Quantcast
Channel: HİKAYELER / KISA ÖYKÜLER - Edebiyat Meraklılarının Sitesi
Viewing all 155 articles
Browse latest View live

DENİZ FENERİ - MUSTAFA NECATİ SEPETÇİOĞLU

$
0
0

DENİZ FENERİ

Fenerin ışığı bir an kadının yüzünde durup geçti. Bu bir an içinde erkek, kadının saklamayı başaramadığı yüzünde, iyice derinleşmiş birkaç çizginin, yılları top top ve acımasız bir hoyratlıkla bir araya getirdiğini, o bir zamanların pürüzsüz pırıl pırıl yüzünü dileğince parçaladığını gördü. Fakat gözleri değişmemişti; yıllar nedense bu her zaman çocuk ve yıllarca önce de her şeye hayran ve güzel bakan gözleri gölgeleyememişti. Kadın, kuşkusuz, yüzünde çizgi çizgi toplanan yılların farkında idi. Belki de, yirmi yıl sonra, bunun için bu saati, bu karanlığı, denizin aşağıda böyle kaskatı bir karanlıkla uçurumlaştığı bu yeri seçmişti. Deniz fenerinin arada bir, kadının yüzünü yalayıp geçmesi ve sonra tâ ötelerde uçurumlaşan denizi bir ışık seli ile yıkaması olmasa, erkek kadını göremeyecekti.

Erkek "Acaba benim yüzümde de yıllar çizgileşti mi ki?” diye düşündü. Yıllar var ki yüzünü unutmuştu. Kadın da bu yüzü merak ediyordu, ama, masaya oturduktan sonra, gazinonun bu kuytu köşesinde, deniz fenerinin ışıklarının erkeğin arkasından vurduğunu ve onun yüzünü büsbütün kararttığını görünce üzülmüştü. "Keşke” diye düşündü, "daha erken bir saatte buluşsaydık". Ve başını önüne eğdi. Fenerin ışığı bu defa, kadının ışıkla birleştiği zaman ağardığı iyice belli olan saçlarım ıslatarak geçti.

Erkek, kadının içinden geçenleri anlamıştı. Kadının yüzünü göstermemek için eğdiği başını eskisi gibi avuçlarının içine alıp tutmak, sonra yavaş yavaş kaldırmak ve çocuksu gözlerini yirmi yılın ardından görebilmek için kıpırdanan ellerini zor tuttu. Başını uçurumlaşan denize doğru çevirdi. Bir şey söylemiş olmak için "Ay doğacak galiba” dedi, "doğması gerekti oysa, gecikti.”

Sesi titrekti. Kadın "Yirmi yıl önce de böyle idi bu ses." diye düşündü. "Yumuşaktı.. sevgi vardı." Belki karanlıktan, belki fenerin düzgün ölçülü aralıklarla ve sessizce gelip geçen ışığından kadın, sarhoş bir ezikliğin elindeydi. Belki de yirmi yıllık bir özlem ve birdenbire, sanki kendiliğinden olan bu buluşma, kadını bir deniz serinliği ve tatlı ürpertisi içinde eritiyordu. Elini erkeğe doğru uzatmak istedi. Yine sert kemikli, yine kıllı, yine güven dolu olarak kaldığını sandığı o yirmi yıl önceki eli tutacaktı. Ama birdenbire omuz başında bir noktadan, bütün kolu boyunca uzanan damarın çekildiğini, parmaklarını büktüğünü ve istemediği hâlde elini geri çektiğini duydu, güvenemiyordu.

Erkek, "İstersen daha geriye, şu ışığın altındaki masaya gidelim, seni iyice görmek istiyorum.” dedi. Bu aslında "Beni iyice görmeni istiyorum" demekti. Belki de "Yüzümün, senin yüzünden değişik olmadığını, saçlarımın ak bile değil cascavlak olduğunu görmeni istiyorum" demekti. "Yaptığını, eserini görmeni istiyorum.'
Kadın, o zaman bu yere, bu biçimde oturmanın da önceden ve kendisi tarafından hazırlanmış olduğunu anladı. Yirmi yıl önce soğuk ve biçimsiz bir evde bırakıp gittiği erkeği şimdi, kötü bir portre olarak görmemek, bir saat için de olsa yirmi yıl önceki ışıklı portreyi hatırlamak için onu böyle, deniz feneri arkasına gelecek biçimde oturtmuştu. Bu buluşmayı hazırlarken, bile bile bu karanlık saati ve bu karanlık yeri seçmişti. "Burada kalsak” dedi, "Daha iyi değil mi? Işığı sevmiyorum artık. "

Aşağıdan denizin sesi geliyordu. Yumuşak bir hışırtı yukarıya doğru çıkıyor, sonra karanlığa ve deniz fenerinin ışığına karışıyordu. Çok uzaklarda, denizle gök yüzünün birleştiği yerde belli belirsiz bir beyazlık ve kümelenmiş kara bulutlar vardı

Erkek bir cigara yaktı. Çakmağın alevi yüzünü çok yakından, biraz da mübalâğalı bir kızıllıkla aydınlattı. Ve kadın, istemediği hâlde erkeğin bu kadar perişan, yaşlı ve umutsuz yüzü. nü gördü. Yirmi değil de bir yüz yıl oturmuştu bütün ağırlık ve bütün korkunçluğu ile bu yüze. Kadın gözlerini kapadı. Erkek "Keşke" dedi "keşke ışığı her zaman sevseydin." Cigarasından arka arkaya birkaç soluk aldı. "içinde bir ışık yanmışken onu söndürmeseydin."

Kadın "Onu ben söndürmedim" dedi. Erkek, "Şimdi beni suçlayacak" diye düşündü. Ama kadın "Kendisi söndü” diye devam etti. "O ışığı yakmak ve söndürmek benim elimde değildi. İsteğim dışındaydı. Sende olduğu gibi.” "Doğru” dedi erkek de. "Bende olduğu gibi ama ben, ve sen diye düşünmemiştim. Sen derken biz demek istiyorum. Biz de ışığı yitirmemeliydik demek istiyordum. Yoksa..."

Cigarasını aşağıya, denizin karanlık bir uçurum gibi derinleşip hışırdadığı boşluğa doğru fırlattı. "Seni bilmiyorum ama ben yirmi yıldır işte şu karanlık boşluk gibiyim. Derinden derine hışırtılı bir boşluk. Arada sırada fırlatılan yanar bir cigara bu boşluğa düşüyor. Ama o küçük ateş bir ışık olmadığı için aydınlatmayı değil yalnız yakmasını biliyor.

"Suçluyum” dedi kadın birdenbire. "Bunu, seni bırakıp gittikten sonra daha iyi anladım ama bunu bana şimdi hatırlatma. Beni suçlama.” Sustu. Sanki deniz ve denizin ötesi de birlikte susmuştu. Erkek, "Seni hiç bir zaman suçlamadım" dedi. "Bunu düşünmedim bile, zaten, her akşam, seni evde bulamayacağımı, bırakıp gitmiş olacağını düşüne düşüne eve dönmek beni buna alıştırmıştı. Gidişin, sadece korkumun doğrulanması oldu. Ve o korku içimdeki ışığı söndürdü. Belki de o ışık daha önce sönmüştü de ben o gün, gittiğin gün, söndü sanılını.”

"Nasıl?” diye coşkuyla sordu kadın. "Demek sen de istiyordun bunu? Gitmemi sen de istiyordun?”

Erkek bir tuhaf güldü. "Böyle bir şey söylemedim” dedi, "hatırlıyor musun?” diye ekledi. "Seni ilk gördüğüm günlerde, bir gün yine böyle oturmuştuk; o zamanlar ellerimizi korkusuzca tutabiliyorduk. Gözlerimiz dışarıya, içeriye bakıyordu. Yüzlerimizde yabancı çizgiler yoktu. İçimizde yanan ışığın aydınlığı saçlarımızda dolaşırdı. Sana, lisenin ilk sınıfında, daha çocukken Tanrı'yı nasıl gördüğümü anlatmıştım. Bir bahçede idim. Uzaklara bakıyordum. Sabahtı. Henüz güneş doğmamıştı. Şehrin evlerinin üstünden tâ uzaklarda, kül rengi bir aydınlık içinde sivrilen bir dağ bana gittikçe yaklaşıyordu. Bulunduğum yerde o dağ bana hem evlerin üstünden elimi uzatıp tutacak kadar yakın, hem yüz yıllar boyu uzaktı. Birden nasıl oldu bilmiyorum, ortalık mavinin, kırmızının ve yeşilin en duru, en aydınlık tonlarıyla parıldadı. Milyonlarca kilovat gücünde bir ışık gök yüzünden o dağın tepesine akmağa başladı. Birleşme noktasından dönerek savrulan ışıklar bütün kenti sardı. Pırıl pırıl yıkadı. Sonra dağ eridi. Küçülmeye, bana doğru akmaya başladı. Tanrı, ışık olup yayılıyordu, beni de şehirle birlikte yuyup arıtıyordu. Ve ben büyüyordum. Küçülen dağ ayaklarımın altında ışık olup kalmıştı. Her yer ışıktı. Sessizlik bile ışık olmuştu. Uyandığım zaman titriyordum.

Bunu sana, ilkin sana anlattığım zaman titredin, ürperdin daha doğrusu."

Fenerin ışığında erkek kadının yüzündeki çizgilerin silindiğini, pürüzsüz pırıl pırıl parıldadığını gördü. Sanki az önceki kadın görünmeden kalkmış, yerine otuz yıl önceki kız oturmuştu. Elini uzattı düşünmeden. Kadın ılık, yumuşak ve dost elini tuttu. Kadın, "Evet ürpermiştim” dedi. "Çünkü ben de Tanrı'yı görmüştüm. O gün, çok istediğim hâlde sana anlatamadığım düşümü, şimdi anlatabilirim.”

"Orta okuldaydım. Bir gece her zamanki gibi yatmıştım. Bir beyaz ışığın aydınlattığı mermer bir yolda yürüyordum. Gümüş parlaklığında bir ışık yolumu hem aydınlatıyor, hem bütün çevremi kaplayan mermerleri bir pamuk yığını gibi yumuşatıyordu. Sabahtı iyice biliyorum. Birden Türkçe bir ezan sesi duydum. Sıcak, yürekten gelen, öylesine bir tatlı ses, sağımdan bulutları yırtıp göğe yükselen bir minarede ezan okunuyordu. "Tanrı uludur" diyordu. "Tanrı'dan başka yoktur tapacak” diyordu. Ve ses bir ipek yumağı gibi dağılıp gök yüzünde toplanıyordu. Orada, o sesin toplandığı yerde birden bir ışık, göz kamaştıran bir ışık dalgalandı. Ve, daha bir eşini görmediğim bir yüz, ışık olup gülümsedi. Sonra o ışık konuştu. "Ben Tanrı'yım kızım" dedi. "Ben Tanrı'yım korkma.”

Kadın sustu, Erkeğin avucundaki eli garip bir ateşle yanıyordu. Çekmek istemedi. Erkek, "Sonra?” dedi "Sonra niçin yitirdin içindekini?”

Kadın, öteki elini cigara paketine uzatırken "İçimdeki zenginliğe dayanamadım” dedi, "Belki de sendeki ışığı görünce, ben içimdekinin güçsüzlüğünü anladım. Benimkini gölgeliyordu. "

"Ne kadar yanlış” diye haykırdı erkek deli gibi. "Ne kadar yanlış! İçimdeki ışığı güçlendiren sendin oysa. Bunu anlamalıydın”.

Kadın sarsıldı. Yirmi yıl önce "Acaba?” diye kuşkulandığı sorunun karşılığını bu kadar kesin ve inandırıcı almak, onu birdenbire ihtiyarlatmıştı. Erkek, çaresizlik içinde elini çekiyordu. Kadın bırakmadı. "Bırak" dedi, "Elin eskisi gibi gerekli bana.

Sustular. Aşağıdan denizin hışırtısı daha çok duyuldu. Deniz feneri, ışıklarını dört bir yana yine sessizce dağıtıyordu. Kadın, bu ışıklardan saklamak istediği yüzünü tâ ötelere, denizle gök yüzünün birleştiği yere çevirmedi. Orada biraz önceki beyazlık iyice artmıştı. Kapkara bulutlar öbek öbek dağılıyordu. Ay, bir şerit gibi görünüyordu. Yavaş yavaş denizden ve karanlıklardan sıyrılıyordu. Kadın, bir düş içinde konuşuyormuş gibi "Ay doğuyor" dedi, "Gecikti ama; yine de güzel doğuyor.”

Erkek de baktı; karanlıkların ve denizin kalın bir sessizlik içinde parçalandığını duyuyordu sanki. Ay, bu parçalanışın içinde mutlu bir tebessüm gibiydi. Kadın, öteki elini de erkeğe uzattı. Fenerin ışığı, kadının yüzünden bir daha geçerken, yüzündeki yirmi yıllık çizgileri de alıp götürmüştü.

MUSTAFA NECATİ SEPETÇİOĞLU


ÇİRKİNLİĞİN ESRARI - ÖMER SEYFETTİN

$
0
0

ÇİRKİNLİĞİN ESRARI ÖMER SEYFETTİN

 

 

Bilmiyorlar da sevmediklerini,

Ediyorlar büyük büyük yemini;

Bana gösterme, sen de nefretini,

Ne şifalar veren yalanlar var!

 

Genç kızlarla bir odada yalnız kalmak ne tehlikelidir! Bahusus (özellikle) bizim gibi başı yorgun adamlar için... İşte geçen sene, bu vakit, ben böyle bir tehlike atlattım. Sonbaharda Büyükada'yı çok severim. Tenha çamların altında tek başıma gezmek, uzak sislerden savrulan rutubetli rüzgârın ölümü hatırlatan feryadını dinlemek pek hoşuma gider. Hava, penceresiz bir türbe kubbesi gibi karanlık, gamlı, meyus(üzgün)tur. Her tarafta solan yazın naaşından kopmuş yapraklar sürünür. Gölgesiz dalların arasında sanki zavallı aldatanlarla aldananların görünmez hayalleri dolaşır... Fakat o gün, bu gamlı kubbe, birdenbire yıkıldı. Bir tufan boşandı. Sırsıklam oldum. Yağmurun altında Sermet'in halasının oturduğu köşke kendimi dar attım. Kapıdan girince halime gülen hizmetçi kız, evde küçük hanımdan başka kimse olmadığım söyledi.

— Ey, büyük hanımefendi?

— Bu sabah erkenden gitti.

— Nihat Bey?

— Galiba kulüpte.

— Şu yağmur geçinceye kadar oturacağım. Küçük hanıma haber verme. Rahatsız olmasın, dedim.

Pardösümü çıkardım. Mendilimle üstümü başımı sildim. Soldaki salona girdim. Çılgın yağmur, pancurları, camları tokatlıyor, fasılalı ıslıklarla acı bir fırtına gürültüsü koparıyordu. Ben tabiatın bu münasebetsiz hiddetini dinlerken kapı açıldı. Başımı çevirdim. Sütûde'nin girdiğini gördüm. Bence İstanbul'un en güzel kızı odur! Siyah, iri, parlak gözler... Gür siyah saçlar... Sonra inanılmaz derecede saf bir beyazlık! Mukaddes bir rüya beyazlığı! Acaba on altı yaşında var mıydı? Zannetmiyorum. Fakat yirmi yaşında sanılacak kadar olgun bir vücut... Bir göğüs ki... Bir boyun ki...

— Neye benden kaçıyorsunuz? Dedi.

Kalktım. Uzattığı bembeyaz elini sıktım. Sıcacıktı. Ta gözlerimin içine bakıyordu. Arkasında beyaz bir bluz vardı. Kısa, siyah etekliğinin altından gözüken bacaklarının, o insanı heyecandan titreten bedii(eşsiz güzellikte olan) şekline baktım. Kurşuni podösüet iskarpinleri, ince ipek çoraplarıyla öyle muharrik(kışkırtıcı) öyle füsunlu bir ahenk hâsıl ediyordu ki... Sanki "şiir" mefhumunun mücessem(cisimlenmiş) bir manasıydı.

— ... Geldiğinizi niye ben duymayayım?

— Rahatsız etmek istemedim.

— Beni mi?

— Sizi.

Diye nazik bir cümleye başlayacaktım. Birdenbire tavrımdan sıkıldım. Elimde büyüyen, birkaç sene evvel denizde kucağıma alarak yüzme öğrettiğim çocuğun karşısında küçülüyor muydum? Vâkıâ işte o büyümüş, koca bir kız olmuştu. Fakat ben, ağabeysinin ağabeyisi... Belki kendimi sıksam, babası da olabilirdim. Teklifsizce güldüm:

— Kızımı rahatsız etmek ister miyim ya...

— Kızınız kim?

— Sen...

Çılgın bir kahkaha attı:

— Ben mi?

— .....

— Ben ha...

— .....

Sol elini kalçasına koymuş, şuh bir şımarıklıkla gülüyordu. Koltuğun birisine oturdu. Sade esvabı onu daha ziyade güzelleştirmişti. Gülümsüyor, ne diyeceğimi kestiremiyordum.

— Siz hakikaten tuhaf bir adamsınız! dedi. Beğendiğiniz kadınlara mı, yoksa beğenmediklerinize mi, böyle büyükbaba tavrı takınırsınız?

— .....

Cevap vermediğimi görünce birdenbire ciddileşti. Yüzünü bir heykel sükûtu kapladı. Büyük gözlerini yumdu. Keskin bir bakışla beni bir süzdü. İçimden: "Rol, rol, isterik rolleri!" diyordum.

— Kaç yaşındasınız?

— Herhalde Sütûde'ciğim, senden yirmi yaş büyük.

— Onun için mi bana "kızım!" diyorsunuz?

— Hakkım yok mu?

...Karşısına oturdum. Onu küçükken nasıl sinemaya götürdüğümü, orada nasıl dizime başını koyarak uyuduğunu hatırlattım. İşitmiyor gibi dinliyordu.

Yavaş yavaş renginin solduğunu, dudaklarının titrediğini görüyordum. Acaba hasta mıydı? Gevezeliğime, şakalarıma devam edemedim.

— Ne var Sütûde?

— Hiç! Dedi.

Sonra gözlerini önüne indirdi:

— Ben sizi ne vakitten beridir yalnız görmek isterdim.

Niye beni yalnız görmek istediğini bilmem niçin soramadım. Şaşaladım. Hafifleyen yağmurun camlardaki sızışlarına bakmaya başladım. Ne kadar böyle durduk, hatırlayamıyorum. Birdenbire onun hıçkırdığını işittim. Kolunu oturduğu koltuğun yanına dayamış, başını ellerinin içine almış, ağlıyordu. Dolgun omuzları, siyah parlak saçları, bir zambak gibi beyaz, nefis elleri hıçkırdıkça sarsılıyordu. Bir sinir buhranı mıydı? Dört beş ay vardı evlerine gelmemiştim. Bu esnada, Sermet'in spor arkadaşı Tevfik Çesban tarafından Sütûde'nin, istenildiğini, sonra reddolunduğunu duymuştum. Gizli bir aşk faciası mı vardı? Çesban çok güzel, çok yakışıklı, çok zengin bir gençti. Sütûde'yi alamadığı için Ada'dan kaçmış, Beykoz'un halî(tenha) tepelerinde bir eve kapanmıştı. İstanbul'a hiç inmiyor, memleketi bütün bütün terketmek için yolların açılmasını beklediği söyleniyordu. Ayağa kalktım. Elimle omuzunu okşadım:

— Ne var Sütûde, niye ağlıyorsun?

Hıçkırarak, yaşlı gözlerini kaldırdı. Bakışında sanki bir alev, siyah bir alev vardı.

— Ben, seni seviyorum! Dedi.

— Beni mi?

— Seni.

Birdenbire yüreğim hop etti. Ben, bu yeni kızlardan bir ejderhadan ziyade ürkerim. Korktuğumu belli etmemek için güldüm:

— Sen deli olmuşsun! Dedim.

Gayri ihtiyarî geri çekildim. Kanepenin ucuna büzüldüm. Kapıya baktım.

— Vallahi, billahi seni seviyorum. Hem üç seneden beri. Eğer beni almazsan, vallahi, billahi kendimi öldürürüm.

— Sen deli olmuşsun, sen deli olmuşsun...

Diye gülüyordum. Kalkıp kaçmak aklıma geldi. Zavallı kızın zihninde bir bozukluk mu vardı? Gözlerini bana dikmiş, garip bir ısrarla bakıyordu. Doğruldu. O bakışla beni bir tesir altına almak istiyor gibi yürüdü. Ta yanıma geldi. Oturdu. Kucağımda büyüyen bu kızın ağzından benim vaziyetimdeki, benim yaşımdaki bir adama karşı –bir romanda okusam hayal olduğuna bile inanmayacağım– tuhaf şeyler çıkıyordu. Dizlerime kapandı. Ellerimi tuttu. Çektim, eğildi, ayaklarımı öpmeye çalışıyordu. Kaldırmaya uğraştım. Ağlıyor, hıçkırıyor, "Allah aşkına, beni reddetme, beni kovma, senin esirin olacağım!" diyordu. Fakat niçin? Fakat niçin? Ne genç, ne güzel, ne zengindim. İsterik bir çocuğun elinde oyuncak olmak hiç işime gelmezdi. Gülmeyi bıraktım. Gayet ağır bir sesle:

— Ciddi olalım, Sütûde, dedim, seni kendine hürmete davet ederim.

Kollarından tuttum. Kaldırdım. Yanıma oturttum. Gözlerinden hâlâ yaşlar akıyordu. Sordum:

— Çesban'a niye varmadın?

— Ondan nefret ederim.

— O genç!

— Evet.

— O zengin!

— Evet.

— O güzel!

— Evet.

— O çok güzel. Tam sana lâyık! Senin kadar güzel. Yüzünü ekşitti. Tekrar:

— Ben ondan nefret ederim, dedi.

— Niçin?

— Evvela güzel olduğu için.

— Sonra?

—Genç olduğu için.

. . . . . .

Çesban'ın hayali gözümün önüne geldi. Kuvvetli, yakışıklı, âdeta eski Yunan heykellerinin canlı bir numunesiydi. İnce, kumral kaşlarının altında iri elâ gözleri necip bir sükût ile bakar, çehresinde herkesi hürmete mecbur eden asil bir vakar parlardı. Eğer birleşselerdi, Sütûde'yle ne bedii bir ahenk teşkil edeceklerdi. Hâlbuki İstanbul'un bu en güzel kızı gençlik gibi güzellikten de tiksiniyordu. "Güzellik kadınlar içindir. Güzellik erkeklerde iğrenç bir çirkinliktir" diyordu. Münakaşamız epeyce uzun sürdü. Ben arada, beklenmedik izdivaç tekliflerine maruz kaldıkça, tekrarladığım ezelî yalanıma, onu da inandırdım. Sıhhatim, rengim, afiyetim ciddi değildi. Âdeta hepsi bendeki hastalığın zahirî maskeleriydi. Asabım bozuktu. Dimağımdan mustariptim. Sözde doktorlar bana alkolle, yorgunlukla, meşguliyetle beraber aşkı da katiyyen menediyorlar, "kadın senin için zehirli bir hançerdir!" diyorlardı. Bu yalanları o kadar sahih(doğru) gibi söylüyor, o kadar ciddi tafsilat(ayrıntı) veriyordum ki, Sütûde bana acımaya başladı. Aşkı birdenbire merhamet oldu.

— Evet, her şeyden mahrum. Tıpkı bir mefluç(felçli) gibi.

— Ne yazık, ne yazık... Diyordu.

Ben tehlikeyi kolayca savdığım için seviniyor, bu sevinçle beyaz, nefis ellerini tutuyor, öpüyordum. Bu eller, Yarabbi... Bu vücut, bu taşan, bu galeyan eden güzellik... Kim bilir buna sahip olan ne kadar mesut olacaktı. Çesban'ın meyus olmakta çok hakkı vardı. Bu kız sevildikten sonra mümkün değil unutulamazdı.

Yağmur iyice dindiği için müsaadesini istedim.

— Gece kalsanıza... Ağabeyim şimdi gelir. Annem de gelecek.

— Bir işim var. Bu akşam mutlaka İstanbul'da bulunmalıyım.

— Ne vakit sizi bekleyeyim?

— Mademki burada bana acıyan müşfik bir kalp buldum. Her vakit sizi ziyaret edeceğim. Sütûde'ciğim. Her vakit...

Eflatunî denemeyecek bir derâguş(kucaklaşma) içinde kalktık... O an bilmem, nasıl münasebetsiz, nasıl uğursuz, nasıl şenî(kötü) bir fikir dimağımı doldurdu.

— Hakikaten güzellik, çirkinlik hakkındaki düşüncen doğru mu Sütûde? Diye sordum.

— Evet, dedi.

— Yalan.

— Vallahi sahih.

— O halde hakikaten fikrinde samimî isen, senin için ideal bir âşık var, dedim.

— Kim?

— Son derece çirkin!

— Oh.

— Hatta topal!

— Oh.

— Hem yaşlı. Benden çok büyük.

— Oh kim?.. Kim?..

— Çirkinler kralı!

İri, siyah gözleri birdenbire bulutlandı. Öyle durdu. Çirkinler kralı şüphesiz gözünün önüne gelmişti. Ada'da her sene en güzel kadına "kraliçe" unvanı vermek âdetti. Kraliçe, her sene değişir, eskisi unutulmazsa bile ikinci derecede kalırdı. Buna mukabil erkeklerin arasında da bir "çirkinlik kralı" intihap(seçme) olunur. Ali Bey, on senedir bu unvanı muhafaza etmişti. On sene içinde Ada'ya kendinden çirkin bir adam gelmedi. Onun için meşhurdu. Uzvî çirkinliği, ahlâkının berbatlığı yanında mücessem bir kutsiyet gibi pak kalırdı. Son derece sarhoş, politikacı, kavgacı, mütecaviz, dedikoducu, pis bir herifti. Mütemadiyen karı alıp boşuyordu. Bütün hayatı hizmetçi kızlarla, balıkçı kızlanrıyla geçiyordu. Yüzü... Kılları tıraş edilmiş bir orangutan surat! Anlatamam, anlatamam. Çürük dişlerinin, kocaman korkunç ağzında öyle çirkin bir sırıtışı vardı ki... Bana soğuk ürpermeler verirdi. Küçükken çektiği kemik hastalığından sağ bacağı beş santimetre kadar kısa kalmıştı. Uzun, zayıf kollarını sallayarak otuz beş derecelik bir zaviye ile dört tarafa yalpa vurarak yürürken, onu gören çocuklar, korkularından bağırırlardı. Hâsılı bu bir insan değil, bir alâmet, bir rezaletti. Tabiatın bir rezaleti, tabiatın bir küfrüydü. Sütûde, derin bir hülyaya dalmış gibi birdenbire sustu. Veda ettim. Onu öyle bıraktım, çıktım. Çamurlu sokaklardan inerken o kadar hafiflemiştim ki... Kollarımı kanat gibi oynatsam, doğru iskelenin üzerine uçabileceğim sanıyordum.

Geçen yaz...

..... Sütûde'nin çirkinler kralıyle muaşakası(aşk yaşaması) herkesi şaşırttı. Kimse inanamıyordu. Fakat iş birdenbire ciddileşti. Bu güzel, bu emsalsiz kız, o gudubet(yüzüne bakılmayacak kadar çirkin ), o bitkin, o iğrenç herifin, kovulmuş yedi karıdan arta kalmış, pis yatağına kaçtı. Ne akrabalarının mümanaat(engelleme)ini ne ailesinin reddini dinledi. Zavallı güzel Çesban da ümitsiz kalınca yaşayamadı. Bu şenî izdivacın ertesi günü, kendini öldürdü. Bana gelince... Tuhaf bir ıstırap içinde üzülüyordum. Çirkinler kralıyle Sütûde'nin birbirlerine sarılmış, dudak dudağa hayalleri zihnimi dolduruyor. İğrenç çirkinliğinin ilâhi güzellikle kaynaşması, ruhumda bir gazap isyan ettiriyor. Şair Fâzıl, "aş"ı, hodgâm(bencil)tabiat tarafından –cinsimizin temadi(sürüp gitme)si için– bize insafsızca oynanılmış bir "dek"(hile) telâkki eder. Der ki:

Bu vücudun heves-i Leylâsı,

O vücudun sebeb-i eşfası...

Acaba şuh gençlerin hasta ihtiyarları, en güzellerin en çirkinleri böyle delice sevmelerinde de bu ahlâksız, bu menfaatperest tabiatın gizli bir hilesi, gizli bir kârı mı var?

İşte, şimdi ben bunu düşünüyorum...

ÇIKMAZ SOKAK - ZEYYAT SELİMOĞLU

$
0
0

ÇIKMAZ SOKAK

Eşek kayaların arasındaydı. Bize kalsa belki göremeyecektik ya, Arap Niyazi'nin yaygarasıyla hepimiz o tarafa döndük.

— Eşeğe bakın, diye bağırıyordu Arap, bu cehennemin dibinde eşeğin ne işi var yahu?

Denize girdiğimiz yer, adanın arka taraflarında öyle pek kimsenin uğramadığı bir koydu. Biz Arap Niyazi, Avcı Saim, Kızgın Zeki, iyi Ahmet, hep beraberdik. Avcı bu kayalık denizin tiryakisiydi. Onun zoruyla tepmiştik yolları. Arap'ın ağzı hâlâ açıktı.

— Bu eşeğin ne işi var bu kayaların arasında yahu? Nasıl gelmiş, nasıl inmiş o uçurumlardan?

Avcı:

— Aptal Arap, dedi, senin aklın erer mi o eşeğin hesabına... Canına tak demiştir çalışmak fakirin, kirişi kırıp soluğu burada almıştır işte... Sahibinden saklanmıştır.
Gerçekten, eşek öyle bir yerde duruyordu ki, buraya nereden geldiğine akıl erdirmek zordu. Bir taraftan dik, çam ağaçlarının bile zor tutunduğu bir uçurum iniyor, iki taraftan sarp kayalar yükseliyor, beri taraftan da deniz yolu kapıyordu. Eşek, uçurumun, kayaların, denizin arasındaydı. Hiç kımıldamaksızın, heykel gibi duruyordu. Kızgın Zeki kaşlarını çatıp:

— Eşeğin bu kadar gururlusunu ilk defa görüyorum, dedip hiç sallanmıyor, kendini beğenmişin züppesi..

Avcı:

— Ben şimdi kımıldatırım, onu, deyip yerden bir taş aldı.

Tam nişan alacağı sırada iyi Ahmet tuttu kolunu..

— Yapma, dedi acıtırsın hayvanın bir yanını... Avcı :

— Ulan, dedi, sen de her şeye mani olursun. Seni anan dünyanın işlerine engel olasın diye doğurmuş garanti.

Taşı hızla fırlatıp attı. Taş eşeğin biraz ötesinde yere düştü. Eşek kımıldamadı. Arap Niyazi kıkır kıkır gülmeye başladı.

— Yaşşa be Avcı, dedi, sen de tam avcısın ha... Manda kadar eşeğe rastlatamadın taşı... Bak oğlum, hedef nasıl bulunur, gör de öğren...

Arap yerden bir büyükçe taş aldı. Uzun parmaklarıyla taşı kavrayıp, kalın, sarkık dudaklarını büzdü, gözünün tekini kapayıp olduğu yerde yaylanarak hızla fırlattı. Taşın eşeğin karnından pat diye ses çıkarmasıyla eşeğin kıpırdaması bir oldu. Hayvan ileri doğru bir yürüdü. Ama, birden topallayıp olduğu yerde kaldı. Eşek, sağ arka ayağını yere basamıyordu.

Avcı:

— Vay, dedi... ayağı kırık bu garibin be... Bırakmışlar kimsesizi buraya.

İyi Ahmet:

— Hadi bakalım, dedi, taşlasanıza bakalım, engel olmuyorum işte...

Arap:

— Elim kırılsaydı da atmasaydım taşı, diye söylendi.

Kızgın Zeki:

— Hangi eşşeoğlueşşek, dedi, hangi eşşoğlueşşek bıraktı bu hayvanı buraya kim bilir?

Denize girmenin, güneşte yatmanın tadı kalmamıştı. Birdenbire ne emiz, kahkahalarımız bıçakla kesilivermişti sanki...

Burada, bu canım güzelliklerin ta ortasında, bir can ölüme bırakılmıştı. İnsanlık, merhamet falan, hep düzmeceydi, hep süstüp sahteydi. Yahu... Hey Allah'ım.. Şu garip eşeğin ne günahı vardı be? Ne suç işlemişti bütün hayatı boyunca bir canavar herife para kazandırmaktan gayri? Ve o herif hangi deyyus ise, hayvancığın kafasına üç kuruşluk bir kurşun sıkmaya kıyamamış, onu işte böyle açlıktan, susuzluktan yavaş yavaş erimeye, bitip tükenmeye bırakmıştı. Adadaki çiçekçilerden tanıdıklarımı birer birer gözümün önünden geçiriyordum. Ama boşunaydı. Onları gözümün önünden geçirsem de geçirmesem de boşunaydı. Hiç bir şey değişmeyecek, eşek burada günlerce can çekişip, "bir su veren yok mu?" bile diyemeden susuzluktan göçüp gidecekti.

— Daha şimdiden sıfırı tüketmiş hayvan, dedi Avcı, bak nasıl sendeliyor. İyi Ahmet:

— Bir şey yapamaz mıyız çocuklar, dedi, şu hayvana bir yardımımız dokunmayacak mı?

Kızgın Zeki:

— Dokunmayacak, diye kestirip attı, şimdi ahlanıp vahlanıp şuradan gider gitmez de keyfimize bakacağız. Ne ayağı kırık eşek kalacak aklımızda, ne de bir şey... Oğlum, ayağını kırmamaya bakacaksın bu dünyada... Yoksa gittin gürültüye.

Arap Niyazi:

— Hiç olmazsa hayvana yaklaşabilecek bir yol bulsaydık, dedi, belki su falan getirirdik.

Avcı:

— Ona en büyük iyilik kafasına bir kurşun sıkmaktır, diye karşılık verdi.

Arap:

— Ne yapsak, dedi, bucak müdürüne mi söylesek acaba?

Kızgın Zeki:

— Gülerler sana, deyip acı acı güldü, hem acırlar, hem de gülerler sana yavrum. Kibarcası saflığına, mertçesi aptallığına gülerler senin.. Ulan, sen hangi hayal dünyasında yaşıyorsun hacı? İnsanları kollamaya gücümüz yetmiyor, elin eşeğini kim ipler senin?

— Zaten dedi, Avcı, sahibi öyle bir yere getirip bırakmış ki, hayvanı, Azrail'den başka kimsenin yardımı dokunamaz ona artık.

Arap:

— Azrail'in işi yok da, dedi, eşekle uğraşacak. Muhakkak unutur; unutunca da hayvan ölemez burada bir türlü.

Kızgın Zeki, yakışıksız gülüşüyle tekrar güldü:

— Ne haber, dedi, demin hayvana yardım edelim diye can atıyordunuz, şimdi de ölmeyecek diye oturup ağlayacaksınız, nerdeyse. Avcı, sen git getir tüfeğini de hayvanın kafasına bir kurşun sıkıver.

Avcı :

— Benim tüfek, dedi, ta Küçükçekmece'de.. Ordan buraya tüfek mi gelir?

Arap:

— Bırak yahu, diye bağırdı, zaten hayvanı yanlış bir yerinden vurursun sen... Demin attığın taştan belli senin avcılığın...

Eşek, uzaktan bizi görmüştü. Öyle, düşünceli düşünceli bizden yana bakıyordu. Gözlerini hiç ayırmıyordu üzerimizden.

İyi Ahmet:

— Bu eşek, diyordu, bu eşek şimdi hepimizden daha insandır. Siz anlayamazsınız bunu..

Arap:

— Kim bıraktıysa bu hayvanı buraya, Allah belâsını versin, dedi.

Avcı birden ayağa kalkıp:

— Ben çok yandım, diye mırıldandı, atlıyorum artık..

Kayanın üzerine çıkıp balıklama suyun içine daldı. Biraz sonra başı suyun üzerinde göründü.

Arap merakla:

— Nasıl su, diye bağırdı, sıcak mı?

Avcı denizin içinden:

— Hamam gibi, diye seslendi, ısıtılmış gibi vallaa..

Birer birer kalktık. Suya doğru yürüdük.

ZEYYAT SELİMOĞLU

CEVİZ - YAKUP KADRİ KARAOSMANOĞLU

$
0
0

CEVİZ

On beş günden beri köyden köye dolaşıyoruz. Bu köylerin her biri, öbüründen daha hüzünlüdür.

Yorgunluk bir taraftan, gönlümüzdeki hüzün öbür taraftan, âdeta nihayeti yok bir gurbet ve sürgün yolunda gibiyiz. Eski hayatımız, arkamızda bıraktığımız alışkanlıklar, ilişkiler bize bir başka asra ait efsaneler şeklinde görünüyor. Bir daha eski hâlimize dönecek miyiz? Bu gamlı seyahat günün birinde nihayete erecek mi? Buna hiç ihtimal vermiyoruz. Mutlaka ya bir köyün ya o köyün dere ve bayırlarından biri içinde can vereceğiz gibi bir hisle doluyuz. Harbin bir ateş sağanağı hâlinde savurarak, yakarak, yıkarak üstünden geçtiği bu yerlerde genellikle hayalen tasavvur ettiğimiz ahiret âlemini, cennetle cehennem ortasındaki cansız ahiret âlemini buluyoruz ve zannediyoruz ki hepimiz yerin altından yürüyoruz. Felaketle, meşakkatle, zahmet ve elemle o kadar haşır neşir olmuşuz ki açlık ve susuzluk gibi şeyler bizi artık korkutmuyor... Birlikte taşıdığımız nevaleler çoktan tükenmiştir; uğradığımız izbelerde ise yiyecek bulmak kabil değildir. Zira bu yerlerde oturanlar tam bir aydan beri, iki taş arasında öğüttükleri ve bir yutulmaz sert hamur hâline koydukları yarı yanmış, yarı kül olmuş buğday taneleriyle geçiniyorlar.
Böyle, manen bozgun, yılgın ve bedenen bitkin bir hâlde, bir akşamüstü, altı saat mütemadiyen yol aldıktan sonra bir köye varıyoruz... Mevsim sonbahar, hava soğuktur. Anadolu’nun sonbahar soğukları nasıl şeydir, bilir misiniz? Ah, Tanrı’m Anadolu’nun soğuk sonbahar soğukları... Bu, insana manevi bir eza veren ve başa kömür gibi vuran acayip bir soğuktur. Vardığımız köyün girişinde bir bulanık su birikintisi var ki hayvan leşleriyle doludur. Burnumuz artık koku almıyor fakat altımızdaki atlar henüz bizden daha çok hassastır, yanı başlarındaki leşleri hisseder etmez birdenbire doludizgin koşmaya başlıyorlar. İşte, böyle koşarak bir taş yığınının içine düşüyoruz. Zaten, köy dediğin yer hep bu taş yığınlarından ibarettir. Bütün gece, burada nasıl barınacağız? Acaba hiç üstü kapalı bir ev, bir dam altı bulamayacak mıyız? Ne gezer! Atlarımızdan inip kendilerine bir koğuk arayan kurtlar gibi dolaşıyoruz; her yere, her köşeye başvuruyoruz; ikide bir kül veya bir toprak yığınının yahut da bir duvar bakiyesinin üstüne çıkıp etrafa bağırıyoruz:

“Yahu, kimseler yok mu?”

İşte biz, kim bilir kaçıncı defa böyle yüksekten bağırdığımız sırada idi ki taş yığınlarının arasından dokuz on yaşlarında bir çocuk başı göründü ve uzun bir müddet bizi hayretle, korku ile seyrettikten sonra yavaş yavaş, ağır ağır, bir yaşlı adam ağırbaşlılığıyla bize doğru ilerlemeye başladı. Bu çocuk kız mı, erkek mi? Tahmin olunamıyordu; ensesine kadar uzamış, rengi şüphe uyandıran ve âdeta kirli bir yığın yün şekline girmiş saçları vardı ve içine parça parça bir eski gömleğin etekleri tıkılmış renkli basmadan bir don giyiyordu, ayakları başı gibi çıplaktı. Henüz insana alışmamış bir ürkek hayvan yavrusu tavrıyla yanımıza yaklaştı; bir müddet şaşkın, yüzümüze baktı ve kendisine bir şey söylememizi bekledi:

“Çocuğum, sen burada yalnız mısın?”

Kafasını iki defa yukarıya doğru salladı:

“Hayır” dedi,

“Dedemle ablam ta şuracıkta...”

“Köyde başka kimse yok mu?”

Çocuk etrafına bakındı:

“Hep gittiler, hep gittiler...” dedi.

“Yani, burada üstü örtülü sağlam kalmış bir ev yok mu?”

Bu sualimiz üzerine köylü yavrusu hiç unutamayacağım bir tebessümle gülümsedi, bir çırpıya benzeyen kolunu sol tarafta bir yere uzattı:

“Aha, şurada bizim ev var.” dedi.

“Haydi, göster bakalım sizin evi!..
”Çocuk önümüze düştü, kırk elli adım ötede kısmen toprağa gömülmüş, ini andıran bir odaya vardık. Burası yarı karanlıktı ve birtakım şüpheli kokular ile doluydu. Kimse var mı idi? En önce hiçbir şeyin farkına varamadık fakat gözlerimiz biraz karanlığa alışır alışmaz odanın içinde bir iki vücudun kımıldadığını gördük; daha sonra bunlardan birinin bir kadın, diğerinin bir ihtiyar adam olduğunu sezdik. Birçok paçavra kümeleri arasında büzülüp oturmuş bu iki insan, bir müddet, hiç seslerini çıkarmadılar, neden sonra ihtiyar titrek bir sesle:

“Hoş geldiniz, buyurun!” dedi.

O vakit içimizden biri:

“Baba, kusura bakma, sizi rahatsız ettik. Uzun yoldan geliyoruz, çok yorulduk, geceyi şöyle böyle yanınızda geçirmeye müsaade edin.” dedi. Gittikçe yüzü ve eşkâli daha iyi görünmeye başlayan ihtiyar şaşkın şaşkın bir, yanındaki kadının, bir de bizi getiren çocuğun yüzüne baktı:

“Burada mı, nasıl?” dedi.

Dizlerini dikmiş ve kolları dirseklerinden itibaren dizlerinden aşağıya sarkmış anlatılmaz acayip bir vaziyette oturuyordu. Kadın ise kısmen arkası bize dönük ve yüzü duvara çevrik, âdeta, gelişimizden kızmış gibi görünüyordu. Anadolu kadınlarının yabancı erkekler önünde daima bu tavrı takındıklarını bildiğimiz için bundan o kadar alınmıyoruz fakat ihtiyarın “Burada mı, nasıl?” sözünden bir hoşnutsuzluk sezmemek mümkün değildi. Dedik ki:

“Ne olur babacığım, biz de Müslümanız, sizin dertlerinizi dinlemek ve hâlinize bir çare bulmak için on beş yirmi günden beri buralarda dolaşıyoruz. Bir gececik büzülüp kalırız. Hem de size, sizin köye dair konuşuruz. ”İhtiyar, eliyle yanındaki kadını gösterdi:

“İşte, bu biliyor, bu anlatsın.”

Bu söz üzerine, üstünde oturduğu paçavra yığınlarından hiç farkı olmayan kadın, ilk defa olarak başını çevirip bize baktı. Yüzü taze ve güzeldi, henüz çocukluktan çıkmış bir genç kız olduğuna hiç şüphe yoktu. Birdenbire laubalileşen, samimileşen bir tavırla:

“Gelin, ayaklarıma bakın.” dedi.

Evvela bu sözün manasını anlayamadık fakat ne vakit ki hepimiz birden eğilip ayaklarını ta dizlerine kadar saran kirli bezleri birer birer çözdük, o vakit, iki yanmış odundan hiç fark edilmeyen kötürüm bacaklarını gördük. Derhâl maksadının ne olduğunu anladık ve evvelden neticesini keşfettiğimiz feci macerasını dinlemeye başladık. Gayet tatlı, sakin, heyecansız bir sesle anlatıyordu. Ara sıra ihtiyar, bir hıçkırığa benzeyen sedasıyla, ona unuttuğu bazı noktaları hatırlatıyor; şunu da söyle, bunu da söyle diyordu ve çocuk hepimizin ortasında ayakta duruyordu. Lakin, nasıl oldu bilmem? İçimizden biri birdenbire bir kadın gibi ağlamaya başladı. Ve hepimizin gözleri sulandı. O zaman ihtiyar adam genç kızın omzunu dürttü:

“Yeter, gayri yeter! Efendinin yüreğine dokundun.” dedi.

Bu hareketi ve bu sözü asla unutmayacağım.

Bu felaket ve sefalet ortasında, hayatın bu kadar cevrini görmüş ve iki ayağı birden çukura girmiş bu ihtiyarın kalbindeki bu büyüklük ve bu merhamet kabiliyeti nereden geliyordu? Ben bunu düşündüğüm sırada bir de baktım ki ayakta duran küçük çocuk odanın diğer bir köşesine sokuldu, yere eğildi, orada bir müddet bir şeyler aradı; sonra, küçücük avuçları cevizlerle dolu bize doğru geldi; hiçbir şey söylemeksizin cevizleri önümüze bıraktı; tekrar gitti, yine iki avucu dolu olarak geldi, onları da önümüze boşalttı. Biz, bir susan kıza, bir başı titreyen ihtiyara, bir de karşımızdaki kabahat işlemiş bir insan vaziyetiyle, mahcup ve muhteriz duran çocuğa baktık:

“Yavrum, bu cevizler ne olacak?” dedik.

Çocuk cevap vermedi, önüne baktı. İhtiyar, bir ağa tavrıyla;

“Yiyin, yiyin! Kusura bakmayın.” dedi.

O günden beri ceviz namı verdiğimiz, sert ve kuru meyve, bana, ulvi bir şeyin timsali gibi görünüyor.

Yakup Kadri KARAOSMANOĞLU

GÜZEL YAZILAR, HİKAYELER, TDK YAYINLARI, 1. CİLT

CENNET KIZIN CİNNETİ - HALİDE EDİP ADIVAR

$
0
0

CENNET KIZIN CİNNETİ

Çivit gibi mavi göğün sarı toprağa değen uçlarından güneşin ulvî dalgaları köyü kıpkızıl sarmıştı. Gökte hiç bulut yoktu. Hava sıcak ve ağırdı; kızıl loşluğun indiği dar, gübreli sokaklardan keskin bir ahır kokusu çıkıyor, evlere dönen inekler çıngıraklarını sallayarak kendi kapıları önünde duruyor, boynuzlarıyla duvara vuruyor, sonra sabûr bekliyorlardı.

Bazan elinde bakraç, yazma başörtüsü arkasına atılmış örgülerini sallayarak bir kız duvarlardan açılan küçük bir kapıdan çıkıyor, bazan uzun sopasının bir ucunu arkasından kollarının altından geçirmiş bir çoban çocuk başı önünde bir türkü mırıldanarak dönüyordu. Avlulardaki saman yığınlarıyla, sazdan damlı, duvarlar arkasına sinen köy evlerinin kızıl loşluğundan yavaş yavaş gece karanlığına geçerken, keskin hututu eriyor, gayrımuayyen bir yığın, bir siyah kümeye inkılâp ediyordu. Uzaktan çoban köpeklerinin kalın akislerle havlamalarına ince kuzu melemeleri, derin öküz böğürtüleri karışıyordu. Hepsinin üstünden köyün paytak, tahta bir minaresinden garip, kudretli fakat ahenksiz bir ses ezan okuyordu.

Herkesin meşgul olduğu bu saatte Cennet Kız sıvalı alçı duvardan açılan kapısından fırlıyor, sağa sola korkan gözlerle bakıyor, duvarların gölgesinde saklanarak, arkası iki büklüm, ürkek ve sinik köyün önünden geçen Sakarya'nın gür çağıltılı kıyısına gidiyor, suların beyaz köpüklü bir girdap yaptıkları noktaya eğilmiş salkım söğütlerin altına sığınıyor, dizlerini dikiyor, ellerini yanaklarına dayıyor, ağlar gibi, ulur gibi garip garip sesler çıkarıyordu.

Gözlerinden yaş çıkmayan bir deli idi. İmansız gitmeye, ebediyen yanmaya mahkûm bir bedbahttı. Gündüzleri hemen hiç çıkmazdı. Akşamları onun ürkek gölgesine tesadüf edenler olursa "kelime-i şehadet" getirip kaçışırdı. Evinin önünden geçen çocuk, büyük adımlarını sıklaştırır, süratle uzaklaşırdı. Çok uzaktan görülürse köyün çocukları taş atar kaçarlardı. Bazan ihtiyar bacaklarının arasında bir tavan süpürgesi mezarlığa doğru koştuğu görülen ihtiyar Penbe Nine'si ona yiyecek getirmese, köyün onu ihata eden nefret ve korku hududu içinde köpek gibi açlıktan ölecekti. O köyde üç gün misafir oldum. Akşam ocak başlarında, gündüz harman yerinde bahsetmedikleri bu cadı kocakarı ile deli torunun korkusunu, ağırlığını bir kâbus gibi köylülerin gönlünde sezdim. O kadar gayritabiî ve şeytanî bir korku ve nefret kordonu ile o iki mahlûku, insan temasına karşı karantinaya almışlardı ki fazla temas gösterene, onlardan bahs edene şüphe ile bakıyorlardı. Fakat ben her ne pahasına olursa olsun bu iki bedbahtın hikâyesini öğrenmeye karar vermiştim. Kendi kendime mutlaka bunu yapacaktım.

***

Gün ışığında pejmürde, ibtidaî, üstü sazlarla örtülü bir sıva ve taş yığını olan köy, akşam kızıltılarında, ayın gümüş parıltısında bir peri efsanesinin sahnesine dönüyordu. Misafir olduğum evde sıcaklığın ağır nefesinde bîtap olan kadınlar kapılarının önüne toplanmışlar, alçak seslerle konuşuyor, gülüşüyorlardı. Çömelmiş rengârenk çorap ören kadınlar, alçak duvarlara dizilmiş kabaklar, orada burada gübre yığınları yanında ayakta geviş getiren inekler, Afrikaî bir his veren, tepesi yuvarlak ot yığınları üstünde gümüş ışıklı gölgeleri uzaktan çağlayan Sakarya'nın füsunu içime doldu.

— Hanife Nine ben şu Sakarya'ya kadar uzanacağım, dedim.

— Olur... Sakın Penbe cadının evinin önünden geçme!

— Geçmem nine!

Ev sahibinin evi gözden kaybolunca hemen Penbe Ni ne'nin evinin olduğu ıssız, dar sokağa saptım. Kabak dizili alçı duvarlar ortasında dar, kokulu sokak gümüş ışıkla yıkanıyordu. Küçük bir kapının arasında ihtiyar bir nine oturmuş, kuru dudaklarının arasında bir şeyler fısıldıyordu. Şalvarı, gömleği bin bir yama içinde, çıplak ayaklarını uzatmış, sırtını dııvara dayamış, kuru yanaklarına kirli başörtüsünün altından kır saçları dökülmüş, insan elinden ziyade kuru ve cılız bir ağaç kütüğüne benzeyen elleriyle teşbih çekiyor, müşteki, meyus bir sesle mırıldandığı "Allah, Allah” bazan yükseliyor, isyana benzeyen bir ifade alıyordu.

— Selâmünaleyküm Nine.

— Aleykümüsselâm.

— Burada ne yapıyorsun?

Küçük gözlerini büzdü. Yüzümü şüpheli tetkik etti.

Nidecem, havalanıyorum, sen nidiyorsun? Yabancıya benzersin.

— Köyde misafirim, yarın gidiyorum.

Sesimin mülâyemeti, dostluğu biraz yumuşattı. Başını salladı, bir ah etti.

— Bizim kız bugün yine çok kasvetli, dedi.

— Niçin Nine?

Ay ışığında hep böyle ediyor.. Sakarya'ya gitmek istiyor.

Bırak gitsin.

Yine başını salladı.

— Köyün uşakları hep meydanda, rahat komazlar, taşlarlar. Bak hele bir it gibi ürüyor gene...

Hakikat bahçenin içinden bir tiyatro dekoru gibi görünen küçük evin içinden en garip sesler geliyordu.

— Niçin yalnız bırakıyorsun Nine?

Başını salladı.

— Lâf etmez ki...

— Belki eder.

Deli torununa alâkamdan biraz mütehassis olmuş olacak, yüzüme bakan ihtiyar gözlerinde bir parıltı oldu, yumuşak bir sesle:

— İstersen beraber gidek, dedi.

***

Ay terasa açılan pencereden bir ışık şelâlesi gibi bu mütevazı karanlık odaya akıyordu. Boş ocağın sağında uzanan üzeri halı örtülü minderde elleri dizinde, yüzünün yarısı gümüş gibi beyaz ışıkta, yarısı gölge içinde oturuyordu. Rengi belli olmayan yıpranmış şalvarı, ötesi, berisi delik mintanın altında zavallı, zayıf bir genç kız vücudu beliriyordu, omuzlarından iki uzun örgü pusuya yatmış iki yılan gibi uzanmış, zayıf yüzü iki kocaman mavi gözünün koyulaşan, sâbit korku rengiyle "Meduz” gibi idi.

Ninesi yere diz çökmüş, ihtiyar elleri torununun ölü gibi dizlerinde duran ellerini okşuyordu. Sonra biraz gurur, biraz ümitle:

— Bak Cennet, bak misafir geldi, diyordu.

— Nine zavallı kıza ne oldu? Anlatsana... dedim. O ihtiyar gözlerini Cennet'in sabit gözlerine acı bir istifhamla dikti. Mermer gibi, eski bir resim gibi donmuş duran yüz kımıldadı, başını salladı. O vakit ihtiyar anlattı.

Felâket iki sene evvel olmuş. Köy sapa bir yerde olduğu için "Kuva-yı Milliye” gelmemiş. Yunan'dan da masun kalmış.

Fakat Sakarya ricatinden biraz evvel köye sekiz kişilik bir Kuvayı Milliye gelmiş. Reisleri Şerif Bey yavuz ve güzel bir yiğitmiş. Derhal o Cennet'e, Cennet de ona âşık olmuş. Köyden atları i çin arpa, kendileri için bedava yemek istiyorlar diye köylü Şerif Bey'e düşman olmuş, onun için Cennet Kız'ı Allah'ın emriyle istedi diye köylü Penbe Nine'ye de garez olmuşlar. Buraya gelince "ama Allah bilir Şerif Bey'in eli Cennet'in eline değmedi" dedi. Fakat bu Cennet'in gözlerinde öyle şimşekler, dudaklarında öyle tehlikeli bir homurtu hâsıl etti ki, ihtiyar bana gözlerini kırparak: "Peki, peki unuttum, Cennet'i aldı, karı koca oldular." dedi.

Nihayet Sakarya harbinin topları işitilmiş, şoseden karınca gibi, kum gibi asker geçerken görmüşler ve Şerif Bey harbe gidiyorum diye köyden uzaklaşmış!

Üç gün sonra köyü Yunanlılar sarmışlar, karşıdaki yamaca karargâh kurmuşlar. Kurt gibi köye saldırmışlar. Herkes dağa kaçmış, fakat Cennet yatakta hasta imiş, yakalamışlar, karargâhlarına sürüklemişler.

Yunan karargâhında üç gün kalmış. Gâvurlar gittikten sonra yarı deli, yarı hasta sürünerek kız köye gelmiş.

Esasen Şerif Bey'in kahpesi diye köyde rahat huzur vermedikleri Cennet'i köy çocukları, delikanlıları taşla, tükürükle karşılamışlar. Hâlbuki aynı felâkete uğrayan daha başka kadınlar da varmış, imamın yeğeni Fatma bile...

Ne ise zavallı kız canını kurtarmış, fakat aylarca hezeyan içinde yaşamış. Felâket bununla bitmemiş. Üç ay sonra karnı büyümeğe başlamış.

Penbe Nine yemin ediyor. Aynı felâketin köyde üç kızın başına daha geldiğini anlatıyor. Fakat onların çocuklarını ne yapıp yapıp köyün ihtiyar kadınları ilâçla düşürmüşler. Penbe Nine'nin komşularından köyde ebelik eden Hafize Hala bir gece evlerine gelmiş, Yunan'dan kalan bu yüzkarasını yok etmek için Cennet'in de çocuğunu düşürmeği teklif etmiş.

Cennet ani bir isyanla çocuğun Şerif Bey'den olduğunu söylemiş, çocuğunu düşürtmek isteyenleri boğacağına yemin etmiş...

Penbe Nine ihtiyar başını sallıyor! Ağlıyordu. Eğer o çocuk düşse imiş köylünün gayzı geçecek, her şey unutulacakmış. Fakat deli Cennet'in önüne geçememişler, delirmiş, kudurmuş, yanına gelene saldırmış, gebe it gibi karnındaki yavruyu muhafaza etmiş. Neler neler çekmişler, doğuracağı gün böyle it gibi ürümüş, çocuğunu doğurmak istememiş, "Çocuk Şerif Bey'den, kıymayın, aman anam kıymayın” diye bağırmış, tepreşmiş.

Çocuk nihayet doğmuş. Oğlanmış. Böyle mehtaplı bir gecede komşular kapıyı çalmışlar. Penbe Nine'yi çağırmışlar, Yunan piçini ortadan kaldırmazsa evini yakacaklarını, Cennet'i parçalayacaklarını söylemişler. Yavruyu onların eline vermemek için küçük bir kilime sarmış, götürmüş Sakarya'nın salkım söğüt altında kaynayan girdaba atmış.

Garip, çok garip bir çığrış duydum. insan gırtlağından ziyade boğulan vahşi bir hayvanın boğazından çıkar gibi idi. içeriye akan ışıklar ortasında Cennet kuru gözleri ateş içinde, gırtlağını yarıp çıkan feryatlarla hem -ahenk ince kollarını sallıyor, başını dövüyor ve haykırıyordu:

— Aman anam Şerif Bey'in çocuğu nerede? Şerif Bey'in çocuğu nerede? Cinnetin en korkunç hummasıyla Cennet, ay ışığının yıkadığı dar sokakta uluyarak, çırpınarak Sakarya'ya, çocugunun mezarına gitti. ihtiyar, torununun arkasından kollarını sallayarak koştu. Ben insan kalbinin zayıf ve çapraşık muammalarının dünyada yığdığı ıztırap ve acıyla şaşkın, sersem, Hanife Nine'nin evine döndüm.

HALİDE EDİP ADIVAR

TDK YAYINLARI, 1. CİLT

ÇAVUŞ EMMİ - RECEP ŞÜKRÜ GÜNGÖR

$
0
0

ÇAVUŞ EMMİ 

Caminin avlusunda maltanın üzerine oturduk, Cuma Amca anlattı. Anlattıkça geriye gitti. Geriye gittikçe içindekileri döktü. İçindekileri döktükçe rahatladı.

Maminekler’in cenazesini yıkamış bir gün. Defin işleri bittikten sonra Çavuş Emmi’ye bir file sabun vermişler, kurtarmaz demiş. Hocalığın çok değil, bu yeter demişler. Bu memleketin en zengini, koskoca ağanın cenazesini yıkadım, bu kurtarmaz demiş. Birkaç kuruş vermişler de Çavuş Emmi’yi savmışlar. Yaşarken elinden para ne kadar zor çıkarsa, ölünce de oğullarından aynı şekilde çıkıyormuş. Onca mala mülke karşılık cenaze masrafı olarak birkaç kalıp sabun verilir mi? Kabul etmez tabi Çavuş Goca.

Evine mevlit sonrası toplandığımızda anlatmıştım da tebessüm etmişti yas alayı.Boz eşeği vardı Çavuş Emmi’nin. Eli ayağı o eşek idi. Ona biner, gider gelirdi tarlaya takıma, bağa bahçeye. Çalıştığı yoktu ya, göz kulak oluyordu mahsullerine.Cuma Amca, dalıyor, kendi kendine anlatmaya devam ediyordu. Dünyada bir karış yer kalmadı Çavuş Goca sana. On yıl önce şu avlu duvarı meselesi yüzünden benimle kavga ettin. Bizim takımın hakkından yer aldın. Halbuki orası takım adına bana düşmüştü, benim hakkımdı, benim avlum olacaktı. Lakin, bizim çocukların sözünü tuttum, duvarı yukarı çektim. O günkü kavga da boşa gitti. O gün sağ başparmağını boşa kırdın. Duvar taşlarına ayağını çarpa çarpa boşa dövündün. Kalmadı işte Çavuş Emmi. Sana da kalmadı. Kıl Durmuş’a da kalmayacak. Yavuz at yemini, yavuz it ününü artırır. Kıl Durmuş ki, trafo paralarını yıllarca yedi. Bütün oymaktan topladı; “Yatırdım, yetmedi, az bir borç kaldı.” dedi. Ama yatırmamış, kendi ihtiyaçlarına harcamış. Motor almış, köten almış, römork almış. Ona da kalmayacak. Büyük buluşma sırası ona da gelecek. Bana döndü: Şimdi o avlu duvarı meselesini düşünüp, kavgamıza gülüyorum, dedi.Yeniden kendi kendisiyle konuşmaya başladı. Yolumu daralttığına, araba geçemez hale getirdiğine, köşeyi iyice yukarı çekip ev yaptırdığına bakıp da gülüyorum. Fani işleri değil miydi yalancı dünyanın. Sahi sana neden Çavuş demişlerdi? Ökkeşiye Hazretlerinde şeyhin yanına oturmuştun, şeyh de seni köye Çavuş seçmişti. Sonra bir akşam senin evde zikir çekmiştik. Ne tatlıydı o zikir gecesi.Cuma Amca, kafasını kaldırdı, yanımıza gelen üç beş cami cemaatine de seslendi: Köyde herkese bir şeyler anlatmıştı ama, Kıl Durmuş’a anlatamamıştı. Oysa, Kıl Durmuş’a her meselede arka çıkardı. Ölü bizim, Allah rahmet eylesin; bizim adamımız, ne yapayım, ses çıkaramıyorum, dumanı doğru çıksın yeter, derdi. Çocuklarımıza Kur’an öğretmişti. İlerleyen yaşında bile devam etmişti bu mübarek hizmetine. Cesedi nurluydu. Yüzünde tebessüm vardı. Kur’an öğrenen talebelerine tebessüm ederdi ya, işte öyle gülümseyen bir hâli vardı. Daldı. Biraz bekledi. Kafasını sağa sola salladı. Belli ki Çavuş Emmi’nin gidişine çok üzülüyordu. Cenazene sevenin de sevmeyenin de geldi. Çünkü köyün tek kurs hocasıydın. Sana düşman kesilen Ziya’nın bile çocuğuna gizlice Kur’an öğretmiştin, seni hiç sevmeyen Pala Omar’ın torununa da. Saffet Ziya’nın Cumali’si senin sayende cumaya gelmeye başlamıştı.Bir bahar vakti idi. Günlerden cuma. Güneş sarı sarı gülümsüyordu buğday tarlalarına. Tomurcuklar patlıyordu.Ayrık otu topraktan ayırıp başını yeryüzüne uzatıyordu. Papatyalar düğün alayı gibi dizilmişlerdi. Dağ laleleri ekinlerin arasından boy vermişler, kırmızı kırmızı selamlıyorlardı baharı.

İmam, ince, tegannili sesiyle salaya başladı. Tarlada çapa yapıyorduk. Cumadır sela verilir dedik. Lakin imam selayı inna lillahi ile bitirip künye okumaya başlayınca tarlada çalışan başlar yekindi. İnna lillahi ve inna ileyhi raciun. Yazı, köye dönen karartılarla doldu. İşi gücü hemen bıraktık. Acı haber tez yayılır. Çavuş Emmi’nin haberi bütün yazıda, selanın duyulmadığı yerlerde bile duyuldu. Çoluk çocuk, avrat uşak, pür telaş köye döndük.Çavuş Emmi ölmüş.Köyün arabaları caminin önüne getirildi. Birkaç ihtiyar bacının dışında herkes arabalara doluştu. Şehre, Çavuş Emmi’nin cenazesine gittik. Kenar mahallede oturan oğlunun evinde geçinmiş, son nefesini vermiş. Karısı Fadıma Bacı’nın haberi yoktu. O, köyde oğlu Adem’in yanında kalıyordu. Gelini Melek ne kadar eziyet etse de gitmiyor, başka yerim yok, şehirde yaşayamam diyordu. Yüzü güzele kırk günde doyulur; huyu güzele kırk yılda doyulmaz, der de gelini yererdi gelen gidene. Gelinin yüzü değil huyu güzel olsun, derdi.Fadıma Bacı, Çavuş Goca’nın öldüğünü o saat anlamış, Fatiha’sını okumuş. Yüreğine ölümün acısı, ayrılığın hasreti çöreklenmiş ama kimselere bir şey dememiş. Selayı duymamış mı diyeceksin. Duyamazdı ki, kulağına bağırarak konuşurduk da zor işittirirdik.İki senedir göremediği kocasından yeni ayrılıyormuş gibi ayrılık acısı çökmüş içine. Çavuş Emmi, sık sık doktora gittiğinden, doktor gözetiminde yaşadığından şehirdeki oğlunun yanında kalıyordu.Sıcak, tatlı bir gündü. Sessizce gömdük Çavuş Emmi’yi. Oysa, onun hayatı böyle sakin değildi. Konuşurdu, Adem Babamız’dan girdi mi, Nuh Nebi’den çıkmayınca bırakmazdı. Hele gazavatlara başlamayagörsün, bitmezdi, öğle olurdu, ikindi olurdu, davarın kalkım vakti, bahçecilere hareket saati başlardı da Çavuş Emmi sözüne mecburiyet karşısında virgül koyar, sonraki gün devam ederdi. İki gün sonra oğulları, gelinleri toplanıp geldiler. Konu komşu toplandı. Pazartesi akşamı idi. Camide mevlit okuduk. Rahmetli severdi mevlit okumayı. Mevlit halkasında yeri belli idi. Onun yerini boş bıraktık, cemaat o boş yere bakıp bakıp ağladı. Kıl Durmuş da oradaydı, kafasını tusturup köşeye pusmuştu.Sonra Çavuş Emmi’nin toprak damına geçtik. Melek gelinin çayını içtik. Fatiha’lar, Yasin’ler okuduk. Fadıma Bacı’ya başsağlığı diledik. Çavuş Goca’nın iyiliklerini anlattık.

Maminekler’de geçen hadiseyi de ben anlattım. Fadıma Bacı, dudak hareketlerimden ne anlattığımı anladı, tebessüm etti. Allah sağ eli sol ele muhtaç etmesin, dedi.Eve doğru giderken avlu duvarının taşına bir tekme attım. Değmezsin be, dedim. Kalmadı işte, Çavuş Emmi’ye de kalmadı. Ölü aşı neylesin, türbe taşı neylesin, biz bir Fatiha okuyalım Çavuş Goca’ya.Cuma Amca, omzuna attığı partal ceketini giydi. Ezan yakın, hadi sen minareye, ben de içeriye dedi. Şerefede vakti beklerken aşağıya musallaya baktım, kadidi çıkmış bir ihtiyar öğrencilerine Kur’an öğretiyordu.

RECEP ŞÜKRÜ GÜNGÖR 

 

ÇAKMAK - ÖMER SEYFETTİN

$
0
0

ÇAKMAK 

— Ulan İboş, sen be?!..

— Vay Mıstık sen ha?...

— Ben ya...

İki hemşeri hemen kucaklaştılar. Makedonya'dan çıktıkları günden beri görüşmemişlerdi. Şimdi bu ücra Anadolu kasabacığının dışarısında, bu inleyerek akan çakıllı dereciğin başında, böyle karşı karşıya gelmek... Onlar için umulmadık bir saadet oldu! Hayretle karışan sevinçleri pek samimiydi. Terkettikleri eski vatanlarında ikisi de sürücülük yapardı. Senenin her mevsimine göre ayrı bir ticaretleri vardı. Sonbaharda Sırbistan'a geçerler; at, katır, eşek alırlar... Kış gelince cambazlığı bırakarak Bulgaristan'dan zahire taşırlardı. Vâkıâ hiç ortaklık etmemişlerdi. Ama gayet iyi tanışırlardı. Birbirlerinin hakkında nihayetsiz bir itimat beslerlerdi. Mıstık kirli sarı yüzünde gayet temiz birer canlı mücevher gibi mavi mavi parlayan küçük gözlerini oynatarak sordu:

— Ne yapıyorsun bakalım?

— Hiç...

— Burada ne yapıyorsun?

— Hiç. Geçiyorum. Ey sen?

— Ben de.

— Nereye gidiyorsun?

— Daha belli değil. Sen nereye?

— Benim de belli değil.

— Ne vakitten beri buradasın?

— Bir ay var...

— Ben de aşağı yukarı bir aydır buralardayım...

İkisi de henüz gençtiler. Çolukları çocukları yoktu. Sermayeleri, sırtlarındaki iplerle bellerindeki kuşakları idi. Anadolu'da şehir, kasaba, köy beğenmiyorlardı. Çiftçi olmadıkları için çarşıya ehemmiyet vermiyorlardı. Aradıkları kalabalık bir ticaret yeriydi! Yüzde üçyüz kâr bırakacak bir ticaret yeri...

İboş:

— Gözünü sevdiğim Rumeli'si... dedi. Nerede o günler?

Mıstık başını salladı:

— Nerede!... Eski çamlar bardak oldu. İşin yoksa burda on kuruş gündelikle eşek gibi çalış...

— ....

Derenin kenarı düz bir çimenlikti. İhtiyar söğüt ağacı alaca gözlerini sudaki aksine karıştırıyor, etraftaki nihayetsiz tarlalar, tenhalıklarıyla zümrüt, kumlu bir çölü andırıyordu.

— Çökelim şuraya, be can!..

— Çökelim be!...

Çimenlerin üstüne bağdaş kurdular. Mıstık hazin hazin akan dereye bakarak:

— Ah, nerede bizim Mesta?

Dedi. Sonra, Anadolu sularının midesine dokunduğunu, sıtma yaptığını anlatmaya başladı. Kara kaşlı, kara gözlü, tıknaz insan esvabı giymiş bir öküz kadar kuvvetli İboş, hep sıska arkadaşını tasdik ediyor, yanaklarından kan damlarken Anadolu'ya geldi geleli hastalıktan baş kaldıramadığını söylüyordu. Sulardan sonra sırasıyla, havadan, yollardan, şimendiferlerden, dağlardan, hanlardan, jandarmalardan bahsettiler. İboş büyük kırmızı kuşağından meşin bir kese çekti. Dar poturunun yamanmış bir yırtığa benzeyen cebinden nikel bir çakmak çıkardı. Kirden rengi belli olmayan bu keseyi Mıstık'a uzattı:

— Yap bakalım bir cigara...

Mıstık keseyi daha açmadan; zayıf, traşı uzamış pis suratını fena halde ekşiterek:

— Tütün değil, mübarek tezek!

Dedi.

— Ah, bizim tütünler!

— Dilber saçı sanırdın...

— Tutam tutam sırmaydı...

. . . . .

Cigaralarını sardılar. Anadolu tütünlerinin, rejinin, kaçaklarının aleyhinde küfürler savurarak içmeye başladılar. Her şeyden ziyâde Anadolu'nun ahlâkından, hilekârlığından, geçimsizliğinden şikayet ediyorlardı. Mıstık:

— Tövbe, tövbe! dedi. Hele yalan yere yemin etmeleri...

— Evet, bu en fena tabiatları...

— Bir gün yer yarılacak, vallahi hepsi batacak.

— Batacak!..

Tutulacak işleri, hükümetin himayesini, muhacirlik imtiyazlarını konuştular... Belki bir saatten ziyâde... Beğendikleri tütünden, birbiri arkasına onar cigara içmişlerdi. Kalkarlarken tütün kesesini kuşağına sokan İboş arandı, tarandı. Eğildi, üstünde oturdukları çimenleri elleriyle yokladı. Doğruldu. Kaşlarını çattı. Yumruklarını böğrüne dayadı. Çok kirpikli gözlerini süzdü. Mıstık'a baktı:

— ......

— Ver, diyorum.

— Ne istiyorsun?

— Bilmiyor musun?

— Yoook!..

— Çakmağı ver diyorum.

— Hangi çakmağı ver diyorsun?

— Ulan, inkar mı ediyorsun?

— Neyi be?

— ....

İboş dişlerini sıktı. Açılan yumrukları titremeye başladı. Bu, âdeta insanı eşek yerine koymaktı! Sakin bir tatlılıkla sordu:

— Biz burada otururken yanımıza kimse geldi mi?

— Hayır.

— Ben tütün kesesiyle beraber bir çakmak çıkardım mı?

— Çıkardın.

— Cigaralarımızı çakmakla yakmadık mı?

— Yaktık.

— Buradan kalkıp bir yere gittik mi?

— Hayır.

— Öyleyse çakmak nerede?

— Ben ne bileyim?

— Sen aldın...

— Hâşâ!..

İboş, üstünü, başını, yerleri, çimenlerin arasını dikkatle, tekrar aradı. Çakmağı Mıstık'ın çaldığından artık hiç şüphesi kalmadı. Bunun hemşeriliğe yanaşmayacağını söyledi. Yalvardı, yakardı. Mıstık: "Hâşâ!... Kabul etmem vallahi!.." diye birbiri arkasına yeminleri basıyor, arkadaşının bu ithamını ağır bir hakaret sayarak kabarıyor, kavga çıkarmaya kalkıyordu. İboş'un eski memleketinde tuhaf bir şöhreti vardı. Ona "Bir pire için yorgan yakan" derlerdi. En ufacık hakkını bile kimsede bırakmazdı. Hatta bir defa eşyasını taşıdığı bir savcı bozukluğu olmadığı için sürücü ücretinden iki kuruşcuğunu eksik vermişti. Bu iki kuruşu bırakmamak inadıyla İboş o vaktin genel müfettişliğine, İçişleri bakanlığına, vilayete tam beşyüz kuruşluk şikayet telgrafı çekmişti.

Bu vaka bütün Rumeli'nce meşhurdu.

— Sen beni bilirsin Mıstık, dedi. Ben kimsede bir şeyimi bırakmam. Ver şu çakmağı...

— Almadım vallahi!

— Ey, sen almadın, ben de almadım; ecinniler mi gelip aldı?

— Bilmem.

— Ben senden bu çakmağı çıkarırım.

— Anlamadım ki, ne çıkaracaksın...

İboş, mahkemeye müracaatla dava edeceğini söyledi. Hiddetle kasabaya doğru giden yola çıktı. Halbuki Mıstık çakmağı çalmıştı.

İçinden: "Görmeden aldım. Şahit yok, sepet yok. Bir yemin değil mi? Ederim." dedi. Dışından —bir dakika evvel o kadar tatlı tatlı muhabbet ettiği arkadaşına— acı acı haykırdı:

— Haydi beraber gidelim, ben de senden namus davası edeceğim!

— Haydi gel!..

Etrafı derin hendeklerle çevrilmiş tozlu yoldan yanyana yürümeye başladılar, ama iki şaşı göz gibi biri sağa, biri sola bakıyordu.

Yarım saat sonra, hükümet konağındaki küçük mahkeme salonunda idiler. Alt kattan azgın zaptiye beygirlerinin kişnediği tepindiği işitiliyor, açık pencerelerden birbirlerini öldürmek için kovalıyorlar sanılan kırlangıçlar gidiyorlar, siyah tahtalı eski tavanın çatlaklarında çamurdan delikleri andıran yuvalarına konuyorlardı.

Ak sakallı hâkim enfiyesini çekerek bu iki yabancının davasını dikkatle dinledi.

İboş'a sordu:

— Bu adamın çakmağını aldığına şahidin var mı?

— Yok.

— Sen de, çalmadım, diyorsun...

— Evet. Hem de namus davası ediyorum. Bana hırsız demek istiyor. Ben bunu kabul etmem.

— O başka mesele.. Şimdi sen çalmadığına yemin edeceksin. Eder misin?

— Ederim.

— Öyleyse, evvela senin istediğin dava görülmüş olur. Yani hırsız olmadığın meydana çıkar. Namusun temizlenir.

— Pekala!

Gayet soluk, lekeli bir yeşil çuha örtülmüş kürsüye yaklaşan Mıstık yine yeşil bir bohçaya sarılı kitaba elini bütün kuvvetiyle bastı, çakmağı almadığına yeminler savurdu. O anda onun kazandığı davayı İboş kaybetti. Tam dışarı çıkarken sevinen Mıstık'a, hâkim:

— Oğlum, sen on kuruş vereceksin, dedi.

Mıstık ağzıyla gözlerini açtı:

— Niçin! Ben davayı kazanmadım mı?

— Kazandın.

— Çakmağı benim almadığım meydana çıkmadı mı?

— Çıktı.

— Öyleyse ne parası istiyorsun?

— Evvela senin davan görüldü. Mahkeme parası...

— !...

Mıstık vurulmuş gibi durdu. Önüne baktı. Ağzını yüzünü buruşturarak düşündü. Sonra İboş'a döndü. Yavaş yavaş elini koynuna soktu.

— !

— ?

— Altmış paralık şey için on kuruş veremem! Al malını, uğursuz...

Diye biraz evvel katiyen çalmadığı tahakkuk eden çakmağı arkadaşının suratına fırlattı!

BÜYÜCÜ - ÖMER SEYFETTİN

$
0
0

BÜYÜCÜ ÖMER SEYFETTİN

Büyük Selahaddin, kendisinden aman dileyen Kudüs'ü aldıktan sonra hiç durmamıştı. Şam'da "Biraz dinlenelim!" istirhamında bulunan askerine,

— Ömür kısadır. Ecelden emin değiliz! cevabını verdi.

Yayından çıkmış bir alev ok şiddetiyle yabancı Avrupalıların haksız yere sahiplendikleri kasabalar üzerine atılıyor, müthiş nekkaplarıyla deldiği kaleleri hemen zaptediyordu. Kurtularak Sur kalesine kapağı atan halk düşmanı mutaassıpların adedi Avrupa'dan gelen imdatlarla çoğalıyor, milyonlara varıyordu. Ama artık İslamın yüzü gülmüştü. Yıllarca süren zulümlerin intikamı alınacaktı. Şam, her gün yeni bir fetih haberiyle seviniyor, camiler şenleniyor, Allah'a şükretmeye koşan halkı mâbedler almıyordu. O vakit bu şehir, fasılalı fakat mütarekesiz din muharebeleri yüzünden âdeta bir Türk ordugâhına dönmüştü. Sıkışan halifelerin, ürkmüş emîrlerin seyrek saflarını doldurmak için Turan'dan taşan "bahadırlar tufanı" sanki burada birikmiş, karar kılmıştı. Doğu tarafında kocaman bir Türk mahallesi vardı. Kılıçla, kalkanla, tolgayla, eyersiz atlar üzerinde gelenlerin çocukları Arapça öğrenip medreselerde âlim oluyorlar, medeni bir zevk içinde, şiir, edebiyat, ticaret sahasında yaşıyorlardı. Doğan Bey de bunlardan biriydi. Babası, Alp Arslan'ın en eski kumandanlarındandı. Üç küçük kardeşini yirmi senedir görmemişti. Biri Kızıl Arslan'ın, biri Pehlivanoğlu Özbek'in, biri de Harzemşah Döğüş'ün ordusunda idi. Kendisi hiçbir orduya girmemiş, gençliğini medresede geçirmiş, Dımışk'tan hiç ayrılmamıştı. Etrafı yüksek duvarlarla çevrili büyük bir bahçenin ortasındaki harap evinde yalnız oturuyordu. Çoluk çocuğa karışmamış, kitaplarının üstünde ihtiyarlamıştı. İhtiyar bir hizmetçisi vardı. Yiyeceğini, içeceğini çarşıdan o taşırdı. Kendi dışarıya hiç çıkmaz, kimseyle görüşmez, kimseyle tanışmazdı. Ama, bütün mahalle, hatta bütün şehir halkı yine onunla meşguldü:

— Ne yapıyor?

— Herhalde ibadet değil!

— Gemilerde görünmez.

— Niçin dışarı çıkmaz?

— Evine kimseyi sokmuyor. Niçin?

— Yapayalnız ne yapıyor?

— .. Ne yapacak acaba? diyorlardı.

Meraklarında biraz haklıydılar. Çok defa sakin, beyaz duvarların arkasından yerleri sarsan patlamalar duyulurdu. Çocuklar, kadınlar, gençler sokakta küme küme dururlar, sık fıstık ağaçlarının tepelerinden havaya tüten kırmızı, sincabî, mor, yeşil dumanları korka korka seyrederlerdi. Halkın telkininden kurtulamayan ulemalar da hiç yüzünü görmedikleri bu münzeviye fahri bir garez bağlamışlardı. "Katlinin vacip olduğundan" dem vuruyorlardı. Şehirde her felaketi onun uğursuzluğuna yormak âdetti. Kuraklığı, fırtınaları, yangınları, kavgaları, cinayetleri hep o... "Büyücü Doğan" yapıyordu. Ahalisiyle ülfet etmediği Dımışk'ın ruhunda, yıllar geçtikçe, Doğan, dayanılmaz bir elem olmuştu. Büyük küçük herkes ona levmediyor, lanetler yağdırıyordu. Yanılıp da bir gün dışarı çıksa, ihtimal üzerine atılıp parçalayacaklardı. En umulmaz zafer haberinin verdiği neşe bile, halka Büyücü Doğan'ı unutturamadı. Selahaddin geldiği zaman, Emeviye Camiinin önünde bütün Dımışk toplandı. o namazdan çıkarken,

— Ey Sultan! Bizi bu Büyücü Doğan'dan kurtar! diye bağrıştılar.

Selahaddin, hayatını cihatta geçirirdi. Yolu düştükçe uğradığı Şam'ın ahvalini iyice bilmezdi. Sarayına gelir gelmez yeğeni olan kaymakam Ferruhşah'ı huzuruna çağırdı:

— Halkın istemediği bu Doğan kim? diye sordu.

Baalbek Emîri Ferruhşah, vâkıa amcası kadar müthiş bir kahraman değildi. Ama, amcasından daha adildi. Şairlere birçok kasideler yazdıracak derecede şeci, cömert, kerim bir zattı. Mefkuresi hakla adaletti.

— Halka hiç ziyanı dokunmayan bir mûtekif! cevabını verdi.

— Sana şimdiye kadar şikâyet ettiler mi?

— Çok defa...

— Niçin adaleti yerine getirmedin?

— Getirdim.

— Ne ceza verdin?

— Ceza vermedim. Tahkikat yaptım. Anladım ki, bu Doğan'ın hiçbir zararı dokunmamış... Aradım, halk içinde "Bana şunu yaptı" diyen bir davacı çıkmadı.

— Öyleyse niçin yolumda "Bizi ondan kurtar!" diye bağırırlar?

Ferruhşah gülümsedi. Kaleler almasını, krallar esir etmesini, ordular dağıtmasını pek iyi bilen kahraman amcası halkın ruhuna yabancıydı.

— Sultanım, dedi, "Bizi ondan kurtar" diye bağırmaları, gördükleri bir zulümden, bir şerden değildir.

— Ya nedendir?

— Meraktandır.

— ..?

— Maksatları "Bizi meraktan kurtar!" demektir.

— Neyi merak ederler?

— ...

Ferruhşah, Doğan'ın yıllarca süren sessiz itikâfını, asaletini, gençken medresede kimya ilmiyle hendese ilmine çalıştığını, gayet derin bir âlim olduğunu, şimdi madde ile yanar cisimlerle uğraşıp bilinmeyen şeyler keşfine savaştığını amcasına uzun uzadıya anlattı. Halkın mahiyetini bilmediği şeye kin bağlaması tabii idi. Bu zavallı adam, kırk senedir, merak ettiği bir noktaya ömrünü hasretmişti. İşte onu anlamaya çabalıyordu. Başka bir kabahati yoktu. Fakat Selahaddin,

— Canına dokunmayalım. Buradan çekilip gitsin... kararını verdi.

Vâkıa o da büyüye, sihire inanmazdı. Ama, halkın istemediği bir adamı şehirde bırakmayı, siyasete muhalif görüyordu. En vâhibir şayiadan kan, kavga, nizâ çıkabilirdi. Ferruhşah, o gün adamlarını ihtiyar Doğan'a gönderdi. Sultanın emrini tebliğ etti. Ertesi sabah, evinin önüne toplanan halk, büyük kapının açıldığını, yedeklerinde birer deve çeken iki ihtiyarın çıktığını gördü. Öndeki beyaz sakallı, kısa boylu, mavi gözlü adam Büyücü Doğan'dı. Birçok kişi ilk defa olarak görüyordu. Arkadaki, kambur hizmetçisi... Onu zaten tanıyorlardı. Savrulan küfürleri, lanetleri duymuyor gibi ikisi de yere bakarak yürüyorlardı. Çöle çıkan caddeden gittiler. Açık kapıdan halk bahçeye üşüştü. Bağırarak evin her tarafını aradılar. Fıçı fıçı neftlerden, şişe şişe renkli sulardan, türlü türlü tozlardan, ne olduğunu anlayamadıkları birtakım cetvellerden, pergellerden, hendese aletlerinden başka bir şey bulamadılar. Hepsini kırdılar, kopardılar, döktüler, dağıttılar, yıktılar. Bir hafta geçmeden Büyücü Doğan unutuldu. Yıllarca onunla korkunç bir kabus, meşum bir birsâm gibi uğraşan Dımışk'ın mustarip ruhu sanki birdenbire rahatladı!

Ramazanda, ordusu ile Şam'dan çıkan Selahaddin, birkaç hafta sonra Safad'la Kevkeb'i de aman vererek aldı. Oranın ahalisini de Sur'a gönderdi. Beş altı sene içinde Irak'ta, Suriye'de hükmü altına girmeyen bir kale yoktu. Ötede beride kalan mutaassıp güruhu aman istiyor, teslim oluyorlardı. İslamın bu parlak galebelerinden kederlenen Papa'nın yüreğine inmişti. Mukaddes Roma-Cermen İmparatoru ile, Fransız kralı Filip, İngiliz Kralı Rişar... sonra Avrupa'nın bütün namdâr şövalyeleri haç alametleri taktılar. Filip'le Rişar, deniz yolu ile geleceklerdi. Sur, Avrupa'dan hıncahınç gelen imdatlarla o kadar doldu ki... kale bu kalabalığı almadı. Siyah bayraklı hadsiz hesapsız bir ordu Akkâ'ya doğru taştı, fışkırdı. Selahaddin, bu kara tufanın önüne yıkılmaz bir çelik kaya gibi çıktı. Bu kudurmuş canlı dalgaları kırdı. Sahrayı kırmızı, sakin bir denize çevirdi. Evet, birkaç saat içinde düşmanın on bin tanesini öldürdü. Geri kalanları esir etti. Ölüleri nehre attılar. Zira gömmek imkanı yoktu. Her taraf ceset dolmuştu. Nihayetsiz leş yığınlarının kötü kokusu havayı bozdu. Şanlı galip hastalandı. Kulunç illeti onu kımıldanamaz bir ıstırap yumağı haline soktu. Hekimler ölüm nehriyle kaplanmış bu er meydanının hemen terkine lüzum gösterdiler. Selahaddin, Akkâ'daki askerine: "Ben hastalandım, iyi olmak için buradan uzaklaşmaya mecburum. Siz sebat ediniz. Korkmayınız. Yine geleceğim." haberini gönderdi. Dünyayı titreten bu kahraman, sedye içinde kıvrana kıvrana Harube'ye gitti. Meydanı boş bulan mutaassıp Haçlılar, Akkâ'yı bütün kuvvetleriyle karadan, denizden sardılar.

Bütün kış muharebe ile geçti...

Mukaddes Roma-Cermen İmparatorunun, ordusu ile Suriye'ye yaklaştığı söyleniyordu. Yaz gelince kulunçları geçen Selahaddin, yatağından kalktı. Atına bindi. Bir dakika durmadı. Cihada koştu. Yine eskisi gibi ordusunu "Tel Kisan" da kurdu. Akk'acirc;'yı saran hesapsız kuvvete her gün hücuma başladı. Haçlılar fütur getirmiyorlardı. Her tarafa istihkâmlar kazmışlar, muhasara ordusundan başka, arkalarını vuran Selahaddin'e karşı da iki büyük ordu kurmuşlardı.

Artık Akkâ'yı kurtarabilmek ümidi sönüyor gibiydi.

Frenkler, deniz yolu ile birçok kavi keresteler getirmişler; kalenin üç köşesine altmış arşın yüksekliğinde, beşer tabakalı üç büyük burç kurmuşlardı. Burçların her tabakasında asker vardı. Gece gündüz kalenin siperlerine ok, ateş yağdırıyorlar, büyük hendekleri dolduruyorlardı. Selahaddin, atıyla muharip saflarının arkasındaki küçük tepeciklerde geziniyor, kalenin etrafında yükselen bu büyük burçlara bakarak dişlerini gıcırdatıyor,

— Ah gitti, ah gitti... diyordu.

Vaâkıa içeriden bu burçların üstüne neft, paçavra filan atıyorlardı. Fakat, hiçbirisi tutuşmuyordu. Selahaddin, şahin gözleriyle kalenin müdafaadaki hareketini görüyor. "Acaba bu tahtalar niçin yanmıyor?" diye düşünüyordu. Bu merakını, o gün tutulan bir esir halletti: "Frenk mühendisleri kulelerin ahşap kısımlarını derilerle kaplamışlar, üstüne sirke, çamur, sonra birtakım yanmaz eczalar sıvamışlardı." Küçük, büyük, harple, amanla şimdiye kadar elli kale alan bu kahraman, sevgili Akkâ'sının can çekişmesine dayanamıyor, geceli gündüzlü, az kuvvetleriyle bu çok düşmana saldırıyordu. Artık iki taraf da fütur getirmek üzereydi. Hırsından kıvranan Selahaddin, bir sabah burçların birisinin tutuştuğunu gördü. Gözlerine inanamadı. Atının üstünde doğruldu. Sağ elini gözlerine siper yaptı. Dikkatle baktı. Arkasındaki muhariplere sordu:

— Tutuşuyor, değil mi?

— Evet...

— Birdenbire?

Alev içinde kalan burçtan müthiş bir vâveyla yükseliyordu. Her tarafı birden ateş sarmıştı. Dördüncü, beşinci tabakadan siyah noktalar yerlere atlıyordu. Diğer iki burçtaki askerler de bağırarak kaçışıyorlardı. Yarım saat geçmedi, bunlar da ateş aldı. Selahaddin hemen kat'î hücum emrini verdi. Ansızın iki ateş arasında ürken düşmanlar, mücahitlerin keskin kılıçları altında kırıla kırıla kaçtılar.

Selahaddin, kıymetli kalesine girmedi. Altındaki kemikleri görünen naaşlarla hâlâ cızırdayarak, fena bir koku çıkararak yanan yıkık burçların kömürleşmiş direkleri önünde atının dizginini kastı. Ordunun bir kısmı kaçıp kurtulanların arkasından gitmişti. Yaralılar toplanıyor, esirler bağlanıyordu. Huzurunda bugünkü muzafferiyetten sevinen yorgun kale kumandanına,

— Bu kuleleri biz yanmaz biliyorduk. Nasıl yaktınız? Diye sordu.

— Evvela yakamadık sultanım! Melunlar sirkeyle, çamurla her tarafını sıvamışlardı. Kale içinde bir ihtiyar garip çıktı: "Bana istediğimi veriniz, bu burçları yakayım" dedi. Ne istedi ise verdim; neft, kireç, pamuk, kil... Bir ay içinde üç bin tane humbara döktü. On beş gün de çalıştı, yedi oluklu, hiç görülmemiş bir mancınık yaptı. Bu sabah "Artık işim bitti. İsterseniz yakayım" dedi. "Haydi yak" dedim. Yaktı.

Selahaddin merakla,

— Nasıl yaktı? diye tekrar sordu.

— Burcun en dolusuna, bir anda, yaptığı tuhaf mancınıkla humbaralar yağdırmaya başladı. Her tarafı evvela mor bir alev kapladı. İçindekiler de tutuştu. Öbür burçlardaki düşman, korkusundan kaçmaya başladı. Biz de kapıları açtık. Arkalarına düştük.

— Şimdi bu ihtiyar nerede?

— İçerde.

— Ne yapıyor?

— Kendine minnettar kalan ahalinin elleri üzerinde geziyor.

— Sen ne mükafat verdin?

— Mükafat kabul etmiyor. Ne verdimse reddetti.

— Çabuk buraya getirt. Ben onu memnun etmek isterim.

— Baş üstüne sultanım...

. . . . . .

Al maşlahlı genç kumandan hızla uzaklaştı. Adamlarını kaleye koşturdu. Selahaddin evvelki kanlı boğuşmalara saha olan meydana bakıyor, direklerin arasında yanan cesetlerin keskin kokularından tiksiniyor, vücudunun her tarafında yine müthiş kulunç ağrıları duyar gibi oluyordu. Yarın, şüphesiz hava yine bozulacak, orduda hastalık başlayacaktı. Askerlerine, bütün ölüleri arabalarla denize taşıyıp atmalarını emretti. Liman da mutaassıpların elinden alınmış, Mısır'dan donanma tam vaktinde yetişmişti. Kalenin kapısından zafer, sevinç, şevk naraları savuran bir kalabalık çıktı. Selahaddin başını çevirdi. Elleri üstünde beyaz sakallı, küçük bir ihtiyar gördü. Akkâ'nın minnettar ahalisi, kendilerini ölümden, esirlikten kurtaran muhterem vücudu başlarında taşıyorlardı.

— Ya Sultan! İşte bizi kurtaran! diye bağrışarak yaklaştılar.

Üstü başı perişan, siyah başlıklı, beli bükük bir ihtiyar... Yere ayaklarını basınca biraz doğruldu. Çok sıkılmış olduğu yüzünden belliydi. Sultanın arkasından, atlılar arasındaki Şamlılar bir ağızdan,

— Büyücü!

— Büyücü Doğan!

— Büyücü Doğan bu! diye haykırıştılar.

Sonra, ansızın çöken derin bir sessizlik, bu hayreti daha beter ağırlaştırdı. Selahaddin, atından atladı, ihtiyara doğru birkaç adım attı.

— Doğan! Sana bir deve, yüzbin dinar, hem de bütün Kerk malikânelerini ihsan ettim. Daha ne istersen söyle... Emirlik, hâkimlik, ne istersen...dedi.

— Ben bir şey istemem.

. . . . . . .

Sultan kalın kaşlarını çattı, başını salladı:

— Hizmetin büyüktür! Sen burçları yakmasaydın Akkâ mutaassıpların eline düşecekti. Akkâ düşünce, biz İslamlar Suriye'de tutunamayacaktık. Kudüs'ü bile bırakıp çöle çekilmeye mecbur olacaktık. Sen hepimizi bu felaketten kurtardın. Yalnız bizi değil belki bütün İslamı kurtardın. Bu mükafata layıksın. Kabul et.

İhtiyar kafasını yukarı kaldırdı:

— Ben bu hizmeti Allah rızası için yaptım. Ödülümü ancak Allah'tan isterim! dedi.

Sonra sultanın cevabına meydan vermeden döndü. Yüksek sesle hükümdarlarından, kaleye hemen kendisinin emir nasbolunmasını yalvarmaya başlayan Akkâlıları göstererek ilave etti:

— Yalnız beni bunların elinden kurtar!

 

 

 


BU YOLLAR UZAR - MEMDUH ŞEVKET ESENDAL

$
0
0

BU YOLLAR UZAR

Postacı Hayri; 26 yaşında bir delikanlı. Belediye kâtibine bir kağıt götürmüştü, dönerken kasabın çırağına rasgeldi. Çırak onu görünce durdu: Hayri’ye:

— Kuzu ciğer istemişsin, dedi, usta ayırdı. Eve götürdüm, kimse yoktu. İstersen şimdi al, istersen dükkândadır, eve giderken alırsın!

“Evde kimse yoktu” sözü kulağını tırmaladı.

— Kapıyı vurdun mu? Diye sordu.

— Vurdum. Evde adam olsaydı duyardı. Komşular duydular.

— Koy dükkana, ben uğrar alırım.

Yürüdü, postaneye gitti. Yüreğinde bir sıkıntı, bir ateş. Altı aylık evlidir. Karısını gözünden kıskanıyor. Adamın aklına en olmayacak şeyler gelir!...

Postanede duramadı, Arkadaşına:

— Recep, dedi, sen buradan ayrılma. Beni yukarıdan sorarlarsa, belediye ye gitti, de. Ben eve kadar bir gideyim. Şimdi gelirim.

Kasaptan ciğeri aldı, bir solukta eve.

Yukarı mahallede oturuyorlardı. Evinin kapısına varınca cebinde anahtarını aradı. Elleri titriyor “Elbet bir şey var ki, ellerim böyle titriyor.” diye düşünüyordu.
Kapıyı açtı. Hiç ses yok.

Kapının sağ yanında her gün oturdukları odaya baktı. Yok. Kapının arkasında, çiviye asılmış bir erkek ceketi ile pantolon var. Buz gibi oldu. “Bunlar kimin” diye düşündü. Kendisinin!... Kıskançlık gözlerini bürümüş, görüyor da tanımıyor.

Yattıkları odanın kapısını açarken içeride karısını bir yabancı ile görecekmiş gibi geliyordu. Orası da boş.

Nereye gitti? Komşulara gitmez. Hırsız korkusu ile evi boş bırakmaz. Bırakacak olsa bile haber verir. Onu nerede aramalı?

Ciğeri mutfakta bırakıp kaynatasının evine gidecekti. Ara kapıyı açıp bahçe üstüne, camekânlı sofaya çıktı. Kulağına kadın sesleri geldi. Bahçe büyük, ağaçlarda kapıyor, kimler olduğu görülmüyor. Eğildi, ağaçların altına baktı. Karşı duvarın dibinde birkaç kadın var. Kendi kız kardeşini tanıdı.

Elinde ciğerle bahçeye çıktı. Komşu kızları, hasım kızları toplanmışlar; çocuklukları akıllarına gelmiş olsa gerek, köşe kapmaca oynuyorlar. Bağrışıp gülüşüyorlar.
Biraz yaklaşınca karısı onu gördü. Koştu, ciğeri elinden aldı, mutfağa girdi, oradan da sabunla el havlusu getirdi.

Hayri; kızlara sataşıp alay etmek istiyor, karısı da:

—Hadi, ellerini yıka, ellerini yıka. Çabuk olsana, diye bağırıyor. Hayri’yi kuyu başına çekiyordu. Hayri sevindi. Karısının yüzüne bakıp güldü. Sonra ellerini yıkadı. Elinde havlu ile kızlara doğru yürüdü:

- Ulan şu ettiğiniz işe bakın be! İçinizde bu evli, bu da evli – kendi kız kardeşini göstererek – bu da sözüm yabana, nişanlı. Kalanınız da at gibi kızlar, bağırtınızdan deniz kıyısında durulmuyor!

Kızlar:

—Sen karışma, git işine, diye bağırdılar.

Hayri onlara bakıp gülüyordu.

Kız kardeşi:

—Yıkıl, git oradan, sen bize ne karışıyorsun diye bağırdı.

Hayri:

—Ulan, dedi seni alan herifte kaz kadar beyin var mı?

Karısı havluyu elinden alıp:

—Hadi git işine, diye kolundan çekiştirmeye başladı.

Kızlar da arkasından ittiler, Hayri’yi bahçeden aşırdılar. Karısı da arkasından geldi. Eve girince Hayri durdu. Karısını kucakladı. Bağrına bastı. Sanki kırk yıldır görmemiş gibi. Yüzünden, gözünden öptü. Doyamıyor, bitiremiyordu.

Karısı:

— Canım ne yapıyorsun? ... Çocuk musun? … Kızlar bahçede diye, çırpınıyor!

Güçle elinden kurtuldu.

Hayri, evden çıktı. Elleri ceplerinde, ıslık çalarak, ayaklarını sürterek yokuşta aşağı iniyordu. Denizden karpuz kokuları geliyor. Uzakta gök kavşağında bir duman var. Bugün posta günü mü?

Yetim Mehmed’in evinin köşesinde Semerci Halil ustaya karşı geldi. Halil usta, yokuşu yavaş yavaş çıkıyor. Soluyarak:

— Ne o Hayri, dedi, evden mi geliyorsun? Geceler yetmiyor değil mi?

— Yok valla, dayı. Ciğer almıştım da eve bıraktım… İşte gidiyorum.

Halil usta, Hayri’nin arkasından söylendi:

— Git bakalım… Git ya! Ama bu işler e böyle sürer sanma! Benim de günde üç yol eve gidip dükkâna döndüğüm olurdu. Sonra yollar uzadı. Şimdi tövbeler olsun… İkindiyin dükkândan çıkıyorum, akşama eve zor yetişiyorum. Bir gün gelir bu yollar, sana da uzar anladın mı? Bu yokuşlar sana da domuzlaşır. Tıknefeste at gibi solur solur da çıkamazsın. Bak bana! Gidi gençlik…

Hayri, bu sözlerin hiç birini işitmedi.

Çoktan yokuşu inmiş, beklide postaneye de varmıştır.

Memduh Şevket ESENDAL

BOZ EŞEK - REFİK HALİD KARAY

$
0
0

BOZ EŞEK

Irmaktan su taşıyan çocuklar dağ yolunda bir ihtiyar adamın yattığını haber verdiler. Bir boz eşek de, başıboş, oralarda dolaşıyordu. Hüsmen Hoca:

— Varıp bakalım, dedi.

Akşam yakındı, îki derenin birleştiği bu batak, çukur, sıtmalı araziye çeltiklerden kalkan kokulu, ağır bir duman yayılıyordu; gövdeleri yarılmış, yanmış beş on yaşlı, cansız söğüt arkasında, güneş bulanık bir ışık bırakarak arkların durgun sularını yer yer parlatıyordu. Bu aydınlık parçalar, kül renkli, rutubetli ova ortasında bulutlu göğün yarıklarına benziyor; yavaş yavaş bulanıyor, sönüyor, örtülüyordu.

Üç köylü, arızalı, çamurlu bir patikadan ağır ağır, birbiri arkasından çıkıyorlardı; içlerinden biri, sakalı bir at gibi, fena fena öksürüyordu.

Evvelâ boz merkebi gördüler. Fundaların ortasında, tozlu, topraklı bir yer bulmuş, galiba bir çok tepinmiş, yatmış, oynamış, şimdi, memnun bir eda ile yan gelip oturuyor, batan güneşi kayıtsızca seyrediyordu.

Hoca:

— Hadi nerdesin yolcu! diye seslendi.
Ötede, arkasını kuru bir ahlata dayamış, ihtiyar, mecalsiz bir adam, sık sık soluyor, gelenlere fersiz gözleriyle bakıyor, elleriyle göğsünü göstererek işaretler ediyordu. “Nen var? Ne oldun dayı?” suallerine sesten ziyade nefese, soluğa benzeyen üfürüklü bir hırıltıyla anlaşılmayan cevaplar veriyordu.

Köylüler, ölüyor sanarak çömelmişler, bekleşiyorlardı. Lâkin hasta iyileşiyor, canlanıyordu. Abanî sarıklı, mor cübbeli, fukara kılıklı bir ihtiyardı. Sert, kır bir sakalın örttüğü çehreden meydanda duran kısmı, sıcak ovaların güneşiyle kavrulmuş, buruşuklar, kıvrımlar içinde kalmıştı. Sarkık, şiş kapaklarının altında beyaza yakın açık mavi, ufacık gözleri vardı ki, insana bir çocuk bakışiyle dimdik bakıyordu. Yavaş yavaş bu çehreye bir renk, bu gözlere bir fer geliyordu. Aynı vaziyette, sırtı ahlata dayalı, ölgün sadasıyle bir şeyler söylüyor, galiba uzaklardan geldiğini, uzaklara gideceğini anlatıyordu.

Hüsmen Hoca'nın: “Odaya götürün, yatsın!” teklifi üzerine yardım edip, eşeğe bindirdiler, iki tarafından tutarak, düşmesine meydan vermiyorlar, taşlar, topraklar kaydırarak, bin zorlukla iniyorlardı.

Güneş gitmiş, arklardaki sular parlamaz olmuştu. Etrafı kapatan dik, sivri dağlar duman ve bulut sarılı kocaman başlarını birbirine dayayarak çoktan uykuya varmışlardı. Köy, kayaların kat kat gölgelerine gömülü, ne pencerelerinde bir ziya, ne yollarında bir ses, karanlıkta bekliyordu.

Gelenlerin şamatası üzerine kapılardan tek tuk çehreler uzandı. Ahırlarda inekler böğürdü. Hüsmen bağırıyor:

— Nerdesiniz be! Hele çıkın, misafir geldi! diye haber veriyordu.
Şimdi, ellerindeki çıralarla her taraftan beyaz bez donlu bir çok insanlar çıkıyor, duman ve ışıktan mürekkep bir hâle içinde, karanlık köşelere aydınlıklar dağıtarak, gübre yığınlarında hâreler koşturarak şaşkın şaşkın misafir odasına doğru geliyorlardı.

Burası, en yakın kasabaya iki gün uzakta, Anadolu'nun çıplak, yolsuz, viran, bir köyü idi. Bir vilâyetten diğerine geçen arabasız yolcular, bazan, havalar çok kurak gidip Kızılırmak geçit verirse, şoseyi bırakırlar ve kestirmeden bu köye uğrayarak iki gün yol kazanırlardı, işte, senede bu vesile ile beş on kişi, beş on fakir, böyle hüzünlü bir saatte, yorgun argın gelir, kapılarını vururdu. O zaman muhtar Hüsmen köylülerden ikram kimin sırası ise ona haber gönderir, kendisi de, ocağında, yaz kış, sönmemecesine çıra kütükleri alevlenen misafir odasına yolcuyu yerleştirirdi. Köy, dünya ahvalini bu gelip geçici, cahil insanların getirdikleri yalan yanlış haberlerle öğrenirdi.

Hasta sakinleşti.

— Göğüs, diyordu. Böyle, ikide bir tutar.

Köylülerden biri ocağın çengeline bir bakraç asmıştı. Çıraların alevi vurmuş, içindeki, bir sabun köpüğü gibi rengârenk kabarıyordu. indirdiler; ihtiyara bir tas verdiler. Üfüre üfüre zevkle içiyordu. Süt henüz bitmişti ki, inatçı bir hıçkırık tuttu. Bütün vücudunu sarsıyordu. O, her sarsıntıda bir “Elhamdülillah!” diyordu. Köylüler, tâ karşısına bağdaş kurmuşlar, konuşmaya fırsat arayarak bekliyorlardı; gençler kapı önünde, ayakta dizilmişler, uyku isteyen gözleri küçülmüş, bu sessiz, mariz misafirden bir şey anlamıyorlardı.

Hıçkırık kesilmiyor, bilâkis, sıklaşıyor, sertleşiyordu. Hasta bir aralık elleriyle; “Gelin, yaklaşın!” diye işaret etti. Hüsmen önde, diğer ihtiyarlar arkada etrafını aldılar. Gençler, merak içinde, fakat yaklaşmaya cesaret edemeyerek kapıda duruyorlardı; galiba yolcu zorlukla bir iş anlatıyordu. Belki de vasiyet ediyordu. Hüsmen'in ikide bir de:

— Merak etme, gönlünü ferah tut, biz bakarız! dediğini duyuyorlardı.
Birden, ihtiyarlar yere, mindere eğildiler. Sonra sessiz kalktılar.

Hüsmen:

— Hakka kavuştu! diye mırıldandı.
Ocakta kütüklerden biri çarpıldı, keskin bir aydınlıkla ölünün yüzünü parlattı, söndü. Dışarda bir inek uzun uzun böğürüyordu.

Yolcu, son arzusunu anlatmaya vakit bulmuştu. Kemerinde dizili sekiz altını ile boz merkebi Hicaz'a vakfediyordu.

Mezarlıktan dönen köylüler, ellerinde kalan bu liralarla merkebi ne yapacaklarını, bu emri nasıl yerine getireceklerini kestiremiyorlar, asmanın altında birleşip söyleşiyorlardı. Nihayet, bir defa kazaya varıp hâkimden danışmaya karar verdiler. Hafta içinde Hüsmen merkebi yanma alıp yola çıkacaktı.

Hayvan, bir ehemmiyet kesbetmişti: önüne bol yem dökülüyor, mısır sapları yığılıyordu. Köylüler sık sık hatırlıyorlar: “Boz eşek suya götürüldü mü? Arpası döküldü mü?” diye birbirlerinden soruyorlardı.

Bir sabah Hüsmen Hoca'yı alaca karanlıkta hep birden değirmenin önüne kadar götürdüler, selametlediler. Boz eşek, Hoca'nın merkebine bağlı, kuyruğunu oynatarak ferah, yüksüz, arkada gidiyor; yeni doğan sırma telli bir güneş, palanının soluk keçesini kadife gibi parlatıyordu.
Bu, ne uzun, ne can sıkıcı bir yoldu. Durgun sulardan fışkırmış pirinç başakları ile arklar boyunca giden kamışların yeşilliği yamaçlar ardında görünmez olunca kurak, düz bir toprak, iki gün hiçbir köye, hiçbir değirmene, hattâ iki cılız söğüdün gölgelediği bir su başına bile uğramadan, ıssız, kavruk, devam edip gidiyordu. Sonra dik kayalı bir yokuş, korkunç bir boğaz aşılıyor, tepesine yaklaştıkça serin bir rüzgâr-la beraber lâtif bir manzara başlıyordu. Kısa bir kılıç sırtı gibi parlayan ince bir dere ayvalıklar, elmalıklar ortasında, yemyeşil, sulak ve feyizli, göze görünüyordu; telgraf direklerinin sıralandığı beyaz düz bir şose kıvrıla kıvrıla dönerek dağlara tırmanıyordu.

Hüsmen, handa geçirdiği gecenin sabahı, erkenden hükümete yollandı.

Minimini kasabanın balkonlu, kuleli, gazinoya benzeyen kocaman bir konağı vardı. Lâkin ikmal edilmemişti. Sıvanmayan kerpiç duvarlar yer yer açılmış, kumrulara yuva olmuştu. Üst kat penceresiz, sıvasızdı. Tahta örtülerle kapatılmıştı. Kenarda battal bir kireç ocağı, biraz ötesinde de amelenin çalıştığı zamandan kalma bir sundurma, elan öyle haliyle duruyordu. Bina çoktan haraplaşmıştı.

Ceketsiz, kalpaksız bir jandarma çavuşu ne istediğini sordu. Hoca tâ baştan, ırmaktan su taşıyan çocukların gelip nasıl haber verdiklerinden tutturarak anlatıyordu. Hikâyesi daha yarıyı bulmadan karşısındaki uzaklaşmış, derede yüzen ördeklere ekmek atıyor, köşede çardağın altında nargilesini höpürdeten bir sakallıya:
— Ne o, Hoca efendi, sabah keyfi ini? diye sesleniyordu.

Kadının izinle İstanbul'a gittiğini öğrenen Hüsmen, bir defa da kaymakama işi anlatmak istedi. Kunduralarını kapıda çıkarıp, parmaklarını meydanda bırakan yırtık çoraplı ayakları ile, çekine çekine, elleri karnında yürüdü, hikâyeye başladı.

Kaymakam, arkasında çividi dalgalanmış bir keten ceket, bıyıklan boyalı, dişsiz, hımhım bir adamdı, işin tamamını dinlemek tahammülünü göstermeden:

— Çağırın çavuşu! diye seslendi:

Beş gündür, Hüsmen Hoca, önüne gelen adama derdini anlatarak, kasabada dolaşıyordu. Jandarma çavuşu ne merkebi alıyor, ne de kendisini bırakıyordu. Nihayet haline acıyan biri çıktı:

— Gitsin de, iki hafta sonra gelir; işi kadıya bırakalım! dedi, kandırdı.

Zaten buranın kadısı namlıydı. Kabak Kadı derlerdi. Her işi halleder, her kördüğümü çözerdi. Arkasına turuncu bir maşlah giyerek, kırmızı şemsiyesiyle çarşıdan bir geçişi, kocaman gövdesini tutarak olur olmaz şeylere bir gülüşü vardı ki, halk bayılırdı!

Aynı yollardan, aynı halde boz merkep terkiye bağlı, döndüler. Hüsmen Hocanın ve iyi beslenmesi icap eden eşeğin boğazına orada, katığın ve arpanın pahalı olduğu kazada hayli masraf edilmişti. Meclis kuran köylüler bunu; “Mübarek yere bağlı, bakmak borcumuz!” diye çok görmediler. Hüsmen de yorgunluğundan şikâyet etmiyor, Hak uğrunda çalışmak ona yol mihnetlerini unutturuyordu.

Lâkin ikinci seferin haftasında, yine merkep ardında dönmeğe mecbur oldu. Kadı henüz gelmemişti; jandarma çavuşu, Hoca'ya çıkışmış:

— Hödük herif, acelen ne? demişti. Köylüler, vakfedilmiş bir hayvanın işte kullanılıp kullanıl-mayacağında şüphe ediyorlar, boz eşeğe ilişmiyorlardı.

Üçüncü yolculuğun avdeti, yine öyle, merkep arkada, oldu. Uzaktan, keskin gözüyle biri boz eşeğin geri geldiğini görmüş, köye yaymıştı. Halk şimdi şaşırmış, merakla bekliyordu. Hüsmen daha inmeden ferah bir şada ile:

— Ne ettik be, şahit götürecektik! diye bir hamlede meseleyi anlattı.

“Sahi, nasıl düşünmemişlerdi? Ziyanı yok, merkebi kadı kabul edecek, hüccetini yazacaktı ya, haftaya üç kişi giderler, icap ederse yemin de ederlerdi...”

Boz eşek, arasıra yaptığı yüksüz seyahatlere karşı, önüne dökülen bol yemden yiye yiye semiriyor, hırçınlaşıyordu. Böyle iki buçuk ay geçmişti.

Nihayet son sefer hazırlandı. Değirmenin önünde selâmetlenirken yeni doğan güneş bu küçük kafilenin kaldırdığı tozları parlatıyor, yaldızlı bir bulut içinde yokuşu tırmanan köylüler geride kalanlara sanki yükseliyor, göklere kalkıyor gibi görünüyordu.

Boz eşek bir daha dönmedi. Köy halkı, yazılan hüccetlere, basılan mühürlere bakarak merkebin ikramlar göre göre, yavaş yavaş, yüksüz ve eziyetsiz tâ Hicaz'a kadar gideceğine, orada Zemzem taşıyacağına inanmışlardı. Hattâ Küsmen, bir gece rüyasında eşeğin palanını yeşil bir kadifeyle kaplı görmüş, itikadı pekleşmişti.
Zaten, hepsi, vazifelerini yapmaktan mütevellit bir sevinçle sık sık merkebin lâfını ediyorlar, ahırda, kendi kendine kalınca, iki tarafa başını sallayıp zikre başladığını anlatıyorlar, birbirlerini kandırıyorlardı.

Lâkin vakanın yılında, kasabaya pirincini satmaya giden Küsmen Hoca aptallaşmış gibi dönmüştü. Pazar yerinin tam kalabalık zamanında uzaktan bir “Savulun değmesin!” nidası duymuş, halk ikiye ayrılmış ve Kabak Kadı, altında boz merkep, arkasında mahut turuncu maşlah, iri gövdesini sarsan bir süratle etrafa selâmlar dağıtarak geçip gitmişti.

REFİK HALİD KARAY
(Memleket Hikâyeleri, 1940)

BOMBA - ÖMER SEYFETTİN

$
0
0

BOMBA ÖMER SEYFETTİN

Duvarları ve tavanı uzun bir kışın isleriyle kararmış bu yer odasında mahpus gibi duran bodur ve çirkin ocak, içindeki odunları sanki hiddetle yakıyor, bir an evvel yutmaya çalışıyordu. Hızla tutuşarak uzayan ve sönen alevler, mandolinle heyecanlı sosyalist marşını çalan genç Boris'i, karşısında ezelî ve nihayet bulmaz millî çorabını ören güzel karısı Magda'yı hafif ve akıcı bir kırmızıya boyuyor, bütün odayı kaplayan büyük ve kötürüm gölgelerini titretiyordu. Dışarıda vahşi ve soğuk bir şubat gecesi vardı. Kudurmuş bir rüzgar küçük pencerenin örtülmüş kapaklarına çarpıyordu. Ortadaki kalın ayaklı kaba ve iri masanın etrafında, yine kaba ve biçimsiz sandalyeler duruyor, çalınan mandolinin keskin sesini dinler gibi uyukluyorlardı. Ocağın üstündeki harap ve ihtiyar saat gece yarısının geçmiş olduğunu gösteriyordu. Boris mandolinini duvara dayadı. Ayağa kalktı. Birden tavanı kaplayan gölgesiyle gerindi. Magda seri tığlarının ucundan güzel gözlerini kaldırdı:

— Uykun mu geldi?

Genç ve iri Boris gerinmesine devam ederek cevap verdi:

— Hayır, hiç uykum yok...

Ve tekrar oturarak ilave etti:

— Bilmem niçin, içimde bu gece bir sıkıntı var.

Magda birden durdu. Çorabını dizlerinin üzerine indirdi. Mütereddid ve şüpheli Slav gözleriyle kocasına baktı. Kaşlarını çatarak:

— Benim de içimde bir sıkıntı var!..

Diye söylendi. Boris ancak yirmi beş yaşında vardı. Baba İstoyan'ın bir tanecik oğluydu. Köyünde, Sofya'dan gelen muallimde okuduktan sonra, genç papazın delâletiyle kendisi de Sofya'ya gitmiş, orada tahsilini bitirmişti. Beş sene nihayetinde potursuz ve kuşaksız dönen dinç ve güzel Boris, babasının evinde, ihtiyar anasının yanında çok oturmamış, bir gün dağa çekilip gitmişti. Senede ancak birkaç defa, geceleyin gelir, anasıyla babasıyla görüşür, yine kaybolurdu. Genç Türkler hiç beklenilmeyen Meşrutiyeti ilan edince, o da bütün arkadaşları gibi şehre inmiş, silahını hükümete teslim etmiş ve köyüne gelmişti. Fakat anası yoktu. O, üç ay evvel, "Ah Boris! Ah Boris!" diye diye ölmüştü. Gözlerinin açık kaldığını ve papaz eliyle kapamaya çalıştığı halde muvaffak olamadığını komşular söylüyorlardı. Issız ormanlarda, korkunç kayalıklarda, hep kamersiz gecelerin karanlıkları içinde geçen beş seneden sonra hür ve serbest, parlak ve yeşil köyü pek hoşuna gitmişti. Artık babası pek ihtiyardı. Tarlaları ve çifti idare edemiyor, adamları onu aldatıyorlardı. İşleri eline aldı. Zaten sa'ye karşı derin bir muhabbeti vardı. Bir gün köydeki mektebin daskaliçesine rastgeldi. Tanıdı. Bu kızcağız da kendisi gibi Sofya'da okumuştu. Konuştular ve çok sürmedi, seviştiler. İzdivaç ettiler. Magda, Boris'e vardıktan sonra mektebi terketmiş, hayatını evine, zevcine hasretmişti. Aşkları gittikçe ziyâdeleşiyor, fikirlerinin tevafuku onları daha şedid bir iştiyak ile birbirlerine rapteyliyordu. İşte aylardan beri böyle gece yarılarını bulurlar, konuşurlar, sevişirler, uyumak istemezlerdi.

Boris, tekrar mandolinini aldı. Çalmaya başladı. Magda çorabını örüyor ve düşünüyordu. Üç ay sonra çocukları olunca kimbilir ne kadar mesut olacaklardı. Tığlardan ayırdığı gözleriyle kabarmış karnına bakıyordu. Eteğinin altında, karnında, kendi içinde Boris'in yavrusu duruyordu. Dirseklerini bu şişliğe temas ettirerek saadetten titriyor ve ayıp bir şey yapıyormuş gibi gizlice Boris'e bakarak kızarıyordu. Ocaktaki odunlar çatırdayarak yıkılıyor, birden alevler çoğalıyor, sanki bütün oda kırmızı gölgelerle doluyordu. Boris yine sosyalist marşını çalıyordu. Bitirdi. Mavi gözleriyle karısına baktı ve marşın nakaratını tekrar etti:

— Da jivee truda!..

Magda çok saçlı güzel başını kaldırdı. İnce kaşları, muntazam bir burnu, pembe ve taze bir rengi vardı. Geniş omuzları, kabarık göğüsleri esvabının altından taşmak istiyor gibiydi. Alevlerle aydınlanan eteklerinin altındaki kalın bacaklarından sonra ayakları pek küçük ve nazik kalıyordu. Gebelik onu daha güzelleştirmiş, daha nefis ve mükemmel bir kadın yapmıştı. Genç ve iri Boris müştak gözlerle zevcesini süzüyor, ruhundaki sıkıntıyı atmaya, bu meçhul kederi unutmaya çalışıyordu. Konuşmak istedi:

— Yaşasın sa'y ü teab! dedi, değil mi Magdacığım? Çalışan mesut olur. Acaba sosyalistlerin hayali ne vakit hakikat olacak!

Magda başını salladı, gülümsedi:

— Hiç, hiç, hiçbir vakit... Onların hayali hep hayal kalacak! Yine insanlar fenalar elinde esir olacak, çalışmanın faziletini birçok adamlar inkar edecek.

Boris mandolinini kucağından bıraktı. Ellerini pantolonunun cebine soktu. Ayaklarını uzattı:

— Evet, ben de bu hayalin hakikat olacağına kail değilim, dedi. Lâkin bu hayaldeki insanlık fikrine meftûnum! Düşün. Muharebeler kalkacak. Cinayetler olmayacak. Hain politika unutulacak, herkes kardeş gibi... Çalışacaklar ve mesut olacaklar...

— Heyhat...

Boris de tekrar etti:

— Benden de heyhat! Hele burada, bu pis ve vahşi yerde, bu zalim Makedonya'da rahatla çalışmak mümkün değil. Ah bu kanlı Makedonya...

Magda, boynunun altında ansızın bir acı duydu. Çorabını bıraktı. Boris'in yüzüne baktı. Kalbi hızla çarpmaya başlamıştı. Rüzgarın bir küfürü andıran şiddetli gürültüsünü işitti. Ocağın üzerindeki saatin kırık bir kalp gibi vuran kuvvetsiz ve mahzun tik-taklarını duydu. Ayağa kalktı. Boris'in boynuna atıldı:

— Ah, yatalım, dedi. Böyle acı şeylerden bahsetme...

Boris, kolunu Magda'nın beline, kalçasının üzerine koydu. Onu kucağına çekti, oturttu. Dudaklarından öptü. Bir an, bir dakika, uzun bir dakika böyle kaldılar. Boris diğer eliyle karısının kabarık memesini tuttu. Bütün avucunu dolduran bu yumuşak ve nefis kabarıklığı yavaş yavaş, dalgalandırarak sıktı. İkisinin de gözleri küçülüyor ve titriyorlardı. Magda'nın başı Boris'in kuvvetli göğsüne düştü. Boris dudaklarını bu çok ve kumral saçların arasına koydu:

— Müsterih ol, Magdacığım, artık hiç korkmayacak, mesut olacaksın!..

Genç kadın iri ve çıplak bacaklarını kocasının kavî bacaklarına dolaştırdı. Sıktı. Bütün vücudu takallûs etti ve sordu:

— Ah, mesut olacak mıyız? Nasıl? Söyle, nasıl?

Boris mesut ve mahzuz:

— Anlatayım, inan, dedi. Artık buradan gideceğiz.

— Kaçacak mıyız?

— Hayır, hicret edeceğiz.

— Nereye?

— Amerika'ya...

— Amerika'ya mı?

— Evet, Amerika'ya, Magdacığım. İşte iki aydır hazırlanıyorum. Sana haber vermedim. Tam buradan çıkacağımız gün söyleyecektim. Babama nemiz varsa sattırdım. Şimdi sekizyüz liramız var. Sekizyüz lira ile Amerika'da bir insan çalışırsa çok mesut olur.

Magda kocasının bacaklarını daha ziyâde sıktı, dönerek boynuna sarıldı.

— Niçin benden sakladın, dedi. Oh, ne kadar mesut olacağız.

Boris karısının dudaklarını öperek cevap verdi:

— Sebep vardı. Korkacaktın. Senden saklamaya mecburdum.

— Söyle, ne vardı? Neye korkacaktım?

— Şimdi söylesem yine korkacaksın.

— Söyle, korkmam.

Boris tereddütle anlattı:

— İki ay evvel, bir pazar gecesi eve geliyordum. Kapıda bir mektup buldum. Açtım. Bu, ihtilal komitesi tarafından yazılmıştı.

— Ah...

— Evet, ihtilal komitesi tarafından... "Ey dinsiz Boris!" diye başlıyordu. Ve "Vaktiyle dağlarda neşretmek istediğin sosyalistliği burada öğretmeye başladın. Hainsin! Vatanımızın düşmanısın! Bil ki, o hain kafanı balta ile vücudundan koparacak, sana uyanların, seni sevenlerin eline vereceğiz."

— Ah...

— "Yahut bize delâlet et. Bizimle beraber Balkan'a çık... Büyük vatan için çalış." deniyordu. O vakit anladım ki, burada seninle, senin aşkınla yaşamak benim için mümkün değil. Hemen babamı kandırdım. Her şeyi sattırdım.

Magda tekrar Boris'i öperek sordu:

— Ah, ne vakit gideceğiz? Söyle, buradan ne vakit gideceğiz?

— O kadar yakın bir zamanda ki... Söylesem inanmazsın...

— Söyle..

— Yarın!

— Yarın mı? Aman yarabbi...

Hızla kocasının kucağından kalktı. Sevincinden çırpındı. Tekrar kocasının dizlerine oturarak onu öpmeye başladı:

— Yarın, yarın... Demek bu son kederli gecemiz...

Boris karısının sevincinden memnun ve mahzuz, onu okşayarak, buseler içinde devam etti:

— Evet Magdacığım. Yarın Amerika'ya gideceğiz, orada çalışacağız. Küçük, rahat, âsûde bir evimiz olacak. Ne komite, ne eşkiya, ne vahşet, ne cinayet! Yalnız çalışacağız. Gider gitmez çocuğumuz orada doğacak. Zavallı babam geçirdiği yetmiş senelik azabın mükafatını orada görecek. Kalbi rahat, yatağında ölecek. Geceleri hücum ve boğazlanmak korkusundan uzak, tatlı tatlı konuşacağız. Aşkı, hayatı, güzelliği, iyiliği, fazileti hissedeceğiz.

Magda titriyordu:

 

— Oh, ne saadet!

Boris yine buseler içinde devam etti:

— Göreceksin ki o zaman, insanlık ne tatlıymış! Güzel ve asayişli şehirler... Tiyatrolar! Geniş ve aydınlık sokaklar, cennet gibi köyler. Birbirine ihtiram etmesini bilen adamlar... Hiçbir sefalete müsaade etmeyen büyük şefkat müesseseleri... Hastaneler, sanatoryumlar... Mektepler, dârülfünunlar... Hâsılı cennet! Mümkün değil bunları tahayyül edemezsin.

Magda daha ziyâde titreyerek dirsekleriyle şişmiş karnını, bacaklarıyla kocasının bacaklarını sıkarak:

— Oh, tahayyül ediyorum!

Dedi. Boris devam etti:

—O vakit bazı geceler, minimini evimizde, doğacak çocuğumuz yanımızda oynarken, sa'y ve namusumuzdan emin, ansızın Makedonya'yı, bu yamyamlar memleketini hatırlayacağız. Gözümüzün önüne pis ve dar sokaklar, sefil ve uryan adamlar... Kanlarla lekelenmiş nihayetsiz karlar, kara, müstekreh[11] ve keskin baltalar sonra siyah, müthiş Balkanlar, Pirin gelecek! Tüylerimiz ürperecek, sen yine böyle benim kucağıma kaçacaksın. Bu pis ve müthiş Makedonya'nın kabuslarını buselerimle senin gözlerinden sileceğim...

Magda memnuniyet ve saadetten tatlı bir baygınlık hissediyordu. Kocasının bacaklarını sıkan dolgun bacakları gevşedi. Kolları yanına düştü. Gözleri uzak hayallere bakıyordu. Boris yine onu kucağında sıktı. Dudaklarından öpmeye başladı:

— Görüyorsun ki, burada her dakikamız elem, matem, ıstırap içinde geçiyor. Bir dakika kalbimiz rahat değil. Ufak bir gürültü bizi korkutuyor. Mesela işte seni o kadar severken, sana o kadar perestiş ederken dehşetle memlû dimağımda aşkım için müşterih bir yer kalmıyor. Dudaklarının lezzetini tamamıyla duymuyorum. Hayalimde o kadar çirkin ve kanlı levhalar var ki... Hâsılı burada, daima meçhul bir tehlike karşısında tedehhüş etmiş biçare, idraksiz, şuursuz vahşi hayvanlar gibiyiz.

Ocağın odunları yıkılmış, alevler sönmüştü. Yalnız ocağın üstünde küçük lamba sarı bir ziya neşrediyordu. Boris'le Magda yine birbirlerine bütün kuvvetleriyle sarıldılar. Öpüştüler.

Boris:

— Artık aşkı duyacağım, diyordu, hatta şimdiden duyuyorum. Kendimi Amerika'da farzediyor, seninle yalnız, emin ve mutmain odamızdayız addediyorum.

Magda'nın dudaklarındaki buseler söndü. Birden:

— Oh, ben korkuyorum!

Dedi. Boris hayretle sordu:

— Neden?

— Bilmem. Fakat o kadar korkuyorum ki....

Genç kadın asabi bir teheyyüce uğramıştı. Hakikaten korkudan titriyor ve ağlıyordu. Boris bu meçhul ve bu nâgehânî kederi teselli etmek istedi:

— Korkma, haydi kalk, dedi, yatalım; müstakbelin pek yakın saadetini şimdiden yaşayalım. Bu pis odayı, bu pis ocağı, bu zulmet ve dehşet yuvasını görme, gözlerini kapa, Amerika'yı tahayyül et. Haydi kalk, korkma, gözlerini sil!

— Korkuyorum Boris, korkuyorum.

— Neden sevgilim? Sakin ol. Saadetimiz seni müteessir ediyor, haydi yatalım. Benim yanımda, kucağımda... Korkacak bir şey yok...

İkisi de kalktılar. Boris kolunu Magda'nın boynuna attı. Magda asabi bir iştiyakref>arzu</ref> ile kocasının beline sarıldı. Yürüyorlardı. Karşı karşıya duran iki kapıdan birisine girecekler ve yatacaklardı. Magda tekrar durdu:

— Korkuyorum Boris, bak köpekler havlıyorlar...

Boris cevap verdi:

— Her vakit havlarlar.

— Hayır, koşarak havlıyorlar. Birisi geliyor!

Boris mütereddid ve müteaccip, durdu. Dudaklarını büktü:

— Kim gelecek, gece yarısı çoktan geçti, dedi.

Rüzgâra karışan köpek havlamaları daha ziyâde şiddetleniyor ve daha ziyâde yaklaşıyordu. İkisi de ayakta dimdik kaldılar. Boris'in kolu Magda'nın omuzundan düştü. Magda elini Boris'in belinden çekti. Köpekler koşuyorlar ve bir yabancıya saldırarak havlıyorlardı. Boris:

— Kimdir, pencereden bakalım!

Dedi. Pencereye doğru yürüdü. Magda koştu, içerisi görünmesin diye lambayı söndürdü. Odaya kesif ve zenci bir karanlık doldu. Ocağın içindeki ateşler bir zebaninin dili ve kanlı dişleri gibi parlamaya başladı. Açılan pencereden şiddetli bir rüzgar giriyor, bu ateş dişleri tutuşturuyor, bu siyah ağıza görünmez tehditler söyletiyordu.

Boris bağırdı:

— Kimdir o?

Uzak ve ince bir ses cevap verdi:

— Ben!..

— Sen kimsin?

— Ben, Melina...

Bu, komşunun kızıydı. Acaba şimdi niçin gelmişti? Ne arıyordu? Boris yüzünü içeri çevirdi, Magda'yı aradı, göremiyordu. Yalnız ocağın içindeki ateşler gözüne çarptı. O kadar karanlıktı ki...

Tekrar dışarıya, karanlıklara baktı:

— Ne istiyorsun?

— Baba İstoyan'ı?

Kız bu esnada yaklaşmış ve pencerenin dibine gelmişti.

Boris, Magda'ya:

— Lambayı yak! dedi.

Oda aydınlandıktan sonra birbirlerinin yüzlerine baktılar. Boris sordu:

—Acaba babamı ne yapacak?

— Bilmem, şimdi anlarız.

Ve Magda birden kapıya yürüdü. Açtı. Karanlık rüzgarla beraber genç bir kız içeri girdi. Üşümüş ve yanakları kıpkırmızı olmuştu. Ellerini futasının altına sokmuştu. Göğsü içeri çekik, bacakları içeri dönük, biraz kamburdu. Magda, bir sene ders okuttuğu bu budala kızı isticvâba başladı:

— Baba İstoyan'ı ne yapacaksın?

Melina bir cevap vermedi. Evvela:

— Dobra veçer!

Dedi. Sonra alık alık etrafına bakındı:

— Ben bir şey yapmayacağım!

— Ey öyleyse ne arıyorsun?

— Ben aramıyorum.

— Kim arıyor?

— Komitalar...

Magda birden sapsarı kesildi. Düşmemek için duvara dayandı. Elini kalbinin üstüne koydu:

— Komitalar mı?

Melina gitmek isteyerek:

— Bilmem, işte silahlı adamlar...

Dedi. Magda duyulmaz ve ümitsiz bir sesle yine sordu:

— Bizim köyden mi?

Budala kız izah etti:

— Hayır. Sarı esvaplı, tüfekli adamlar! Mutlaka Baba İstoyan'ı istiyorlar. "Eğer gelmezse oraya gelir, hem hepsini keseriz, hem evlerini yakarız." diyorlar.

Magda'nın dizleri çözüldü. Elleriyle duvarı tuttu, çenesi kilitlendi. Ölü ve boş bir nazarla Boris'e baktı. O da sararmış ve mütefekkir duruyordu. Pantolonunun cebinden sağ elini çıkardı. Ve uzun saçlarını kaşımaya başladı. Gözleri ayaklarında idi. Kıza bakmayarak sordu:

— Bu adamlar nerde?

— Bizim evde... Şarap içiyorlar.

— Kaç kişi?

— Daskalla beraber dört kişi..

Birden gözlerini kıza kaldırdı ve:

— Haydi git söyle, ben geleceğim... dedi. "Baba İstoyan hasta imiş", de.

Kız "Sıs zdrave" dedikten sonra çıktı. Kapıyı açık bırakmıştı. Şiddetli bir rüzgâr giriyor, lambanın ziyasını dalgalandırıyor, Magda'nın eteklerini kımıldatıyordu. Boris karısına baktı. Bitmişti. Sanki o bu dakika ölecekti. Sapsarıydı. Yürüdü, kuvvetli kollarıyla dayandığı duvardan onu çekti.

— Korkma, dedi, ben yarım saat sonra gelirim.

Magda ağlamaya başladı. Ta içinden gelen hıçkırıklarla sarsılıyor:

— Ah, gitme, gitme Borisciğim...

Diye yalvarıyordu. Boris onu öperek teselli ve teskin etmeye çalıştı. Eğer gitmezse gelip mutlaka bir edepsizlik edeceklerini, Baba İstoyan gitse zavallı ihtiyardan hakaret ve işkencelerle para isteyeceklerini anlattı ve ilave etti:

— Hainler, babamın her şeyi sattığını haber aldılar. Hicret edeceğimizi tahmin ettiler. Şimdi bütün servetimiz olan sekizyüz lirayı isteyecekler. Babam giderse işkence ve tahkir edecekler. Şimdi ben giderim. Onlarla konuşur, kendileriyle beraber dağa çıkmaya razı olduğumu söylerim. Ve paraların da henüz alınmadığını, bir hafta sonra elimize geçeceğini anlatır ve kandırırım. Yarın akşam bizi burada bulamazlar...

Magda meyus ve perişan:

— Ah, inanmazlar, sana bir fenalık yaparlar, dedi.

Boris tekrar temin etti. Mutlaka kandıracağını, böyle hareketten başka çare olmadığını, Baba İstoyan giderse işte asıl fenalık o vakit olacağını uzun uzadıya anlattı. Magda asabi ve derin hıçkırıklarla ağlıyor, kıvranıyor, ince parmaklarıyla kumral saçlarını sıkıyordu. Boris kalpağını başına koydu. Karısını tekrar öperek ve elini sıkarak:

— Haydi sevgilim, cesur ol, dedi. Yarım saat sonra gelirim, yatarız. Bu son gecenin heyecanları bize bir hatıra olur.

Kapıya yürüdü. Magda da beraber yürüdü. Titrek bir sesle:

— Ben de geleyim, Boris!

Dedi. Lâkin kocası razı olmadı:

— Sen orada, sarhoşların arasında ne yapacaksın? Burada otur, bekle, yarım saat sevgilim, cesur ol...

— Ah, bari yanına rovelverini alsan..

— Muharebeye gitmiyorum ki... Konuşmaya gidiyorum, lüzumu yok!

Dedi ve asabi bir istical ile dışarıya çıktı. Magda kapıda kalmıştı. Karanlık elle tutulacak ve hissolunacak kadar siyah ve kesif idi. Kocası bu karanlıkta kaybolmuştu. Sevgili Boris'ini yutan bu siyah rüzgarlı gecenin ademi andıran, ölümü ihtar eden korkutucu karanlığı gözlerinden vücuduna, damarlarına giriyor, kanına karışıyor, ruhuna nüfuz ediyordu. Başı döndü. Hıçkırıklar ve gözyaşları içinde tıkandı. Olduğu yere yıkıldı. Gözlerini vahşi ve siyah geceye dikmiş, siyah ve soğuk rüzgarın altında ağlıyor, fasılasız hışkırıklarla kıvranıyordu.

Baba İstoyan daima, güneş battıktan bir saat sonra yatar, hemen uyur ve sabah olmazdan iki saat evvel uyanırdı. Kuşağını sararak kapısını açtı. Gelinini bahçe kapısının eşiğinde uzanmış görünce şaşaladı:

— Ne yapıyorsun orada?

Dedi. Magda kayınbabasının sesini işitir işitmez kalktı. Toplandı:

— Hiç! diye cevap verdi, dışarı çıkacaktım, uzanmıştım.

İhtiyar ocağa doğru yürüdü. Magda kapıyı itti. Ve ocağa koştu. Odun attı, tutuşturmaya başladı. İhtiyar çubuğunu dolduruyordu. Magda ateşi yaktıktan sonra ortada, kaba ve kalın ayaklı masanın yanındaki bir sandalyeye oturdu. Dirseklerini dayadı. Başını ellerinin içine aldı. İşte yarım saat oluyordu. Boris henüz gelmemişti. Niçin bu kadar gecikmişti? Kalbi burkuluyor ve avazı çıktığı kadar haykırarak ağlamak, kendisini yerlere atmak, koşarak Melina'nın evine gitmek, Boris'i bulmak, onun kolları içine atılmak istiyordu. Baba İstoyan, kamburunu çıkarmış, sakin ve abûs çubuğunu çekiyor ve sol elinin orta parmağı ile burnunu karıştırıyordu. Harap ve eski saat, durmuş da sanki yeniden kendi kendine işlemeye başlamış gibi, hazin tik-taklarını tekrar işittiriyor, tutuşan odunlar yine odanın içine kırmızı gölgeler, kırmızı hayaller dolduruyor, soğuk rüzgar daha vahşi, daha hain haykırıyor, pencerenin kapağını daha ziyâde sarsıyordu. Magda, Boris'i düşünüyor ve gizli gizli hıçkırıyordu. Kalbi şişiyor, göğsünü acıtıyordu. Dışarıdan uzak köpek sesleri işitildi. Bunlar mutlaka komşunun köpekleriydi. Birden başını kaldırdı. İşte Boris çıkmış olacaktı. Köpekler havlıyordu. Dinledi. Oh, Boris geliyordu. Birkaç dakika kımıldamadı, öyle kaldı.

Şimdi köpek sesleri yaklaşıyordu. Kendi köpekleri de havlıyordu. Fakat niçin? Boris'e niçin havlıyorlardı? Acaba yanında bir yabancı mı vardı? Köpek sesleri daha ziyâde yaklaştı. Magda ayağa kalktı. Pencerenin yanına gitti. Kapağı açmaya cesaret edemiyor, meçhul bir korku onu hareketsiz bırakıyordu... Köpekler pek yaklaşmışlardı. Ayak sesleri işitiliyordu. Magda'nın kalbi durdu. Nefesi kesildi. Kendinden geçti.

Kapı birdenbire vurulmuştu. Baba İstoyan sıçradı ve çubuğunu düşürdü. Magda elini kalbinin üstüne koydu. Omuzlarını kaldırdı. Boynunu içeri çekti. Kapı tekrar ve daha şiddetle vuruldu. Baba İstoyan kalktı. Pencereye doğru yürüdü. Kuvvetsiz bir sesle:

— Kim o?

Dedi. Dışarıdan ahenksiz bir ses cevap verdi:

— Aç Baba İstoyan, biziz. Konuşmaya geldik. Korkma!

İhtiyar mütereddid ve korkak, tekrar sordu:

— Siz kimsiniz?

— Kaptan Raçof, Pançe, Sandre...

İhtiyar, yıldırımla vurulmuş gibi dondu kaldı. Bunlar en müthiş, en kanlı, en merhametsiz, en gaddar komitalardı. Namları bütün ova köylerini titretiyordu. İhtiyar bir hayal gibi kapıya yürüdü. Açtı. Uzun boylu, kahverengi esvaplı, omuzunda manliher, bir adam göründü. Gözleri küçük ve kanlıydı. Zayıf ve gayet çirkin bir boynu vardı. Baba İstoyan, yalnız Bulgar köylülerine has olan o esir ve mazlum tavır ile eğildi, yine bu köylülere has olan o çolak ve sahte selamla voyvodayı selamladı.

— Buyurunuz Gospodin!

Dedi. Raçof'un arkasında iki kişi daha vardı. Bunlar da manliher tüfekleriyle müsellâh idiler. Bellerinde ve göğüslerinde çaprazvari fişeklikler bulunuyordu. Biri kısa boylu, esmerdi. Diğeri Raçof gibi sarı, fakat daha genç ve daha az çirkindi. Magda'nın gözleri açılmış ve yüzü bembeyaz olmuştu. Koştu. Raçof'un ayaklarına sarıldı. Öpmeye başladı, ağlayarak istirham ediyordu:

— Gospodin! Boris nerede? Ah, Boris nerede?

Raçof, ayaklarına kapanmış güzel kadının güzel saçlarını müteverrim ve çamurlaşmış yılanlara benzeyen parmaklarıyla okşayarak:

— Kalk sosyalist daskaliçe, dedi, şimdi Boris'in gelir. Biz şimdi işimizi konuşalım...

Ve yürüdü. Magda yerde kalmıştı. Masanın yanındaki sandalyeye teklifsizce oturdu. Masanın üzerine tüfeğini koydu. Öbürleri de karşısına oturdular. Esmer ve kısa boylunun elinde siyah bir beze sarılmış yuvarlak bir şey vardı. Onlar da tüfeklerini masanın üzerine koydular ve siyah beze sarılı yuvarlak şey de tüfeklerin yanına kondu. Raçof, Baba İstoyan'a döndü:

— Gel bakalım çorbacı, dedi, karşıma otur. Seninle konuşacağım. Magda, sen de şöyle yanıma gel. Baban aksilik ederse bize muâvenet et ki, fenalık yapmayalım.

İkisi de tereddüt etmedi. Baba İstoyan, Raçof'un karşısına oturdu. Magda da yanına... Baba İstoyan bütün bütün aptallaşmıştı. Gelininin niçin komitalardan oğlunun nerede olduğunu sormasına akıl erdirememişti. Boris evde değil miydi?

Raçof cebinden bir tabaka çıkardı. Ortaya koydu. Bir cigara yaptı. Magda seri bir hareketle kalkarak ocaktan ateş aldı. Haydudun cigarasını yaktı. Sonra ateşi ocağa attı. Yine kalktığı yere oturdu. Raçof birkaç nefes cigarasından çekti. Ve dumanlarını seyrederek:

— Ey, Baba İstoyan, dedi, şimdi evvela bize vaat et ki, çok zahmet etmeyeceksin! Uzun lafın kısası: Vakit geçirmeyelim... Sekizyüz lirayı getir.

İhtiyar titredi. Altmış senedir o kadar iktisat ve eziyet ile kazanılmış bir malın semeresi... mecmûu...yekûnu... Şimdi böyle bir anda isteniyordu. Deli olacaktı. İnkar etti:

— Nasıl sekizyüz lira?

Voyvoda gülümsedi. Kirli ve kırık dişleri göründü. Tekrar cigarasını çekti. Başını salladı:

— Anlaşıldı. Demek zahmet edeceksin. Mutlaka dayak yemeden, ayakların yanmadan, tırnakların çıkarılmadan söylemeyeceksin! Eğer yine söylemezsen oğlun Boris bizim elimizde mahpustur. Onu keseceğiz. Evini de yakacağız. Yine seni rahat bırakmayacağız.

Baba İstoyan önüne bakıyordu. Hatta oturdukları evi bile satmışlardı. Bu sekizyüz lirayı verirse muhakkak açlıktan ölecekti. Bir eşeği bile kalmamıştı. Magda, Boris'in kesileceğinden bahsedildiğini duyunca ağlamaya başladı. Tekrar Kaptan Raçof'un ayaklarına kapandı:

— Affet gospodin, Boris'i affet...

Dedi. Raçof gülerek cevap verdi:

— Güzel daskaliçe! Sen de maksada vefasız kaldın. Burada ikiniz de bizim için çalışacağınız yerde, babanıza mallarını sattırıp kaçmak istediniz. Sizin için milletin verdiği parayı çalmak arzu ettiniz. İşte biz buna müsaade etmiyoruz. Elinizden paraları alacağız. Buradan bir yere gidemeyeceksiniz. Bizim için çalışacaksınız.

Ve ilave etti:

— Haydi, Boris'ini seversen paraları getir. Baba İstoyan inat ederse sevgilinin kafası kesilecek. Bir daha onu ömründe göremeyeceksin.

Magda Boris'in öldürülmek ihtimalini düşününce deli olacaktı. Kalktı, ağlayarak Baba İstoyan'a sarıldı:

— Ver babacığım, ver, biz genciz. Boris'le çalışır, yine kazanırız. Söyle nerede, gideyim, getireyim.

Raçof ve arkadaşları Magda'nın yalvarmasını seyrediyor ve gülüşüyorlardı. Baba İstoyan tamamıyla aptallaşmıştı. Sanki hiç lafları işitmiyor, mânâlarını anlamıyordu. Hasis köylü için ölmek, bu parayı vermekten daha çok ehvendi. Magda yalvarıyordu. Birden Baba İstoyan başını kaldırdı. Raçof'a dedi ki:

— Kaptan, bari yüz lirasını bir ev almak için bana bırak. Âhir vaktimda açıkta kalmayayım.

Raçof reddetti:

— Hayır, yüz lirasını bırakmam. Oğlun genç, çalışır. Seni besler. Haydi getir diyorum. Vakit geçiyor.

İhtiyar tereddüt ediyor, Magda yalvarıyordu. Raçof bir işaret etti. Kısa boylu esmer, tüfeği aldı. Dipçikle ihtiyarın sırtına dehşetli bir darbe indirdi. Raçof ayağa kalktı. Şiddetle sordu:

— Haydi, Baba İstoyan, dayağa başlayacağız. Ayaklarını ateşe sokacağız. Vakit geçiyor. Paraları getirecek misin?

Magda gözyaşları içinde çırpınıyor ve ihtiyara sarılıyordu. İhtiyar hiçbir şey söylemedi. Başını salladı. Yattığı odanın kapısına gitti. İçeri girdi. Bir dakika sonra kırmızı ve ağır bir çıkın ile geldi. Masanın üzerine bıraktı. Haydutlar parayı bu kadar çabuk elde ettikleri için sevindiler. Raçof hemen çıkını açtı. Saymaya başladı.

— Aferin, Baba İstoyan, diyordu. Zahmet vermedin. Şimdi bize şarap çıkar, eğlenelim...

Paraların sayılması bitti. Raçof liraları üçe taksim etti. Arkadaşlarıyla çantalarına koydular.

— Hani şarap, hani şarap?

Diye haykırdılar. Magda ayağa kalktı. Ambarın küçük kapısına koştu. Açtı ve içeri girdi. Üç bardak ile bir testi şarap getirdi. Haydutların önüne koydu. Sonra tekrar ambara girdi. Mezelik biber ve turşu çıkardı. Komitalar birbiri üzerine aceleyle içiyorlardı. Raçof:

— Böyle mezeye lüzum yok, dedi. Biz cansız meze istemeyiz...

Bu laftan bir şey anlamayan Magda'yı belinden tuttu ve öpmek istedi. Magda mukavemet etti ve ağlamaya başladı. Raçof, genç kadını bırakmayarak diyordu ki:

— Yanaklarından meze alacağım. Sen sosyalist değil misin? Sosyalistler her şeyde iştirak isterler. Ben de senin yanaklarına Boris'le müşterekim!...

Magda çırpınıyordu. Raçof çirkin ve akur sesiyle dedi ki:

— Eğer böyle münasebetsizlik edersen Boris'ini göremezsin. Onu keseriz.

Magda bu lafı işitince tekrar hıçkırmaya ve Raçof'a yalvarmaya başladı. Artık Raçof onun taze yanaklarından bol bol öpüyordu. Kadeh kadeh içiyor ve tekrar tekrar öpüyordu. Arkadaşlarına:

— Siz de meze alınız, be!..

Dedi. Cansız bir yumak gibi Magda'yı onların kucağına attı. Bu iki kuvvetli herif bu nefis kadına yapıştılar. Bir tanesi eteklerini kaldırmak istiyordu. Diğeri daha fena sarhoştu. Dişleriyle, avucunun içinde tuttuğu bu güzel başın yanağını ısırmıştı. Magda birden haykırdı. Ve kucaklarından kurtuldu. Sağ yanağının iki yerinden kan akıyordu. Baba İstoyan bu manzarayı görmemek için ocağın kenarına çömeldi ve başını avuçlarının içine aldı. Gözlerini ateşe dikti. Magda elini yanağına koymuştu. Parmaklarının arasından mebzûliyetle kan sızıyor ve ağlıyordu. Haydutlar bu güzel kadının bu kan içinde ağlamasına bakarak sanki mahzuz oluyorlardı. Hepsi susuyorlardı. İhtiyar saat bu tecavüzden ve i'tisaftan müteessir olmuş gibi yine tik-taklarını işittiriyor, rüzgârın gürültüsüne horoz sedaları karışıyordu. Raçof sözde acıdı:

— Ağlama Magda, dedi. Şimdi Boris'in gelir. Orasını öper. Acısı kalmaz. Haydi ben mandolin çalayım, bize biraz rakset...

Ve ocağın yanından mandolini alarak bir polka çalmaya başladı. Magda ağlıyor:

 — Ben oynamak bilmem kaptan!

Diyordu. Raçof kalktı. Magda'nın yanına gitti. Kulağına müessir ve vahşi bir sesle:

— Eğer oynamaz, neşemizi kırarsan, Boris'i göremezsin, gider keseriz...

Magda'nın bütün vücudu sarsıldı. Gözlerinin yaşı dindi. Ve mütevekkil bir sesle:

— Oynayayım, ah Boris...

Dedi. Raçof oturdu. Mandolini çalmaya başladı. Diğer iki haydut, durmadan içiyorlar ve gülerek Magda'nın oynayışını seyrediyorlardı. Yanağından akan kan beyaz boynuna gidiyor, ona tekrar hayata gelmiş bir şehit manzarası veriyordu. Isıran haydut, başka bir arzu ızhar etti:

— Kaptan, dedi, eteklerini kaldırsın, öyle oynasın. Bacaklarını görelim...

Raçof, Magda'ya döndü:

— Haydi Magda, bunu da yap! Bacaklarını görsünler! Artık gidelim, Boris'ini gönderelim..

Genç kadın bir an durdu. Baba İstoyan'a baktı. Yüzünü ateşe dikmiş, hiç onları görmüyordu. İşte bu herifler artık namusunu da tahkir ediyorlardı. Lâkin Boris'i tehlike içindeydi. Eğer arzularını yapmasa, o kadar sevdiği Boris'i kesilecekti. Bir daha onun kumral ve çok saçlarını, mavi gözlerini, küçük ve kırmızı dudaklarını, tatlı tebessümünü göremeyecekti. Gözlerini kapadı ve eteklerini kaldırdı. Çalınan polkaya ayaklarını uydurarak sıçramaya başladı. Haydutlar coştular. Kaptan daha şiddetle ve iştiyak ile çalmaya başladı. Diğerleri yerlerinde oturamıyorlar, bu beyaz ve dolgun bacaklara, onların atılışlarındaki şehveti cazip, muharrikhareketlere bakarak birbirinin boynuna sarılıyor, itişiyor, kakışıyorlardı. Kalktılar, Raçof'un yanına gittiler. Kulağına bir şey fısıldadılar. Raçof:

— Olur ama, vakit geçti! Sabah oluyor! Geç kaldık!

Dedi ve derin, behîmî, muharrik bir hırsla güzel kadına baktı ve:

— Ah, vakit olsaydı!...

Diye müteessif oldu. Kalktılar. Tüfeklerini omuzlarına geçirdiler. Sarhoştular. Adımları birbirine karışıyordu. Raçof:

— Allahaısmarladık, Baba İstoyan!

Dedi. İhtiyar köylü sanki ölmüştü. Hiç cevap vermedi. Magda tekrar haydudun ayaklarına kapandı:

— Aman kaptan, Boris'i gönder. İşte her şeyimizi aldınız. Eğer o gelmezse açlıktan ve ümitsizlikten ölürüz. Bize acı. Bize merhamet et...

Raçof güldü:

— Mutlaka gelecek, mutlaka... Daha çabuk gelmesini istiyorsan, şu kanlı yanağından bir buse ver...

Magda hırsla geri çekildi. Haydut tekrar kadını tuttu. Zorla kanlı yanağını öptü. Yaladı. Dışarı çıkıyorlardı. Kısa boylu esmer, beraber getirdikleri siyah beze sarılı şeyi hatırladı.

— Kaptan, dedi, bombayı ne yapacağız?

Raçof bir an düşündü. Geri döndü:

— Magda, bana bak!

 

Dedi. Magda yine bir i'tisâfa uğrayacak zannıyla titredi. Fakat bu haydut nazik ve mürüvvetli idi.

— Şunu görüyor musun, Magda? Bu işte bir bombadır. Eğer siz eziyet edip parayı vermeyeydiniz, sizden yine zorla alacak ve mücâzat olmak üzere ikinizi biraraya bağlayacak, bu bomba ile atacaktık. Lâkin siz akıllılık ettiniz. Bize zahmet vermediniz. Mücâzata hacet kalmadı. Şimdi senden bir ricam var, bu bombayı bana saklayacaksın. Sakın jandarmalara filan verme. Nasıl vaat ediyor musun? Ben de gidip hemen Boris'i bırakayım...

Magda ümit ve tehalükle cevap verdi:

— Vaat ediyorum gospodin! Allah aşkınıza hemen Boris'i gönderiniz.

Raçof tekrar sordu:

— Göndereceğim, lâkin bu bombayı sadıkâne hıfzedecek misin?

— Hıfzedeceğim.

— Nerede?

— Kendi çeyiz sandığımda. En gizli, en muazzez yerde!

— Bravo! Memnun oldum. Öyleyse Allahısmarladık!

Hepsi güzel kadının elini şiddetle sıktılar ve kapıdan çıktılar. Dışarısı hafifçe ağarıyor, esmerleşiyordu. Köpekler havlamaya başladılar. Kesif gölge halinde duran uzak binaların arasında gidiyorlar ve bir şarkı söylüyorlardı. Ah, şimdi Boris gelecekti. Genç kadın, açılmaya başlayan geceye bakıyor, köydeki bütün horozların birbirlerine cevap verir gibi öttüklerini duyuyordu. Kalbi şiddetle atıyor, Boris'ini bekliyordu. Uzaklaşan haydutlardan biri haykırdı. Bu, meşum ve mevhum bir kabus tehdidi gibiydi:

— Hey, Magda, dikkat et, bomban patlayacak.

Genç kadın kulak kabarttı. Bu tehdit, sanki meçhul ve vahşi uçurumlardan, adem boşluklarından aksediyormuş gibi tekerrür etti:

— Hey, Magda, dikkat et, bomban patlayacak.

Horozların umumi ötüşleri rüzgârı söndürmüş zannolunacaktı. Uzakta samanlıkların üstünde yalancı bir fecir, mor gözlerini açıyordu. Genç kadın şuursuz bir tefekkürle düşündü. Bu haydutlar her şeyi, akla gelmeyen vahşetleri yapabilirlerdi. İhtimal bu bombayı ateş alması için, saniyeli tıpasını tanzim etmiş, öyle bırakmışlardı. Şimdi birden patlayacak ve zavallı Borisciği gelince yıkılmış bir evle tanınmaz kanlı et ve kemik parçalarından başka bir şey bulamayacaktı. Mihânikî bir istical ile bu felaket oyuncağını kaldırmaya koştu. Ta masanın orta yerinde duruyordu. Elini uzattı. Kaldırdı. Öbür eliyle altından tutmuştu. Ilık bir ıslaklık hissetti. Eline baktı: Kanlanmıştı. Kan?.. Sonra bu tehlikeli ve tahmin ettiği kadar ağır olmayan bombayı önüne koydu. Kadranını, fitilini görmek istiyordu. Yavaşça siyah bezi çözdü. İkinci bir bez daha vardı. Bu bez kandan kıpkırmızı idi. O bezi de çözdü. Kumral saçlar meydana çıktı. Baktı, baktı, dikkatle baktı...

Ve birden öyle müthiş, öyle keskin, öyle feci, öyle korkunç bir nâra attı ki, ocağın başındaki Baba İstoyan sıçradı ve gelinine koştu. Zavallının gözleri çerçevesinden çıkmış, karışık saçları dimdik olmuş, omuzları gerilmiş, iki eliyle tuttuğu bir şeye haşyet ve dehşetle bakıyordu. Dikkat etti. O tuttuğu şey, oğlunun, güzel ve kumral Boris'in vücudundan koparılmış kesik ve kanlı kafası idi....

 

 

ÖMER SEYFETTİN

 

BİZANS DEFİNESİ - OKTAY AKBAL

$
0
0

BİZANS DEFİNESİ

Ama nasıl heyecan ve umut içinde günlerce didinir dururduk! Ara sıra hatırlıyorum; büyük ağabeyimin elinde kazma, ortancada kürek, küçüğünde sönük bir gaz lâmbası, onlar önden, ben birkaç adım geriden o korkunç mağaradan içeri giriverirdik. Önce ağabeylerim biraz aralarında konuşurlar, lâmbanın ışığını karanlık içinde bir gezdirirlerdi. Böcekler, akrepler, örümcekler ve daha bir sürü garip şekilli haşarat aydınlıktan korkup kaçardı. Mağaranın içi uzun bir dehlize benzer, etrafta birtakım acayip şeyler varmış gibi görünür, durmadan tepeden damla damla su sızar, yer daima ıslak olurdu. Ağabeylerim bir müddet etrafı seyreder, lâmbayı koyacak münasip bir yer ararlar, sonra nereyi kazacaklarını kararlaştırırlardı. Küçük ağabeyim: "Bir de şurayı kazsak ha!” derdi. Gösterdiği yer çok karanlık olur, ortanca ağabeyim korkardı; lâmbanın ışığından ayrılmazdı. Aralarında konuşur, hafif sesle bir şeyler anlatırlardı. Sonra yavaş yavaş o karanlık köşeye doğru yürüyüp lâmbanın loş ve kasvetli ışığında kazmaya, küreğe sarılırlardı.

Ben mağaranın kapısı önünde, bir ayağım içerde, bir ayağım dışarda beklerdim. Bir kapkaranlık mağarayı, bir ışık içinde yüzen bahçeyi seyrederdim. Güneş ağaçlardaki eriklerin üzerinde ışıldardı. Komşu bahçeden küçük ağabeyimin sevgilisi "Ayva çiçek açmış.” şarkısını bize duyurmaya çalışır, arada bir annem evin penceresinden belirip bana "Sakın sen içeri girme..." diye seslenip kaybolurdu. Yaz akşamının tatlılığı geniş bahçeye, yeni açmış çiçeklere, meyva dolu ağaçlara sinerdi. Komşulardan birinin kuyudan su çektiği çıkrığın gıcırtısı derinden gelir, bir yandan da ağabeylerimin sesleri, kazma ile küreğin toprağa çarpmasının gürültüsü işitilirdi.

Sur dibindeki mağara bana korku verirdi. Gündüzleri yalnız başıma kapısından bile bakmak beni ürkütürdü. içerisi daima karanlıkla, rutubetle, bir sürü bitip tükenmeyen çıtırtılarla dolu olurdu. Geceleri ise bahçeye çıkmak imkânsızdı. Bizans'tan kalma bu surların altında neler olmuş, neler geçmişti! Babam çok defa bu surların hikâyesini alayı, şakayı, mübalâğayı seven güler yüzlü hâliyle anlatır, bizleri heyecandan heyecana sürükler, sonra: "Biz de vaktiyle bu mağaradaki defineyi çok aradık. Hele bîçare Nihat Bey amcanın ömrü bu define peşinde geçti” der, bizi sıcak hayallere, bir Binbir Gece Masalına doğru götürürdü.

Ailemiz kaç nesil boyunca bu defineyi aramış! En korkak olanlar bile kazma küreği sırtlayıp, insana ürperti veren mağarayı altüst etmişler. Ara sıra bir şeyler bulmuş, ev halkını heyecana düşürmüşler ama, netice daima sıfır olmuş. Babam bu ele geçmeyen defineden bahs ederken: "Bu define sonunda, Nihat Bey amcanın hayatına mal oldu” derdi. Bu söz şaka değildi. Babamın amca oğlu Nihat Bey korkaklığına, zayıflığına, medrese talebesi oluşuna bakmadan, işini gücünü, derslerini, medresesini bir yana bırakmış, yıllarca Bizans definesi peşinde koşmuş, hayal içinde yaşamaktan bir baltaya sap olmaya vakit bulamamıştı. Ben onu hayal meyal hatırlarım; ufacık bir boyu, aklaşmış saçları vardı, bir de tombul, kalın bacaklı karısı.. Hiç konuşmaz susar, hep düşünürdü. Bugün yarın defineyi bulup zengin olacağı ümidiyle evden çıkmaz olmuş, bunu iş edinmişti. Aylar yıllar geçmiş, her gün yarına kalan ve her gün tazelenen bu ümitler sonunda toz gibi uçup gitmişti. Hayalsever define avcısını bir kış sabahı omuzlar üstünde evden alıp uzaklara götürüp bıraktılar.

Babam o zamana kadar gerçekten bir define var sanırmış, fakat amca oğlunun yıllar yılı süren gayretinin neticesiz kalmasından sonra bu masalı aklından çıkarmış, unutmuş gitmiş..

"Ben de Nihat Bey gibi yapsaydım, yanmıştık” derdi. Ama mağaradaki define onun renksiz, neşesiz, sıkıntılı hayatının bir saadet, ümit ve hayal kaynağı olarak kalmıştı. Arasıra ağabeyleri_ me: "Ne dersiniz bu pazar bir daha denesek mi talihimizi?” der içinden kıs kıs gülerdi. Artık biz, dört kardeş heyecanla pazarı beklerdik. Zaten bizim ağabeyler dünden hazırdılar. Durmadan aralarında bir şeyler konuşurlar, habire tatlı hayaller kurarlardı. Bu ümitli düşünceleri geceye, yanyana yer yataklarına uzandıkları zamana bırakırlardı. Tembel bir mektep talebesi gibi gününü geçirip, saat dokuza kadar önlerinde bir kitapla çalışır görünüp dalga geçtikten sonra, bu define hayalleri ne tatlı gelirdi onlara kim bilir! Ortanca ağabeyim defineyi büyük, ama çok büyük bir sandık içinde hayal ederdi. içinde her şey olacaktı: Altın kılıç, zümrüt gerdanlıklar, yakut yüzükler, inciler, daha neler neler... "Ama” derdi, "o koca sandığı ufacık kapıdan nasıl çıkaracağız?” Düşüne kalırdı. Sandığı yan çevirir, baş aşağı yapar, bir türlü mağaradan dışarı çıkaramazdı; nihayet içindekileri oracığa döker, sonra onları teker teker mağaradan dışarı taşırdı. Daldığı hülya içinde "Ah” derdi, "ah!” Ötekiler daha gerçek düşünürlerdi. Büyük ağabeyim mağaranın kazılmadık, el değmedik bir yerini bulmaya çalışır: "İstanbul alınırken o telâş içinde herifler hazineyi pek uzağa götüremezlerdi, her hâlde mağaranın hemen ağzına gömüvermişlerdir" derdi.

Günler geçip gider, pazar gelir, öğleye kadar mutfakta börek pişiren babamın etrafında dört dönerdik. Öğle yemeği telâş içinde yenir, son lokma yutulur yutulmaz hep birden yerimizden fırlardık. Babam eline bir kazma alırdı. Yavaş yavaş mağaraya doğru yürürdük. Babam mühim bir iş yapıyormuş gibi etrafı inceler, düşünür taşınır, sonra: "Bir de şurayı kazalım.' derdi. Hep birden işe bir girişirdik! Bana pek iş düşmezdi ya, ben de seyr eder, heyecanlanırdım. Derken on dakika geçiverir, ter içinde kalan babam bir bahane uydurur: "Ben şimdi geliyorum, siz kaza durun” deyip eve girer, tabiî bir daha da çıkmazdı. Ama biz dört kardeş akşamlara kadar uğraşır, didinir, toprağı kazmalarla küreklerle altüst eder, böcekleri ezer, örümcekleri kaçırtır, akrepleri ürkütür, geceye doğru yorgun, ölgün fakat bir dahaki pazara içimiz ümitle dolu olarak eve girerdik Asla bezgin, ümitsiz olmazdık; içimiz zengin, sonu gelmeyen hayallerle dolar taşardı. Geceleri rüyalarımızda servet içinde, altınlar, elmaslar, zümrütler içinde yüzer, kendimize otomobiller, evler, yalılar, kayıklar, pastalar, uçurtmalar, parlak bilyalar, 5 numara futbol topları alırdık.

Ne oldu bilmiyorum, bir gün komşulardan biri, mağaranın tekin olmadığını, gece yarıları oradan sesler geldiğini söylemişti. Belki bunları bizi korkutmak için uydurmuştu. Babam hemen bunu duyar duymaz bir masal yaratıvermişti: sözde o hazine ile bir Bizans prensesi de oraya gömülüymüş; filmlerdeki gibi, babasının düşmanı olan bir adamı sevmiş diye o prensese bu cezayı vermişler, onu bütün servetiyle birlikte oraya gömmüşler... Bunu babam öteden beri bilirmiş, bizi korkutmamak için söylemezmiş, günün birinde prensesin tabutunu da hazineyle birlikte bulacakmışız.. Tabiî hepimizin uykuları kaçıp gitmişti. Prensesi canlı canlı mı gömmüşlerdi, yoksa mumyalamışlar mıydı? Geceleri mezarından kalkıp bahçede geziyor muydu? Bizim ağabeyler geceleri bahçeye bakan odalarında başları yorganlarının içinde uzun geceler boyunca hep Bizans prensesinden bahsettiler. Bir tanesi tarih kitabından Bizans faslını bir kere okumuş, hep dinlemişlerdi. Hani neler de olmamıştı o sıralarda!

Uzun zaman mağaraya yaklaşmaktan korktuk. En cesurumuz olan küçük ağabeyim bile geceleri su çekmek, kömür taşımak için bahçeye adım atmaz oldu. Ama gün geçtikçe, bu çekingenlik ve ürkme duyguları hafifledi, eski ümit ve hayaller kat kat artmaya başladı. Yeniden mağarada Bizans prensesini ve hazinesini, o sıralarda oynayan esrarengiz bir filmdeki gibi, heyecan ve korkuya rağmen aramaya koyulduk. Hepimiz bir macera filminde oynayan birer kahramandık sanki.. Günlerce kazma kürek sallamaktan yorulduk, bittik, harap olduk ama, usanmadık. Teneke parçaları, eski terlikler, paslı bıçaklar, çatallar bulduk ama, ne prenses, ne de defineden bir iz...

Çocukluk yıllarım boyunca süren bu telâşlı, heyecanlı, umut içindeki didinmelerimizi şimdi acı bir sevinçle hatırıma getiriyorum. Hayallerimi durmaksızın besleyen bir şeyler vardı o zaman... Olur olmaz şeylerdi ama, aldanmak iyiydi. Babamın her pazar kürek sallaması, sık sık defineden, prensesten, onu bulunca yapacağı işlerden, alacağı yalıdan, açacağı sinemadan, biz dört kardeşe mahsus yaptıracağı hususî locadan bahs etmesi, yani bile bile kendini aldatmak istemesi gibi, biz de aldanmak istiyorduk. Bizim böyle bol hayallerle yüklü bir Bizans definesi masalına ihtiyacımız vardı. Onu biz yaratıyor, kendimizi belki de isteyerek aldatıyorduk. Bilerek aldanabilmek saadeti yok şimdi! Bu artık uzun, çok uzun yılların, o çocukluğun uzak, çok uzak, bir rüyada görülmüşe benzeyen günlerinde ve gecelerinde unutuldu kaldı. Umudunu, hayalini, tesellisini bana verecek ne bir Bizans definesi, ne de onun heyecanıyla titreyen o günlerin insanları var... Kimi bilinmeyen diyarlara gitti, kimi de bambaşka bir insan hâlinde içimizde, ama onlarda o eski zamandan bir iz aramak beyhude... işte biri de benim! Şu satırları karalayan adam. Yaşamak için, günlerini geçirmek için yeryüzünde var olmayan bir Bizans definesi hayali arayan ve bir türlü bulamayan...

OKTAY AKBAL

BİR YİĞİT - MEHMED RAUF

$
0
0

BİR YİĞİT

Genç teğmen albayın odasına girdiği vakit binbaşısını da orada buldu.

Binbaşı, onu görünce: "Gel oğlum!" dedi. Ve albaya dönerek: "İşte efendim, o iş için en evvel aklıma gelen yiğit. Kendisine her bakımdan güvenebilirsiniz." sözlerini söyledi.

Albay, delikanlıyı dikkatli dikkatli süzerek: "Bana bak evlât!" diye konuştu. "Yarın sabah erkenden düşmana taarruz edeceğiz. Fakat bir gönüllü casus bize düşmanın yedek cephanesinin geçici olarak depo edildiği bir kuleyi bildiğini, istersek bize yol göstereceğini söylüyor. Kumandan paşa hazretleri bu cephanenin hemen havaya uçurulmasını emir buyurdular. Binbaşın bu iş için bana seni tavsiye ediyor. Nasıl, ne dersin, becerebilir misin?"

—    "Elbette, albayım."

—    "İşin pek zor, pek tehlikeli olduğunu, yakayı ele verirsen kurşuna dizilmenin muhakkak olduğunu da biliyor musun?

—    "Elbette... Hattâ bu iş için beni lâyık gördüğünden dolayı binbaşıma minnettarım."

—    "Evli misin? Çocuğun falan var mı?"

—    "Hayır, albayım, bir annemle küçük bir kızkardeşim var."

—    "İnşallah başarıp da selâmetle gelirsin ya, şayet gelmezsen bile onlar için merak etme... Hiç merak etme. Dinamit hakkında bilgin var mı? Lâğım tertibini bilir misin?"

—    "Elbette, albayım."

—    "Haydi, öyleyse, Allah işini rast getirsin oğlum."

Albay teğmenin elini sevgiyle sıktı, binbaşıya döndü:

—    "Haydi, kendisini kılavuzla görüştürün, lâzım olan şeyleri verin de yola çıksınlar." dedi.

*

* *

Genç teğmen binbaşı ile görüşüp onun tembihlerini de aldıktan sonra, dönmediği takdirde annesine gönderilmek üzere, bir veda mektubu yazıp teslim etti. Sonra kılavuzu —orta yaşlı bir Laz uşağı— ve gerekli malzemeyi alarak yola çıktı. Gece iyice inmiş, kuru bir rüzgâr, keskin keskin etrafı tırpanlıyordu.

Teğmenin ruhu ise sıcak mı sıcaktı. Senelerden beri beklediği görev fırsatının bu kadar parlak bir şekilde doğmuş olmasından dolayı büyük bir mutluluk duyuyordu. Kılavuz ona çetrefil lisanı ile izahat veriyor; bu çevrelerde kaçakçılık ettiklerinden etrafı, yolları karış karış bildiğini, kendisine güvenmesini, hiç korkmamasını, mutlaka başarıya ulaşacaklarını söylüyordu.

Korkmak mı? Niçin korkacaktı? O sadece bir kuleyi değil bütün bir kâinatı havaya atacak kadar ruh kaynaması ve iman ateşi ile doluydu. Okulda tarih derslerinde bozgun ve yenilgi bahislerinde ruhu hep böyle bir emelle sızlamamış mıydı? "Ah bana da bir görev sırası gelse!" diye çırpınmamış mıydı? Savaş daha yeni başlamış olduğu halde, ümidinin pek üstünde olarak, kader bütün arkadaşları arasında yalnız kendisine böyle kutsal bir görev için tebessüm etmişti. Memleketine, milletine böylesine faydalı olmak ihtimali ortada iken şimdi neden ve ne için korkacaktı?

Onda Türklüğün geleceği hakkında sonsuz bir zafer ümidi vardı. Ona göre Türklüğün bugünkü ideali sadece görevini yerine getirmek değil, bütün dünyanın hayran kalacağı yeni kahramanlıklar icat etmekti. Yüzyıllardan beri türlü haksızlıklar ve musibetlerle ezilmiş olan milletinin alnını yeniden göklere yükseltmekti. İçinden: "Ama bunun için fertler feda olacakmış, varsın olsunlar. Millet geliştikten, ilerledikten, yükseldikten sonra Ötesinin ne önemi olur?" diye düşünüyordu.

*

* *

Bir saat kadar yürüdükten sonra kılavuz onu bir ormana soktu. Bir buçuk saat kadar da ormanda yürüdüler. Sonra ormanın kenarındaki fundalıklı bir bayırdan tırmanarak bir tepeye çıktılar. Sınıra yaklaşıyorlardı. Kılavuz ona çok sarp bir yarın gövdesinde kaçakçıların yapmış olduğu merdivenimsi pek gizli bir geçitten geçerek sarp sınırı aşacaklarını, böylece sınır karakollarının tehlikesinden kurtulacaklarını söylemişti. Şimdi bu yarın önünde idiler.

Kahrından içi içini yiyerek uzaklaşmaya başladı. Fakat niçin, niçin bu işi başaramamıştı? O kadar tehlikeleri aşıp buraya kadar yaklaştıktan sonra böyle hiç bir şey yapamadan, eli boş olarak dönmek kendisini mahvediyordu.

"Ya sahiden tıpa işlememişse?" diye soran bir burgu sanki içini delmeye başladı. Demek ki bu kadarcık bir işi beceremeden geri dönecekti? Hiç olmazsa yeniden ateşlemek gerekmez mi? Fakat...

Fakat yakalanmak ihtimali var, değil mi?

Ah, demek ki korkuyordu! Bugün ki, geleceklere gurur verecek yüce fedakârlıklar yaparak ebedileştirecek bir gündü ve işte kendisi demek ki korkuyordu; görevini tamamlamadan geriye dönüyordu!

Kendinden iğrenir gibi oldu. Silkindi, durdu:

—    "Hayır, hayır, ben döneceğim, tıpanın niçin işlemediğini mutlaka anlayacağım..." dedi.

Kılavuzun ısrarını, yalvar-yakarını dinlemeden onu orada bırakıp döndü. Tekrar kuleye yaklaştığı vakit orada büyük bir hareket ve telaş olduğunu gördü. Şüphesiz bu işi yapanı arayıp yakalamak için süvari kolları hazırlanıyordu.

Derin bir elem içinde: "Eyvah.." diye inledi.

Fakat bu "eyvah" kendisini düşündüğünden, yakalanmak ihtimalinden ileri gelmiyordu. Hiçbir şey yapamamış olmasının verdiği eziklik onu bitiriyordu. Bu kadar beceriksiz olduğu için kendi kendisine lanet ediyordu.

Öylesine bir üzüntüye kapılmıştı ki artık yakalansa da kendisi için bunun hiç bir önemi yoktu. Memleketine ve milletine bu kadarcık bir hizmeti olsun yapamadıktan sonra artık yaşamasının ne manası kalıyordu?

Araştırma kolları on dakika sonra teğmeni yakalayıp büyük rütbeli bir subayın yanına götürdüler. Bu subay kötü bir Fransızca ile onu sorguya çekti. Teğmen işini asla inkâr etmedi. Nöbetçileri kendisinin öldürdüğünü, dinamiti kendisinin yerleştirdiğini itiraf etti. Yalnız, başka arkadaşı olup olmadığını sordukları vakit kılavuzu olsun takip edilmekten kurtarmak için buraya tek başına gelmiş olduğunu söyledi.

Subay, kapının dibinde ayakta bekleyen öteki iki küçük rütbeli subaya bir şeyler söyledi. Onu alıp dışarı çıkardılar.

Avluda yüksek sesle emirler verildiğini işitti. Onu bir kapıdan çıkararak bahçeye götürdüler. Oradaki subaylardan biri kendisine bir mendil uzattı. Bunu görünce işin ne olacağını anladı. Ve mendili elinde tutarak ciddi ve metin bir halde ayakta bekledi.

Ve el fenerinin uğursuz aydınlığında bu uğursuz işi süratle bitirip çekilmek isteyen Moskof subayları, tüfekler patladığı vakit genç Türk subayının:

—    "Yaşasın Türklük!.."

Diye haykırarak yere düştüğünü gördüler...

Bin bir zorlukla, her saniye ayakları kayıp paramparça olmak tehlikesinin pençesinde kıvranarak, çalıların çırpıların yardımıyla, dik merdivenlerden çıktılar. Tepeye vardıkları vakit kılavuz, öbür tarafta vadinin karanlıkları içinde tek tük ışıldayan birkaç ışık gözü göstererek: "işte oraya ineceğiz... Fakat nöbetçi kollarına rastlamamız ihtimali vardır. Aman dikkat!.." dedi.

Artık tam bir ihtiyatla, iki dakikada bir durup yanı yöreyi dinleyerek yürümek lâzım geliyordu. Yirmi dakika kadar da böylece yürüdüler. Birden kılavuz heyecanla onun kolunu tuttu:

—    "Aman, yere yat..." diye fısıldadı.

Hemen yere uzandılar. Yanlarında taş kümeleri vardı. Onların bir kenarına büzüldüler. Yirmi beş metre kadar uzaktaki yoldan bir kol geçiyordu. Kol geçip gitti. Artık tepelerde kollara tesadüf etmek ihtimali bulunan yoldan değil, dört ayak yürüyerek fundalıklar arasından inmek gerekiyordu. Hayli vakit de böyle geçti. Bir an oldu ki kılavuz durarak, elli metre kadar ötede bir bina gösterdi:

—    "işte orası!" dedi.

Beş on dakika, uzaktan binayı incelediler. Bu büyük bir kaya üzerinde inşa edilmiş yüksek bir şeydi. Sürüne sürüne daha yakınına vardılar. Her köşesinde bir nöbetçinin bulunduğunu gördüler. Nöbetçilerden her biri bir boydan bir boya gidip gelerek görevlerini büyük bir dikkatle yapıyorlardı. Ancak bu gidiş gelişler muntazam değildi. Yani her seferinde birbirleriyle karşılaşmıyorlardı.

Teğmen hemen tertibi kurdu. Şimdi bir köşeye yaklaşacak, oradaki nöbetçinin, yalnız olduğu bir sırada, üzerine atılacak ve sesini çıkartmadan işini bitirecekti. Bu iş olunca öteki yandakinin sesini kesmek nispeten daha kolay olacaktı. Böylece nöbetçiler ortadan kaldırılınca köşelerden birine bombayı koyup ateşlemek işten bile değildi.

Şimdi nöbetçiye beş adım yaklaşmıştı. Onun tam yalnız bulunduğu bir saniyede elindeki bıçağı gırtlağına daldırmak bir anlık bir iş oldu. Bu bitince bin bir ihtiyat ve dikkatle öteki nöbetçileri de aynı şekilde gırtlakladı. Hemen köşenin ayak tarafındaki taş basamaklara basıp kulenin ilk katı hizasına yükseldi. Orada yoklaya yoklaya eliyle bulduğu mazgala, tıpası on dakika üzerine kurulmuş bombayı koymak ve sonra uzaklaşarak ileride bekleyen kılavuzun yanına varmak için yarım dakika yetti. "Çabuk, çabuk olalım..." dedi. İkisi de, geldikleri gibi, yüzükoyun uzaklaştılar.

Ah şimdi, şimdi, cehennemi andıran bir ateş sütunu, bir yanardağ patlayışı gibi, havaları yıldırımlarla yakıp tutuşturarak, belki bütün kâinatı gök gürleyişi gümbürtüleriyle sarsarak yükselecek darbeyi bekliyordu. Fakat dakikalar geçip hiç bir ses şada çıkmadığını görünce derin bir endişeyle harap olmaya başladı. Demek ki tıpa ya iyi işlememiş yahut da koyduğu bomba düşman tarafından bulunmuştu. Tıpanın işlememek ihtimali binde beş derecesinde olduğuna göre asıl korkulacak ihtimal onun koyduğu yerin düşmanlarca fark edilmiş olmasıydı. Eğer böyleyse ve kaldırılmışsa demek etraf velveleye verilmiş olacaktı. Kılavuz: "Aman, öyleyse çabuk, çabuk uzaklaşalım!" dedi.

Kahrından içi içini yiyerek uzaklaşmaya başladı. Fakat niçin, niçin bu işi başaramamıştı? O kadar tehlikeleri aşıp buraya kadar yaklaştıktan sonra böyle hiç bir şey yapamadan, eli boş olarak dönmek kendisini mahvediyordu.

"Ya sahiden tıpa işlememişse?.." diye soran bir burgu sanki içini delmeye başladı. Demek ki bu kadarcık bir işi beceremeden geri dönecekti? Hiç olmazsa yeniden ateşlemek gerekmez mi? Fakat...

Fakat yakalanmak ihtimali var, değil mi?

Ah, demek ki korkuyordu! Bugün ki, geleceklere gurur verecek yüce fedakârlıklar yaparak ebedileştirecek bir gündü ve işte kendisi demek ki korkuyordu; görevini tamamlamadan geriye dönüyordu!

Kendinden iğrenir gibi oldu. Silkindi, durdu:

—    "Hayır, hayır, ben döneceğim, tıpanın niçin işlemediğini mutlaka anlayacağım..." dedi.

Kılavuzun ısrarını, yalvar-yakarını dinlemeden onu orada bırakıp döndü. Tekrar kuleye yaklaştığı vakit orada büyük bir hareket ve telaş olduğunu gördü. Şüphesiz bu işi yapanı arayıp yakalamak için süvari kolları hazırlanıyordu.

Derin bir elem içinde: "Eyvah.." diye inledi.

Fakat bu "eyvah" kendisini düşündüğünden, yakalanmak ihtimalinden ileri gelmiyordu. Hiçbir şey yapamamış olmasının verdiği eziklik onu bitiriyordu. Bu kadar beceriksiz olduğu için kendi kendisine lânet ediyordu.

Öylesine bir üzüntüye kapılmıştı ki artık yakalansa da kendisi için bunun hiç bir önemi yoktu. Memleketine ve milletine bu kadarcık bir hizmeti olsun yapamadıktan sonra artık yaşamasının ne manası kalıyordu?

Araştırma kolları on dakika sonra teğmeni yakalayıp büyük rütbeli bir subayın yanına götürdüler. Bu subay kötü bir Fransızca ile onu sorguya çekti. Teğmen işini asla inkâr etmedi. Nöbetçileri kendisinin öldürdüğünü, dinamiti kendisinin yerleştirdiğini itiraf etti. Yalnız, başka arkadaşı olup olmadığını sordukları vakit kılavuzu olsun takip edilmekten kurtarmak için buraya tek başına gelmiş olduğunu söyledi.

Subay, kapının dibinde ayakta bekleyen öteki iki küçük rütbeli subaya bir şeyler söyledi. Onu alıp dışarı çıkardılar.

Avluda yüksek sesle emirler verildiğini işitti. Onu bir kapıdan çıkararak bahçeye götürdüler. Oradaki subaylardan biri kendisine bir mendil uzattı. Bunu görünce işin ne olacağını anladı. Ve mendili elinde tutarak ciddi ve metin bir halde ayakta bekledi.

Ve el fenerinin uğursuz aydınlığında bu uğursuz işi süratle bitirip çekilmek isteyen Moskof subayları, tüfekler patladığı vakit genç Türk subayının:

—    "Yaşasın Türklük!.."

Diye haykırarak yere düştüğünü gördüler...

MEHMED RAUF

BİR TEMİZ HAVLU UĞRUNA - ÖMER SEYFETTİN

$
0
0

BİR TEMİZ HAVLU UĞRUNA ÖMER SEYFETTİN

"Balık istifi” denilen o kımıldanmaz, o nefes almaz kalabalıkla taşacakmış gibi dolu olan Şirket vapurunun kenarında, kaptan kulesinin altındaki dört ince, beyaz demir direğin içine, üç arkadaş çömelmiş, savaştan, parasızlıktan, bulgurdan bahsetmemek için eski zamanları hatırlıyor, dertleşiyorduk! Hava sıcaktı. Boğaz'ın tepelerindeki tek tük korular parlıyor, deniz düz mavi bir kadife gibi uzanıyordu. Başka milletlerin elinde olsa, bizim içinde yalnız sıkıntı duyduğumuz bu eğlencesiz, bu zevksiz, bu neşesiz İstanbul, kim bilir nasıl bir dünya cenneti olurdu? Babalarımız bu güzelliklerden istifade etmişler, yemişler, içmişler, sevmişler, sevilmişler, zevk içinde, heyecan içinde hayatlarını geçirmişlerdi. Biz şimdi babalarımıza benzemedikten başka, onların zevklerini ayıplamaya bile kalkıyorduk. O kadar kabalaşmış, alıklaşmış, aptallaşmıştık.

İsmini hatırlayamadığım eski okul arkadaşım:

"Ah keşke biz o vakitler dünyaya gelseydik...” dedi.

Bu kumral saçlı, kesik, kumral bıyıklı şişman bir kalem beyi idi. Yirmi beş sene evvel Sarıyer okulunda beraber okumuştuk. O ne olmuştu? Bilmiyorum. O da tabii benim ne olduğumu bilmiyordu. Yalnız rast geldikçe selamlaşıyorduk. İşte o kadar...

Öbürü?... Onun da ismini bilmiyordum. Galiba Gülhane Rüştiyesi'nden arkadaşımdı. Kıyafetinden onun da bir kalem beyi olduğu anlaşılıyordu.

"Âmin denemeyecek boş bir dua...” diye başını salladı.

Pek zayıf, pek asabiydi. Merhum babasından dinlediği eski Boğaziçi âlemlerini, mehtap eğlencelerini anlatmaya başladı. Bebek Koyu hep kayıkla dolamış. Bahaî körfezinden, Kör Tahsin Bey yalılarının önünden geçilemezmiş. Gazeller, sazlar, ahlar şafağa kadar devam eder, bu genel ahenkten asabileşen bülbüller, sabahleyin güneş doğduktan sonra bile ötmekten vazgeçmezlermiş.

Şimdi, şimdi, şimdi...

Acı acı gülümseyen kumral, çocukluk arkadaşım canlı tahtelbahirler1 gibi bata çıka vapurla yarış yapmaya çalışan yunus balıklarını göstererek,

"Bütün Boğaz'ın keyfi, eğlencesi, mehtabı bunlara kaldı” dedi.

Öbürü dalgın gözlerle karşı sahile bakmaya başladı. Bir sessizlik... Artık çarkın patpatlarını duyuyorduk!

Ben bu sıkıcı sessizliği bozdum:

"Aslında dışarıda mesut değiliz” dedim, "fakat evimizde? Çoluğumuzun çocuğumuzun arasında? Hayatımızın her türlü yokluklarını unutmaz mıyız?'

İkisi de manalı manalı gülümsedi. Kumral şişmancası, azarlanmış bir çocuk küskünlüğü ile denize baktı Öbürü yüzünü ekşitti:

"Yarama dokundun.” dedi.

Anlamadım, sordum:

"Ne demek?”

"Bütün hayatımca sürecek bir kanserin ta üzerine bastın...”

Yine anlamadım:

"Yani, aile hayatında da mesut değil misiniz?”

"Mesutluk şöyle dursun, bilakis çok bedbahtım."

"Sebebi görünür bir şey değil ki, söyleyeyim.”

Kumral şişman da gözlerini dalgalardan kaldırdı.

Benim gibi sordu:

"Söyle, niçin mesut değilsin bakalım?”

Zavallı, yüzünü daha beter ekşiterek uzamış tıraşlarını kaşıdı. Tepesi dökülmüş başı kocaman bir bilar- do yuvarlağı gibi muntazam, gayet parlak, gayet beyazdı.

"Niçin mi?” dedi. "Haydi derdimi anlatayım size...

Malum ya, gönül kimi severse güzel odur! On beş, yirmi sene evvel şimdiki gibi görme görüşme, sevme sevişme yoktu. Evlenmek tamamıyla ezberden kötü bir şeydi. Ben evleneceğim zaman, görücü gezmeye çıkacak anneme gönlümün sevdiği tipi tarif etmedim. Mesela,

Uzun boylu, ela gözlü, ablak çehreli, kâfuri beyaz olsun... filan gibi bir şey söylemedim. Yalnız sevmediğinı şeyleri söyledim. Nefret ettiğim üç hal vardı. İhtimal bu üç hal ayrı ayrı birer güzellikti. Ama ben nefret ediyorum işte. Mavi göz, kısa boy, muhacirlik...

Anneciğim dedim, gözü mavi, boyu kısa, kendi muhacir olmasın... Ne olursa olsun, makbulüm! Aman bu üçüne dikkat et. Beni yakma.

Rahmetli annem dikkat edeceğine tekrar tekrar yemin etti. Kız aramaya başladı. Dünyada en hoşlanmadığım şey kadın boşamaktır. Evlenişim hem ilk, hem son olacaktı. Uzatmayayım, annem kızı buldu. Bana bir övgü, bir övgü... Tabii inandım. Nikâh oldu. Koltuğa girdim. Bir de duvağı kaldırınca ne göreyim: Çiğ mavi iki göz...

Ayakta duruyordu. Baktım, başı benim belimin hizasına bile gelmiyordu. İsmini sordum. Konuşmaya başladık. Ah o siygalar, o muhacir siygaları... Geliri, gideri, yaperi, ideri! Gözlerim karardı. Sanki dünya kafama yıkıldı. Vurulmuş gibi koltuktan çıkarken annem beni tuttu:

— Nasıl yavrum, memnun oldun ya?

— Allahtan bul, anne, beni yaktın dedim.

— Niçin, diye şaşaladı.

Merdivenin başında duruyorduk. Biraz ilerdeki kadınların işitmeyeceği kadar yavaş bir sesle konuştuk: Ben sana, mavi gözlü olmasın, demedim miydi?

— Çok güzeldi! Onun için maviliğine dikkat etmedim.

— Boyuna ne diyeceksin?

— Yaşı küçük. Daha büyür oğlum.

— Ey, muhacirliğine?...

— Muhacir ama, çok asilzade! Soyu sopu belli. Ona tamah ettim.

Ayrılmak, bilhassa 'ezberden evlenme' usulünü kabul ettikten sonra ayrılmak, büyük bir cinayetti; zavallı kızın ne kabahati vardı? Hiç bozuntuya vermedim. Talihine razı olmuş bir esir gibi ocağıma sadık kaldım. Beş çocuğum oldu. Gelinlik bir kızım yetişiyor. Düşünün, insanın nefret ettiği, sinirlerine dokunan hallerle ölünceye kadar girift kalmasın! Mavi göz, kısa boy, muhacirlik... Karımın boyu bir santimetre bile büyümedi. Asilzadeliğinden de bir şey anlamadım. Gözleri çok güzelmiş derler. Hâlbuki ben mavi duvarlı cennet bile olsa içine girmek istemem. Şimdi böyle zevkimin taban tabanına zıddına kurulmuş bir yuva bana ne kadar saadet verebilir? Dışarıdaki mahrumiyetlerimi evimde unutabilir miyim, söyleyin...” Sesimi çıkaramadım.

Kumral şişman acı acı güldü. Dedi ki:

"Ailem hakkında şimdiye kadar kimseye bir şey söylemedim. Hem böyle gevezelikleri âdeta namussuzluk sayarım. Ama şimdi icap etti. Dertliler gibi hasbıhal2 ediyoruz. Birbirimizi ayıplayacak halimiz yok.

Ben de senin gibi ezberden evlendim, ama kendim istemedim. Gençken meramım ölünceye kadar bekâr kalmaktı. Bir akşam annem damdan düşer gibi,

— Eğer evlenmezsen sana hakkımı helal etmem, dedi.

Gayet uygun bir kız bulduğunu söyledi. Şart mart koymaya meydan vermedi. Beni sıkboğaz etti. Ne mizacıma, ne zevkime, ne arzuma önem verdi. Mesela ben okur yazar şeytanca, şuh bir kadın isterdim. Esasen sükûndan, sessizlikten nefret ederim. Annemin pek uygun bulduğu kız son derece sessiz, iki lafı bir araya getiremez, durgun, okuyup yazması yok, anlayışsız bir zavallıydı. Annem asilzadelik filan düşünmemişti. Bir gün nasılsa Kocamustafapaşa'ya, Sümbülefendi'yi ziyarete gitmiş. Sokakta aptesti sıkışmış. Rast gele bir kapıyı çalmış. Kapıyı mahcup bir kız açmış. Annem abdest almak istediğini söylemiş. Kızcağız,

— Buyrun, hanım nine, diye hiç tereddüt göstermeden annemi içeri almış. Yerlerin, merdivenlerin, musluğun temizliğine annem bayılmış. Abdest aldıktan sonra, bu kızcağız hemen karşısına koşmuş, gayet temiz, gayet beyaz, ütülü, mükemmel bir havlu tutmuş. Annem bu ikrama, bu terbiyeye bütün bütün bayılmış:

— Kızım senin annen, baban var mı', diye sormuş.

— Var, efendim cevabını almış.

Kızcağızın ezilip büzülmesi daha ziyade hoşuna gitmiş. Lütuf damarları kabarmış:

— Benim bir oğlum var, ister misin, seni ona alayım, demiş.

Kız utancından kıpkırmızı kesilmiş. Hiç cevap verememiş. Annem bu sükûtu ikrar saymış3. Sümbülefendi dönüşünde tekrar eve uğramış. Ama bu sefer abdest almaya değil.. Görücü gibi! Adresimi vermiş. Kendine temiz havlu tutan kızı annesinden, Allahın emriyle, peygamberin kavliyle istemiş! Benim hiçbir şeyden haberim yokken iş olup bitmiş! Evvela karşı koymak istedim. Annem,

— Vallahi kendimi öldürürüm. Ben söz verdim.

Hakkımı sana helal etmem, diye ayağa kalktı.

Nihayet bu temiz evin, temiz kızıyla evlendim. Kadınlık adına düşündüğüm şeylerin hiçbirini karımda bulamadım. Doğrusu şimdi yalımızın her yeri bir hamam kadar temiz... Tavanlar bile sabunla ovulmaktan parıl parıl parlıyor.

Havlularımız hep ketenden... hep ütülü! Keskin keskin lavanta çiçeği kokuyor... Ama bunlar benim için bir saadet değil... Benim de çocuklarım oldu. Temiz temiz büyüdüler. Fakat düşünün, hayatımın en mühim emeline annemin bir abdesti hâkim oldu. Talihimi bir temiz havlu temin etti. Evet, ben bir temiz havlu uğruna yandım. Bir temiz havlu uğruna...”

Vapur, Sarıyer'e yanaşıyordu. Kalktık. Ufki parmaklıkların arasından birer birer güverteye geçtik.

Çömelmekten bacaklarımız öyle uyuşmuştu ki... Tıpkı oğullarına kız aramaya giden romatizmalı anneler gibi, badikleye badikleye yürümeye çalışıyorduk.


 

1. Tahtelbahir: denizaltı
2. Hasbıhal: sohbet
3. Sükûtu ikrar saymak: sessiz kalmayı "evet” anlamında kabul etmek

 

BİR KAYIŞIN TESİRİ - ÖMER SEYFETTİN

$
0
0

BİR KAYIŞIN TESİRİ 

Bir zabit arkadaşımla oturuyorduk. Yanımızdaki masada iri, palabıyıklı, kocaman kalpaklı bir babayiğit, çetin bir Çerkes şivesiyle karşısında sıralanmış irili ufaklı kalpaklılara birşeyler anlatıyordu. Daha Kafkasya'dan yeni gelmiş sanılacaktı.

- Demek yollar açıldı, dedim.

Arkadaşım,

- Hangi yollar? diye yüzüme baktı.

- Hangi yollar olacak, Karadeniz yolu.

- Nereden bildin?

- Baksana şu hemşeriye... İşte mutlaka yeni gelmiş olacak.

- Hangi hemşeriye?

Sağımızdaki, yanağından kan damlayan iri Çerkesi gösterdim. Arkadaşım bir kahkaha attı. Azıcık daha katılacaktı.

- Çerkes taklidi yapar!

- Güldürmek için mi?

- Hayır.

- Ya niçin?

- Kendini Çerkes zannettirmek için.

...

Tekrar koca kalpaklı babayiğide baktım. Hiç Türkçe bilmez bir Çerkes fesahatiyle başını ağır ağır sallayarak elindeki gümüş savatlı kamçıyı çizmelerinin uzun konçlarına vurarak, takır tukur konuşuyordu. Sandalyeye ata biner gibi binmişti.

- Şaka etme, dedim, bu halis muhlis Çerkes...

Arkadaşım yemin etti:

- Vallahi değil...

- Ne biliyorsun?

- Nasıl bilmem, benim sınıf arkadaşım.

- Ne gülüyorsun?, dedim.

- Ayol o Çerkes değildir! dedi.

- Ey, lisanına ne diyeceksin?

- Zabit mi?

- Evet, fakat cuma günleri böyle Çerkes gibi giyinir.

Merak ettim:

- Çerkes değil diyorsun, Gürcü mü?

- Hayır.

- Çeçen mi?

- Hayır.

- Lezgi mi?

- Hayır.

- Ya ne?

- Türkoğlu Türk!

- Nereli?

- İstanbullu... Anası Germiyanzadelerden. Babası... Mirliva olduğu halde daha dilini düzeltememiş bir Kastamonulu idi...

O halde bu Türk, niçin herkese kendini Çerkes zannettirmek istiyor? diye sordum. Arkadaşım tekrar bir kahkaha attı.

- Bak sana anlatayım niçin, dedi. Bu sahte Çerkesin adi Mahmut Beydir. İdadi ikinci sınıfa kadar hiçbir milliyet iddiası yoktu. O sene ramazan tatilinde bir arkadaşı kendisine Karamürsel'den gayet zarif bir Çerkes kayışı getirdi. Bu kayışı hepimiz gördük. Hakikaten nefisti. Gümüş savatlı tokaları ağır, kayışı siyaha yakın koyu lacivertti. Gümüşten üç büyük sarkıntısı vardı. Mahmut bey bu kayışı beline taktı. O günden itibaren Türklerle konuşmamağa, hep Çerkeslerle düşüp kalkmağa başladı. Ertesi sene hiç tanıdığı olmadığı halde tezkere getirerek Karamürsel'e sılaya gitti. Harbiyeye geçtiğimiz zaman Mahmut Bey, Türk şivesini kaybetti. Büyük fedakârlıklar yaparak piyadeden süvariliğe becayiş etti. Zabit çıktığımız zaman Türkçe’yi unutmuştu. Ama, Çerkesceyi de öğrenemedi. Öğrendiği mükemmel bir Çerkes şivesiydi. Adını alay için "Çerkes Mahmut" takmıştık. O buna kızmaz, hatta iftihar ederdi. Zabitken meşhur bir Çerkes paşaya intisap etti. Onunla İstanbul'a sürüldü. Kafkasya'ya kaçtı. Milleti ile hiç münasebeti olmayan yerleri öz vatanıymış gibi gezdi, dolaştı. Bir Çerkes kızıyla evlendi. Hürriyetten sonra İstanbul'a geldi. Artık işi gücü Çerkeslik için çalışmak oldu. Her yerde şu işittiğin garip şive ile "Adige" propagandası yapmağa başladı. Kastamonulu paşa babasından kalan serveti Çerkes Tarihi'ni yazacak muharrire adadı.

Kafkasya'dan yeni gelmiş sandığım sahte Çerkes Türke tekrar baktım.

- Acaba akrabaları içinde Çerkes filan yok mu?

Arkadaşım,

- Yok be yahu! diye elini taş masaya vurdu, halis muhlis Türk diyorum! Hâlâ bir kelime Çerkesce bilmez. Sınıf arkadaşımın Karamürsel'den getirdiği Çerkes kayışında sanki bir tılsım vardı. O andan itibaren Çerkeslik sevdasına düştü.

Arkadaşım yarım saat kadar Çerkes Mahmut beyin gülünç menkıbelerini anlattı. Hâli tavrı son derece babayiğitvari olan bu kahraman, meğer ömründe hiçbir muharebeye girmemiş. Son derece korkakmış. Daima tanıdıklarının iltimasıyla seferberlik zamanını geri hizmetlerde geçirmiş.

Biz konuşurken Çerkes Mahmut bey gülerek, yanındakilere Çerkesce şakalar ederek kalktı. Büfenin önünde durdu. Para veriyordu. Çantasını pantolonunun cebinden çıkarırken gördüm. Belindeki yirmi sene evvel Karamürsel'den hediye gelen kayışın savatlı gümüş sarkıntıları pırıl pırıl parlıyordu. Türklerin hariçten kendi içlerine gönüllü bir tek "Millettas" celbedecek böyle ehemmiyetsiz kayışçıkları bile olmadığını düşündüm.


BİR HATIRA - ÖMER SEYFETTİN

$
0
0

BİR HATIRA 

"Le grade dégrade.."

Ah gençlik!.. Tıpkı ezeli bir baharın ilk çiçekli günlerine benzer. Yeşil kırlar, kelebek dolu bahçeler, güzel kokular içinde serçelerin şen efsanelerini doymadan dinleyerek dolaşırız. İdealimizin rüyası bize hayat kışının fırtınalarını, karlarını, tipilerini hatırlatmaz. Ben işte bu hiç bitmez sanılan baharı İzmir'de geçirdim. On dokuz yaşındaydım. Galiba on beş sene evvel... Evet, seneler nasıl bir ok gölgesi gibi uçuyor! Meşrutiyetin bu hür, bu serbest günlerinden çok uzaktık. Lâkin o eski, zalim idarenin ezici kahrını, gafletim sayesinde hiç duymuyordum. Mersinli'deki minimini evimde, kocaman çınar ağaçlarının hiç durmadan öten ninnileri içinde, kitapların dipsiz girdabına dalmış gitmiştim. Haricî kainat umrumda değildi. Sözde, felsefe feneriyle büyük bir hakikat bulacaktım. Heyhat! Şimdi bu masum hülyamı aklıma getirince, nasıl acı acı gülüyorum... Bir kelimeyi, bir satırı, bir sözü haftalarca, aylarca düşünür, bir cümlenin altındaki —var tevehhüm ettiğim— gizli mânâyı bulmak için birçok geceler uyuyamazdım. Filozofların pek o kadar mânâ murad etmeden yumurtladığı fikirler, bence bir "ilahi nass" gibiydi. Hatta romanlarda rasgeldiğim "ukalalık"lar bile gözümden kaçmazdı. Onları da fişlere yazar, notlarımın arasına kordum.

Bu "ukalalık"lardan birisi, beni tam üç ay düşündürdü. Tam yüz beş gece gözüme uyku girmedi. Flaubert'in miydi, yoksa bir başkasının mı, iyice hatırlayamıyorum. "Le grade dégrade...", yani: "Rütbe, haysiyeti düşürtür." cümlesi! Bundan bir türlü mânâ çıkaramadım. Bilakis, fikrimce rütbe insanı herkesin seviyesinden yukarı kaldırır, yükseltir, hatta sahibine hususi bir haysiyet verirdi. Artık başka kitap, gazete falan okuyamaz oldum... Her satırın altında, mânâsını anlamadığım bu "Le grade dégrade.." cümlesi kararıyor, bir avuç istifham işaretinden yuğrulmuş sabit bir fikir gibi dimağımda düğümleniyordu. Sakin evimde oturamıyor, bulamadığım mânâyı arayarak tenha sahillerde, kalabalık caddelerde, dar sokaklarda serseri serseri dolaşıyordum. Bir "meçhul", bir "sır" insana ne kadar ıztırap verir; bâhusus masum bir iman da olursa... Bir gün yine deli gibi, içimden: "Le grade dégrade..." diye söylenerek Hükumet Konağı'nın önünden geçiyordum. İsmimi işittim. Döndüm. Bir de baktım ki, riyâziye muallimim, Logaritmacı Hasan! Askerî Kıraathanesinin ta köşesinde bir sandalyeye kurulmuş nargilesini çekiyor...

— Nereye böyle?

— Le gr.. şey! Hiç..

Diye kendimi topladım.

— Çok dalgınsın.

— Evet.

— Gel otur da, kahve iç bakalım. Dalgınlığın geçer.

Dedi. Gösterdiği sandalyeye iliştim. Kalıpsız fesini taş masanın üstüne koymuştu. Açık, yüksek alnında çok sık, çok kır saçları bir arslan yelesi gibi muntazam bir dağınıklıkla kabarıyordu. Parlak gözleriyle beni bir süzdü:

— Sana ne olmuş, dedi, betin benzin solmuş!

— Hiç...

— Söyle, söyle.

— Üç aydır küçük bir cümlenin mânâsını arıyorum da...

— Bulamıyorsun ha? diye güldü.

— Evet.

Dedim. Başını salladı:

— İşte riyâziyeye çalışmamanın cezası! Dünyada ancak bir ilim vardır o da riyâziyedir. Onu bilen, her şeyi bilir. Başka ilimler hep safsatadır.

— Ben felsefeyle uğraşıyorum.

Diye lafını kestim.

— Daha iyi ya... Bütün bütün atmasyon! İspata muhtaç olmayan bir şey.

O vakit ben de gençliğin boş gururuyla canlanmış, mutaassıp bir felsefe hamiyeti vardı. Bu küfür canımı sıktı. Vâkıâ logaritmacının paradoksal bir adam olduğunu biliyordum. Ama yine kendimi tutamadım:

— Sen riyâziyecisin! dedim, ama her cümlenin, her kelimenin mânâsını anlar mısın?

— Anlarım. Bence meçhul yoktur.

— Mânâsını ihâta edemediğin bir söz olmaz mı?

— Olmaz! Pascal, Newton, Leibnitz, Goos, Auguste Comte... Daha sayayım mı! Hasılı dünyada ne kadar hakikate benzer müsbet bir şey meydana koymuş âlim, filozof varsa niçin hepsi riyâziyecidir? Çünkü fikirler mücerrettir. Dünyada hiçbir fikir yoktur ki, riyâziyenin tecrit çerçevesinden hariç kalsın.

Logaritmacı, hislerimizin işaretleri olan isimlerin, tâbirlerin, hatta vasıfların şuurumuzda nasıl başlı başına bir "mücerredât" âlemi teşkil ettiğini, bu âlemin nâzımı ancak riyâzî mantık olduğunu uzun uzadıya anlatmaya başladı. Garson kahvemi getirdi. Yudum yudum içiyor, şuna "benim cümlenin mânâsını bir sorayım" diyordum. Nutkunu en coşkun yerinden kestim:

— "Le grade dégrade!" ne demektir, hocam?

Diye sordum.

— "Le grade dégrade!" evet, "Rütbe tenzil-i, kadr ü haysiyeti mûcip olur!" değil mi?

— Fakat bundan ne anlıyorsun?

— Bayağı mânâsını anlıyorum işte...

— Rütbe, haysiyeti bozar mı?

— Bozmaz mı?

— Bozar mı?

. . . . . . . . .

Münakaşaya başladık. Logaritmacı evvela "tâbir"leri tarif ettirmek istiyordu. Önce "haysiyet" kelimesini, tarif edemeyen, hududunu çizemeyen kullanmamalıydı. Bana sorduğu suallere kendi cevap veriyordu: "Mesela haysiyet, yani dignité" diyordu, büyük, küçük, âlim, cahil, zengin, fakir, âli, adi, şah, gedâ, hırsız, uğursuz... hasılı herkesin kendi nefsine mahsus hususi bir haysiyeti vardır. Bu haysiyetle yaşarsa gülünç olmaz. Bu şahsî haysiyet herkesin tabiatine o kadar girifttir ki... Nasıl anlatayım? Mesela her hayvanın kendisine mahsus şekli, tüyü, sesi gibi... Sarı gagalı beyaz bir kaz ne kadar tabiî, ne kadar mantıkîdir. Ama şimdi bu kazın rengini yeşile boyasalar, gagasını ördek gagası gibi yassıltsalar, ne tuhaf olur. Yahut fino köpeğinin kafasına bir çift eşek kulağı, gergedan boynuzu takılsa... Kedi kişnetilse... At havlatılsa... Düşün, mahluklar ne maskara olurlar! İşte insanlar da böyledir. Kendi içtimaî seviyelerine, tabiî mevkilerine uymayan bir vaziyet onlara ibrâm edildi mi, hemen düşer, rezil, rüsva olurlar.." Lafını, kıyaslarını, misallerini uzatıyor, eldiven gibi vücuda tıpatıp oturan elbiseler insanı nasıl güzelleştirirse, bol yahut küçük gelenler de palyaçoya çevirdiğini söylüyordu. Ben dinliyordum. Mevki ile sahibinin arasında samimi bir münasebet bulunmazsa, vaziyetin çok gülünç olacağına pek akıl erdiremiyordu. Önümüzden atlı tramvaylar, arabalar, insanlar geçiyordu. Logaritmacı, benim anlayışsızlığımı görünce, yine mektepteki tavsiyelerini tekrarlamaya başladı. Ben, artık yalnız dinler gibi davranıyor, yine cümlenin mânâsını dalga geçiyordum. Birden haykırdı:

— Bak işte!

— Ne?

Diye gösterdiği tarafa döndüm.

— Sorduğun sözün canlı mânâsı...

— ......

Baktım. Salepçioğlu Hanı tarafından kır sakallı, şişmanca bir adam, arkasında iki üç zeybek, sallana sallana geliyordu.

— Kim bu?

— Dikkatli bak.

Pantalon azmanı koyu mavi dar bir çakşır, üstüne şık bir smokin giymişti. Başında ince, âbânî bir sarık vardı. Temiz bir işkence aletine benzeyen, gayet yüksek yakalı, beyaz gömleğinde boyunbağı yoktu. Gözlerinde altın gözlükler, göbeğinin üstünde kalın bir altın zincir... Sanki bir tarafa dokunmasın diye dikkatle vücudundan ayrı tuttuğu ağır tesbihi elinde, kırıta kırıta yürüyordu. Kolları, koltuklarının altında birer zaviye-i kaaime hâsıl edecek derecede kabarmıştı. Arkasındaki maiyeti paltosunu, şemsiyesini, bastonunu taşıyordu. Kendimi tutamadım. Pufkurdum:

— Ayol, bu ne?

— Dikkatli bak.

Bu küçük alay, sallana, süzüle önümüzden geçti. Âbânî sarıklının arkasındakiler taşıdıkları şeyleri mukaddes emanetlermiş gibi göğüsleri hizasında tutuyorlardı. Gülüyordum. Acaba bir Apokurya şakası mıydı? Logaritmacı:

— Gördün ya.... Dedi.

— Ne bu Allah aşkına?

— İzzet Holo'nun bir cinayeti!

Anlamadım, tekrar sordum:

— Ne cinayeti?

— Söyleyeyim, dedi. Bu adamcağız tarlalarının içinde kendi haberi olmadan, büyük bir maden damarı çıkan cahil bir köylüdür. Yedi sekiz sene evvel köyünde gayet tabiî bir hayat geçiriyordu, okuyup yazması yoktu. Fakat gayet ciddi bir haysiyet sahibiydi. Beş vakit namazını kılar, sözü dinlenir, herkesten hürmet görürdü. Fakat kendi taksiratı haricinde parası çoğalınca çiftini çubuğunu bıraktı. Sık sık İzmir'e gelmeye alıştı. Sonra...

— Ey, sonra?

Diye sabırsızlandım. Güldü.

— Sonra nasıl olmuş bilmiyorum, bir kolayını bulmuş, başkâtip İzzet'e her sene turfanda üzüm falan filan göndermeye başlamış. İzzet'in işi yok! Tutmuş bu zavallı adama, bol keseden, bir "mîrimiranlık" rütbesi vermiş! Memiş Ağa birdenbire Memiş Paşa oluverince... İşte bu gördüğün vaziyete girdi. Şimdi İzmir'e geldi mi, en açık havalarda bile, arkasında ayrı ayrı paltosunu, bastonunu, şemsiyesini taşıyan uşaklarıyla: "Ben paşayım, bana bakınız!" der gibi, kabara kabara dolaşır. Etrafından selam, temennâ, hürmet, takdir dilenir. Ama görüyorsun, ne acıklı, ne gülünç bir hal!

— ......

Logaritmacıya deminden sorduğum cümlenin mânâsını artık kendim yazmış gibi anlamıştım. Kafamdan —velev ehemmiyetsiz olsun— bir "meçhul"un ağırlığı kalkınca, o kadar ferahlamıştım ki... Başka düşünecek bir şey bulmak için Mersinli'deki minimini evime döndüm. Büyük ağaçların ahenkli fısıltıları içinde yine kitaplarımın dipsiz girdabına daldım.

Hamiş: Şimdi yeni zenginciklerimizin bazı komik muvâzenesizliklerini duydukça, yine bu cümleyi hatırlıyorum, gayr-i ihtiyâri "Le grade dégrade..." diyorum. Gözümün önüne dar smokinli, mavi çuha çakşırlı, âbânî sarıklı Memiş Paşa'nın kabaran hayali geliyor...

BİR FİRAR-SABAHATTİN ALİ

$
0
0

BİR FİRAR

İki candarma İdris'i aralarına almış götürüyorlardı.

İdris ayaklarına basamayacak haldeydi. Candarmalar çok dövmüşlerdi, fakat seke seke yürümeye çalışıyordu.

Bayram namazında İmamköy Camii'ni bastığını ve orada namaz kılanları soyduğunu en nihayet itiraf etmişti.

Hâlbuki böyle bir şeyden haberi bile yoktu...

Ne çare?.. Dayak bu... Her şeyi söyletir.

En aşağı yedi sene yiyecekti.

Seke seke yürüyor, ara sıra ayağı bir taşa takılıp sendeledikçe candarmaların birisi koluna yapışıyordu.

Biraz yürüdükten sonra kendisine bir de sigara verdiler. ..

Bunlar da aslında fena adamlar değildi... Fakat ne yapsınlar, vazife... Takibe çıkarken, "faili  bulmadan gelirseniz gözüme görünmeyin!" diye yüzbaşı sıkı sıkı emirler vermişti. Köyü soyan çoktan kirişi kırmış  olacağı için, ne yapıp yapıp fail bulmak lazımdı. İdris de zaten kaç senedir buralarda serseri serseri dolaşıyor, binbir türlü dalaverelere girip çıkıyordu.

Birkaç kere de sigara kâğıdı ve çakmaktaşı satarken yakalanmıştı.

Asıl mühimi, köylü kendisinden şikâyetçiydi. İlk zamanlarda rahmetli babasının -babası köyün imamıydı- hatırını sayanlar bile onun bu hallerini görünce kaybolmasını istemeye başladılar.

İdris köyde kaldıkça candarmanın ayağı kesilmeyecekti.

Bunun için candarmalar İdris'i yakalayınca, muhtarla köy bakkalı, İdris'i vakadan bir gün evvel İmamköy tarafına giderken gördüklerini söylediler...

Bu kadarı yeterdi. Üst tarafını candarmalar söylettiler...

İdris İmamköy Camii'ni bayram namazında nasıl soyduğunu anlattı...

Şimdi İmamköyü'ne gidiyorlardı.

İdris düşünüyordu; adamakıllı dalmıştı.

Bu dakikada aklında, ne yediği dayak ne de yiyeceği yedi sene vardı. Onun zihnini büsbütün başka bir şey, başka bir düşünce dolduruyordu.

Bu düşünce ona dayaktan ve hapisten daha acı geliyordu.

Fazla işlemeye alışmamış olan kafası bir çare arıyor, bulamıyor, sıkıntısını, dışarıya fırlayan gözlerinde, yüzünün birbirine karışan sinirlerinde gösteriyordu.

Düşündüğü şey şuydu:

İdris dayak yerken, köyü soyduğunu söylemişti. İş bu kadarla bitmiyordu. Deliller de lazımdı. Bunun için paraları ve gümüş saatleri nereye koyduğunu söylemek icap ediyordu.

Ne parası? Ne gümüş saati... Hatta ne soygunu?.. Fakat söylemek lazımdı... Sopa, dipçik ve tekme dayanılır gibi değildi. Beyni kafasından fırlayacak gibi oluyordu: Ne söylesin?

"İmamköyü'nü ben soydum!" demek kolay... Fakat paralarla gümüş saatleri meydana çıkarmak zor...

Hem çok zor...

Değnekler, tekmeler, dipçikler kalkıp iniyordu. Bayılacak gibi oldu. Gözleri karardı. Elini hafifçe kaldırdı:

"Diyivereceğim!" dedi.

Candarmalar bıraktılar. Yüzüne su serptiler. Bir sigara verdiler. O zaman İdris ilk aklına gelen ismi söyledi:

"Paralar İmamköyü'nde kahveci Süleyman Ağa'da!" dedi.

Dayak kesilmişti. İdris'in de o zaman düşündüğü yalnız buydu. Fakat İmamköyü'ne doğru yola çıkınca büsbütün başka şeyler düşünmeye başladı. "Yandı garip Süleyman Ağa!" dedi.

Süleyman Ağa, kendi köyünde olsun, İmamköyü'nde olsun, ona hâlâ yardım eden bir tek kişiydi. Kahvesinde yatacak yer verir, ona nasihat falan ederdi.

Nereden aklına evvela bu zavallının ismi gelmişti?..

Şimdi candarmalar, hiçbir şeyden haberi olmayan ihtiyarı yatıracaklar ve döveceklerdi. Gebertinceye kadar döveceklerdi.

Süleyman Ağa: "Bilmiyorum!" diyecek, binbir türlü yemin edecek, fakat dayağı yiyecekti. Titrek sesiyle yalvaracak, anlatmak isteyecek, kıvrım kıvrım kıvranacak, fakat dayağı yiyecekti.

Aksakallı ihtiyarın, sakallarından yaşlar akarak ağladığını görür gibi oldu. İhtiyarın iki kat olmuş beline tekmelerin, dipçiklerin indiğini görür gibi oldu. Beyaz, gür kaşların altında, feri kaçıp dışarı fırlayan iki gözün kendisine dikildiğini, "beğendin mi ettiğini, İdris!" demek isteyerek baktığını görür gibi oldu.

Beline tekrar bir dipçik yemiş gibi inledi.

Candarmaların biri ona yandan bir göz attı... Sonra bir sigara daha çıkarıp verdi...

İdris sigarayı göbeğinin üzerinde sallanan kelepçeli elleriyle yakalayarak ağzına götürdü. Sıkı sıkı bir iki nefes çekti.

Beş on adım daha gittiler...

Sigara İdris'in ağzından düştü...

A-ah... Bunu yapamayacaktı...

Karşıdan İmamköy görünmüştü... Evvela bir iki uyuz ağaç, sonra birkaç kerpiç ev... Beş on çıplak çocuk...

Yüz adım daha... Sonra köye geleceklerdi... Ve Süleyman Ağa...

İdris etrafına bir bakındı... Şosenin sağ tarafı fundalıktı . Candarmalara baktı: Silahları ellerinde gidiyorlardı.

Bir sıçradı, hendeğin öbür tarafına atladı, düştü, tekrar kalkarak fundalıkta koşmaya başladı. Candarmalar "şırrak" diye mekanizmaları açıp kapadılar, ondan sonra iki tok ses... Havada kısa ve keskin bir vınlama oldu, İdris olduğu yere yıkıldı.

Candarmalar yanma koştular. Ağzından ince bir çizgi halinde kan geliyordu. Gözlerini açtı: "Süleyman Ağa'nın bir şeyden haberi yok..." dedi. Başı yana düştü. Ağzından tekrar ve çok kan geldi. Tekrar gözlerini açarak: "Benim de..." dedi.

Gözlerini bir daha kapayamadan hafifçe gerildi. Olduğu yerde dimdik kaldı.

1933

Sabahattin Ali

 

BİNECEK ŞEY - ÖMER SEYFETTİN

$
0
0

BİNECEK ŞEY 

Derviş Hasan birdenbire durdu. Kirli, yırtık yenleriyle alnının terlerini sildi. Sıcak bir haziran güneşi dünyayı sebepsiz bir belâ gibi kasıp kavuruyordu. Sabahtan beri işte dört saattir hiç durmadan yürümüştü. Etrafına bakındı: Seyrek, sıska ağaçlı bir ormanın kenarında idi. Uzakta, tirşe rengi hafif bir sisle boyanmış kat kat dağlar görünüyordu. Köye, kasabaya benzer bir şey gözüne çarpmadı, yolun üst tarafındaki ağaçlara döndü:

 

«Biraz dinlensem...»

 

Diye düşündü. Vakıa şu alacalı gölgelerde uzanıp rahat bir uyku çekmek... Hiç de fena değildi. Fakat karnı zil çalıyordu:

 

«Öğleden evvel bir köye rast gelirim...»

 

Ümidi ile geceyi geçirdiği çoban kulübesinden aç çıkmıştı. Her halde yürümeli, bir an evvel bir köye yetişmeliydi! Amma hangi köye?.. Derviş Hasan bunu asla bilmez, düşünmez, aklına getirmezdi. Otuz senedir, omuzunda keşkülü1, sırtında abası, gönlünde tevekkülü, nereye gittiğini bilmediği yollardan geçmiş, ismini öğrenmediği köylerde misafir kalmıştı. Her yerde ona yiyecek, içecek verirlerdi. Anadolu tekkelerinin kapıları ağzına kadar açıktı:

 

«Huuu...»

 

Diye girer, isterse haftalarca, aylarca... Tâ canı sıkılıncaya kadar kalırdı. Dağın, taşın, nehrin, gölün, ormanın hususî isimleri olur muydu? Onun fıkrince köylerin, kasabaların, şehirlerin isimlerine de lüzum yoktu. Hepsi «dünya» demekti. Balık, denizinde nasıl hiçbir mevzu hiçbir kanuna tabi olmadan, rahat rahat yüzerse, o da, dünyasında öyle serbest serbest gezerdi. İlkbaharlar, sonbaharlar, yazlar, kışlar tabiatın birer efsanesiydi. Hükümet, kanun, aile, din, ahlâk, hâsılı2 her şey nazarında, manası olmayan birtakım uydurma latifelerdi. Vücut bir rüya idi. Hayat bir seraptı. Ancak nâdanlar3 bu rüya ile seraba aldanırlar, beyhude yere üzülürlerdi. Hakikat «bir»di. O da «aşk» idi. Aşk idrak eden büyük hakikate ermiş, harici, batınî4 kâinatın, hakkın manasını anlamıştı.

 

Derviş Hasan, işte bu erenlerden biriydi. Geniş, kuru omuzlarının üstündeki koca külâhlı, çok saçlı başı, beyaz sakallı yanık yüzü, derin, iri siyah gözleri, ona garip bir heybet verirdi. Ne olduğuna dikkat etmediği «dünya»nın üstünde, bir duman içindeymiş gibi, hiç görmeyerek yaşardı. Aşkı, Allah'ı, hakikati, saadeti, gayesi ruhunda idi. Aşkın haricindeki şeyler onun etrafına toplanmış bir küme masiva bulutuydu. «Vücut» yoktu. Fakat, gayri ihtiyarı:

 

- Of, dizlerim... Dedi.

 

Açlık, sıcak, ihtiyarlık üç bin okkalık bir yük gibi sırtına çökmüştü. Şimdi, bir an için, aşkını unutuyor, bu ağır yükün altında ezilen vücudunun varlığını sezer gibi oluyordu. Başı çatlayacak derecede ağrıyor, ayakları titriyor, nefes aldıkça, daralmış göğsü acıyordu. Tekrar, durduğu yolun ilerisine, gerisine baktı. Ne gelen vardı, ne giden... Gözlerini yere indirince, birtakım hayvan, kağnı izleri gördü. Mutlaka yakında bu izlerin gittiği bir köy, bir kasaba bulunacaktı. Bu tahmin ona teselli verdi. Onu sevindirdi. Derin bir «hu» çekti. Ellerini arkasına bağladı. Yine aşkımn hakikatine dalarak, yine etrafım dumanlaştırarak, hiçbir şey görmeden, yürümeğe başladı. Gitti, gitti... Fakat bu ümit verici izlerle örtülmüş, cehennem gibi; sıcak, çöl gibi tozlu yol bitmiyordu. Nefesi, kollan, dizleri kesiliyor, hakikatte «olmayan» vücudunun elemleri, «mevcut olan» ruhunu sıkıyordu. Ömründe ilk defa olmak üzere bir araba düşündü. Bu arabanın yumuşak ipek yastıklı içi kim bilir ne kadar rahattı. Yavaşça:

 

- Ah bir araba olsa... Dedi.

 

Sonra, sırma eğerli bir atı gözünün önüne getirdi. Böyle bir ata binse ufukta göreceği en uzak bir köye yarım saat içinde gidebilirdi. Hayalinden deve katarları, kervan katırları geçti. Açlıktan, sıcaktan, ihtiyarlıktan artık o kadar bitkin bir haldeydi ki... Gülümsedi:

 

- Bir topal eşek olsa da razıyım ya... Dedi.

 

Sıcak gittikçe kızıyor, yol daha ziyade biçimsizleşiyor, tozlar çoğalıyor, taşların arasında baygın kertenkeleler görünüyordu. Kendine baktı. Tozla örtülmüş çarıklarının eskiliği belli olmuyor, kıllı göğsünden çamurlu terler damlıyordu. Gayret lâzımdır:

 

«Yolcu yolunda gerek...»

 

Nasihatini hatırladı. Yürüdü, yürüdü, yürüdü, yürüdü... Saatlerce yürüdü. Güneş tam tepeden tekrar ufka doğru inmeğe başlamıştı. Derviş Hasan, şimdi şehirlerdeki zengin, tenperver5 zahitlerin6 içmeğe kıyılamayacak soğuk, berrak sularla serin gölgeli, rahat şadırvanlarda ikindi namazı için abtestlerini tazelemekle meşgul olduklarını düşündü. Onların cehennem azabıyle, cennet hırsıyle daima rahatsız olan ruhlarına mukabil7, vücutları, ne kadar mes'ut, ne kadar rahattı. Yürüdü, yürüdü... Yürüdüğü yolda izler gittikçe karışıyordu. Gözlerini kaldırdı, ileriye baktı. Yolun dönemecinde küçük bir tepenin önüne gelmişti. Dönemecin karşısında iki üç çınar ağacı ile kurumuş çeşme vardı. Durmadı. Yürüdü. Bu tepenin eteğini dönünce yolun tırmanıp aştığı öyle dik, öyle sarp bir yokuş gördü ki...

 

- Vallahi bunu çıkamam!

 

Diye haykırdı. Hemen çömeldi. Açlık, sıcak, ihtiyarlık, sabahtan beri durmadan yürüyen Derviş Hasan'ı azıcık daha isyan ettirecekti. Bu dik yokuş karşısında duyduğu feci ümitsizlik onun arif ruhunu kararttı. Şimdiye kadar eğilmeyen boynunu menfaatperver, tekâpucu8, hesapçı bir zahit gibi büktü. Gözlerinden, harici âlemin hayalini kaplayan aşk dumanı, dudaklarından ariflik tebessümü silindi. Ömründe ilk defa olarak zahitlerin mabuduna9 yalvarmağa başladı:

 

- Allah'ım, bana merhamet et, dedi, açım, ihtiyarım! Karşıma çıkardığın bu yokuşu çıkamayacağım. Bana bir «binecek şey» gönder. Yalnız şu yokuşu aşayım. Öbür taraf için seni taciz etmem.

 

Sonra, sürüklenerek, kurumuş çeşmenin başında çınarların gölgesine gitti:

 

- At istemem, araba istemem. Binecek kötü bir şey... Bir topal eşek olsun Allah'ım, merhamet, merhamet...

 

Diye inledi. Böyle inlerken, ansızın aczinden, Allah'a karşı yaptığı arsızlıktan utandı. İsyan etti:

 

- Allah'ım, benim vücudumu yarattın. Onu ıstıraplarından da sen kurtar! Sana yalvarıyorum, mutlaka bana «bir binecek şey» göndereceksin, üzerine eserini yükleteceğim. Göndermezsen... Senin ağır, senin sefil eserini taşımayacağım. Burada yıkılıp yatacağım. Sana inat, açlıktan, susuzluktan, sıcaktan öleceğim. Sen görücü, bilici, işiticisin. Gökler gözün, kâinat aklın, âlem kulağındır. İşit, hem bil ki, bana bir «binecek» göndermezsen, buradan bir yere kımıldamayacağım, gebereceğim. Leşimi kargaların yediğini göreceksin. «Binecek» göndermezsen, Allah'ım, bu yokuşu kat'iyyen çıkmayacağım. Geriye de gitmeyeceğim...

 

Hakkını haykırmış bir asi sükûnuyle mağrurlanarak, sustu. Yavaş yavaş gözlerini kapadı. Evet, Allah mutlaka bir «binecek» gönderecekti. Bu, eserini seven merhametli Allah'ın en birinci vazifesiydi.

 

Zavallı Derviş Hasan, açlıktan, sıcaktan, ihtiyarlıktan o kadar yorgundu ki... Hemen uyuyuverdi. Yüz yıl kadar uzun süren bir rüya görmeğe başladı; bir şehre vali oluyordu. Saraylar, cariyeler, köleler... Mermer havuzlara neftî gölgeleri düşen büyük ağaçlı bahçeler, altın işlemeli köşkler, sümbüller, güller... Sazlar, bülbüller, şaraplar, sakiler10; mahbuplar11... Bütün bunların ortasında esirden yaradılmış gibi nazik, zarif, altın haşalı, beyaz, şeffaf bir at kişniyor, tepiniyor, şaha kalkıyordu. Derviş Hasan, bir kolunda mahbuplar, öteki kolunda cariyeler, arkasında genç köleler, menekşe, yasemin kokuları, saz, ney sedaları içinde bu küheylâna doğru yürüyor, binmeğe çalışıyordu. Mahbuplar üzengileri tutuyor, cariyeler gemi kasıyor, köleler koltuklarından kaldırıyorlardı. Tam bineceği zaman küheylân birdenbire döndü; kafasına öyle bir çifte attı ki... Mahbuplar, cariyeler, köleler birbirine karıştı. Etrafında ne varsa tuzla buz oldu. Gözünü açınca, iri bir Yürüğün12, başında zebani gibi dikilmiş durduğunu gördü:

 

- Kalk bakalım, derviş baba, bu kadar uyku yetmez mi?

 

- Eyvallah oğlum, iyi ki uyandırdın.

 

Gülümsedi. Gördüğü rüyanın henüz sönmeyen tadıyle gerindi, doğruldu. Çeşmenin biraz ilerisinde, yüklü, yüksüz birçok atlar, katırlar duruyordu. İşte her şeyi gören, işiten, bilen Allah, istediğini göndermişti. Hem bir tane değil, sürü ile...

 

Yörüğe sordu:

 

- Nereye gidiyorsunuz, evlât?

 

- Kazdağı'na.

 

- Ben de oraya...

 

Hiç şüphesiz, bu Yürükler, kendine bir at verirlerdi. Başında sırıtarak, dikilen Yürüğe baktı. Döndü, tekrar çeşmenin başına baktı. Birçok boş semerli hayvan vardı. Tam ağzını açacağı vakit Yürük dedi ki:

 

- Derviş baba, bize bir yardım edeceksin.

 

- Ne gibi?..

 

- Şuracıkta, kısraklarımızın biri doğurdu. Doğan tay yokuşu çıkamayacak. Biz de pek yorgunuz. Sen uyumuş, dinlenmişsin. Gel, sevabına, şu tayı kucağına al da, yokuşun başına kadar çıkarıver.

 

Derviş Hasan, gözlerini fal taşı gibi açtı:

 

- Ne?..

 

Diye haykırdı. Yürük:

 

- Ağır değil, yeni doğdu, beş, altı okka ya gelir, ya gelmez, dedi; hem yokuşun başına kadar... Haydi, sevabına...

 

- Ben sevap filân istemem.

 

- Hıyanetlik etme derviş baba, hepimiz Müslümanız, yapma, din kardeşlerine acı...

 

Hiddetinden boğulacak gibi olan Derviş Hasan, geldiği ciheti göstererek:

 

- Ben Kazdağı'na gitmiyorum. Yolum bu taraf, Dedi. Ama Yürük laf anlayacağa benzemiyordu:

 

- Zarar yok derviş baba. Sen tayı yokuşun başına kadar çıkar, sonra yine iner, o tarafa gidersin.

 

Derviş Hasan, hiddetinden sanki deli oldu. Sevaba, Müslümana, din kardeşlerine sövmeğe başladı. Yürük, arkadaşlarını çağırdı. Bunlar öyle ağız patırtısına pabuç bırakır takımından değildiler. Derviş Hasan'in başına üşüştüler, tekme, tokat, döve döve kaldırdılar. Yeni doğan tayı zorla kucağına vererek önlerine kattılar. Derviş Hasan, sırtına, beline, uyluklarına yediği tekmelerin altında büsbütün sersem, hatta «eyvallah» bile diyemeyerek, nefes nefese yokuşu tırmandı. Yalnız yeni doğma, ıslak «binecek şey»in ekşi, keskin kokusunu duyarak yüzünü buruşturuyordu. Tepeye çıkınca açlıktan, sıcaktan, ihtiyarlıktan ziyade tayın ağırlığından yorgun, yere yıkıldı. Gözlerini göğe, Allah'ın her şeyi gören büyük gözüne dikti. Bu mavi gözün nihayetsiz bakışında:

 

«Gönderdiğim bineceği beğendin mi?»

 

Diyen bir istihza vardı. Derviş Hasan, sesini çıkarmadı. Tekrar gözlerini kapadı. Dünya zahitleri tarafından binlerce seneden beri o kadar ibadet, o kadar taleple taciz edilen Allah'ın, şüphesiz artık «istenildiği gibi» değil, «istediği gibi» vermek en haklı bir hikmetiydi. Kabahatin kendisinde olduğunu anladı! Deminki isyanına pişman oldu. Şimdi uzaklaşan Yürük hayvanlarının gittikçe derinleşen çıngırak seslerini işitiyor, çıkmayan sesini bu yeknesak çıngıraklara uydurarak, «istediği gibi veren»den bir daha «bir şey istemeğe»:

 

«Tövbe, tövbe, tövbe!»

 

Diyordu.


 

1. heybe

2. sözün kısası

3. bilgisiz, cahil

4. içrek

5. rahatına düşkün

6. Dinin yasak ettiği şeylerden sakınıp buyurduklarını yerine getiren (kimse)

7. karşılık olarak

8. dalkavukluk eden

9. kendisine tapılan varlık

10. içkili toplantılarda içki dağıtan kimse

11. sevilen erkek

12. göçebe olan

BILDIRCIN - IVAN TURGENYEV

$
0
0

BILDIRCIN

Şimdi size anlatacağım olay başımdan geçtiği zaman on ya­şında kadar vardım.

Olay yazın geçmişti. O zaman Rusya'nın güneyinde bir çift­likte oturuyorduk. Çiftliğin çevresinde birkaç fersah ötelere ka­dar bozkırlar uzayıp gidiyordu. Yakınlarda rie bir orman, ne de bir dere vardı. Pek derin olmayan, fundalıklarla kaplı sel yatak­ları, dümdüz bozkırı yeşil yılanlar gibi kesiyordu. Bu sel yatak­larının dibinde küçük derecikler sızıyordu. Ötede beride en sarp tepelerde gözyaşı kadar berrak sularıyla kaynaklar görü­nüyordu. Çiğnenmiş keçi yolları oraya gidiyor, suyun önünde­ki cıvık çamurda kuşlarla öteki küçük hayvancıkların ayak izle­ri birbirini kesiyordu. İyi su, insanlar kadar onlara da lazımdı.

 

Babam, ava düşkün bir insandı. Çiftlik işleriyle uğraşmadı­ğı, hava da güzel olduğu zaman tüfeğini alır, av çantasını boy­nuna asar, ihtiyar köpeği Trezor'u çağırır, keklik ve bıldırcın vurmaya giderdi. Tavşanları avdan saymazdı, onları zağar av­cılarına bırakırdı, bu avcılara da tazıcılar derdi. Bizim taraflar­da bunlardan başka av hayvanı bulunmazdı. Ama mesela gü­zün çullukların da geldiği olurdu. Ama keklik ve bıldırcın, he­le keklik çoktu. Sel yataklarının kenarlarında ikide bir onların eşinerek çizdiği tozdan yuvarlaklara rastlanırdı. İhtiyar Trezor hemen ferma yapar, bu sırada kuyruğu titremeye, alnının de­risi kırışmaya başlardı. Babamın da yüzü sararır, bu sırada usulcacık tüfeğin horozunu kaldırırdı.

Babam beni sık sık yanına alırdı. Bu, benim için büyük bir zevkti. Pantolonumun paçalarını çizmelerimin konçuna sokar, matarayı boynuma takar kendimin de bir avcı olduğumu sanırdım. Vücudum ter içinde kalır, ufak taşlar çizmelerimin içine gi­rerdi; ama yorgunluk nedir bilmezdim, babamdan da bir adım geri kalmazdım. Tüfek patlayıp kuş yere düşünce her zaman yerimde sıçrar, hatta bağırırdım; öyle neşelenirdim ki!.. Yaralı kuş otlar arasında yahut Trezor'un dişlen arasında kanlar için­de çırpınırken ben yine de neşelenir, hiç acıma duymazdım. Kendim tüfekle ateş edebilmek, keklik yahut bıldırcın vurmak için neler vermezdim!.. Ama babam on iki yaşıma basmadan ön­ce tüfeğim olmayacağını, o zaman bile tek namlulu tüfek vere­ceğini ve yalnız toygarları vurabileceğimi söylemişti.

Bizim oralarda toygar kuşu pek çoktu; iyi, güneşli günlerde sürü halinde parlak gökyüzünde uçuşurken hep yukarı doğru yükselir ve yukarı yükseldikçe, sanki çıngırak çalarlardı. Onla­ra gelecekteki avım olarak bakar, omzumda tüfek yerine ta­şıdığım sopa ile onlara nişan alırdım. Yerden birkaç arşın yük­sekte havada durup titreyerek süzülüp birdenbire otların ara­sına dalmadan onları vurmak pek kolaydı. Bazen kırda, uzak­ta, ekilmiş yerde yahut otlar arasında toy kuşları dururdu; işte insan böyle kocaman bir av vurursa, ondan sonra ölse de hiç gam yemezdi.

Onları babama gösterirdim; ama o, toy kuşunun her zaman pek dikkatli olduğunu ve insanı yakınına sokmadığını söyler­di. Bir defa yaralı olduğu için sürüden ayrılıp tek başına kaldı­ğını sandığı bir toy kuşuna gizlice yaklaşmayı denedi. Trezor'a peşinden gelmesini, bana da hiç yerimden kımıldamamamı emretti; tüfeğini saçma ile doldurdu, tekrar Trezor'a döndü, hatta ona gözdağı verir gibi fısıltıyla seslendi: "Arrier!.. Arrier!.." Kendisi iki büklüm oldu, sonra toyun bulunduğu tarafa doğru­dan doğruya değil de kenar kenar ilerlemeye başladı. Trezor, gerçi iki büklüm olmadı, ama o da pek tuhaf yürüyordu; topallıyormuş gibiydi, kuyruğunu arka ayaklan arasına kıstırmış, dudağını ısırmıştı. Dayanamadım, hemen hemen sürünerek babamın ve Trezor'un peşi sıra gittim. Ama toy bizi üç yüz adım bile yaklaştırmadı; önce koştu, sonra kanatlarını çırparak uçtu gitti. Babam ateş etti, ama sadece peşinden bakakaldı... Trezor da ileri atılıp havaya baktı. Ben de baktım... Hem öyle gücü­me gitti ki!.. Kuş biraz bekleseydi ne olurdu sanki!.. Saçmalar mutlaka onu bulurdu...

İşte bir gün, tam Petrov günü arefesinde babamla ava git­miştik. O zaman genç keklikler henüz küçük olduğu için ba­bam onları vurmak istemiyordu. Küçük meşe kümelerine doğ­ru yürüdü, çavdar tarlasının yanında daima bıldırcınlar bulu­nurdu. Orasını biçmek zor olduğu için otlar uzun zaman el değmeden dururdu. Orada çiçek de çoktu: tuna burçağı, yon­ca, çıngırak çiçekleri, mineler, kır karanfilleri. Oraya kız kardeşimle yahut hizmetçi kadınla gittiğim zaman kucak dolusu çi­çek toplardım; ama babamla gittiğim zaman tek çiçek koparmazdım, böyle bir hareketi bir avcıya yakıştıramazdım.

Trezor birdenbire ferma yaptı; babam, "Pil!.." diye bağırdı, Trezor'un tam burnunun dibinden bir bıldırcın fırladı ve uçtu. Ama pek tuhaf uçuyordu. Havada yuvarlanıyor, ters dönüyor, yere düşecekmiş gibi yapıyordu. Trezor var kuvvetiyle onun arkasından... Oysa kuş intizamla uçtuğu zaman böyle yapmaz­dı. Babam, saçmaların sadece köpeğe isabet etmesinden kor­karak ateş etmekten çekiniyordu. Baktım, Trezor birdenbire havaya zıpladı ve ham!.. Bıldırcını yakaladı, getirip babama verdi. Babam kuşu aldı, karıncığı yukarı gelmek üzere avucu-na koydu. Yaklaştım, "Ne o" dedim, "yaralı mıydı?" Babam, "Hayır!" diye cevap verdi. "Yaralı değildi; ama herhalde bura­larda, yakın bir yerde yuvası var. O da köpeğin kendisini kolayca yakalayabileceğini sanması için böyle yaptı.” “ peki ama, niçinböyle yapıyor?” diye sordum. “Köpeği yavrularının yanından uzaklaştırmak için. Ondan sonra güzel güzel uçacaktı, Ama bu defa evdeki hesap çarşıya uymadı; pek fazla yapma- cık yaptı, Trezor da onu yakaladı." Ben yine, "Demek ki yaralı değildi?" diye sordum. "Hayır... ama yaşamaz... Herhalde Trezor onu dişleriyle sıkmıştır."           

Bıldırcına iyice yaklaştım. Babamın avucunda başı sarkık yatıyor, ela gözüyle yan taraftan bana bakıyordu. Birdenbire ona öyle acıdım ki!.. Sanki bana bakıyor ve düşünüyordu: "Ni­çin ölüme mahkumum? Niçin? Ben sadece görevimi yaptım; küçük yavrularımı kurtarmaya, köpeği uzaklaştırmaya çalıştım ve işte yakalandım!.. Bir zavallıyım ben!.. Bir zavallı!.. Haksız­lık bu!.. Haksızlık!.."

"Babacığım," dedim, "belki de ölmez." Sonra bıldırcının kafacığını okşamak istedim. Ama babam, "Hayır!.. İşte bak, şim­di onun ayacıkları gerilecek, bütün vücudu titreyecek, gözleri kapanacaktır." Tıpkı öyle oldu. Kuşcağızın gözleri kapanır ka­panmaz ağlamaya başladım. Babam, "Niye ağlıyorsun?" diye sordu ve güldü. "Ona acıyorum" dedim. "O, görevini yapıyor­du, oysa onu öldürdü. Bu haksızlık!.." Babam, "Kurnazlık et­meye kalkıştı" diye cevap verdi. "Ama Trezor, ondan daha kur­naz çıktı." "Zalim Trezor!.."-diye düşündüm... Hem bu defa, babam da bana iyi kalpli bir insan gibi görünmedi. Burada kurnazlığın yeri var mı? Burada kurnazlık değil, yavrularına karşı sevgi var!.. Yavrularını kurtarmak için yapmacık yapması emredilmişse, Trezor da onu yakalamamalıydı!..

Babam bıldırcını çantasına sokacak oldu; ama ben onu ba­bamdan istedim, itina ile avucuma koydum, gözlerini açmaz mı diye üstüne hohladım. Ama kuşcağız kımıldamadı. Babam, "Boş, azizim," dedi, "onu diriltemezsin. Bak, başcağızı nasıl sallanıyor.” Usulca gagasından tutup hafifçe kaldırdım; ama ben elimi çeker çekmez yine düştü, Babam, "ona hâlâ acıyor musun?" diye sordu. Ben de ona, "Ya küçükleri kim besleye­cek?" diye sordum. Babam dikkatle yüzüme baktı, "Üzülme," dedi, "erkek bıldırcın, babalan onları besler. Dur bakayım..." diye ilave etti. "Galiba Trezor yine ferma yapıyor... Burada yu­va olmasın? Evet, işte yuva..."

Gerçekten de, otların arasında, Trezor'un burnundan iki adım ötede birbirine sıkı sıkıya sokulmuş dört yavru yatıyordu. Birbirlerine sokulmuş, boyunlarını uzatmış, öyle çabuk çabuk, tıpkı titrer gibi, hep beraber nefes alıp veriyorlardı... Artık tüy­lenmeye başlamışlardı; ama vücutlarında tüy yoktu;| yalnız ince­cik kuyrukları vardı. Avazım çıktığı kadar, "Baba!.. Baba!.." diye bağırdım. "Trezor'u geri çağır!.. Yoksa o, bunları da öldürür!.."

Babam, Trezor'u çağırdı ve biraz yana çekilerek, bir çalının altına oturup kahvaltı etmeye koyuldu. Bense yuvanın yanında kaldım, kahvaltı etmek istemiyordum. Temiz mendilimi çıkara­rak bıldırcını üstüne yatırdım. "Bakın," demek istiyordum, "ye­tim yavrucaklar, işte anneniz!.. Sizin uğrunuza kendini feda et­ti!.." Yavrular eskisi gibi, çabuk çabuk bütün vücutlarıyla nefes alıyorlardı. Babama yaklaştım, "Bu bıldırcını bana hediye ede­bilir misin?" diye sordum. "Buyur. Ama onu ne yapmak istiyor­sun?" "Gömmek istiyorum!.." "Gömmek mi!.." "Evet... Yuvasının yanına gömmek istiyorum. Çakını bana ver; ona bir mezar ka­zacağım." Babam şaştı, "Çocukları mezarını ziyaret etsin diye mi?" "Hayır," dedim, "öyle istiyorum. Burada yuvasının yanında yatmak hoşuna gider!.." Babam bir şey söylemeden çakısını çı­karıp verdi. Hemen bir çukur kazdım; bıldırcını göğsünden öp­tüm, çukura koydum ve üzerini toprakla örttüm. Sonra aynı ça­kı ile iki dal kestim, kabuklarını soydum, bir sazla çaprazlama bağladım, mezara diktim. Biraz sonra babamla oradan uzaklaştık; ama giderken hep dönüp dönüp arkama bakıyordum... İs­tavroz bembeyazdı ve ta uzaktan bile görünüyordu.

Gece bir rüya gördüm: Sanki gökyüzünde idim; hem ne dersiniz? Benim bıldırcıncık küçük bir bulutun üzerine kon­muş, ama kendisi de tıpkı istavroz gibi bembeyaz. Başında al­tından küçük bir çelenk var; sanki bu ona çocukları uğruna fe­dakarlıkta bulunduğu için bir mükafat olarak verilmiş!...

Beş gün kadar sonra babamla yine aynı yere geldik. Sarar­makla beraber, hâlâ yıkılmayan istavrozu da, mezarcığı da bul­dum. Ama yuva boştu, yavrular sırra kadem basmıştı. Babam, ihtiyarın, yani babalarının onları başka bir yere götürdüğünü söyledi; oradan birkaç adım öteden, çalılığın arasından büyük bir bıldırcın havalanınca, babam ona ateş etmedi. Ben de, "Ha­yır!.. Babam iyi kalpli!.." diye düşündüm.

Ama şaşılacak şey: O günden sonra avcılığa karşı duydu­ğum tutku kayboldu, artık babamın bana tüfek hediye edece­ği günü düşünmüyordum!.. Ama büyüyünce ben de atış yap­maya başladım. Beni avcılıktan uzaklaştıran bir şey daha oldu. Bir gün arkadaşımla keklik avına çıkmıştık. Yuvalan bul­duk. Ana keklik fırladı, ateş ettik ve isabet ettirdik, ama yere düşmedi, yavrularıyla beraber ileri doğru uçtu. Peşlerinden gi­decek oldum; ama arkadaşım, "Burada oturup onları aldatarak çağırmak daha iyi olur... Şimdi hepsi buraya gelir." dedi. Arka­daşım yavru keklikler gibi ötmesini pekiyi beceriyordu. Otur­duk, arkadaşım ötmeye başladı. Gerçekten de, önce bir genç keklik cevap verdi, sonra başkası, baktık, sonra ana keklik öt­meye başladı, hem de öyle şefkatle ve yakın bir yerde ötüyor­du ki!.. Başımı kaldırdım, baktım: Birbirine karışmış otların ara­sından bize doğru hızlı hızlı geliyor; oysa bütün göğsü kan içinde!.. Demek, ana kalbi dayanamamış!.. Orada kendi kendi­me öyle bir zalim göründüm ki... Ayağa kalktım ellerimi çırptım. Keklik hemen uçtu, yavruların da sesleri kesildi. Arkadaşım, "Deli!.." dedi... "Bütün avı berbat ettin..."

Ama o günden sonra öldürmek, kan dökmek, bana gittikçe daha ağır gelmeye başladı.

Ivan Turgenyev

İLGİNİZİ ÇEKEBİLİR:

ŞİİR VE SİNEK - ADALET AĞAOĞLU

KİPRİTÇİ KIZ - HANS CHRİSTİAN ANDERSEN

TAMİR EDİLEMEZ HATA - GUY DE MAUPASSANT

GÖZYAŞI - REFİK HALİD KARAY

REHİNE - F.V. SCHİLLER

BEYAZ LÂLE (TAM METİN) - ÖMER SEYFETTİN

$
0
0

BEYAZ LÂLE 

Hudutta bozulan ordu1 iki günden beri Serez’den geçiyordu. Hava serin ve güzeldi. Ilık bir sonbahar güneşi, boş, çimensiz tarlaları, üzerinde henüz taze ve korkak izler duran geniş yolları parlatıyordu. Bu gelenler, gidenlere hiç benzemiyorlardı. Bunlar adeta ürkütülmüş bir hayvan sürüsüydü. Hepsinin tıraşları uzamış, yüzleri pis ve kırmızı, giysileri parça parça idi. Dursalar düşeceklermiş gibi, omuzlarındaki çamurlu tüfeklerin altında iki büklüm olmuş; yorgun ve perişan, ağır ağır yürüyorlardı. O kadar beklenilmeyen bu bozgun, şehrin Hıristiyanlarını sevinçten şaşırtmıştı.. Erkekler köşe başlarında toplanıyorlar, kadınlar pencerelerden sarkarak kabahatli kabahatli geçen kümeleri gülümseyerek seyrediyorlar, bedava ve çok eğlenceli bir sinematograf keyfi duyuyorlardı. Rum çocukları, bu müthiş afacanlar, beşikten beri ruhlarına akıtılan düşmanlığı meydana vurmak için tam fırsatı bulmuşlardı.

Ellerini burunlarına boru çalar gibi götürerek kümeler arasında geçit resmi yapıyorlar, eğleniyorlar ve onlardan biraz uzaklaşınca arkalarına dönerek “Kopsi ha Keranadis Türkos... Okso... Okso... Okso...” diye haykırıyorlardı...

Askerin çekilmesi bitince nereden çıktıkları belli olmayan manliherli2 Bulgarlar, Türk mahallelerinde gezinmeye başladılar. Şehrin Rum ve Bulgar olmayan kısmı derin bir sükût içinde uyuyordu. Bütün perdeler inmişti. Kafeslerde heyecanlı gölgeler oynaşıyor, sararmış erkekler demirleri vurulmuş kapıların arkasında kalplerinin çarpıntısını dinler gibi, bütün gün bütün gece pinekliyorlardı.

Bu sıkıcı, bu üzücü sükûn çok sürmedi. Ertesi gün Ekimin yirmi dördüncü sabahı tatlılarla, kızartılmış etlerle, köpüklü şaraplarla, mandolinlerle, kitaplarla, bayraklarla bekleyen Hıristiyan karşılayıcıların arasından muzaffer Bulgar ordusu mızıka çalarak şehre girdi. Doğru hükümeti ve kışlaları doldurdu. Aynı zamanda birçok komitacı da karınca gibi sokaklara üşüşmüştü. Galipler sevinçlerinden bir yerde duramıyorlar, ayaklarında görünmez kanatlar varmış gibi, oraya buraya koşuyorlardı.

***

Şehrin yağmasını ahalinin katliamının intizam ve usul dairesinde idare etmek, daha içeri girilmeden merkez kumandanı tayin edilen Binbaşı Radko Balkaneski’nin vazifesiydi.

Bu, gayet mükemmel tahsil ve terbiye görmüş bir gençti. Lise öğrenimini İstanbul’da Galatasaray Sultanisi’nde bitirmiş, bin dokuz yüzde Sofya harp okulundan erkân-ı harplikle çıkmış, birkaç sene sonra yedek orduya geçmişti. Asil ve zengin bir çiftçi olan babasının bitmez tükenmez denilen parasıyla yaşıyor, hayatının bir kısmım çılgın eğlencelerle, bir kısmını da milli işlerle, yani Makedonya teşkilatıyla, bomba amirliğiyle geçiyordu. Bekârdı. Evlenmeye vakit bulamamıştı. Çünkü hayatının bütün yazlarını Makedonya’da geçirir, teşkilatı teftiş eder, komite mahkemesince verilip de nasılsa uygulanmayan muallâk ve mukaddes kararları yerine getirirdi. Çok zengin olduğundan paranın onca önemi yoktu. Bütün ruhu, bütün mevcudiyeti mefkûresinde5 toplanmış, mefkûresinde birikmişti: Büyük Bulgaristan İmparatorluğu...

Elbise giydirilmiş bir tunç kadar güzel ve mütenasip vücudu vardı. Boyu uzundu, yalnız biraz fazla semizdi. Sol kolunu yürürken ve ayakta dururken hep kalçasına dayardı. Az lakırdı söyler, sık ve siyah kaşlarının altında asla kırpmadığı iri, parlak, sabit ve siyah gözlerim hep önüne diker, sanki hep önündeki Tuna’dan Korent’e, Boğaziçi’nden Drac’a kadar yeşil Bulgar rengine boyanmış hayali bir haritayı tetkik ederdi.

Hükümetin karşısındaki Türklerin merkez kumandanlık dairesine girince şapkasını çıkardı. Çok ve sert saçlarını eliyle geriye attı, yaverine.

— Ne kadar çete reisi varsa, beş dakikaya kadar hepsi buraya... emrini verdi.

Yaver koşarak dışarı çıktı. Biraz sonra şehrin bütün sokaklarında süvariler dörtnala koşmaya başladılar. Henüz nizamiye ve gönüllü taburlarının neferleri dağılmamıştı. Radko beş dakikayı boş geçirmek istemedi. Sabahtan beri hiçbir şey yememişti. Hizmetçisini çağırdı. Onun getirdiği kızarmış eti, şarabı, iri ve sulu elmaları acele yuttu. Sonra Türk kumandanının daha toz konmamış olan yumuşak ve geniş koltuğuna yerleşti. Sigarasını yaktı. Burası kalın fesrengi perdeli, halı döşeli süslü bir oda idi. Bir askeri mevkiden ziyade dul ve ihtiyar bir kadının hücresine benziyordu. Duvarlarda askerliğe ait ne bir levha, ne bir program, ne bir timsal vardı. Köşede bir nargile, efendisiyle kaçmamış da korkusundan apışmış kalmış gibi iki-üç gündür şüphesiz aç kalan tekir bir kedi kapıdan bakıyor, gözlerini Radko’nun gözlerine dikerek masum ve hissiz bir şada ile miyavlıyordu. Radko, insana uyku getiren bu yumuşak koltukta duramadı. Ayağa kalktı, gitti, açık pencerenin kenarına dayandı. Aşağıda kaynaşan askerlere bakarak planını zihninden geçirdi. Serez’de Türkler çok zengindiler. Şimdi bunların kaçamayanları toplanacak, evvela işkence ile kasalarındaki ve bankalardaki paralan alınacak, sonra fidye gibi bütün mülkleri Bulgar mekteplerine verdirilecek, en nihayet hepsi vaftizlenip Hıristiyan yapıldıktan sonra öldürülecekti. Bu yarım saatlik bir işti. Lâkin geriye güç bir şey kalıyordu. Şehirde en güzel Türk kızının hangisi olduğunu anlamak... Kendisine Cuma’dan, Osenova’dan seçilen on dört-on beş yaşında dokuz tane kız getirmişlerdi. Çadırda giysilerini soydurdu, vücutlarına baktı, beğenmedi. Bunların ikisi güzelce idi ama pek zayıf ve sıtmalı idiler. Yedisi adeta köylü idi. Kollan, bacakla-n, belleri kalındı. Avazları çıktığı kadar ağlıyorlar, işte kabalaşan elleriyle yüzlerini kapamaya çalışıyorlardı. Gürültülerinden, hıçkırıklarından hiddetlenmiş, hepsini ihtiyattaki taburun askerlerine vermişti. Onlar da aralarında taksim ettiler. Her takıma birer tane düşüyordu. Çırçıplak soyup, şarap içirtip hora teptirerek sabaha kadar eğlendiler. Radko, sabahleyin geçerken atının üzerinden yolun kenarındaki hendekte bu kızların süngülenmiş ölülerini görmüştü... Kendisine layık kız burada, Serez’de idi. En güzellerinden üç tane ayıracak, savaşın nihayetine kadar öldürmeyip keyif çatacaktı. Bu üç güzel Türk kızının hayali gözünün önünden gitmiyor, onların kollarında bulacağı zevki ne Paris’teki aktrislerin, ne de Sofya’daki şantözlerin balina, kauçuk, helyotrop kokan şüpheli lezzetine benzetemiyordu. Ezeli ve görülmez bir sır içinde gizli gizli büyüyen bu kıymetli çiçeklerin kokulan başka, başka, pek başka olmalıydı...

Cami tarafından çete reislerinin birkaç askerle konuşarak geldiklerini gördü. Bu reisler çok saçlı, silahlanmış heriflerdi. Hepsi “Balkaneski”yi tanırlar, ona karşı korku ile karışık muhabbet, dehşet ile karışık bir saygı beslerlerdi. Sofya’ya giden bir Makedonyalının onu görmemesi imkânsızdı. Makedonya Komitasının bu korkunç müfettişi adam kesmekten hoşlanmazdı. Öldüreceği, laf söyleteceği adamı diri diri fırına kor, gözünün önünde yakardı. En kaşarlanmış, birden fazla öldürmüş çete reisleri bile, Balkaneski’nin cehennemi andıran fırını karşısında kalplerinin ürperdiğini duyarlar, onun soğukkanlılığından titrerlerdi.

Komitaların konuşarak merdivenden çıktığım işitti. Pencereden ayrıldı. Koltuğun önündeki yeşil çuha örtülü masaya dayandı ve bekledi. Bu onun resmi vaziyetiydi. Kapı vurulunca:

— Giriniz! dedi.

Bunlar on iki reis idiler. Gülerek hepsinin ellerini sıktı. En yaşlıları olan ak sakallı Dimço’nun, bu tamam yarım asır hiç dağdan inmemiş olan ihtiyar katilin omuzunu okşadı ve yanma oturttu. Hizmetçi neferin3 koridordan getirdiği sandalyelere oturarak hepsi masanın etrafına toplandılar. Tüfekleri kucaklarında duruyordu. Nefer dışarı çıkıp kapıyı kapayınca, Radko ayağa kalktı. Elini masaya dayadı:

— Sizi niçin çağırttım, kardeşler, dedi, biliyor musunuz? Önemli işlerimizi görüşüp karar altına almak için.

Ve girişe falan lüzum görmeksizin serbest ve büyük adamlara özgü bir akıcılıkla hal ve durumu açıklamaya başladı. Serez önemli bir yerdi. Özellikle konsoloslar... Yapılacak operasyon bu hain ve ahlaksız Avrupalıların gözlerine görünmemeliydi. Şimdi hemen ne kadar zengin varsa hepsi bir binada toplatılacaktı.

Şehrin en büyük fırını hazırlanacak, yüksek mahkeme için lüzumu olan sandalyeler, büyük masa, kırmızı örtü, İncil, ip, zeytinyağı, kerpeten, ustura, şiş vesaire gibi şeyler oraya götürülecek, vakit geçirmeden işe girişilecekti. Zenginlerden paraları tamamıyla alındıktan sonra umumi yağmalara izin verilecek, şehrin Türk kızları askerlere dağıtılacak, askerlerin arasında kavgaya, rekabete meydan vermemek için mahalleler bölük dairelerine ayrılacaktı. Her bölük kendi dairesindeki kızları, bir hafta sıra ile alıkoyacak, bu esnada kimsenin münasebetsizlik etmemesine komiteler tarafından tertip olunacak devriyeler dikkat edecekti.

Kızların yanında bütün gece kalmak, rakı, şarap içmek yasaktı. Bir nefer bir kızın odasında bir saatten ziyade duramayacak, işini bitirdikten sonra sırasını bekleyen askere bırakacaktı. Sekiz yaşından aşağı kızlara dokunulmayacak, bunların çirkin, zayıfları öldürülecekti. Güzel, kuvvetlileri toplanıp vaftizlenerek Bulgaristan’a gönderilecekti. Yalnız çok ihtiyarlar, Hıristiyan olurlarsa sağ bırakılacaktı. Bir yaşından altmış yaşma kadar erkek, sekiz yaşından kırk beş yaşına kadar bütün kadınlar, kızlar, cesetleri meydanda kalmamak üzere sessizce kesilecek, geceleri merkez taburundan çıkarılacak angaryalar vasıtasıyla, yine iki komite reisinin gözetimi altında şehrin dışarısındaki hendeklere gömülecekti. Ak sakallı Dimço poturunun cebinden, otuz sene evvel pusuya düşürdüğü bir Türk beyinin kuşağından alarak yadigâr sakladığı gümüş tabakayı çıkardı. Kalın sigarasını sararken Balkaneski’nin lafını kesti:

— Affedersiniz, gospodin4, dedi. Ufak çocuklardan, kadınlardan ne istiyoruz? Biz muharebe ettik. Buralarını aldık. Onların canlarını bağışlamalıyız. Onlar bize silah atmadılar. Hem zaten artık burada oturamazlar, hep muhacir olurlar, yarın savuşup giderler...

Merkez kumandanı gülümsedi. İhtiyarlıktan, yani zaaftan nefret ederdi. İnsanlar ihtiyarladıkça, ölüme yaklaştıkça pek tabii bir değişim olayından başka bir şey olmayan ölümü sevmezler, vukuuyla mutlaka diğer bir hayatı başlatan ölümden çekinirlerdi. İşte bu ihtiyar Dimço da yılların üzerek yıprattığı sinirlerini; hastalanmış, kanı kurumuş gevşek kalbini dinliyordu. Hâlbuki genç olsaydı... Onun gençlik hikâyelerini bilirdi. Eski Rus-Türk muharebesinde Samakov’dan çekilen Türkleri çevirmiş, hâlâ belinde taşıdığı bu iğri ve kısa pala ile kadın, erkek, bir tane kalmayıncaya kadar, öküzleriyle, atlarıyla, arabalarıyla beraber doğramış, parçalamıştı. Arkasına dayandı. Sabit gözlerini Dimço’ya dikti. Kollarını geniş, fırlak göğsünün üstüne çaprazvari koydu. Gülümseyerek:

— Sen bunamışsın Dimço Kaptan, dedi, doksan üçte Samakov muhacirlerini niçin kestin? O vakit niçin kestinse bugün de onun için keseceksin. Merhamet, dantela, küpe, fistan, bilezik gibi, elmas gibi, kadınlara yakışır. Merhamet hakiki bir erkeğin üzerinde pek çirkin durur. Onu alçaltır. Biz, büyük Bulgaristan için çalışıyoruz. Büyük Bulgaristan'ın içinde düşman kalmamak. Altmış yaşını geçmiş erkeklerin, kırk beşini geçmiş kadınların çocukları olmaz. Onlar kum basmış tarlalara benzerler. İşte büyük Bulgaristan’a düşman yetiştirmeyecek olan böylelerini Hıristiyan yapıp bırakacağız. Sekiz yaşma kadar olan kızları Bulgaristan’a gönderip köylere, papazlara teslim edeceğiz. Hepsi Bulgar olacak. Düşünmek ister. Biz çocuklan kesmeyeceğiz. Genç bir kadın, kanundan on beş tane düşman çıkarabilir. Bir genç kadını yahut bir kızı öldürmek on beş düşman birden öldürmek demektir. Eğer Türkler buralarını aldıkları vakit ihtiyarlarının laflarını dinleyip hepimizi kesselerdi bugün bir Bulgaristan olacak mıydı? Biz böyle onları önümüze katıp kovalayabilecek miydik? Yanıldılar. Fırsat ellerindeyken kadınlarımızı, çocuklarımızı kesmediler. Kesilmeyen Bulgarlar çiftleşe çiftleşe çoğaldılar, kuvvetlendiler. Merhametli, yani zayıf hâkimlerinin altından kalktılar. İşte şimdi de tepesine bindiler.

Öteki çete reisleri Dimço Kaptan gibi cahil değildiler. Hepsi gazeteleri anlayarak okur, siyasi akımları bilen, ideali hakkıyla duymuş, aydın kahramanlardı. Boyunlarındaki cephane çantasında Avrupa’nın Bulgaristan’a dair son neşrettiği kitaplar bulunurdu. Hatta içlerinde dört tanesi darülfünunun6, hukuk ve tabii ilimler şubesinden mezundular. Tahsillerini Lozan’da bitirmişlerdi. Radko Balkaneski onlara döndü. Kollarını masaya dayadı. Laflar ağzından görünmez, sönmez bir alev gibi çıkıyor, ciddi bir sessizlik ile dinleyen komitacıların sanki gözlerinden, kulaklarından, burunlarının deliklerinden geçerek kalplerinin, ruhlarının en karanlık derinliklerine giriyor, orada zehirli kıvılcımlar parlatıyordu.

— Dikkat ediniz kardeşler, dikkat, diye devam ediyordu, yüksek meclisin kararma aykırı bir şey yapmayasınız! Katliam sosyal bir ilaçtır. Sosyal vücutlarda organik vücutlar gibi aynı kanunlara tabidir. Bir hastayı tedavi ederken fena mikropların vücutta kalmasına müsaade etmek, onların yeniden üreyip hastayı öldürmesini istemek demektir. Bir memleket alındığı vakit yabancı bir unsurun kalmasına müsaade etmek de, bu mağlupların galiplerine karşı besleyecekleri pek tabii olan kin, garezle silahlanarak üremelerini, bir gün vatanın en zayıf zamanında kalkıp intikam almalarını istemek demekten başka bir şey değildir. Biz bu hatayı yapmayacağız.

Medeniyet, insaniyet merhamet gibi boş, manasız olmaktan ziyade, zararlı olan yalanlara inanmayacağız. Kalbimizle, sinirlerimizle değil; beynimizle, fikrimizle hareket edeceğiz. Bakınız İspanya’ya, işte onlar vatanlarım kurtardıkları zaman içlerinde hiç yabancı bir unsur bırakmadıklarından bugün ne kadar rahat yaşıyorlar. Bir Arap tehlikesi onları asla tehdit etmiyor, etmeyecek. Çünkü İspanya’da örnek için, müzeler için olsun bir tek Arap bırakmamışlardır. Sonra Türklere bakınız. Bu heriflerin aptallıkları o derecededir ki, yalnız etnografyanın esaslarım kabul etmemekle kalmazlar, dünyada “kavmiyet, milliyet” gibi bir şey olduğuna da inanmazlar. Kendilerinin milliyetçilerini bile şiddetle inkâr ederler. Tarihleri, Cengiz gibi, Hülâgu gibi en büyük imparatorlarına küfürlerle doludur. Bu milliyetsizlik yüzünden edebiyatsız, sanalsız, medeniyetsiz, kuvvetsiz, ailesiz, ananesiz kalan Türkler, tabii en basit hakikatlere de akıl erdiremiyorlardı. Nasılsa ellerine geçirdikleri yerlerdeki kavimleri temizlemediler. Onları yutmadılar. Türk yapmadılar. Hatta “reaya” diye en geniş hürriyetleri verdiler. Hıristiyanlara verdikleri bu reaya kelimesinin manası ne demekmiş biliyor musunuz? “Hürmet edilecek adamlar” demekmiş. Asırlarca evvel yaptıkları budalalıkların cezasını bugün görmeye başlayan bu sersem Türklerin hali, işte bize bir derstir. Onların şimdiden sonra da bir şey anlamayacakları bu derslerden biz istifade edeceğiz. “Kavmiyet, milliyet” diye bir şey olduğunu Türklerin sözde en üyük adanılan olan Mithat Paşa bile bilmiyordu. İlk Bulgar ihtilallerindeki kavmi iştiyaka, milli manaya akıl erdiremiyor, bu yüce hareketi ekonomik sıkıntılar gibi şeylere bağlayarak Anadolu’nun parasıyla bizim topraklarımızı imara, caddeler, mektepler, kiliseler açmaya çalışıyordu. Hâlbuki bizim en küçük bir köy hocamız bile etnografya konusunu bilir.

Dimço Kaptan pek iyi anlayamadığı, bu sözlere kulak vermeyerek soyulmuş bir kaplumbağaya benzeyen yuvarlak elinin kalın, kambur parmaklarıyla beyaz sakalını karıştırıyor; ötekiler, fen, hakikat ilahının zekâ ile sevişmesinden doğmuş yeni bir mesihi dinleyen genç, dinç havariyun7 gibi ciddi, sakin duruyorlardı. Radko Balkaneski, evet, bu yeni mesih büyük, parlak gözlerini kırpmadan, yeni bir hakikat İncilini ezberden okuyordu. “Kuvvet” dinini havariyununa söylüyordu: Hak yoktu. Her şey kuvvetti. Ezemeyen ezilecek, öldüremeyen ölecekti. Tabiatın değişmeyen, asla gizli kapaklı olmayan yüce kanunu zayıfın düşmanıydı. Bütün kâinat bir mücadeleden ibaret değil miydi? Ölümden hayat çıkıyordu. Yutulan zaaflardan kuvvet doğuyordu. Avrupalıların yalanlarına, boş görüşlere, sosyalistlik hülyalarına aldanmamalıydı. “İnsaniyet” fikri dünyanın en büyük, en münasebetsiz, en eski, en rezil bir saçmasıydı. Hıristiyanlıktan evvel, bir veba gibi bazı dimağlara girmiş, birçok milletlerin, birçok toplumların mahvına sebep olmuştu. Bugünkü Avrupalılar laf söylerken başka, iş yaparken başka idiler. En büyük bir Avrupalı, en büyük bir Alman, Prens Bismarck harp zamanında ne yapardı? Fransız köylülerini doldurduğu evlere ateş verdirerek hepsini canlı canlı yakar, onların çığlıklarım en latif bir konser gibi dinler, sonra etrafa savrulan alevli dumanlan koklayıp gülerek piposunu çeker, “Bu Fransız köylüleri kavrulmuş soğan kokuyor!” diye eğlenmez miydi? Beyaz bayrak çeken kalenin üzerine top atmadılar bahanesiyle generallere darılmadı mıydı? Teslim olan Fransız askerlerini açlıktan öldürtmez miydi? Onları sularda boğdurtmaz mıydı? “Fransızı biraz kazıyınız, altında Türk bulacaksınız.” diye düşmanlarını aşağılayan Bismarck, bu hakikaten bir dâhi olan büyük adam barış zamanlarında da, harp zamanlarında da yalnız kuvvete inanıyordu. Beyninde merhamet, insaniyet gibi sakat, muzır haller yoktu. Düzenli Fransız askerlerine hiç aman verilmemesini, sivil ahaliye de mümkün olduğu kadar fenalık yapılmasını emrederdi. Kendi büyük ruhunun büyük kuvvetini bütün milletinde aynıyla göremediği için cam sıkılır:

— Ah bu bizim Almanlar! Fransızları öldürüyorlar, ama ............................ istekle öldürmüyorlar! derdi.

Fransızların Alınanlardan aşağı kalır yerleri yoktu. Afrika’da esir aldıkları Arapların kafalarım tıraş ediyorlar, boğazlarına kadar kuma gömerek güneşte, öğle güneşinin ışıklan altında bırakıyorlar, çabuk ölmesin diye ara sıra üzerlerine su döküyorlardı. İngilizlerin yaptığı katliamlar sayılamazdı. Bu ciddi, akıllı millet, bıçağının altına giren mağlubun hiçbir şeyine, ne asaletine, ne güzelliğine, ne ihtiyarlığına, ne çocukluğuna bakardı. Bu sayede değil miydi ki, şimdi dünyaya, bütün dünyaya hükmediyorlar.

Sonra işte Çin seferi. Oraya hem Alman, hem Fransız, hem İngiliz, hem Rus bölükleri gitmişti. Ne yaptılar? Hep yağma, hep katliam... O kadar ki, resmen ordunun arkasından bir sürü Yahudi geliyor, bu Avrupalıların yağma ettiği şeyleri satın alıyordu, medeni Avrupalılar evleri boşaltıyor, mabetleri yıkıyorlar, binlerce yıl yerlerinde uzun, vakasız asırların geçtiğini görmüş, rahat rahat uyuyan tunç putları kırıyorlar, arkadan gelen Yahudilere satıyorlardı. Bu sefer esnasında Avrupa ipekli kumaşla dolmuştu. Altına, gümüşe dair, yürüdükleri yerde hiçbir şey bırakmadılar. Pekin ile civarında kız oğlan kız kalmadı. İstila muharebesi edilmediği halde kendilerini hiç müdafaa etmeyen zararsız ahali süngüleniyor; asker, süngülemekten yorulup şikâyet edince, bu ömründe eline silah almamış kör bir tavuk kadar korkak ahalinin nehirlere atılıp boğulması için emirler veriliyordu. Bu sefere iştirak eden bütün askerlere yağma edilen şeyler payından yüzer frank verildi. Sonra İtalyanlar... Uzağa gitmeye hacet yok. Bunlar daha geçen gün Trablus vahasını nasıl birkaç saat içinde temizleyivermişlerdi.

Radko nutkunu uzattı. Söyledi, söyledi, inkâr edilmez bir tarzda en akli, maddi delillerle, tarihi, ilmi misallerle insaniyet fikrinin boşluğunu, fenalığım, bir cemiyet için ne kadar korkunç müthiş bir tehlike olduğunu anlattı. Avrupalıları hiç sevmiyor, onlardan nefret ediyordu: “Ah bunlar... diyordu, kendilerinden başka kimsenin kuvvetlenmesini çekemezler...” Onun için konsoloslardan çekinmek lazımdı. Konsoloshanelerin kıyafetleri değiştirilen, Türk elbisesi giydirilmiş nöbetçileri çıkarılacak, daima bunlar gözaltında bulundurulacaktı. Zira mutlaka bir fitne yapmaya çalışacaklardı.

Vakit geçiyordu. İşte Serez’e gireli iki saat olmuştu. Daha işe başlanmamıştı.

— Haydi kardeşler, dedi, çabuk olalım. Defterlerinizi çıkarınız. Bugünkü programımızı yazalım. İntizam, birlik hem işimizi kolaylaştırır, hem bizi yormaz.

Dimço Kaptandan başka hepsi çantalarından birer kurşunkalem, birer defter çıkardılar. Radko kendi defterine evvela bir maddeyi yazıyor, sonra okuyarak onlara yazdırıyordu:

1-    En büyük iki fırın yarım saate kadar yakılıp hazırlanacak. Buna Dimço Kaptan memur. Yüksek mahkemeye lazım olan şeyler orada bulunacak.

2-    En zenginler yarım saat içinde ayrı bir binaya toplanacak. Bu binayı merkez taburundan bir takım bekleyecek.

3-    Camilerin içindeki bütün eski halılar, antika seccadeler, kıymetli levhalar büyük, cesur çarımıza, Ferdinand’a aittir. Hepsi ilk vasıta ile Sofya’ya gönderilmek üzere merkez kumandanlığına getirilecek.

4-    Şehrin en meşhur büyük camii olan Sultan Camiin mümkün olduğu kadar süratle minaresi yıkılacak.

Kapışma “Prens Boris Kilisesi” levhası asılacak. Kubbenin üzerindeki hilal indirilecek yerine Bulgar arması takılacak.

Gazi Evrenos Camiine halkalar mıhlanarak ordu mekkârelerine ahır, Halil Paşa Camii domuz pastırmalarına depo olacak. Katakoz, Süleyman Efendi, Tar-huncu Muhiddin camileri, lüzumları olmadığından, ta temellerinden yıkılacak. Yarın sabah duası papazlar tarafından bu yeni “Prens Boris Kilisesi”nde yapılacak.

5-    Her çeteye yardımcı olarak ikişer manga asker, birer süvari posta neferi verilecek.

6-    Yukarıdaki maddeler uygulanmadan evvel, Türk mahallelerinden çabucak yetmiş seksen kadar kadın soruşturma için toplanacak, ilk yanan fırına getirilecek.

Radko ayağa kalktı:

— Haydi kardeşlerim. Çabuk olalım, vakit nakittir, dedi.

Komitalar da kalktılar. Radko ayakta çağırttığı genç bir Çingene kadar siyah suratlı yaverine, çetelere karıştırılacak mangalar, süvariler için emrini verdi. Dimço çıkarken döndü:

— Kusura bakma gospodin Balkaneski, diye gülümsedi, kadınlara ne soracaksınız? Zenginlerin kimler olduğunu biz biliyoruz, hepsini toplarız. Paralarım bizden saklayamazlar.

Radko hiddetlenerek cevap verdi:

— Sen bunamışsın. Sen bir tarafa çekil de rahatına bak, kadınları para tahkiki için toplamıyorlar. Orduda generaller, miralaylar, kumandanlar var. Onlara yarın gece kız lazım, kadın lazım, eğlenme lazım. Neferler, onbaşılar, çavuşlar, subaylar keyif çatsınlar da onlar Katolik papazları gibi pineklesinler mi? Şehrin en güzel kızları onlara ayrılacak. Ey, şehrin en güzel kızlarının hangileri olduğunu nasıl bileceğiz. Her mahalleden gelecek kadınlara soracağız. Ona göre ayırıp tertip edeceğiz. Tabii her şeyde intizam, her şeyde sıra ve saygı gerek.

Dimço Kaptan sesini çıkarmadı. Selam verdi. Kapıdan çıktı. Yavaş yavaş vazifesinin başına, fırını yaktırmaya yollandı.

Radko yalnız kalınca yine yaverini çağırdı. Ona birçok emirler yazdırdı. Yardımcısına haber gönderdi, onu da askerlerin, kışlaların emniyet altına alınmasına memur etti. Sonra şapkasını giydi, kılıcı sürükleyerek, sol elini kalçasına götürdü. Dışarı çıktı. Merdivenlerden indi. Koridordaki verilen selamlan görmüyorlar. Caddeden geçti. Hükümete girdi, yaveri çamurlu, tozlu bir gölge gibi daima arkasından geliyordu. Kumandalım yanma gitti. Serez’in yeni mutasarrıfı, kendisi kadar meşhur Rayefle yeni jandarma kumandanı çete reislerinden Zankof, polis müdürü Lapof da orada idiler. Katliamın programım hep birlikte kararlaştırdılar.

Teşrinievvelin yirmi sekizinde Mutasarrıf Rayef, “On sekiz yaşından kırk beş yaşma kadar olan Müslümanlar akşamüzeri alaturka on buçukta hükümete müracaatla isimlerini kaydettirsinler. Kaydolmayanlar ceza görecek,” diye sokaklara bir ilan yapıştırtacak ve tellal çağırtacaktı. Katliamdan şüphelenmeyen ahali hükümetin avlusuna ve caddeye toplanacaklardı. Toplananların adedi dokuz-on bini geçince bir silah patlatılacak ve hemen “Türkler bir Bulgar zabiti vurdular,” şayiası çıkarılacaktı. Ondan sonra parolayı bilen askerler, jandarmalar, polisler bahçenin içindekileri hep kurşuna dizecekler, sokaktakileri köşelerden çevirip kılıçlayıp konsoloslar görmesin diye gizli gizli kesmek -esasen uygun idiyse de- başa çıkılacak bir iş değildir. Radko, arkadaşlarıyla bütün kararlarını birleştirdikten sonra durmadı, oradan çıkıp merkez kumandanlığı dairesine dönerken kapıda dimdik, iri bir süvari neferi karşısına geldi. Eli şapkasında:

— Dimço Kaptanın yaktırdığı firma elli tane kadın getirildi, dedi, on dakikadır sizi bekliyorum kumandan...

Radko, daima arkasından gelen yaverine döndü, atını istedi. Zaten hayvanlar kumandanlık binasının köşesinde duruyor, önlerine dökülen bir çuval arpayı yiyorlardı. Önüne getirilen ata bir cambaz çevikliğiyle atladı, süvari neferine:

— Haydi ileri geç... Fırına... dörtnala... dedi.

Hükümet Caddesinden, Maarif Kahvesinin önünden dörtnala geçtiler. Yoldaki eşkıyalar, askerler duruyorlar, pek iyi tanıdıkları mayor8 Balkaneski’yi selamlıyorlardı. Kapalıçarşı’dan çıktılar. Bazı dükkânları açık caddeden sola saptılar. Süvari neferi büyük bir kapının önünde atını durdurdu. Hemen yere indi.

Daima eli şapkasında:

— Burası kumandan... dedi.

İçeriden ince iniltilerle karışık acıklı bir uğultu çıkıyordu. Radko hayvandan atladı. Kapıdan girdi. Bu fırın, hiç çarşı fırınlarına benzemiyordu. Genişti. Yüksek tavanları sarıya boyanmıştı. Büyük ve yüksek ocağı ta nihayetinde idi. Üst kısımları açılmış kepenklerden bol bir aydınlık taşıyor ve her tarafı dolduruyordu. Türk kadınları alacalı bir ipek kumaş gibi köşeye birikmişlerdi. Yaşlılarını ayırıyorlardı. On bir tane kırk yaşından fazla çıktı.

Bu yaşlıları kapının arkasına yığdılar. Geriye kalanların içinde on sekiz yaşında kızlar, kundaktaki çocuklarına meme veren genç ve taze analar bulunuyordu. Radko, bunlara gülerek ve yavaş yavaş:

— Görüyorsunuz be hanımlar, dedi, içerisi sıcak. Size bazı şeyler soracağım. Terlemeyesiniz. Haydi hepiniz esvaplarınızı çıkarınız. Soyununuz. Fistanlarınızı, gömleklerinizi, donlarınızı, çoraplarınızı atınız. Çır-çıplak kaimiz. Hamama girecekmiş gibi... Ağanızın koynuna girecekmiş gibi... Üzerinizde yalnız saçınız kalsın... Çırçıplak.. Çırçıplak... Haydi haydi...

Ömürlerinde kocalarından, babalarından, kardeşlerinden başka kimseye yüzlerini açmamış olan bu kadınlar, bu korkunç emre itaat edemiyorlardı. Komitalar dipçiklerle vuruyorlar, çarşaflarım, yeldirmelerini yırtıyorlar, fakat bir tane olsun soyamıyorlardı. Bu münasebetsiz direnişe Radko’nun canı sıkıldı. Hiddetlendi. Fırlak ve al yanakları titremeye başladı. Neye yoruluyorlardı? Yorulmaya ne hacet vardı? Mademki fırın yanıyordu. İçlerinden bir tanesini yakınca öbürleri korkacak ve asla karşı gelemeyeceklerdi.

— Durunuz, boşuna uğraşmayınız, vakit geçiyor, dedi.

Ve komitalar kendinden tarafa dönünce ilave etti:

— Soyunmaya razı olmayanlardan bir tane çekin, buraya getirin.

Izbandut gibi iki iri komita, kümeden tuttukları bir kadını sürüklediler, Radko’nun karşısına getirdiler. Bu, balıketinde, kumral ve genç bir hanımdı. Ancak yirmi-yirmi beş yaşlarında tahmin olunabilirdi. Yırtılan yeldirmesinin altından kurşuni yünden yapılmış alafranga giysileri görünüyor ve kucağında kundaklı bir çocuk tutuyordu. Radko, bir yıldırım gibi gürledi.

— Eziyet etme be karı!..

Komitalar geriye çekildiler. Masanın önünde yalnız kalan kadın titriyor, hıçkırarak kucağındaki yavrusunu sıkıyor, sıkılan ve ürken çocuk, avazı çıktığı kadar bağırarak ağlıyordu. Bu çocuğun gürültüsü Radko’yu büsbütün hiddetlendirdi. Ayağa kalktı. Kadının karşısına giderek sordu:

— Söyle, soyunacak mısın?

Kadın yere kapandı. Öpmek için ayaklarını tutuyor, yaşlanmış yüzünü, dağılan saçlarım onun boyasız ve tozlu çizmelerine sürüyordu. Çocuk daha şiddetli haykırıyor, fırının içini gürültüye boğuyordu. Radko dayanamadı. Ani bir hareketle eğildi. Bu susmayan çocuğu anasının kucağından kopardı. Firma doğru döndü. Gözleri dönen kadın, Radko’nun beline sarılıyor:

— Allah’tan kork, Allah’tan kork... diye yalvarıyordu.

Radko, bu narin kadının başına dehşetli bir yumruk indirdi. Yere devirdi ve:

— Allah benden korksun... diyerek hâlâ susmayan çocuğu ocağın içine fırlattı.

Birden çocuğun sesi kesildi. Fakat fırının içindeki kadınların hepsi birden ağlamaya, bağırmaya başladılar. Evladının alevler içinde kaybolduğunu gören ana, yaralanmış dişi bir kaplan süratiyle Radko’nun boğazına atıldı. Zayıf parmaklarıyla onun yakasını yırttı. Komitalar susturmak için kadınların araşma girerek kafalarına, gözlerine vuruyorlar, hepsini al kana boyuyorlardı. Radko, kuvvetli kollarıyla, boğazına sarılan, kendisini boğmak isteyen bu zayıf kadım büktü. Altına aldı. Komitalardan üçünü adlarıyla çağırdı. Bunlar yere yatırdıkları kadının giysilerini, gömleklerini, donunu yırttılar, kopardılar. Sonra Radko hâlâ soyunmayan kadınlara dönerek zehirli bir sesle:

— Dikkat ediniz be karılar! diye haykırdı. Bize boşuna eziyet vermeyin. Laf dinlemeyen idam olunur Şimdi bakın soyunmayan ve karşı gelen bu kaltağı nasıl pişireceğiz. İbret alınız. Sonra hepiniz böyle olursunuz!..

Bu sesin tüyleri ürperten dehşeti kadınları, hatta komitaları bile buz gibi dondurdu. Dimço Kaptan ocağa bakmıyor, yüzünü kapı tarafına çeviriyordu. Radko, masanın üzerinden bir ustura aldı. Kebap yapılacak kestaneleri nasıl çatlamasın diye yararlarsa, o da fırında yakacağı adamın vücudunu öyle yarardı. Yanlma-mış bir adam çabuk yanmazdı. Halbuki yarılırsa bir cızırtı çıkararak, çabucak tutuşur, mavi ve sincabi bir buhar bırakarak kül oluverirdi. Bu mavi ve sincabi buhar... Radko onun manzarasından ziyade kokusunu severdi. Ve bu koku, yakılan adamın milliyetine göre değişiyordu. Radko çok dikkat ve tecrübe etmişti. Hatta şimdi yakılan bir adamın uzaktan kokusunu duysa hangi milletten olduğunu yanılmadan söyleyebilirdi. Bulgar köylüleri kavrulmuş sarımsak, Sırplar yanmış patates, Rumlar kızartılmış balık ve şarap kokusu çıkarırlardı. Henüz bir Alman, bir İngiliz, bir Fransız yakamamıştı. Onların kokusunu bilmiyordu. Fakat Türk-ler... Balkan’ın bu en kuvvetli ve kanlı adamları keskin bir süt, bir tereyağı kokusu neşrederlerdi.

Mahkûmu soyup bağlayan komitalara:

— Arkasını çeviriniz, dedi, kımıldamasın, sıkı tutunuz!

Elleri bağlı ve çıplak kadın, gözleri kapalı, inliyordu. Kendini kaybetmişti. Arkası çevrilince, Radko elindeki ustura ile çatlatacağı bu canlı yemişe baktı. Gür ve dağınık saçlarla örtülü sırt kısmı, geniş kalçalarının üzerinde küçük ve nispetsiz kalıyordu. Tüysüz ve lekesiz bacakları beyaz ve parlaktı. Ocağın alevleri satıhlarına aksediyor, pembe ve uçucu gölgeler titretiyordu. Radko, usturayı bu pembe akislerin üzerine vurdu. İki büyük haç yaptı. Belden başlayan haçların ucu baldırların üstüne kadar iniyordu. Kadın, etine giren, sinirlerini koparan, kemiklerine dokunan keskin ve müthiş usturanın acısıyla haykırdı ve çırpınmak istedi. Lâkin katilleri onu sımsıkı tutuyorlardı. Fışkıran kanı yere düşüyor, Radko giysileri kirlenmesin diye geri çekiliyordu.

— Çeviriniz, çeviriniz, kamun çeviriniz! dedi.

Gözleri fırlayan mahkûm son kalan kuvvetini kısık sesine veriyor:

— Allah, Allah, Allah!., diye kıvranıyordu.

Radko gülerek:

— Allah benim, Allah benim! diye kurbanına cevap veriyordu.

Kanlı usturayı şiş ve süt dolu memelerin üstünden ufki olarak geçirdi. Sonra daha çabuk bir hareketle bu keskin ve kırmızı aleti zavallı kadının rahmine soktu. Ve yukarıya doğru o kadar hızlı çekti ki, bir anda yanlan kanundan mide ve bar s aklar, kırmızı ve kaim ip yumaklan halinde dışarı fırladı. Radko, iki adım geriledi, cebinden çıkardığı mendille ellerine bulaşan kanlan silerek haykırdı:

— Haydi, çabuk, içeri!

İki komuta mahkûmu kollarından, bacaklarından tutarak fırına soktular. Alevlerin binlerce kırmızı ve görünmez ejderha dilleri gibi sardığı canlı et yığınından pembe bir buhar, mavi ve sincabi bir duman çıktı. Feci ve acul bir cızırtı başladı. Radko, sandalyesine oturarak gözlerini ocağa dikti. Sincabi duman, vücudu göstermiyordu. Ve o koku... O süt ve yağ kokusunu Radko şimdi duyuyor, gayet tatlı ve hayali bir sütlü kahve içiyormuş gibi derin derin kokluyordu.

Cızırtı bazı azalarak, bazı yeniden birdenbire ateş almış gibi şiddetlenerek devam ediyordu.

Bu cehennemi sahneyi gözlerini kapayarak görmeyen kadınlar cızırtıyı işitmemek için kulaklarım, boğucu kokuyu duymamak için burunlarım kapayamıyorlardı. Hepsi akıllarını, dillerini kaybetmişler, hepsinin sesleri kesilmişti. Radko tekrar soyunmalarım emretti. Bu sefer kimse karşı gelemiyordu. Bütün bu kadıncıklar, mihaniki tereddütlerle, yavaş yavaş soyundular. Çırılçıplak kaldılar. Radko bu kati itaatten memnun ve rahat, masasına dayandı. Cebinden bir kâğıt çıkardı. Bu kâğıda üç eşit çizgi çekti. Baştaki haneye “beyaz”, İkinciye “kumral”, üçüncüye “esmer” yazdı. O daima “Rakam yalan söylemez” der, bütün Bulgarlar gibi, bütün tedbirli ve ciddi adamlar gibi en büyük hakikatin ancak oran ve istatistikte bulunacağına inanırdı. Selikavi ve şuursuz ve ısrar ile ellerini tesettür yerlerine örtü yapan kadınlar onar onar, karşısına getiriliyor ve yan yana diziliyordu. Evvela hepsinin kollarım yukarı kaldırıyor, bacaklarını sağa sola açtırıyordu. Soma her birine, ayrı ayrı şehrin en güzel kızlarından üçünün adını soruyordu. Mahallelerini, evlerinin numarasını, babalarının kim olduğunu öğreniyordu. Bu alapompei tahkikat bir saatten fazla sürdü. İfadesini verip söyleyeceği kalmayanlar fırının arkasındaki geniş ambara, sarhoş komitaların kucağına gidiyordu. Komitalar bu meme, karın, bacak, baldır, saç tufanının içinde şaşırıyorlar, ne yapacaklarım bilmiyorlar, korkunç bir “sadizm” hezeyanına uğrayarak en iğrenç, akla gelmez fanteziler icat ediyorlardı; bu fantezilerden “canlı çukur” dedikleri en müthişiydi. Evvela yere şişman bir kadın yatıyor, onun üzerine beğendikleri diğer ikinci bir güzel kadım arkası üstü çapraz uzatıyorlardı, bu kadım da ellerinden, ayaklarından birer kadına tutturuyorlardı. Sonra sıra kendisinin olan komita yaklaşıyor, çıplak ve fırlak kanun ta ortasına, göbeğin biraz aşağısına küçük kasaturayı saplıyor ve hemen çıkarıyordu. Soma koyu kırmızı bir kan fışkıran bu küçük deliğin üzerinde nefsini körletiyor, zavallı çırpman, haykıran kadının karnında, kanlı barsaklarının arasında, hayvanlığının en iğrenç, en pis ve çirkin ateşlerini söndürüyordu.

Karınlarına delik açılan kadınlar hiç yaşamıyorlar, bir-iki saat içinde inleye inleye, kıvrana kıvrana ölüveriyorlardı.

Radko, en güzel kızların isimlerini yazdığı cetveli süzdü. Beyaz hanesinde adı en ziyade tekrarlanan “Lâle Hanım, Hacı Hasan Beyin kızı” idi. Kumral hanesinde “Naciye Hanım, Müderris Ahmet Efendinin kızı”, esmer hanesinde “İclâl Hanım, Kadri Ağanın kızı.” Hangisini seçecekti! Bir kere esmer istemiyordu. Çünkü hemen bütün Bulgar kızları esmerdi. Kumraldan da bıkmıştı. Sofya’yı dolduran şantözlerin de hemen hepsi kumraldı. Beyaz... Beyazı düşündü. En güzel, bu beyaz hanesindeki Lâle olmalıydı. İşte en çok ismi tekrar olunmuştu. Hatta bir kadın “Dünya güzeli Lâle Hanım,” demişti. Bu kim bilir nasıl bir kızdı? Hayalinde ansızın masalların anlattığı bir harem dairesi canlandırıyor, orada büyük ve ipek perdeler arasından yumuşak divana uzanmış beyaz ve çıplak bir kız görüyordu. İşte her yabancı ve ecnebi gözden uzak, gölgeler ve ipekler içinde adeta bir peri gibi büyümüş olan bu nefis Türk kızı bir saate kadar kendisinin olacaktı. Kollarım masanın üzerinden çekti. Ellerini pantolonunun ceplerine soktu. Sırıttı. Bacakları, göğsü, koltuklarının altı, her tarafı kaşınıyordu. Bir an öyle durdu. Bu tatlı ve şiddetli kaşıntıları dinledi. Bir saat somaki saadetin hülyası sanki damarlarındaki bütün kanlan fışkırtmış, altüst etmişti. Cebinden çıkardığı sol eliyle burnunu kaşıdı, soma saçlarını, ensesini... Ve birden ocağın dibinde bitmez tükenmez çubuğunu çeken Dimço’ya döndü:

— Kaptan, haydi kalk, gayet çabuk Hacı Hasan Beyi benim yanıma getireceksin. Ben merkeze gidiyorum. On dakikaya kadar... Evinin kapışma iki nöbetçi bırakacaksın. Kimse dışarı çıkmayacak. Haydi, gayet çabuk...

Hızla ayağa kalktı. Arkadaki ambardan gelen haykırışmaları hiç işitmiyor gibiydi. Kapıya yürüdü. Dışarı çıktı ve bekleyen atma bindi. Demin koşa koşa geldiği yerlerden şimdi yavaş yavaş geçiyordu. Birçok dükkânlar açılmıştı. Ahali duruyor ve kendisini selamlıyorlardı. Fakat o hiç etrafım görmüyordu. Gözlerini eyerin kuburluklarıyla atın doru boynundan çıkan gölgeli çizgiye dikmişti. İçinden duyulmaz bir ses damarlarına yayılıyor, dimağında, kalbinde, “Bir saat soma... Bir saat soma... Bir saat soma...” diye tatlı bir akis bırakıyordu. Merkez kumandanlığına geldi. Şehrin saati alaturka altıyı vuruyordu. Atından indi. Sırtındaki kaşıntıları artık uyuşmuştu. Şimdi bütün vücudu katılaşmış, sanki kaskatı olmuştu. Dalgın ve habersiz yukarı çıktı. Odasına girdi. Jandarma kumandanı Zankof’la, polis müdürü Lapof kendisini bekliyorlardı. Oturur oturmaz konuşmaya başladılar. İşler yolunda gidiyordu. Hatta konsoloslardan bazıları Mutasarrıf Ray efe, işgal esnasında gösterilen intizam ve adaletten dolayı teşekkür bile etmişlerdi. Civardaki ve ovadaki İslam köylerinde nasıl temizlik yapılacağım müzakereye koyuldular. Karar verdiler. Katliamcılar tayin edildi. Zankof’la Lapof emirlerini vermekte gecikmemek için durmadılar, gittiler. Radko yalnız kalmadı. Dimço’nun çetesinden dört haydut, Hacı Hasan Efendiyi getirmişlerdi. Bu abani sarıklı, rahat ve saadetinden, hareketsizlikten kalınlaşmış, tombul, nazik, orta boylu bir adamdı. Top ve koyu kumral sakalının üstünde pembe ve şiş yanakları parlıyor, çizgisiz yüzünde san bir korku gölgesi beliriyordu. Düşman kumandalımdan ümit ettiği iltifatı görmemekten şaşırmış gibiydi. Radko, kendisini oturtmamıştı bile...

— Adın ne?

— Hacı Hasan...

— Bankada ve evinde kaç liran var?

Hali ve mevkii takdir edemeyen Hacı Hasan Efendi, cevap vermedi. Aptal aptal karşısındaki Bulgar subayının yüzüne baktı. O eğer böyle şeyler olacağını bilseydi, ordu ile çekilmez, Selanik’e kaçmaz mıydı? Ama Balkan ordularının medeniyet, meşrutiyet getireceğini ümit etmişti.

— Söyle, kaç lira?

— Susuyorsun. Mahkemeye havale edeceğim, orada bülbül gibi söylersin. Evinde kaç kişi var?

— Altı...

— Adlarını söyle, yazacağım.

Hacı Hasan Efendi tekrar şaşaladı. Buna ne lüzum vardı? Bu münasebetsizlik değil miydi?

— Raciye...

— Kadın mı, erkek mi, senin nen?

— Kadın, kaynanam.

— Bir... Sonra?

— Fatma, karım.

— İki... Soma?

— Tank, Zeynelabidin, Halit, erkek çocuklarım.

— Beş... Soma?

— Lâ’lî... kızım...

— Lâle... altı.

Hasan Efendi tecvit9 ve Arapça gayretiyle ayn harfini şiddetle çatlatarak tashih etti:

— Lâle değil, Lâ’lî efendim.

— Lâle, Lâ’lî, her ne ise... Başka kimse yok mu?

— Dört tane hizmetçi var.

— Başka?

— Bir de ihtiyar uşak. Hepsi bu...

— Senin evin güzelmiş. Bize lazım. Sen mahkemeye gidersin; paralarını söylersin. Lâle’den başka çoluğun çocuğun başka yere çıkarılacak. Lâle evin temizliğine bakmak için kalacak...

Hacı Hasan Efendi kulaklarına inanamıyordu. Böyle şey olur muydu? Bu kadar konsoloslar varken... Cevap vermedi. Yutkundu. Başı dönüyor, bilekleri titriyordu. Radko ayakta, asker vaziyetinde duran komitalara, isimleri yazdığı pusulayı uzatarak Bulgarca emrini verdi:

— Bu adamı fırındaki mahkemeye teslim ediniz. Beni beklemesinler, soruşturmasına devam etsinler. Parasını saklıyor. Sonra evi bize lazım. Evinde on bir kişi var. Yalnız Lâle ismindeki kız kalacak. Öbürleri beş dakikaya kadar evden çıkarılacak. Bu çıkanlar serbesttirler. Boyunlarına hemen “hürriyet kurdelesi” bağlayınız...

“Hürriyet kurdelesi bağlayınız.” demek, “kafalarını kesiniz” demenin komitacasıydı. Radko biraz durdu ve elini masanın üzerine vurdu:

— Haydi, çabuk! Söylediklerimi Dimço Kaptan’a anlatınız. Dikkat edin, kız kaçmasın. Evin kapısından nöbetçiler ayrılmasınlar. Çabuk bir süvari ile bana haber gönderiniz. Gelip gezeceğim. Haydi, arş!.. Çabuk!

Hacı Hasan Efendi, bir şeyler söylemek istedi. Lâkin komitalar onu dışarı çıkardılar. Kapı kapanınca Radko ayağa kalktı. Bir aşağı bir yukarı gezinmeye başladı. İşte nihayet yarım saate kadar Lâle, Serez’in güzel kızı kendisinin olacaktı. Yine hayalinde, fırındayken dalga geçtiği o harem köşesi, mor ve parlak halelerle karışık, canlanıyor, bir efsane şiirinin rüyalara giren müphem akisleri hayalinde büyüyor, uzuyor, derinleşiyordu. Hafif mavi hareli ışıkların akıcı gölgeleriyle görülmemiş çiçeklerden yapılmış bir bahar yatağını andıran ipek sedirde bir çıplak kız, baygın ve yorgun geriniyor, yüzükoyun dönüyor, bacaklarıı geriyor, dağınık ve siyah saçlarıyla örtülen beyaz ve sivri memelerinin üzerine abanarak, sarıldığı menekşe rengindeki yumuşak yastığı sıkıyordu. Ve dışarıdaki süvari kollarının gürültülü nal seslerini, hükümete toplananların uğultusunu asla duymayan Radko, hülyasının karşısında kalbinin çarpıntılarım pekâlâ işitiyordu. Yarım saat geçmemişti. Kapı vurulunca durdu ve... uyandı. Giren süvari, evin hazır olduğunu ve içinde yalnız bir kız bırakıldığım söylüyordu. Radko, yaverini çağırdı. Ona üç saate kadar bir yere gideceğini, bu üç saat esnasında mutlaka aranması lazım gelirse Dimço Kaptana sorulmasını, kollardan ve inzibat memurlarından gelecek raporları okumasını, gayet önemli ve acili varsa, onun da Dimço Kaptana gönderilmesini tembih etti. Soma yavaş yavaş aşağı indi. Süvari ile yine yavaş yavaş, etrafım görmeden, sokaklardan geçiyordu. Atını biraz koşturursa, deminki hayalinden ruhunda, dimağında, sinirlerinde kalan o sarhoşluğa benzer lezzet bozulacak sanıyordu. Yüksek duvarlı dar sokaklar... Beyaz minareli küçük ve sakin mahalle camileri... Servili mezarlıklar... Minimini sel köprüleri... Fena ve intizamsız, fakat temiz ve beyaz taşlı kaldırımların üzerinde gezinen tavuk ve kaz sürülerine serçeler de karışıyorlardı. Bu evvel zaman yolu Radko’nun hoşuna gitti. Bu yolun serin ve aydınlık sessizliği içinde ilerledikçe kendisini hakiki ve canlı bir doğu masalının gizemine dalmış ecnebi bir masal kahramanı sanıyor, kalbi büyük fatihlerin kaçamamış ve sağ kalmış mağluplarım çiğnerken duydukları o hiç kanmayan tatlı ve susamış heyecanıyla çarpıyordu. Önünden geçtiği san badanalı uzun ve yüksek bir duvarın ortasındaki büyük ve yeşil kapıyı görünce, “Burası olacak” dedi. Kapının önünde bir askerle iki komita durmuş, konuşuyorlardı. Hem bu kapı yeşildi. Bulgarya’daki Türkler bile Allahlarının Arabistan’daki evine gidip hacı oldukları vakit dönüşlerinde kapılarını boyamazlar mıydı? Mutlaka Hacı Hasan’ın konağı bu olacaktı. Arkasına döndü, süvari neferine sordu:

— Burası mı?

— Evet gospodin...

Ve şuursuz bir acele ile mahmuzlarını atının karnına vurdu. Bir anda kocaman kapının önüne yetişti ve yere atladı. Komitalar ve nöbetçi, zaten onu bekliyorlardı. Hayvanın dizginlerinden tuttular. Radko, aralık duran kapıya yürüdü. Kenarda bir fincan tabağı büyüklüğünde kaba bir çan düğmesi, beyaz, kör ve tek bir göz gibi parlıyordu. Eliyle bu düğmeye dokundu, uzaktan zor işitilir bir zil sesi aksetti.

— İçeri kimse girmesin, dedi, Dimço gelirse buna basarsınız. Ben çıkarım.

Başı yine yere eğik, sol kolu yine kalçasındaydı. Aralıktan girdi. Sağ omuzu ile kapıya dayandı ve kapattı. Fakat öyle kaldı. Kımıldanamıyordu. Birdenbire önünde bir cennet... Kamaşan gözleriyle baktı, baktı. Ferdinand’ın sarayını, Avrupa’ınn en güzel ve meşhur parklarını bilirdi. Ama hiçbirinde bu hayali sessizliği görmemişti. Büyük ağaçların nefti gölgeleri, çiçeklerin üzerine ağır ve kadife halılar gibi yayılıyordu. Ve balıksırtı kumlu bir yol mermer bir havuza doğru gidiyor, ta nihayette yine mermer basamaklarla çıkılan kapıda bitiyordu. Radko, sağ eliyle gözlerini oğuşturdu. İki tarafına döndü. Dışarıdan bir kale gibi yükselen duvarın içeriden bir taşı olsun görünmüyordu. Sık sarmaşıklar ve hanımelleriyle örtülmüştü.

Yavaş yavaş yürüdü. Adlarım bilmediği, hatta ömründe ilk defa gördüğü çiçekler, gölgeli tarhlarda henüz doğmamış peri yavrulan gibi uyuyorlar, sarhoş edici, keskin ve tatlı kokular çıkarıyorlardı. Havuzun yanına geldi. Kumlu yol, sağdan ve soldan gelen öbür yollarla birleşerek burada meydanlaşıyordu. Ve yine adını bilmediği büyük ve asırlık ağaçlar tarhların köşelerinden yükseliyor, iri ve sarkık yapraklarından görünmeyen dallarıyla havuzun üstünde yeşil ve geniş bir kubbe kuruyorlardı. Durdu. Havuzun mermer fıskiyesinden çıkan şeffaf sütuna baktı. İki metre yukarısı mavi toz halinde tekrar havuza dağılarak suyun üzerinde aksini ürperten bu billur sütunun içinde, gölgelerden kaymış güneş damlaları birikiyor ve parça parça açılan minimini eleğimsağmalarda bütün renkler kaynaşıyordu.

Radko, bu manzara karşısında kendi hayatlarım hatırladı. Sofya’da bile bahçelerin bir tarafında inek ahırları bulunur, gübre ve fışkı kokusu hiç eksilmezdi. Domuzsuz ev yoktu. Zenginlerin bahçeleri, çıplak ve çirkin Avrupa tarzında tarh edilmişti. Bulgaristan'ın umumi parkları bile bu zümrütten cennetin yarımda kel ve uyuz sayılacak derecede gölgesiz ve güzellikten uzak kalacaktı. Nihayetleri koyu yeşil gölgeli tünellerde kaybolan yandaki yolların kenarlarında, büyük kafesler gibi, yaldızlı kameriyeler parlıyordu. Burada ne tatlı bir hayat geçecekti. Radko burayı zapt etmeyi düşündü. Sahibi, bir kızından başka, şimdi ihtimal bütün ailesiyle beraber kesilmiş bulunuyordu. Her sene gelecek, bu yüksek duvarların araşma, dar ve bozuk sokakların içine saklanmış gizli cennette, birkaç hafta yaşayacak, yaşamının tadını anlayacaktı. Buna karar verince sevindi. Bu zümrütten cennetin içinde bir de huri vardı... O kim bilir ne kadar güzeldi... Havuzun yanından geçti. Kapıya yürüdü. Sekiz-on adım kalınca durdu. Binaya baktı. Bu, büyük ve geniş pencereli, mavi boyalı, üç katlı minimini bir saraydı. Açık pencerelerinin arkasından tül perdeler gözüküyordu. Prens Boris pekâlâ burada oturabilirdi. Fakat daha yüksek ve ihtişamlı konaklar olduğu söyleniyordu. Önüne bakarak yürüdü. Kılıcı kumların üzerinde sürükleniyordu. Geniş ve mermer basamakları çıktı. Kapı kapalıydı. Ya kız açmazsa kırılacak şeye hiç benzemiyordu. Ağır cevizdendi. Kalın ve parlak halkalarına gümüş mü diye dikkatle baktı. Mutlaka dışarıdan birkaç adam çağırmak, merdiven getirtip pencerelerin birinden girmek lazım gelecekti. Kapıya yumruğuyla üç defa vurdu ve bekledi. Hiç bir ses çıkmadı. Bir kere daha, fakat daha hızlı vurdu ve bekledi. Gayet hafif bir ayak sesi işitiyor gibi oldu, durdu, dinledi, dinledi. Pek uzaklarda öten bir horozun narası sanki kendisine cevap veriyordu. Ve ağaçların arasından kurtulan kokulu bir rüzgâr basamaklardaki mermer saksıların içindeki top çiçekleri dalgalandırıyor, bahçelerin üstünden geçiyor, saçaklara doğru cereyanlar yaparak hafif, işitilmez ve gizli fısıltılar çıkarıyordu. Kolunun bütün kuvvetiyle bir kere daha vurdu. Bu sefer içerden titrek ve ince bir şada:

— Kim o? dedi.

Radko’nun birdenbire kalbi atmaya başladı. İşte Lâle gelmişti... Nazik ve kurnaz olmak lazımdı. Sesini yumuşattı:

— Benim efendim.

— Siz kimsiniz?

— Kumandan... Bulgar ordusunun kumandanı!

— Ne istiyorsunuz?

— İçerisini gezeceğim. Çarımızın oğlu prens beyefendileri için birkaç günlük oturacak yer arıyoruz. Babanız bu asil misafire evini vermeye razı oldu. Kendisi hükümette, generalin yarımdadır.

— Niçin babamla beraber gelmediniz?

— Babanızın şimdi hükümette işi var. Akşama kadar ayrılamaz. Şehirde fenalık olmasın diye yerli İslamlardan milis teşkil ediyorlar.

— Ya biraz evvel zorla götürdüğünüz annem, büyükannem, kardeşlerim?..

Radko yutkundu. Fakat kulp takmakta güçlük çekmedi:

— Affedersiniz. Onlar için hepimizin cam sıkıldı. Fena bir yanlışlık olmuş. Prensimiz oturacağı vakit hepinizin başka bir eve gitmesi münasip görülmüş. Acele ile emir ters anlaşılmış. Birtakım kaba köylüler, prensin hemen geleceği zannıyla onları alıp İslam mahallesinde bir eve götürmüşler. Babanıza, general üzüntüsünü iletti. Yarım saate kalmaz, hepsi gelirler... Rica ederim açınız. Zira vaktim geçiyor. İşim var.

— Niçin açmıyorsunuz? Emin olunuz. Korkmayınız. Biz medeni insanlarız. Bizden hiç kimseye zarar gelmez. Göreceksiniz, prensimiz oturduğu müddet evinizden bir iğne olsun kaybolmayacaktır. Bizim sayemizde Makedonya’nın İslam ve Hıristiyan ahalisi katil Jön Türkler’in zulmünden kurtulacak. Herkes hakiki meşrutiyet, hakiki kardeşlik, hakiki eşitlik, hakiki adalet neymiş anlayacak... Yüzünüzü örtünüz. Biz namuslu adamlar, başkalarının namusunu kendi namusumuzdan mukaddes ve üstün tanırız. Kapıyı açınız. İki dakikada her tarafı görüp gideceğim. Korkmayınız diyorum size. Eğer sizin hakkınızda fena bir niyetimiz olsa pencereden merdivenle girmek, kapıyı kırmak zor mudur? Açınız rica ederim... Bekletmeyiniz efendim...

Radko o kadar nazikâne söylüyordu ki, zavallı Lâle, bu saadet, eşitlik, hürriyet vaat eden düşman kumandanının karşısında inat etmeyi uygun bulmadı. Zaten inat etse, kapıyı açmasa, bütün memleketi zapt eden bir kumandan için pencereden girmek, hatta evi temelinden yıkmak güç bir iş miydi? O vakit kim bilir kendisinin ve ailesinin başına ne felaketler gelirdi. Hâlbuki işte birkaç dakikaya kadar ağlatıla ağlatıla götürülen annesinin, büyükannesinin, kardeşlerinin bırakılacağı söyleniyordu. Sevgililerini tekrar ikinci bir hakaretten kurtarmak, kurtaranlara nazikçe davranmak vazifesi değil miydi? Uzun düşünmedi. Soğuk ve hafif bir titreme bütün vücudunu üşüttü. Göğsünde bir sızı, ağzında bir acılık duydu. Ve gayri ihtiyari kapıyı açtı.

Radko içeri girince sanki dondu. Taş gibi kaldı: Sol eli hâlâ kalçasında idi. Ve kırpmayan gözleri, karşısındaki harikada... Lâ’lî’nin arkasında siyah ve bol bir yeldirme ve başında kaim ve beyaz ipekten bir namaz bezi vardı. Yüzü beyaz bir rüya bulutunun arasından doğan hayali bir ay kadar parlıyordu. Ve uzun boyu, uyumlu ve mükemmel endamı bol yeldirmenin altında, güzel bir şiirin vezin ve kafiyelerle örtülen derin ve heyecan verici manası gibi, belli belirsiz bir açıklıkla beliriyordu. Radko’nun böyle şaşkın durmasından sıkıldı. Önüne baktı. Sık ve kıvırcık kirpikleri minimini ve siyah halelerle gözlerini kapıyor, küçük ve pembe burnunun şeffaf ve pembe yanağına görünmez gölgesi düşüyor ve bir al gül tomurcuğundan daha hareli olan küçük ağzının rengi daha koyulaşıyordu.

— Buyurunuz, dedi.

Önden yürümeye başladı. Büyük pencerelerle aydınlanan sofanın sağındaki maun boyalı kapıyı açtı. Burası misafir ve selamlık odasıydı.

Radko’nun girmesi için geriledi. Yol verdi. Hep önüne bakıyordu. Lâkin Radko hiçbir şey görmüyordu. Halılar, kanapeler, ağır perdeler, büyük levhalar, endam aynaları, mermer masalar, ipekli koltuklar, sırmalı püsküllü ağır divanlar, tirşe boyalı duvarlar, oymalı tavanlar, her şey her şey... Kırmızı ve titrek bir sis içinde eriyor; bu yakan, bu heyecan veren kırmızı karanlığın arasında yalnız gözleri yerden ayrılmayan Lâle’yi görüyordu.

Her tarafı gezdiler, ikinci kattaki odalara da, görmeden, baktı. Geniş ve aydınlık bir merdivenden, her tarafım saran bu ateşli sisin içinde yüzer gibi, üçüncü kata çıktı. Önündeki bedianın hayali andıran vücudu siyah ve ince yeldirmenin altında insanı çıldırtacak hareketlerle oynuyor, kalçalarının ve uyluklarının her basamakta aldığı şekil, kalbinde dayanılmaz heyecanlar alevlendiriyordu.

Birden kaynayan kırmızı bir buhar denizinin ta dibine batmış da çıkmak için son bir gayretle çırpınıyormuş gibi sarsıldı. Ne oluyordu: Sarhoş muydu? Yalnız ciddi ve yüksek bir öğrenim görerek fenne yabancı kalmayan, birinci sebeple ikinci sebeplerin arasındaki sının hakkıyla sezen, basit ve pratik hakikatlere akıl erdiren maddi ve şüphesiz zekâlara has o çabuk ve doğru idrak ile kendine geliyor, içinden, bir şimşek vuzuhuyla ansızın parlayan “edebiyat mı yapıyorum?” sualini kendi kendine soruyordu. Sol kolunu kalçasından indirdi. Sağ elini başına götürdü. Alnını sildi. Lâ’lî’yi görür görmez o sersemlik bulutundan sıyrıldı. Duvarlar, tavanlar, sofa, balkonun mavi ve yeşil camlı kapısı hakiki vaziyetini aldı. En üst katta idi. Açık pencerelerden akan güneş tül perdelerden sızıyor, döşemenin muşambaları üzerinde oymalı gölgeler çiçeklendiriyordu.

— Kardeşlerimin odası...

Radko girmedi bile. İçinde üç küçük karyola, bir yuvarlak orta masası vardı. Ne kadar temizdi... Beş odayı da gördü. Lâ’lî akıncıyı açmamıştı. Radko:

— Bu odaya da bakalım, dedi.

Burası Lâ’lî’nin yatak odasıydı. Yabancı bir adama göstermek azabı onu yeniden utandırdı. Sıkıldı, kıpkırmızı oldu. İstemeye istemeye kapıyı açtı. Radko içeri girince hafif ve saf bir tuvalet, bir sabun, bir temizlik kokusu duydu. Bu latif koku beyaz ve sessiz bir bahar fecrinin ne olduğu farkına varılmadan işitilen ruhani musikisi gibi kulaklarını uğuldatmaya başladı. Açık eflatun ipekten perdeler, baygın ve büyük kelebek kanatlan halinde yere kadar uzanıyor, halının üzerinde tembel yığınlar oluşturuyordu. Köşedeki cibinliğin minimini kubbesi yeşil kurdelelerle tavana asılan, beyaz ve geniş bir yatak, uçuk mavi bir peri mabedine, göklerden düşmüş bir melek yuvasına benziyordu. Demin sönen ve bütün evi ve eşyasını kendisine göstermeyen kırmızı duman, yavaş yavaş yine Radko’yu sarmaya başlıyordu. Fakat bu sis şimdi, bu sefer beyazdı. İçinden, “Uzatmayalım, edebiyat yapmayalım...” dedi. Ve... birden Lâle’nin üzerine atıldı. Başındaki örtüyü çekerken gür, siyah ve parlak saçlarım dağıttı. Beline sarıldı. Öpmeye savaşıyordu. Lâ’lî çırpınıyor, kollarıyla onu iterek, dudaklarından yanaklarım kaçırarak:

— Bırak alçak, bırak!., diye haykırıyordu.

Güzel olduğu kadar kuvvetli idi. On dokuz yaşının verdiği çeviklikle düşmana dayanıyor, onunla boğazla-şabiliyordu. Ah boş bulunmuş, kanmış, aldanmıştı. Aşağı kapıyı açmasaydı sağ olarak ele geçmeyecek, ölünceye kadar karşı gelerek vücudunu bu namussuz zalimin pis dudaklarına kirlettirmeyecekti. Bu şiddetli boğuşma yarım saatten fazla sürdü. Radko’nun şapkası yere düşmüş, yakası yırtılmış, apoleti sökülmüş, kılıcının kayışı kopmuştu. Zavalh Lâ’lî kesilmiş, bitmiş, acımayan, affetmeyen hasmının altına düşmüştü.

— Beni öldür, beni öldür... diye inledi, yalvardı, yakardı.

Kanlanan güzel ve büyük gözlerinden sıcak yaşlar akıyor, heyecandan ve yorgunluğundan nefesi tıkanıyordu. Radko kızaran yanaklarından ısırarak, öperek, terleyen şeffaf boynunu emerek:

— Seni öldürüp ne yapacağım güzel Lâle! dedi. Senin ölün değil, bana dirin lazım...

Öpüyor, ısırıyor, emiyor, bir taraftan da esvaplarını yırtıyor, koparıyor, artık yorulup kımıldayamayan esirini çırılçıplak bırakmaya çalışıyordu. Gömleğini, eteklerini, külotunu, hatta çoraplarım bile çıkardı. Çıplak kalan zavallı kızı kucakladı. Yerden kaldırdı ve yatağa götürüp uzattı. Lâ’lî sanki bayılmıştı. Yumulmuş gözkapaklarının, uzun ve kıvırcık kirpiklerinin arasından yalnız beyaz bir çizgi görünüyordu. Kar gibi parlak ve lekesiz omuzlarına dağılan saçları dökülüyor, fırlak ve katı memeleri hızlı hızlı kalkıp iniyordu. Radko durdu. Baktı, baktı. Gözlerine inanamıyor:

— Ne ilik, ne ilik! diyordu.

Bu, sanki devrilerek canlanmış, fakat hâlâ gözlerini açmamış bir mitoloji heykeli, bir mabut kızıydı... Yuvarlak omuzlarından tatlı bir kalınlıkla ayrılan kollan gittikçe inceliyor, küçük, nermin elleri hayali bir yatak gibi açılıyordu. Kamı o kadar saf, o kadar masum, o kadar beyaz ve küçüktü ki, Radko’nun tapacağı geliyor, dokunmaya korkuyordu. Ve elmastan yoğrularak dondurulmuş sanılacak kadar parlak ve şeffaf duran kalçaları...

Radko acele ile soyunmaya başladı. Çizmelerini çıkardı. Ceketini, pantolononu, fanilalarını, külotunu yırtar gibi attı. Çok kıllı vücudundaki terin keskin ve kirli ayaklarının pis kokusu odanın temiz havasına dağılıyor, kendisini de iğrendiriyordu. Hâlâ tıkanmış, boğulmuş gibi hızlı hızlı, kesik kesik nefes alan Lâ’lî’ye bir kere daha baktı. Ve yatağa, yanma uzandı. Memelerine sarıldı, ısırmaya başladı. Lâ’lî bu zalimin elleri, dudakları vücuduna dokundukça ateşler içinde yanı-yormuş gibi bağırıyor, kıvranıyor, bacaklarım bütün kuvveti ile kilitleyerek iki büklüm oluyordu. Ne yapacaktı? Şimdi ne yapacaktı? İşte her yerine mukaddesat tanımayan düşmanının iğrenç tükürükleri sürülmüştü. Namusu zorla parçalanıyordu. Bağırmalarına hiçbir cevap aksetmiyor, imdadına hiç kimse yetişmiyordu. Demek o vahşi bir hayvanın en kirli ve iğrenç eğlencelerine alet olacaktı. Hayır, hayır, hayır! Ama nasıl kurtulacaktı! Kuvveti bitmiş, kımıldayacak hali kalmamıştı. Kollarım zorla oynatıyordu. Sanki boğazına demirden halkalar geçirilmiş, arkasına görünmez ve kurşundan bir işkence gömleği giydirilmişti. Hıçkırarak kekeledi:

— Dur, dur, bırak, fena oluyorum... Dinleneyim... Dinleneyim de öyle...

Radko, pençesindeki nefis ve inatçı avın, gözyaşlarıyla teslim oluşuna sevindi. Genişlendi. Demek kurtuluş olmadığım o da anlamıştı. İşte artık razı oluyordu. Zaten zorla alınacak bir aşkta ne lezzet vardı?

— Pekâlâ pekâlâ, dinlen de soma...

Ve yatağın kenarına çekildi. Gayet uslu durdu. Uyuz gibi koltuklarının altı, kolları, bacakları kaşınıyor, sert tırnaklarının kaim derisinden çıkardığı hışırtı odanın feci sükûnu içinde vahşi, yırtık akislerle büyüyordu. On beş-yirmi dakikada Lâ’lî’nin çırpıntısı dindi. Göğsünün hareketi yavaşladı. Kollarıyla, incilenen terleri boynuna düşen kızarmış yüzünü kapamıştı. Şimdi titriyordu. Her tarafı bir sıtma nöbetine tutulmuş gibi titriyordu. Radko bu titremeyi onun da sevişmek için iştahlandığına verdi. Elini bacaklarının araşma uzatarak:

— Haydi, işte dinlendin... diye memelerinden öpmek istedi.

Lâ’lî kollarım yüzünden çekmeyerek cevap verdi:

— Azıcık dur... Üşüyorum. Şu pencereyi kapayayım da öyle...

Ve doğru, Radko’ya dokunmadan, üzerinden atladı, Radko, bu nefis çevikliği pek şuh buldu. Onu kollarından tuttu. Sırtından ısırdı, ısırdı. Bırakınca Lâ’lî sarhoş gibi sallanarak açık pencerenin önüne gitti. Ve bir anda gözle görülmeyecek derecede ani bir hareketle orada kayboldu. Sanki uçtu... Aptallaşan Radko yataktan fırladı. Pencereye koştu. Sarkarak baktı. Aşağısı yeşil gölgeler, sık dallar, uzak çiçeklerle girdaplaşan nihayetsiz bir uçurum gibi derinleşiyor; koyu ve sık çimenlerin üstünde Lâ’lî yüzükoyun yatıyordu. Dimağında yakıcı, parçalayıcı bir yıldırım çaktı: “Ya öldüyse...” Evet ya öldüyse? Bu kadar yaklaştığı, koynuna aldığı, kokladığı, öptüğü, ısırdığı hakikat olmuş bir saadet; hayali, yalancı ve eksik bir silkinti rüyası gibi sönüverecek miydi? Kudurmuş bir heyecanla döndü. Sofaya yürüdü. Merdivenleri dörder, beşer atladı. Sapanından kurtulmuş bir çakıl taşı çabukluğuyla ikinci ve birinci katlardan geçti. Bahçeye çıktı. Lâ’lî’nin üzerine atıldı. Hemen arkası üstü çevirdi. Nabızlarını tuttu. Atmıyordu. Eliyle kalbini yokladı. Eğildi... Kulağını koydu... Dinledi. Hiç çarpmıyordu. Ölmüştü. Ah bu güzel Lâ’lî kucağından kaçarak ruhunu ölüme vermiş, fakat... Fakat işte hâlâ solmamıştı. Taze hayatının, emsalsiz güzelliğinin ulvi ve mehtaptan rengi henüz duruyordu. Ve “Soğumadan,” diye mırıldandı, “Soğumadan...” Bu paha biçilmez ölü daha sıcaktı. Soğumadan... Yıpranmamış aşkının, dokunulmamış kızlığının kim bilir ne kadar başka olan o müstesna lezzeti bir parça olsun tadılamaz mıydı? Düşünmedi. Çabucak soğuyacağından korkuyordu. Omuzlan berelenmiş, görünmez kanlarla pıhtılanmış saçları göğsüne ve memelerine dolaşmış narin cesedi, kucağına aldı. Cennetin hurilerden ve müminlerden uzak ve tenha bir köşesinde Allah’ına ibadet ederken uyumuş kalmış bir melikeciği kaçıran hain bir şeytan itidaliyle, koşarak indiği merdivenleri yine yavaş yavaş çıktı. Odaya girdi. Lâ’lî’nin ölüsünü bir dakika evvel, sağ iken içinde çırpındığı, çarşaflan buruşmuş yatağa uzattı.

Artık bu gevşeyen nefis kollar karşı gelemiyor, artık gevşeyen deminki gibi sökülmez bir ısrar ile kilitlenemeyen bacaklar kendiliğinden açılıyordu.

Radko, bu ölüye istediği vaziyeti verdi. Üstünde iğrenç arzunun en karanlık, en pis, en kirli ateşlerini tutuşturdu. Onun son kalan hararetlerini içti. Emdi. Isırdı. Hatta yemek istedi. Kanı çıkmayan yanaklarını dişleriyle kopardı.

Kanmadı, doymadı, bıkmadı.

Ama yoruldu. Biraz durdu. Ürpertici bir soğukluk etlerine, damarlarına, kemiklerine yayılmaya başlıyordu. Ürktü, geri çekildi, birbirine karışan uzun ve kıvırcık kipliklerine baktı. Morarmış ağzı ve söylenilmez şikâyetleri susarak haykıran siyah ve minimini bir çukur halinde gözleri açıktı. Isıra ısıra parçaladığı memeleri yassılanmış, kanı içeri çökmüştü. Mermerleşen bacakları, geriye bükük, seriliyordu. Ve öldükten sonra bu mahvolan mukaddes matemi gibi, lekesiz ve nurani kasıklarından, solgun ve renksiz kan damlaları sızıyordu. Baktı, baktı. Baktıkça ürkmesi artacak yerde geçti. Ve... yeniden iştahlandı. Bir tarafı harap bu ölüyü, başka türlü de hırpalamak, kirletmek için, bu sefer yüzükoyun çevirmek istedi. Dizlerinin üstüne kalkarken...

Acı bir çıngırak sesi...

Radko öyle kaldı. Ve kulağını kabarttı. Bu acı çıngırak sesi bir defa daha derinden, galiba bodrum katından aksetti. İşte Dimço kendisini çağırıyordu. Demek mühim bir iş vardı. Karyoladan indi. Cibinliğin çözülmüş ve kopmuş perdelerine şakaklarının, alnının, ensesinin terlerini sildi. Yerdeki giysilerini gerinerek ve esneyerek giyinirken, o sönmez vahşi hırsın alevlendirdiği dik ve dalgın gözlerini hâlâ yataktan ayıramıyordu. Ve orada Lâ’lî’nin şimdi soğuyan, donan, katılaşan cesedi gayet ağır ve cehennemi bir taşın altında ezilmiş büyük, beyaz, manevi ve uhrevi bir lale sessizliğiyle yatıyor, kanlanmış yastığın üzerinden aşağıya sarkan bir kolu sanki tutunmak için yokluğun nihayetsiz boşluklarını arıyordu.

1. Balkan Savaşında bozulan ordu (1912).

2. manliherli: tüfek.

3. nefer: Asker

4. gospodin: efendim

5. mefkure: düşünce, ideal, ülkü.

6. darülfünun: Teknik üniversitesi.

7. havariyun: Hz. İsa’ya sadık kişiler.

8. mayor: Binbaşı.

9. tecvit: Kur’anı doğru okuma kuralları.

Viewing all 155 articles
Browse latest View live