazmıyor komtanım!

— Sen niye yazmıyor Abbas? Köyde senin karı var, çoluk çocuk var. Sen merak etmez hiç?

— Ben merak eder, eder komtanım! Ben yazdı beş ay var. Cevab yoh. Şimdilik ben de yazmıyor komtanım!

— Hakkı var Abbas’ın! Ara beni, arayayım seni!

Bahsi değiştirdim:

— Sen beni seviyor Abbas.

— Helbet seviyor komtanım!

— E... Niye seviyor?

— Sen iyi komtanım! (Elile kalbini göstererek), sende kalb temiz komtanım!

Hoşuma gitti. Emir eri tarafından sevilmek bir subay için büyük mazhariyet ve bahtiyarlıktır. Dayanamadım:

— Yaşa be Abbas!

— Sağol komtanım!

Abbas’la böyle muhabbet ederken bir yandan da kadeh üstüne kadeh yuvarlıyordum. Bir ara, İstanbul gözümde tüttü. İstanbul ve ilk sevgilim! Gençliğimin en güzel günleri! Şehzadeliğim tuttu, Abbas’tan medet ummak sevdasına düştüm.

Abbas’a:

— Sen İstanbul’u bilir? dedim.

Beni ne derece memnun ettiğinin farkında olmayarak:

— Bilir komtanım! dedi.

— Sen Beşiktaş gördü?

— Gördü komtanım! Ben muvazzaf yaptı Orhaniye kışla.

— Ben seni İstanbul’a göndersem gider?

Benimle eğleniyor musun komtanım gibilerinden yüzüme baktı. Ona emniyet telkin etmek için:

— Yarın alay komtanından izin alır, seni İstanbul’a yollar Abbas!

— Beni kimse yok İstanbul, komtanım!

— Beni kimse var Abbas! Sen gidecek İstanbul’a!

— Baş üstüne komtanım!

— İstanbul’a gitti. Karaköy var. Sen biliyor?

— Biliyor komtanım!

— Sen tramvay binecek, Beşiktaş inecek, ben sana adres verecek. Orda var bir kız, beni sevgili. Ben onu çok seviyor Abbas! Sen kaçıracak o kız, getirecek bana!
Abbas da karısını komşu köylerinden birinden kaçırmıştı. Beni anlayabilirdi. Hem anlamasa, değil mi ki komutanı idim, emrediyordum, dinlemesi lâzımdı. O askerliğin bu tarafını da bilirdi. Nitekim:

— Baş üstüne komtanım! dedi.

***

Ertesi sabah, bermutad Abbas beni uyandırdı. Kahvemi içtim, giyindim. Tam sokak kapısından çıkarken gözüm odasına ilişti. Baktım Abbas’ta bir yol hazırlığı var. Hâlbuki ben unutmuştum bile! Meğersem o, İstanbul seyahatini — hatta belki kız kaçırma teşebbüsünü bile— ciddiye almıştı.

Keyfi kaçmasın diye mi yoksa kendimi bile bile aldatmak için mi bilmiyorum, ona:

— Abbas! dedim.

— Buyur komtanım!

— Bu ne Abbas?

— Ben İstanbul gidiyor. Sen söyledi komtanım!

— Sen beni sevgili getirecek?

— Helbet getirecek komtanım!

Akmayacak cinsten yaşlar toplandı gözümde! Elimle sırtını okşadım ve bir şey ilâve etmeden kapıyı çekip sokağa fırladım. Yolda düşünüyordum: "Canım Abbas! Hayırlısı ile şu dünya vaziyeti bir düzelse de, seni memleketine, tarlana, çiftliğinin çubuğunun başına, çoluk çocuğunun yanına göndersek! Bana gelince, tıpkı o şehzade gibi, birbirine çaktım mı, "Lebbek sultanım!" diye gaibden çıkıveren Abbas benim neme yetmez!

CAHİT SITKI TARANCI

Güzel Yazılar, HİKÂYELER, TDK YAYINLARI

Viewing all 155 articles
Browse latest View live