Quantcast
Channel: HİKAYELER / KISA ÖYKÜLER - Edebiyat Meraklılarının Sitesi
Viewing all 155 articles
Browse latest View live

087956'IN SIFIRI - TARIK BUĞRA

$
0
0

087956'IN SIFIRI - TARIK BUĞRA

Bir “Olay” Öyküsü Örneği:

 Fatih taraflarında -amca derim- bir uzak akrabam otu­rur. Hali vakti yerindedir. Üstelik bir radyosu, küçücük, be­bek yastığı gibi bir kedisi ve on altı, on yedi yaşlarında da bir kızı vardır: Kumral saçlı, taptaze, kadife tenli, iri, yeşil gözlü, canlı, cana yakın bir şey. Adı da İclâl.

Bana gelince, ben işte böyle, yirmi üç yaşımda, bütün varlığı ve avuntusu sık saçlar, sağlam dişler ve kırmızı bol, kocaman düğümlü kravatı olan, pansiyoner bir tıp talebesiyim. Akraba canlısıyım; bu yüzden de sık sık amcamlara ta­şınırım.

Bu ziyaretlerimden birisinde ve yılbaşından bir hafta ka­dar önceydi; söz döndü, dolaştı, şans meselesine geldi. Ben;

Hiç şansım yoktur benim” dedim. İclâl;

“Benim de” dedi.

Şanssızlığımız bize dünyanın en tatlı şeyini, sitemle karı­şık övünmeyi veriyordu. Ve bu, tabiatiyle, yengeye vız geli­yordu. O;

“Ne biliyorsunuz denediniz mi?” diye sordu ve “Or­taklaşa bir bilet alın yılbaşı için” dedi.

Ben, lâf olsun diye, hakkınız var der demez, İclâl’in öbür odaya fırlayıp yepyeni bir on liralıkla dönmesi bir oldu.

İclal’le biz, daha sonra, amca yatmaya çekilince, büyük ikra­miye ile neler yapılabileceğini uzun uzun konuştuk: Ben, iç hastalıkları ihtisasından ve bir röntgen makinesinden söz ediyordum; İclâl ise, küçük bir bahçe, üç oda, bir mutfak, havagazı ve banyodan dem vuruyordu. Ne tatlı şey!

Amma bunun için bir on lira da benim katmam gerekti. Oysa ayın bilmem şu kadarıydı, kırmızı renkli havale kâğıdının gelmesine daha uzun, upuzun günler vardı. Ve zavallı pansiyoner talebe için aşçı borca işliyordu.

On lirayı nereden bulmalı?

Borç arkadaştan alınır; ama gel gör ki, arkadaşların en kabadayısı, kahvemizin garsonuna takmaya başlamamış olan!

Adam sende, diyorum. Bu derde daha çok katlanmak­ta.. ve yoktan yere artırmakta ne mâna var? Alırım bir yarım bilet ve “İşte senin payın" diye, veririm iki yüz elli bin lirayı, olur biter.

Hem bu işi hemen, yarın yapmalı; İclâlciğin yepyeni ve cana yakın on lirasına, sevgiliden gelen ilk resme bakar gibi bakıp bakıp da içimin eridiği yetmezmiş gibi, bir de bu sıkın­tıyı artırmakta ne mâna var sanki?

Ertesi günü, hemen, bir yarım bilet alınacaktı, ama...

Ayın yirmi dokuzu demeden, o yepyeni, o sevgiliden ge­len ilk resme benzeyen on liralık da, birtakım hesaplar ve umutlarla gitti.

Bunlarla beraber ben hâlâ avutabiliyordum kendimi: Şimdi artık, kırmızı renkli havâle kâğıdı gelene kadar amcala­ra gidilmeyecek, sonra da İclâlciğe; “Biletimize amorti çıktı, al on lira” diye sırıtılacak!

Tut ki, borç almışım!

Ama benim kalleş, benim gaddar şansım bu kadarcık dürüstlüğe olsun imkân bırakır mı?

Yılın son günü pis ve uğursuz bir havada Bayezit Mey­danı'nında, havuzun etrafında, bir arkadaşla, bomboş ceplerle ve ezik ve yenik ve toplum tarafından horlanmış. dolaşır­ken. Bilime, politikaya, sanata, hele hele paraya, yâni eko­nomik kaderlere dair felsefeler yürütürken. bu şans bende iken başka ne olsun? İclâl ’le ve annesiyle burun buruna geli­verdik.

Çarşıdan dönüyorlarmış. Şey almışlar.. Sonra şey de al­mışlar...

Niçin onlara uğramıyormuşum ve;

“Biletimizin numarası kaç?

Hey ya Rabbi! Beride bilime dair, politikaya dair, sanata dair, alınyazısına dair bunca muamma durup dururken baş­ka bir şey kalmadı da, biletimizin numarası mı dert oldu? Salladım bir rakam

“87956.”

Ve İclâl, söylediğim numarayı, önemle saygıyla, ciddi­yetle yazdı, sonra da bu işin bana verdiği azap yetmezmiş gibi;

- "Hadi bize gidelim; çekilişi radyodan dinleriz. değil mi anne?" dedi.

Artık annesi de ısrar ediyordu. Ben son bir umutla, arka­daşıma baktım. Ama nerede? O budala, tabii İclâl gibi bir kı­zın karşısında olduğu için, dişlerimi gıcırdatan bir centilmen­likle çekip gitti. Arkasından "Hey budala, beni işkenceye gö­türüyorlar; arkadaşlık bu mudur, kurtarsana’’ diye bağırmak istiyordum. Bağıramadım elbette.

Yolda 87956’nın her rakamı bir çekiç olmuş, ta beyni­min içine vurup duruyordu:

Alınyazım bu benim işte, şansım bu. Yüz binlerce sayının içinde, sanki başkası yokmuş gibi 87956 dedirtecek bana tabii!

87956!..

Ne ahenk; ne kompozisyon; ne mimari! Beş yüz bin lira buna çıkmayacak da gidip elin budala, şapşal rakamlarına mı çıkacak?

Birdenbire ve can havliyle, İclâl’e;

“Kaç yazdın numarayı?” diye soruyorum.

O çoktan ezberlemiş bile

      -“87956.”

“Yanlış" diyorum.

“Neden? Sen öyle demedin mi?”

“Hayır. ”

“Aaa.. vallahi 87956 dedin; hâlâ kulağımda."

Haklı kızcağız; unutulur mu hiç? Bir mısra gibi ahenkli lâ- net! Ama ne olursa olsun diretmek, bu korkunç surette çeki­ci rakamı değiştirmek, sonuna bir on üç, evet, on üç takmak lâzım. Boş ama... dirensem "çıkar da bak bakalım bilete” di­yebilir. Alınyazısı değiştirilemez ki!

Evde İclâl ; “Sahi, biletin numarası 87956 değil mi?" diye sordu. Artık her şey vız geliyordu bana:

"Yok, canım; mahsus söyledim onu... seni kızdırayım diye. Elbette 87956. Bundan daha güzel olur mu ki, 87956 olmasın” dedim.

Radyo kazanan numaraları okumaya başladı:

Bin lira, beş bin lira, on bin lira kazananlar! Arada sırada kalbim hoplamakla beraber, bu küçük şanslardan korkmu­yorum ve eceli bekler gibi, beş yüz bin lirayı bekliyorum ben: Bana o çarpacak, buna, İclâl kadar ben de eminim.

 

Sonunda sıra bizim beş yüz bin liraya geldi. Spiker bir yığın mavaldan sonra:

“Evet, muhterem dinleyiciler;  evet, evet;  işte tarihi an. Şimdi sizlere yılın rakamından birler hânesini söylüyorum: Altı!..”

Ve kimsenin akıl edemeyeceği gevezeliklere devam edi­yor:

“Şimdi onlar hânesindeki sayıyı, yâni sondan bir önce­ki sayıyı söylüyorum: Beş! Demek ki, beş yüz bin lirayı ala­cak biletin sonu 56 oluyor. Elli altı dedim de aklıma geldi: Galatasaray’da bir arkadaşımız vardı; 56 Ali. Muzip, zeki, cin gibi bir çocuktu 56 Ali. 56 Ali bir gün... ”

Şu spiker de aman ne hoşsohbet şey öyle!

“Yüzler dokuz! Şimdi biletin sonu 956 etti. Aziz dinle­yiciler, inşallah 956 yılını da böyle sağlıkla, mutlulukla...!

İclâl ’le göz göze geliyoruz:

Yeşil ve tertemiz, taptaze gözlerde üç oda, bir mutfak, banyo dairesi, havagazı, bahçe, bahçede çamlar, çamların ardında masmavi deniz... off Allahım... ne spiker!

“...7956!..”

Amca da, yenge de... hattâ kedi bile... şöyle bir doğrul­dular. Ve İclâl rüyalaşmış, İclâl ballaşmış, bana gülümsüyor : Ev... Sonra Abant'a, hattâ Finlandiya’ya gidilebilir her se­ne...

Ve spiker... Esprili, hoşsohbet, radyofonik spiker, kahro­lası spiker...

Söyle artık şu sekiz’i de bitsin bu işkence!

Ama neden onu bekleyecekmişim sanki? Amca, yenge, kedi... hepsi, her şey vız gelir bana; ama İclâl’i bir an önce, yarım saniye olsun, önce, kaderi çizilmiş bir hayat için bir başka hayat kadar sürükleyici ümitten çekip kurtarmalıyım. Bu ümit şu spikerin gevezelikleri boyunca sürüp büsbütün yıkıcı olmamalı: “Erenköy’deki köşk... çamlar... mavi ufuk... Abant... bunların hepsi lâf... hepsi lâf” diye bağırmalıyım.

Ama geciktim ve spiker... sekiz’i de söyledi. Bitkin, yıkıl­mış ve nâmütenahi melûl bir sesle;

“Çıktı, değil mi?” diye inledim.

Kime sorduğumu bilmiyordum. Dünya bomboştu. Bu buz renkli ve sınırsız boşluğun kilometrelerce, kilometrelerce ötesinde, çam ağaçlarına, hattâ çamların altındaki bir çift şezlonga varıncaya kadar belli olan bir köşk görünüyor, baş­ka hiçbir şey görünmüyordu. Amcam, bir asır sonra;

“İnşallah” dedi.

Ona boş gözlerle, aptal aptal baktım. Açıkladı:

“Yüz binler rakamı sıfır çıkarsa..."

Birden bire kendime geldim ve;

“Çıkmayacak” diye bağırdım. Fazla bağırmış olmalıy­dım; yenge;

“Ne oluyorsun öyle?” dedi. Amca da;

“Neden?" diye sordu.

Hüzünle;

“Çünkü" dedim, “büyü bozuldu.”

Üçü birden;

“Ne büyüsü?” dediler. Aynı derin üzüntü ile;

“Kedi” dedim, “Kedi minderden kalktı ve kapıya doğru gitti."

Gülümsemeye bile vakit bulamadılar ve spikerlerin en sevimlisi son rakamı da söyledi: Bilmem kaçmış!

Buzlar dağılmıştı artık. Ama İclâl bir parça üzgündü Ve ben, içimdeki ferahlıktan hiç değilse yarısını ona vermeden yapamazdım. Bir hamlede yanına gittim; iradeye dair, çalış­maya ve hak etmeye dair bir uzun nutuk çektim ve nutkun bal gibi aşk ilânı olduğunu -sonralara doğru- değil yenge, değil amca, hattâ İclâl bile, hattâ hattâ ben bile anladım.

Tarık Buğra

 


BÜLBÜL SESİ - BACCACCİO

$
0
0

BÜLBÜL SESİ- BACCACCİO

(BİR DECAMERON HİKÂYESİ)


İtalya'nın küçük şehirlerinden birinde yakın zamanlara kadar Lizio di Valbono adında bir asilzade yaşıyordu. Bu asilzadenin Caterina isminde çok güzel bir kızı vardı. Asilzade ile karısı, başka çocukları olmadığı için kızlarını çok seviyorlar, bir an bile gözlerinin önünden ayırmak istemiyorlardı. Bütün ümitleri, kızı İtalya'nın en ünlü ailelerinden birinin oğluyla evlendirerek rahat bir hayat yaşamasını sağlamaktı. Gayet şımarık büyümüş olan Caterina günlerden bir gün asil ve zengin ailelerden birinin biricik oğlu Ricciardo ile tanıştı. Kızı görür görmez seven delikanlı eve devamlı gelmeye başladı. İki genç bakışıp iç çekerek bir müddet arkadaşlık ettiler. Nihayet kolladığı fırsatı ele geçiren Ricciardo, tenhada yakaladığı Caterina’ya kendisini deli gibi sevdiğini söyledi. Bu konuda anlatacak birçok şey biriktiğinden söz ederek uygun bir yerde buluşmayı teklif etti.

- Rica ederim Caterina, yanlış anlama, dedi, amacım gayet samimidir.

Genç kız delikanlının samimiyetinden asla şüphelenmediğini söyledi.

- Fakat, dedi, evden yalnız başıma çıkamam. Beni her zaman göz hapsinde tuttuklarını biliyorsun. Tenha bir yerde buluşup seni dinlemeyi ben de isterdim. Çaresini bul. Bana düşen işi becerebilirsem yaparım.

Ricciardo biraz düşündükten sonra:

- Sıcakların artığını söyleyip yatağını terasa çıkaramaz mısın? diye sordu.
- Ne olacak?
- Eğer terasta yatmaya başlarsan, ben duvardan aşıp yanına gelirim.
- Bizim bahçe duvarları o kadar yüksektir ki...
- Sen orasını bana bırak!

Ayak sesleri duyulunca aceleyle öpüşüp bir-birilerinden uzaklaştılar.

Ertesi gün Caterina annesine yalvarmaya başladı. Mayıs sonuna yaklaşmışlardı. Sıcaklardan şikâyet ederek uyuyamadığını ileri sürdü. Eğer bir sakınca yoksa yatağını terasa çıkarmak istediğini söyledi.

Annesi buna biraz şaştı,
- Geceleri bana o kadar sıcak gelmiyor, dedi,

- Size göre öyledir, ama anneciğim, bana göre değil Malum ya gençler sıcaktan daha çabuk etkilenir. Terasta yatmama izin verin... Yatma zamanı karyolamı oraya çıkarırım.
Geceleri bülbül seslerini dinleyerek temiz havada serin serin uyurum.
- Bir kere de babana danışalım yavrum! Babası bu teklifi ciddiye almadı,
- O yaştaki kızlara bülbül sesi iyi gelmez, diye alay etti, hele ağustos böcekleri ötmeye başlasın da düşünürüz!

Fakat Caterina terasta yatıp bülbül dinlemeyi bir kere aklına koymuştu. O kadar rica etti, öyle üzüldü ki annesiyle babası sonunda bu masum arzuya boyun eğmek zorunda kaldılar. Genç kızın cibinliği, karyolası terasa taşındı.

Terasta yatma iznini alınca Caterina aralarında kararlaştırdıkları bir işaretle Ricciardo'yu haberdar edecekti. Günlerden beri evin etrafında dolaşan delikanlı beklediği işareti görür görmez sevincinden deliye döndü. Hazırlığı zaten yapmıştı. Gece ilerleyip el ayak çekilince ip merdivenin kancalarını duvarın üstüne takıp, yukarı çıktı. Aynı yoldan bahçeye inerek sevgilisinin yanına geldi.

Caterina da uyumamıştı. Heyecan içinde bekliyordu. Delikanlının hazırladığı sözler çabucak bitti. Sevişmek dünyanın bütün güzel ve tatlı sözlerinden daha zevkli olduğu için sevgililer hiç vakit kaybetmediler. Sabaha kadar o derece yorgun düştüler ki gün ağarmadan ayrılmaları gerekirken uyuyakaldılar.

Her zaman erken uyanan baba, kızının o geceyi terasta geçirdiğini hatırladı. "Bakalım şu maskara, bülbül sesiyle hakikaten rahat uyumuş mu?" diyerek gürültü etmeden karyolaya yaklaştı. Cibinliği araladı. Gördüğü manzara karşısında aklı başından gitti, dili tutuldu. Kızının yanında bir delikanlı yatıyordu.

Baba, yataktaki erkeğin çok asil bir aileye mensup bulunan Ricciardo olduğunu tanıyınca gürültü koparmanın yanlış olacağını düşündü. Gene ayaklarının ucuna basarak eve döndü. Uyuyan karısını dürterek,

- Karı kalk! diye homurdandı, kalk da kızının sesini dinlemek istediği bülbül nasıl bir bülbülmüş gör!

Uyku sersemliğiyle zıplayıp oturan karısı,
- Ne bülbülü? diye sordu.
- Ne bülbülü olacak! Kızın bir bülbül yakalamış ki...
- Yakalamış mı? Sahi mi söylüyorsun?
- Hem nasıl! Gürültü etmezsen gözlerinle görürsün! Kadın da ihtiyatla terasa çıktı. Yakalanan bülbülü gözleriyle gördü. Geri döndü.

' - Nedir bu başımıza gelenler! diye ağlamaya başladı. Kocası,
- Ağlamak hiçbir şeyi halletmez, diye çıkıştı, bir kere olan oldu. Sen şunları uyandır da oğlana kızla derhal evlenmesini söyle... Eğer kabul etmezse kendisini ölmüş bilsin! Kafese kendiliğinden giren bülbüllerin cezası ölünceye kadar o kafesten çıkmamaktır. Çapkına anlat ki gösterdiğimiz güveni kötüye kullandı. Kendisine evinin kapılarını açan bir asilzadenin namusunu lekelemeye yeltendi. Eğer namusuma sürdüğü lekeyi temizlemezse onu köpek gibi gebertirim.

Kadın kocasının sözlerini müstakbel damadına tekrarladı. Delikanlı başka çare kalmadığını görünce kızla evlenmeyi kabul etti.

Büyük bir düğünle evlendiler. Caterina yazın en sıcak gecelerinde bile artık karyolasını terasa taşıma arzusu göstermiyordu. Çünkü artık sevgili bülbülü yanıbaşında ötüyordu, hem de gece gündüz.

(Dekameron Öyküleri, Akyüz Yay.)

BERBER DÜKKÂNINDA – ANTON ÇEHOV

$
0
0

BERBER DÜKKÂNINDA – ANTON ÇEHOV

Sabah saat daha yedi olmadığı halde Makar Kuzmiç Bliostkov’un berber dükkânı açık. Şık giyimli, ama üstü-başı kir içinde, henüz yüzünü bile yıkamamış bulunan yirmi yaşlarındaki dükkân sahibi Makar sabah temizliği yapmakta. Elindeki bezle bir yerleri siliyor, şuraya buraya parmağını sürüyor, duvarda gördüğü bir tahtakurusuna fiske atıyor.

Dükkân küçük mü küçük, daracık, pis bir yer. Kütüklerden örtülü duvarlara arabacıların gömleği gibi soluk duvar kâğıtları yapıştırılmış. Camları rutubetten donuklaşmış, ışık sızdırmaz iki pencere arasında gıcırtılı bir tahta kapı; kapının üstündeyse durduk yerde şangırdayan, titrek sesli, pastan yeşillenmiş bir çıngırak göze çarpıyor. Duvardaki aynaya şöyle bir bakmaya görün, suratınız dört bir yana çarpılır, kendinizi tanıyamazsınız. Makar, bu aynanın karşısında, saç-sakal tıraş etmektedir. Aynanın önündeyse dükkân sahibi kadar pis, yağa bulanmış berber gereçleri var; taraklar, makaslar, usturalar, birkaç kapiğe alınan krem ve pudralar, içine su katılmış bir şişe kolonya. Berber dükkânını satmaya kalksanız beş ruble bile etmez.

Kapının üstündeki zilin hastalıklı sesi duyuluyor, içi kürklü bir gocuk ve keçe çizmeler giymiş yaşlıca bir adam dükkâna giriyor. Adamın başı, boynu kadın şalıyla sarılı. Makar Kuzmiç’in vaftiz babası İvanoviç Yagodov’dur bu gelen. Kendisi oturdukları Prud mahallesi’nde tesviyecilik yapıyor.

Temizlik işiyle uğraşan Makar Kuzmiç’e;

-Merhaba Makarcığım! Ne haber, gözümün nuru? diye sesleniyor içeri girer girmez.
Öpüşüyorlar. Yagodov istavroz çıkardıktan sonra bir iskemleye çöküyor.
-Yol ne kadar uzunmuş! diyor oflayıp puflayarak. Şaka değil, ta Krasniy Prud’dan Kaluga kapısına değin yaya geldim.

-E, nasılsınız bakalım? İyi misiniz?

-Hiç sorma, iyi değilim. Yakınlarda bir hastalık atlattım.

-Ne hastalığı?

-Evet, bir ay ateşler içinde kıvrandım. Ölüyorum sandım, ama sonunda kefeni yırttık. Şimdi de saçlarım dökülüyor. Doktor saçlarımı kestirmemi söyledi. Yerine daha gür çıkarmış. Ben de tuttum, sana geldim. “Yabancıya gitmektense bir yakınım kessin saçlarımı. Hem daha iyi tıraş eder, hem de para almaz” dedim. Doğrusu yol biraz uzun, ama zararı yok. Benim için bir gezinti oldu.

-Ne olacakmış canım. Seve seve tıraş ederim. Buyurun, oturun!

Makar Kuzmiç saygıyla eğilerek tıraş masasının arkasındaki koltuğu gösteriyor. Yagodov gösterilen yere oturarak aynada kendine bakıyor. Oradaki görüntüden pek hoşnut kalmış olmalı. Neden derseniz, Moğol dudaklı, küt, yayvan burunlu, gözleri alnına kaymış bir surat beliriyor orada. Makar Kuzmiç vaftiz babasının omuzlarına sarı sarı lekeli, beyaz bir çarşaf örttükten sonra makası şıkırdatmaya başlıyor.

-Saçlarınızı cascavlak keseceğim, ne dersiniz?

-En güzelini yapmış olursun. Tatarlara benzet beni, bomba gibi bir şey olayım. Sonunda daha gür çıkacak nasıl olsa.

-E, hanım teyzemiz nasıllar?

-Nasıl olsun, yuvarlanıp gidiyor işte. Geçenlerde binbaşının karısına doğuma çağırmışlardı, tam bir ruble vermişler.

-Ya, bir ruble vermişler, ha? Kulağınızı tutar mısınız biraz?

-Tuttum. Sakın keseyim deme, e mi? Of, acıttın be! Neden çekiyorsun saçımı?

-Zararı yok, zararı yok. Bizim meslekte böyle şeyler olmadan olmaz. Anna Erastovna iyiler mi?

-Kızım mı? Yerinde rahat durduğu yok ki! Geçen Çarşamba Şeykin’le nişanını yaptık. Sen niçin gelmedin?

Makas şıkırtıları şıp diye kesiliyor. Makar’ın elleri aşağı düşüyor. Korku okunan bir sesle;
-Kim? Kimi nişanladınız? diye soruyor.

-Bizim Anna’yı, canım!

-Nasıl olur? Kiminle?

-Şeykin’le, Petroviç Şeykin’le. Teyzesi, zengin bir ailenin vekilharçlığını yapıyor. İyi bir kadındır. Şükürler olsun, hepimizi sevindiren bir iş kıvırdık. Bir hafta sonra da nikahı var. Sen de gel, eğleniriz.

Şaşkınlıktan yüzü sararan Makar Kuzmiç omuzlarını silkiyor.

-Nasıl olur, Erast İvanoviç? Bunu nasıl yaparsınız? Olamaz! Anna ile ben. Ben ona karşı iyi duygular besliyordum. Niyetim onunla. Bu nasıl şey, bilmem ki! Makar Kuzmuç’in yüzünde ter damlaları tomurcuklanıyor. Makası masanın üstüne bıraktıktan sonra yumruğuyla burnunu ovuşturmaya başlıyor.

-Benim ona karşı temiz niyetlerim vardı. Olacak şey değil, Erast İvanoviç! Ben onu sevdim, en saf duygularımı sundum. Karınız hanım teyze de söz vermişti. Size karşı hep öz babam gibi saygı gösterdim. Her zaman bedava tıraş ediyorum. Benden iyilikten başka ne gördünüz? Babam öldüğü zaman evdeki kanepeyle on rublemi aldınız. Sonra geri vermediniz. Anımsıyorsunuz, değil mi?

-Anımsamaz olur muyum? Hatırımdadır hep. Ama gözümün nuru, sen iyi bir güvey olabilir misin, Makarcığım? Söyle, iyi bir güvey olabilir misin? Ne paran var, ne mevkiin, ne de işe yarar bir mesleğin!

-Peki, Şeykin zengin mi?

-Taşeronluk yapıyor. Tam bin beş yüz ruble pey akçesi yatırmış bu işe. Yetmez mi, iki gözüm? Her neyse, olan oldu bir kere, geri dönemeyiz, Makarcığım, sen kendine başka bir kız ara. Elini sallasan ellisi gelir sana. E, ne duruyorsun? Hadi tıraş etsene.
Makar Kuzmiç konuşmadan dikiliyor, sonra cebinden mendilini çıkararak ağlamaya başlıyor. Erast İvanoviç onu yatıştırmaya çalışıyor.

-Aman canım, böyle şeylere de ağlanır mı? Hadi, sus bakalım. Kadınlar gibisin vallahi!.. Önce saçımı kes, sonra ne yaparsan yap. Hadi, makası al eline!

Makar Kuzmiç makası alıyor, ona bir dakika şaşkın şaşkın baktıktan sonra yine masaya bırakıyor. Eli titremektedir.

-Yapamayacağım, kalsın şimdi, elimin gücü kesildi. Ah, ne talihsiz insanmışım ben? O da çok mutsuz şimdi. Birbirimizi seviyorduk, söz vermiştik. Kötü insanlar acımadan ayırdılar bizi. Dükkânımdan gidin, Erast İvanoviç! Sizi gördükçe tuhaf oluyorum.

-Öyleyse yarın gelirim, Makarcığım. Tıraşı yarın bitirirsin.

-Peki, nasıl isterseniz.

Erast İvanoviç saçlarının yarısı kökünden kesilmiş başıyla tıpkı bir kürek mahkûmuna benziyor. Böyle bir başla ortalıkta dolaşmak pek de hoş değil ama başka ne yapabilir? Başına şalı yeniden sarıyor, berber dükkânından çıkıyor Makar yalnız kalınca bir sandalyeye oturuyor, sessiz sessiz ağlamasını sürdürüyor.

Ertesi sabah Erast İvanoviç erkenden dükkândadır. Makar Kuzmiç soğuk bir sesle:
-Bir şey mi var, ne istiyorsunuz? diye soruyor.

-Tıraşı bitir Makarcığım. Bak, yarısı duruyor

-Parası peşin, lütfen. Bedava tıraş etmem!

Erast İvanoviç tek söz söylemeden kalktığı gibi dükkândan dışarı fırlıyor. O günden beri başının yarısında saçları uzun, öbür yarısında ise kısacık. Parayla tıraş olmayı lüks saydığından başının yarısındaki saçların kendiliğinden büyümesini bekliyor. Kızının düğününde bile ortalıkta böyle dolaştı.

AŞK BAŞKADIR - GUY DE MAUPASSANT

$
0
0

AŞK BAŞKADIR - GUY DE MAUPASSANT

Ormanlarla örtülü tepenin doruğunu eski çağlar mimarisini bütün özellikleriyle yansıtan büyük bir şato süslüyordu. Çevresindeki kocamış ağaçlardan kuytu gölgeler uzanıyor, önündeki parkın bir yönü, yamacı kapsayan ormana öbür yönü tarlalara ulaşıyor, taşlardan örülmüş bir havuzun yüzeyine çevresindeki kadın heykelleri yansıyordu. Havuzun iki tarafından sırta yükselen ve yükseldikçe küçülen katmerli küçük su birikintilerinde doruktan çıkan bir kaynağın suları süzülüyor, diplerinde yüzyıllardır biriken bembeyaz kireç tabakasını her an biraz daha kalınlaştırıyordu. Artık yaşlanmış güzel ve hoppa bir kadına benzeyen yapıyı değerlendiren yalnız bu görüntüler değil, insan eliyle açılıp türlü deniz hayvanı kabuklarıyla süslenen mağaralarında en azından yüz yıldır biriken aşk anıları, öyküleriydi. Bütün bunlar, hâlâ anlatılıp duran alışkanlık ve töreleri, eski çağların günümüze pek yumuşamış olarak bıraktığı hovardalık ve yürekliliği belirtmeye yetiyordu.

16. Louis biçiminde döşenmiş, duvarları eli sepetli güzel kadınlar, yakışıklı şövalye resimleriyle süslü küçük bir salonda çok yaşlı bir kadın oturuyordu. Mumyalaşmış elleri, koca bir koltuğun iki yanından sarkmaktaydı. Canlılığını öylesine yitirmişti ki, ilk bakışta ölmüş sanılabilirdi. Tülle örtülmüşe benzeyen gözleri durgun bir bakışla, gençliğine ait görüntüleri görmek istermişçesine parka yönelmişti. Ara sıra hafifçe esen rüzgâr salonu çayır ve çiçek kokusuyla dolduruyor, kadının anılarla dolu başının iki yanından inen bembeyaz saçlarını okşuyordu.

Yanında, büyük bir gergefe gerili mihrap örtüsünün işlemelerine dalmış genç bir kız oturuyordu. Sarı saçları iki örgüyle sırtına inmişti. Parmakları makine gibi işlerken rüyalı gözlerinden düşüncelerinin nerelerde olabileceği kolayca seziliyordu.
İhtiyar başını yavaşça çevirdi.

“Berthe," dedi; “Bana biraz gazete oku. Dünyada neler olup bittiğini bileyim."

Genç kız gazeteye uzandı, göz gezdirdi.

“Bol bol siyaset var, nineceğim. Okuyayım mı, ister misin?"

. “Evet, evet yavrum. Hiç aşk haberi, hikâyesi yok mu? Fransa’da çapkınlık, hovardalık öldü mü? Artık ne sevgili kaçırmalardan, ne bu gibi olaylardan söz edilmiyor eskisi gibi..”
Genç kız bu sefer daha dikkatle baktı gazeteye. “İşte, işte bir aşk faciası,” dedi.
İhtiyar kadın yüzünün bütün buruşukluklarıyla gülümsedi.

"Oku bakayım."

Berthe başladı okumaya. Kezzaplı bir öyküydü bu; bir kadın, kocasının sevdiği kadından öç almak amacıyla yüzüne kezzap dökmüş, yaralamıştı. Bu davranışına karşılık daha ilk duruşmada beraat etmiş, mahkeme salonunu dolduran halkın alkışları arasında çıkıp girmişti. Nine koltuğunda hafifçe kımıldadı.

“Gerçekten tüyler ürpertici, korkunç. Bak bakalım, başka bir şey var mı yavrum?"
Berthe aradı, yine “Adliye olayları" başlığı altındaki sütunda bir başka haber buldu:
"Acı bir facia". Yaşı geçkin bir satıcı kız, yakışıklı bir delikanlıya gönül vererek kendisini teslim etmiş, ancak sevgilisinin bazı kaçamaklarını duyunca tabancaya sarılıp yaralamıştı. Yaralı, hayatı boyunca felçli kalacaktı. Hepsi de saygın ve erdemli kişilerden kurulu jüri ise suçluyu beraat ettirmişti.

Bu sefer nine pek sinirlendi, titreyen bir sesle bağırmaya koyuldu:

“Çağımızda delirdi insanlar. Evet, delirdiler. Tanrı sizlere hayatın en büyük zevkini, soluk aldığımız sürece en tatlı meyveyi, aşkı vermiş, sen kezzap ve kurşunla yok et bu nimetleri. Bütün bunlar İspanyol şarabına sokak pisliği katmaktan başka bir şey değil...”
Berthe ninesinin bu tepkisini kavrayamamıştı. “Ama kadın intikamını aldı. Düşün, evliydi ve erkeği onu aldatıyordu."

Nine büsbütün çileden çıkmıştı:

“Sizlere, bugünün kızlarına günümüzde ne saçma görüşler aşılıyorlar böyle."

“Evlilik, nineciğim! Evlilik kutsal bir şey...” ihtiyar kadın, eski hoppa çağını hatırlatan bir titremeyle sarsıldı:

“Kutsal olan aşktır. Şimdi beni iyi dinle, sevgili kızım. Üç kuşağın büyüdüğünü gören, erkekler ve kadınlar çevresinde çok şey bilen bir ihtiyarı dinle! Evlilik de, aşk da ayrı cinslerden iki insanın beraber olmasıdır. İnsan, aile kurmak amacıyla evlenir, toplum düzenine yardımcı olmak amacıyla aileyi kurar ve aslında insan toplumu aile kurumundan vazgeçemez. Eğer toplumu bir zincir olarak düşünürsek her aile bu zincirin bir halkası demektir. Bu halkayı uçlarından kaynatabilmek için uygun madenler seçmek gerekir. Evlenmeyi gerçekleştirmek, bir araya gelecek olanların geçmişleri, servetleri ve durumlarıyla birbirine uymaları, gelir ve çocuk konusunda inanç birliğine sahip bulunmaları şartıyla mümkündür. İnsan her zaman toplum öyle istiyor diye evlenmez, sevgili kızım. Ama belki yirmi defa âşık olabilir, çünkü onu doğa yaratmıştır. Görüyorsun, evlilik bir yasa, ama aşk bizi bazen sağa, bazen sola iten bir güçtür. Yasaları, içimizdeki bazı itişleri sınırlamak için yaparız, ama bu itişler bazen öylesine bir güç kazanır ki, artık karşı koymak imkânsızlaşır. Çünkü bu güçler Tanrı'nın, yasalarsa insanın ürünüdür. Bilirsin yavrum, çocuklara ilaçları şeker katıp verirler. Eğer hayatımıza, imkânların elverdiği ölçüde aşk katıp tatlandırmazsak içimi zor bir ilaca döndürürüz.”

Berthe gözlerini alabildiğine açarak fısıldadı:

‘‘Ama nine, nineciğim, insan çoğu zaman bir defa sevebilir."

Yaşlı kadın kendi gençlik çağının Tanrısına yemin edermiş gibi ellerini göğe uzatarak haykırdı:

"Siz utanç verici bir kitle oldunuz. Düşük düzeyde bir kitle! Devrimden sonra şükran duygusu ve gereği kayboldu. Her konuyu büyük sözlerle örtüyor, can sıkıcı birtakım görevleri varlığınızın korunması uğruna yapıyor, eşitliğe ve ebedi aşka inanıyorsunuz. Bazı insanlar aşktan ölünebileceğini söylemek için dizeler sıralıyor. Benim çağımda dizeler, erkeklere kadınları nasıl sevmeleri gerektiğini öğretmek için yazılırdı. Yine benim çağımda eğer bir soylu genç hoşa gidiyorsa hemen bir uşak gönderilirdi... Ve yeni bir zevk kapısı açılmışsa, eski âşığa veda edilirdi. Bazen ikisi de pek güzel idare olunurdu."

İhtiyarın yüzünde derin anlam taşıyan bir gülümseme ve gözlerinde ancak zengin ruhlu kişilerin, öbürleriyle aynı hamurdan yoğrulmadığını, başkalarınca yapılmış kuralları umursamadığını yansıtan bir ışık belirdi.

Genç kızın rengi sapsarı olmuştu:

"Bu tür kadınların onuru yoktur."

Nine ciddileşti, ruhuna Voltaire'in coşkusu yerine Rousseau’nun yumuşak düşüncesi yayılmıştı sanki.

“Onuru yok muydu? Onun için mi seviyorlardı? (Kendisi onun için mi böyle konuşuyor, duygulanıyordu?) Sevgili kızım, eğer bizlerden, Fransa’nın seçkin kadınlarından biri âşıksız kalırsa, bütün saray katılırdı gülmekten. Eğer o kadın hayatını sürdürmek istiyorsa, manastıra kapanmaktan başka çaresi kalmazdı. Şimdi sizler, kocanızın ömür boyu yalnız sizi seveceğini sanıyorsunuz. Eğer gerçekte böyle bir şey mümkünse tabii... Şimdi sana diyorum ki; evlilik toplumun sürmesi için gerekli bir kuruluştur ama, cinsiyetimizin yapısını etkilemez, anladın mı? Hayatta tek güzel şey vardır: Aşk. İşte bunu anlayamadığınız için kötü eğitiliyorsunuz, kendinizi kutsal inançlara veriyor ya da inancı arsa gibi satın almaya kalkıyorsunuz.”

Genç kız titreyen elleriyle ihtiyarın kupkuru parmaklarına sarıldı:

“Sus nineciğim, yalvarırım, sus!.."

Sonra ninesi hafifçe alnından öperken ellerini göğe açıp çağdaş ozanların zırvalığı olan büyük ve ebedi aşk için duaya koyuldu. Beri yanda nine, 18. yüzyılın hovarda düşünürlerine dayanan tatlı ve sağlıklı inancını mırıldanıyordu: “Dikkat et, sevgili kızım; böyle budalalıklara inanmaya devam edersen, çok mutsuz olursun!"

(Çev.: Faruk Yener)

 

İLGİLİ İÇERİK

TAMİR EDİLEMEZ HATA - GUY DE MAUPASSANT

ŞEYTAN - GUY DE MAUPASSANT

 

ALTIN BEYİNLİ ADAM - ALPHONSE DAUDET

$
0
0

ALTIN BEYİNLİ ADAM-ALPHONSE DAUDET

Eğlenceli hikâyeler isteyen bayana

Mektubunuzu okurken, madam, vicdan azabı duyar gibi oldum. Hikâyelerimin hep böyle kasvetli şeyler olmasından ötürü kendi kendime içerledim. Ve bugün size neşeli, hem de çılgınca neşeli bir masal anlatmayı aklıma koydum.

Öyle ya canım, ne diye kederli olacakmışım! Paris'in sislerinden bin fersah uzakta, misket şarabıyla dümbelekler ülkesinde, günlük güneşlik bir tepenin üzerinde yaşıyorum. Değirmenimin etrafında güneşle müzikten başka bir şey yok. İskete kuşlarından orkestralarım, su çulluklarından bandolarım var. Sabah oldu mu, kurli kuşları ‘kurlu kurlu' diye öterler, öğleyin, sıra ağustosböceklerinindir. Sonra, fifre çalan çobanlar mı istersiniz, yoksa bağlardan kahkahaları gelen esmer güzelleri mi?.. Doğrusu burası, kara düşüncelere dalınacak yer değil. Hanımlara asıl tozpembe şiirler ile sepet sepet sevda hikâyeleri göndermeliydim.

Ama olmuyor! Hâlâ Paris'ten kurtulamadım. Her gün, çamlarımın arasında bulunduğum zamanlar bile, Paris'in dert çirkefinden kendimi koruyamıyorum. Hatta şu satırları yazdığım anda bile, zavallı Charles Barbara'nın sefalet içinde öldüğünü haber aldım. Bütün değirmen, matem içinde... Kurli kuşlarıyla ağustosböceklerine Allahaısmarladık!.. Neşeli şeyler düşünecek halim yok... İşte madam, bundan ötürü, size yazmayı tasarladığım o güzelim sevda hikâyesi yerine, yine acıklı bir masal göndereceğim.

Bir varmış bir yokmuş, altın beyinli bir adam varmış. Evet, öyle madam, hem de som altından bir beyin. Dünyaya geldiği zaman başı o kadar ağır, kafatası o kadar kocamanmış ki, hekimler, bu çocuk yaşamaz, demişler.

Demişler ama çocuk yaşamış, güneşte boy atan güzel bir zeytin fidanı gibi gelişmiş. Yalnız kocaman kafası, hep ağır basarmış. Yürürken sağa sola toslaması pek acınacak şeymiş... Sık sık düşermiş de. Bir gün sahanlıktan yuvarlanmış ve alnı mermer bir basamağa çarpınca, kafatası, bir maden külçesi gibi, tınnn! etmiş, öldü sanmışlar. Ama çocuğu yerden kaldırdıkları zaman, kumral saçlarında donmuş iki üç altın damlasıyla hafif bir yaradan başka bir şey bulamamışlar. İşte, anasıyla babası, oğullarının altından bir beyni olduğunu böylece anlamışlar.

Bu iş o kadar gizli tutulmuş ki, zavallı çocuk bile işin farkına varamamış; vakit vakit, komşu çocuklarıyla kapı önünde oynamasına neden izin verilmediğini sorarmış; annesi dş ona:
- Sonra seni çalarlar, elmasım! diye yanıt verirmiş.

Çocukcağız, çalınmaktan pek korkarmış, hiç ağzını açmadan, yalnız başına oynamaya gidermiş, bir odadan öbür odaya, tıpış tıpış, dolaşır dururmuş...

Ancak onsekizine basınca anası babası, kendisine kaderin bahşettiği o olağanüstü nimeti anlatmışlar; bu yaşa kadar besleyip büyütmelerine karşılık, altınından birazcık istemişler. Çocuk hiç duraksamamış, hemen o anda, nasıl, neyle, beyninden ceviz büyüklüğünde bir altın külçesi kopararak, böbürlene böbürlene, annesinin ayakları altına atıvermiş... Sonra kafasında taşıdığı bu zenginlikten, gözü kamaşmış, binbir istekle deliye dönmüş, kendi gücünden mest, baba evinden ayrılmış ve diyar diyar dolaşarak hâzinesini harcamaya başlamış.

Hadsiz hesapsız altın harcayarak sürdüğü şahane hayata bakılırsa, beyni bitip tükenmeyecekmiş gibi gelirmiş... Ama beyin tükenmekteymiş, beyin tükendikçe de gözlerinin feri sönmekte, yanakları çukur çukur olmaktaymış. Nihayet günün birinde, çılgın bir hovardalığın sabahında, zavallı genç, ziyafetin döküntüleri ve sararıp solan avizeler arasında yapayalnız kalınca, altın külçesinde açtığı kocaman gediği görüp ürkmüş, artık uslu oturmak zamanının geldiğini anlamış.

O andan itibaren, yeni bir hayata başlamış. Altın beyinli adam, artık dokunmak istemediği bu uğursuz zenginliği unutmaya çalışarak, şeytana uymaktan korkan bir cimri gibi vesveseli, yapayalnız, bir köşeye çekilip yaşamış... Ne çare ki, sırrını öğrenmiş olan bir dostu, yalnızlığında da peşini bırakmamış.

Bir gece zavallı adam, müthiş bir baş ağrısıyla sıçrayarak uyanmış, şaşkın şaşkın doğrulmuş

ve ay ışığında, arkadaşını, paltosunun altında bir şeyler gizleyerek kaçarken görmüş...
Demek beyninden bir parça daha çalmışlar.. Bundan bir süre sonra altın beyinli adam âşık olmuş ve bu sefer büsbütün hapı yutmuş... Bütün kalbiyle sarışın bir kadını sevmiş, o da onu seviyormuş ama süsü, tüylü şapkaları, o güzelim püsküllü potinleri daha çok severmiş.
Bu yarı bebek, yarı kuş, miniminnacık hatunun ellerinde altının eriyip gitmesi hatun için bir zevkmiş. Türlü türlü hevesleri varmış, adam da hiçbir zaman 'Olmaz!' diyemezmiş; hatta kendisini üzmemek için, zenginliğinin o hazin sırrını sonuna kadar gizlemiş. Kadın ona:
- Biz çok zenginiz, değil mi? diye sorunca, zavallı adam:

- Elbette çok zenginiz! dermiş. Sonra da, kafatasını masum masum kemiren bu minik kuşuna sevgiyle gülümsermiş. Ama bazan korkar, hasis davranmak istermiş. Ne var ki, tam o sırada kadıncağız, kırıtarak kendisine yaklaşır ve:

- Kocacığım, dermiş, bu kadar zenginsin, bana pahalı bir şeyler alsana!..
Adam da ona pahalı bir şeyler alırmış.

Böylece iki yıl sürmüş bu, nihayet bir sabah kadıncağız, nedeni bilinmeden, kuş gibi ölüp gidivermiş... Hazine de suyunu çekmek üzereymiş. Zavallı adam, ne kalmışsa onunla sevgili karısına mükemmel bir cenaze töreni düzenlemiş. Çanlar çalınmış, cenaze arabası siyahlara bürünmüş, atlar süslenmiş, kara kadifelere gözyaşı gibi gümüşten süsler asılmış. Adamcağız, ne yapıldıysa, az görmüş. Altına artık kim bakar ki! Kiliseye vermiş, cenazeyi götürenlere vermiş, çelenk satanlara vermiş; hiç pazarlık etmeden, her isteyene vermiş... Öyle ki, mezarlıktan dönüşte, bu olağanüstü beyin hemen hemen boşalmış, kafatasının dibinde birkaç zerre altın kalmış sadece.

O zaman, kendisini sarhoş gibi ellerini uzatarak, yalpa vura vura, sokaklarda dolaşır görmüşler. Akşam olup da mağaza vitrinleri aydınlanınca, top top kumaşlarla türlü türlü süslerin ışıklar içinde pırıl pırıl yandığı bir camekânın önünde durmuş. Kenarlarında kuğu tüyleri bulunan mavi satenden bir çift kadın ayakkabısına hayran hayran bakakalmış. Kendi kendine ‘Bunlar, bizimkinin hoşuna gider!’ diyerek gülümsemiş. Karıcığının öldüğünü unutarak, ayakkabıları satın almak için mağazaya dalmış.

Satıcı kadın, dükkânın arka tarafındayken, müthiş bir çığlık duymuş ve hemen koşmuş. Bir de ne görsün? Bir adam, ayakta, tezgâha dayanmış, ıstırap içinde, alıklaşmış bir tavırla kendisine bakıyor. Bir eliyle kuğu tüylü mavi ayakkabıları yakalamış, kan içinde olan öbür eliyle de, tırnaklarının ucuna yapışmış birkaç altın zerresini uzatıp duruyor.
İşte, madam, altın beyinli adam masalı.

Peri masallarına benzemesine rağmen bu masal, başından sonuna kadar gerçeğe uygundur... Bu dünyada beyinlerini harcayarak yaşamaya mahkûm öyle zavallılar vardır ki, en küçük ihtiyaçlarını bile, öz cevherlerinin ve iliklerinin o halis altınıyla öderler. Bu, onlar için her günkü bir acıdır. Sonra bir gün, acı çekmekten bıkıp usanınca da...
Çev: Sabri Esat Siyavuşgil

 

 

BİR KADIN - OĞUZKAN BÖLÜKBAŞI

$
0
0

BİR KADIN - OĞUZKAN BÖLÜKBAŞI

"Kocam lise mezunu, ben üniversite" diye söze başladı kadın. Gözündeki morluğu saklamak için başını öne eğerek konuşuyordu. Yediği dayağın izi yalnızca gözündeki morartı değildi, ruhundaki izler daha belirgindi. "Bir çocuğumuz var" diyerek devam etti, "on yıllık evliliğimizde gün aşırı dayak, her gün kavga, ne yapacağımı bilemez haldeyim".

- Ayrılmayı düşünmüyor musun?

- Öldürür beni.

- Öyle kolay mı adam öldürmek?

- Birkaç kez ayrılmayı denedim, sen eve dönünceye kadar ya anneni, ya da babanı sakat ya da ölü görürsün. Bir telefon ettiğimde, niye olduğunu sormadan benim için adam öldürecek adamlar var diyor. Ölse de kurtulsam.

- Çalışmayı, bir işe girmeyi denesen.

- İstemiyor. Genç kadın son yarım saat içindeki onuncu sigarasını yaktı. Sigarayı yer gibi tüketiyordu.

- Çok sigara içiyorsunuz.

- Evet.

- Çocuğunuz kaç yaşında?

- Altı

- Onun yanında da içiyor musunuz?

- Evet

- Yazık değil mi?

- Yazık, ne yapabilirim.

- Bırakabilirsiniz. Sen ne diyorsun yahu der gibi baktı yüzüme.

- Anlaşmazlıklarınızın nedeni tahsil farkı mı?

- Kıskançlık

- Kim kimi kıskanıyor?

- İkimiz de birbirimizi kıskanıyoruz.

- Kocanızı seviyor musunuz?

- Hayır.

- Niye kıskanıyorsunuz?

- Kadınların ona ilgi göstermesine sinir oluyorum.

- Niçin?

- Bilmiyorum.

- O niçin kıskanıyor?

- Erkek değil mi, ufacık bir ilgi görsem, bana "orospuluk etme" deyip yapmadığını bırakmıyor.

- Ne zaman tanıştınız ve evlenmeye karar verdiniz?

- İlk aşkım.

- Ne güzel, her insan ilk aşkıyla evlenemiyor, neyini beğenmiştiniz?

- Bana sahip çıkmasını, benim için dövüşmesini.

- Nasıl yani?

- O dönemler bana dönüp bakan biri olduğunda gider o adamı veya çocuğu eşek sudan gelinceye kadar döverdi, bu bana inanılmaz haz verirdi.

- Niçin?

- Bilmem, gençlik işte, güven içinde olduğumu sanırdım.

- Siz üniversiteyi okurken o neredeydi?

- Aynı şehirdeydik.

- Üniversitedeki sosyal faaliyetlere onunla mı katılırdınız?

- Evet

- Bir eziklik duyar mıydı?

- Kesinlikle hayır.

- O dönemlerde de kavgalarınız olur muydu?

- Evet, o zaman da döverdi beni.

- Yani durum evlenmeden önce de aynıydı?

- Evet.

- Niçin evlendiniz sorusunun bir anlamı var mı? Gülümsedi , başını öne eğdi, "salaklık bende değil mi" dedi yavaşça.

- Sanmam.

- Ne peki?

- Tutku, mazoşist bir aşk duygusu.

- Yani ben psikolojik olarak rahatsız mıyım?

- Ben öyle bir şey demedim, yalnızca dayağa rağmen evlenmeyi kabul etmenizin sebebini bulmaya çalışıyorum.

- Ne yapmalıyım?

- Ayrılmak en doğru çözüm.

- Yakınlarıma bir kötülük ederse….

- Sığınma evleri var, kaçın izinizi kaybettirin, polise başvurun.

- Siz onu tanımıyorsunuz o beni her yerde bulur.

- Bu kadar çaresizlik içinde yaşadığınız bir hayatı değiştirme cesaretinizi kaybetmişsiniz çözümlere yanaşmıyorsunuz, kendinize yardım etmediğiniz sürece kimse size yardım edemez.

- Çözüm bende yani.

- Kesinlikle.

- Ben bu hayata mahkumum öyle mi?

- O kadar çok çözüm şekli var ki, siz hiçbirine yanaşmıyorsunuz üniversiteyi boşuna okumuşsunuz.

- Doğru söylüyorsunuz.

Genç kadın yavaşça doğrularak, yerinden kalktı.

- Bana müsaade

- Niçin gidiyorsunuz, henüz konuşmaya başlamıştık.

- Sıkıldım.

Kapıya doğru yürüdü ve çıkıp gitti. Arkasından baka kaldım. Kimse göründüğü gibi değildi. Genç, modern giyimli okumuş yazmış bir kadın feodal yapılı bir kafaya sahip adamla evleniyor, işkence dolu bir hayata katlanıyor. Çocuğunu nasıl büyütecek, o çocuk bu kadar sorunlu bir anababadan ne kazanacak?

Yaşanmış , yaşanan hayatları yazmayı seviyorum. Olduğu gibi ve fazla yorum yapmadan. Bir ayna mı tutuyorum, yoksa fotokopi mi çekiyorum, buna okur karar versin diye düşünüyorum.

Hayat bir hediyedir, bu hediyenin konduğu kutunun en derin noktalarını kurcalamadan yaşayanlara üzülüyorum. Bu genç kadın da öyle biri, kutunun bir karanlık noktasına tıkılıp kalmış, ve yaşadığı hayatı herkes gibi kendisi yapmış, o da bunu farkında. Onun isyanı kızgınlığı kendi çaresizliğine.

Kocasının ölümüyle kurtulacağını düşünen kaç kadın var acaba. Çaresiz, sindirilmiş, korkutulmuş. Mutluluk öyküleri de var şüphesiz. Bir gün bana mutluluğunu anlatmaya gelen olursa onun da öyküsünü yazacağım.

 

İLGİLİ İÇERİK

ŞİİRLER

OĞUZKAN BÖLÜKBAŞI'NIN ŞİİRLERİ

DOSTLARI OLMALI İNSANIN - OĞUZKAN BÖLÜKBAŞI

AKLIMA SENDEN BAŞKA BİR ŞEY GELMİYOR - OĞUZKAN BÖLÜKBAŞI

DİLMAÇ-FIRAT KIZILTUĞ

$
0
0

DİLMAÇ-FIRAT KIZILTUĞ

Dilmaç, Altındere'ye çook uzaklardan, İngiliz memleketinden gelmişti. Doğu Anadolu yaylasının havasına, suyuna uzun süre alışamadı, yemedi, içmedi. Yanına kimseleri yaklaştırmadı. Direndi, tepindi, yavaş yavaş sakinleşti. Acıkınca yem kes-meğer su içmeğe başladı. Tımarını yalnız Davut Ağa yapabiliyordu.

Veterinerlerden biri okuduğu romandaki "Dilmaç” sözünü ona ad olarak düşündü. Bu "Dil”li, "maç”lı heceler tutuldu. Damızlık İngiliz atının adı "Dilmaç oldu”.

Dilmaç, huyundan vazgeçmedi.

Davut Ağa'yla geziyor, su içiyor, başkasını yanına yanaştırmıyordu.

Hara Müdürü bir gün Davut Ağa'yı çağırttı:

— Dilmaç ne âlemde, Davut Ağa?

— Eyi beğim.

— Yiyor içiyor mu?

— Evet beğim. Bana ses etmiyo.

Etmesine de.. şey!..

— Ne Davut Ağa?

 — Beyim bu attan bi fayda gelmez. Bu ne damızlık olur, ne de bi şey...

— Nasıl olur Davut Ağa?. İngiltere'den geldi. En iyi cins...

-—D aha eyi dedin ya beğim? Bu at tam gâvur huyu taşıyo. Suvarırken, yemlerken heç sevinmiyo. Kafasını dimdik dutuyo. Bi azamet bi kibir...

— Daha da neler, atta kibir?!

Deme beğim, ben atları insandan eyi tanırım. Bu çok soğuk bi hayvan. Sanki kölesiymişim, ona bakmaya mecburmuşum gibi haym hayın bakıyo. Bizim Münih Alamanyasında usta başı da böyle bakardı... Gâvur, gâvur! Bu da öyle işte!..

Kasabanın memurları grup ha-linde harayı gezmeğe gelmişlerdi.

Lisenin İngilizce öğretmeni önayak olmuştu bu geziye.

Hocânım, Çerkez asıllıydı. Aynı zamanda at delisi... At resmi bulunan bütün kartpostalları toplar, pulları biriktirirdi. Dergi ve gazetelerdeki bütün at resimlerini toplar dosyalardı. "Çerkezler at hırsızı olurmuş, benim kanım çekiyor" di-ye de şaka ederdi.

Öğle yemeği, bitmiş sıra atların bağlı olarak bakıldığı bölüme gelmişti. Bakıcılar, tayları kısrakları gösterdiler. İyi huylularını hocânımın okşamasına izin verdiler...

Derken öğretmen hanımın gözü Dilmaç'a takıldı.

 — Bu hangi cins Davut Ağa?

— İngiliz atı hocânım. Adı Dilmaç
.
Hayvan adını duyunca kulakları seğirdi. istifini bozmadan göz ucuyla öğretmen hanımı süzdü, sonra yemliğine uzandı.

— Şeker veremez miyiz?!..

 — Olmaazz. Çok hayındır. Gâvur gibi. Hiç kimseye alışmak istemiyo.

Öğretmen hanıma Dilmaç'ın durumu merak olmuştu. Uyarılara rağmen yürüdü. Dilmaç'a yaklaştı.

At yaklaşan insanın kokusunun alıştıklarından başka olduğunu hissetti. Sağrısında, ön baldırlarında seğirmeler oldu. Horuldadı.

Öğretmen hanım:

— Dilmaç... Göod M6rning!. dedi.

Dilmaç üç beş saniye sanki dondu. Taş kesildi. Sinirli, tedirgin davranışlarda bulundu. Hocânım biraz daha yakılaştı İngilizce olarak; (Nasılsın oğlum, prensim) dedi.
Dilmaç yerinde duramaz oldu.

Başını çevirdi. Gözleri buğulandı, göz kapaklarını kırpıştırmağa başladı. Başını hocanıma çevirdi, Kendisine anladığı dille seslenen kadının ellerine yaklaştırdı burnunu.
Hafif hafif kişniyor; sanki için için hıçkırıyordu.

Hocânım, İngilizlerin çocuk severken kullandığı, yavrum'lu, kuzum'lu, bebeğim'li, canım'lı bütün kelimeleri saydı. Atın önce burnunu, yüzünü, gözaltlarını, kulak aralarım sevdi, kaşıdı, okşadı. Atın gözlerinden yaşlar süzülmeğe başladı. Hocânımın da gözleri dolu doluydu. Bunu gören Davut Ağa, sağ yumruğunu sol avucunva uruyor:"Hay vah, hay yavrum. Bi de gâvur dedik, hayın dedik!.. Meğer hayvanın suçu yokmuş. Biz eşeklik etmişiz, dilinden anlamamışız...

Hocânım, Dilmaç'ın ipini çözdü, eğerlediler. Üzerine biner binmez fırladı. At dörtnal gidiyor, fakat biniciyi hiç incitmiyordu.

Bütün hünerini, hızını, dilinden anlayana duyduğu sonsuz minnetini anlatmak için çaba harcıyordu. Bir süre koştuktan sonra Dilmaç döndü. Tavlalara yöneldi.
Sevinç kişnemeleri ile rahvan yürüyüşe geçti.

Dilmaç, o günden sonra haranın en neşeli, ele avuca sığmaz atı oldu. Yedi, içti, kuvvetlendi. Bir sürü tayın babası oldu. Davut Ağa üç beş İngilizce laf öğrendi. "Dilmaç gel kamin kamin” veya "Gut moring oğlum" diyerek çağırıyordu.

Kafası gözü yarılan bu cümleler bile Dilmaç'ın gurbet-sıla özlemini azaltıyordu.
Dilmaç: Tercüman
TÜRK EDEBİYATI DERGİSİ

DELİ- ALİ HAYDAR HAKSAL

$
0
0

DELİ- ALİ HAYDAR HAKSAL

“Bana deli gözüyle bakıyorsun değil mi? Bize bir görev verildi.” dediğinde; asıl bir görevinin olduğunu, ne demek istediğini bile bilmiyorum. Şaşkınlığımı gizleyememiş olacağım ki, Kâmil Dede bana tuhaf bakıyor bugün. Gözlerimin içine bakarken, ondan korkuyorum ve ilk kez onu böyle ciddî görüyorum. Gözleri bana takılıyor. Tuhaf bir bakışı var. Donmuş biri olarak gözlerimin önünde duruyor bir an. Yıllardır onu tanıyorum, bir meczuptur gözümde ya da öyle olduğunu düşünüyorum. Uçukluklarına, mantıksız davranışlarına gülüp geçiyorum öteden beri. O ise; kimseyi umursamadan hayatını sürdürüyor. Bazan, günlerce dili tutulan birine dönüyor, sokağa öylesine girip çıkıyor. Bu sokaktakiler onun deliliğine alışık. Ben de alıştım. Bazan başı önünde, dalgın geçip gidiyor, dünya yıkılsa kimseyi görmüyor. Bazan da insanları güldürür bir kişiliğe bürünüyor. Bir ânı diğerini tutmuyor. Sokağa girince havası değişiyor, sokak şenleniyor. Onun yokluğunda suyu kesilen bir değirmene ya da cenaze çıkmış bir sokağa dönüyor. Çocukların şen şakrak peşinden koşuşturmasıyla varlığı belirginleşiyor. Cebine tıkıştırdığı şekerleri çocuklara dağıtarak evine giriyor. Üstüne başına, davranışlarına bakılırsa belleğimdekine uygun biri olarak durduğunu biliyorum. Ötesini düşünemiyorum. Bugün, söylediği beynimde zonklayınca yeniden düşünmeye, belleğimi zorlamaya başladım. Zamanım kısa ve ben onun peşinden koşuyorum. Beni içerden kavramasıyla, bir belirsizliğin içine düşmeme neden oldu. Düşünmeye zamanım yok. Bakalım bugün neler göreceğim, neler yaşayacağım. Her gün; yukarıdan aşağıya çizgileri olan pazar çantasıyla çıkıyor sokağa. Bir araya geldiğimizde aklı başında laflar ediyor. Gülüyorum kendi kendime. “Bu deli adam ne akıllıca laflar ediyor!” diye. Şu anda onu bir başka gözle görüyorum, gözümde birdenbire değişti. Bilinçle yaşanmış bir kişilik üzerine artık düşünemiyorum. Onu yeterince tanımadığımın ayrımına şimdi varıyorum. Görev adamı olduğunu söylemesi, bakışımı değiştirdi bir anda. Bundan sonrasını merak ediyorum. Aramızda hiç bir zaman böyle bir konuşma geçmemişti. Ona yeni baştan bakmam ve tanımam gerektiğini hissettirdi bugünkü davranışı. Beni çarpan bu ifadesiyle bir sorumluluk taşıdığını düşünüyorum da, ne olduğunu bilemiyorum. Durup dururken tanımsız bir yük omuzlarıma bindi. Benimle konuşurken yüzünün ifadesi değişti, ciddileşti. Buz gibi bir adam kesildi. Ona inanmamış göründüğümü anladı. Birbirimizi kollamaya başladık. O beni ben de onu alttan alta süzüyoruz. Aramızda henüz güvene dayalı bir bağ yok. Peşinden gidip gitmeyeceğimi, ona uyup uymayacağımı bilmiyorsa da gideceğimden de emin. Bana düşen onun peşine takılmak, dediklerini yapmak. Kuşkulandığımı biliyor mu bilmiyor mu? O da beni süzüyor, arada bir, rastlantıylaymış gibi gözlerimin içine bakıyor. Onu hem şimdiyle hem de geçmişiyle yeniden süzüyorum. Açıkçası bir şey çıkaramıyorum. Bir sorumluluk üstlenmiş olabileceğinin ipuçlarını yakalamaya çalışıyorum. Hayır, hiç bir şey belirmiyor. Bildiğim o Deli Kâmil Dede, gözlerimin önünde ister istemez duruyor. Fazladan hiçbir şey yakalayamıyorum.


Hayatla umut arasındaki bir bağ, bir yere sürüklüyor insanı. Beklemediğim bir karşılıktı bu. Adamın pejmürdeliği başka ne düşündürür ki? Onu öyle tanıtan da kendisi değil mi? Çocukların tekerlemeleri kulaklarımda. Onun umursamazlığı, başını önüne düşürüşü, eteğini savuşturarak apartman dairesinden girişiyle seslerin kesilişi... Akıl sır erdiremediğim bir adam...


Elimden tuttu sürüklüyor. “Ne yapıyorsun, nereye gidiyoruz?” dememe fırsat vermeden: “Gidiyoruz” dedi, biz de gidiyoruz. O, bildiğim yüz. Çizgileri giderek derinleşiyor, onların hangisinin neyi karşıladığını, ne anlama geldiğini çıkarsamaya çalışıyorum. Yıllardır, sokağımda karşılaştığım, aynı sokakta bazan birlikte yürüdüğüm, zaman zaman ayaküstü sohbet ettiğim, yüzüne bazan acıyarak, bazan üzülerek, bazan da kaygıyla baktığım ve yeterince tanıyamadığım bir adamdır Kâmil Dede. Temiz bir yüzü var ve bana anlayama-cağım bir güven veriyor. Bugün bir başka yüzle karşıma çıkıyor. Birlikte yol alırken, her davranışının normalliği şaşırtıyor beni. Konuştukça, nutkum tutuluyor. O, bu bilince nasıl sahip olmuş, bu beni daha da şaşırtıyor. Bir deli adam nasıl oluyor da bu kadar aklı başında biri olarak görünebiliyor. Susuyorum. Bugün bana düşen onu izlemek, öyle de yapıyorum.
Yürüyoruz. Adımlarının hızına yetişemiyorum.

Acelesi varmış gibi koşturup duruyor. Sanki soluk almıyor, bir yılan gibi kayıyor kalabalığın arasında. Yanında taşıdığı pazar çantası ağzına kadar dolu. O da merakımı arttırıyor. Kalabalıktan sıyrılmaya çalışırken, ona buna çarpmasından sonra çantasının farkına varıyorum ki alt tarafı yıpranık. Yazın bile üstünden çıkarmadığı pardösüsünün eteğini habire savurup duruyor. Yer yer yamalı. Kirli değil. Yıpranıklığı onun giysiye ve gösterişe ilgisizliğini gösteriyor. Üzerine sıçrayan çamurlardan kurumuş yerleri çoğu kez çitlediğini biliyorum. Onu her zaman böyle tertemiz görüyorum. Üst başında en küçük bir lekeye rastlanmıyor. Onun peşinden seğirtirken, bütün ayrıntılarına dikkat ediyorum. O ise beni umursamadan yürüyor. Adımları bir pergel gibi açılıyor, hızına yetişemiyorum.

Bir süre sonra elimi bırakıyor. Sanki bir cendereden kurtuluyorum. Parmakların izi olduğu gibi duruyor bileğimde. O sıktıkça parmaklarımın ucu morarmış. Eli bir deri bir kemik olmasına karşın, amma da güçlü. Onunla birlikte yürüdükçe tuhaflığı mı, her insandaki gibi normalliği mi desem şaşkınlığımı artırıyor. O elimi kavradığında, kurtulmak için bir girişimde bulunamıyorum. Hele şükür kendisi bileğimi bırakıyor da rahatlıyorum. Yeşil ışığın yanmasını beklemeden, arabaların arasından âdeta vals ederek karşıya geçiyor. Onun çevikliğine şaşıyorum. Üzerime deli bir nehir gibi akan arabalardan, kurtulmak için bir gölge gibi izliyorum, gene de yetişemiyorum. Benim geçip geçmediğime bakmadan arkasına bakmadan karşıya geçiyor. Ben, olduğum yerde kalakalıyorum. Onu gözden yitireceğim diye, arabaların arasına dalıyorum, sürücülerin öfkesine aldırmadan. Benim geride kaldığımı anlamış olmalı ki, duruyor ve bekliyor. Yanma vardığımda bir şey söylemeden yolunu sürdürüyor. Düğmeleri açık olan pardösüsünün etekleri yelpaze gibi sağa sola savruluyor. Hışımla yürüyüşü, kendinden eminliği beni hayrete düşürüyor. Ona, yıllarca deli gözüyle bakmış olmamın şaşkınlığını yaşıyorum. Bilerek mi bana böyle davranıyor, onu da bilmiyorum. Bir tek cümlelik başlangıç beni onun peşinden sürüklemeye yetti. Ona uymuş olmam ya da olmamam, onu ilgilendirmiyor. Bildik tutumundan vazgeçmiyor. Hafif bir öksürüğüm var, bilerek sesimi yükseltiyorum, dikkat çekeyim diye. Bana döndüğünde yüzü mûnisleşiyor ve gülümsüyor. Gözlerinin içinde bir ışıltı yakalıyorum. “Yoruldun mu?”. Susuyorum. Sesimin tonunu alçaltıyorum.

Deli Kâmil Dede: Bu onun adı ve kişiliği. Bu lakap ona ne zaman takıldı, anımsamıyorum. Onu ayrımsayışım çocukların onu deli lakabıyla önlemesiyle oldu. Bilinç gözüm açılalı beri onu bu isimle tanıyorum. Kimileri ona, sadece “Deli” diyor, kimileri de “Deli Kâmil Dede”. Çocuklar tempo tutuyorlar: “Deli deli develi, kulakları küpeli.” Çocukların peşinden seğirterek, tempo tutmalarına ve ‘Deli Kâmil’ demelerine hiç tepki göstermiyor Kâmil Dede. Bazan onlara Şeker Saçıyor. Sokağın çocukları onu seviyor gene de. O ise onlara gülümseyerek bakıyor. Sokağa çıktı mı arkasına bakmadan çekip gidiyor. Onun umarsızlığı, işine bakması ne zamandır dikkatimi çekiyor da, nedenini çözemiyorum.

Onun bu telaşını, koşturmasını, çevikliğini, heyecanını gördükçe şaşıyorum. Önümde koşturuyor, aramızda bir kaç adımlık bir mesafe var. Jetonları alıyor, turnikenin önünde beni bekliyor. Bekleme salonunda, dimdik, vakur duruyor. Yaşının altında görünüyor. Yanımda, şimdi bir deli gibi durmuyor. Sözcüklerimiz tükenmiş gibiyiz: O pusuyor, ben de susuyorum. Bekliyorum, o bir şeyler söyleşin, ben de katılayım, olmuyor. Hayatımın çekilmez dakikalarıdır bunlar. Kapılar açılıp vapura doğru sürükleniyoruz, o yeri belliymiş gibi bir yere doğru koşar adımlarla yürüyor, ben de peşinden sürükleniyorum. Denizin Boğaz’a bakan tarafına oturuyoruz. Uzaklara bakıyor. Donmuş bir hali var. Vapurun gidiş yönüne oturuyor, ben de yanma ilişiyorum. Çantasını bacaklarının arasına alıyor, hışırtısı duyuluyor. Üstü gazete ile kapalı olduğundan içinde ne olduğunu bilmiyorum. Ben; amaçsızım, ne yaptığını bilmez bir durumdayım. Ellerimi dizlerimin üstüne koyuyorum, yanlarıma sarkıtıyorum, parmaklarımla oynuyorum, dizlerimi oynatıyorum, olmuyor... Vapur doldukça uğultu çoğalıyor. Ben de bu uğultuya mı katılsam, dışarı mı çıksam? Hangisini yapacağımı bilmiyorum. Ben bende değilim. Şu an bir başkasının güdümünde yaşamak durumundayım. Hazırlıklı olmadığımdan elimde oyalanacağım ne bir kitap, ne de bir dergi var. Vapurda zaman geçmiyor, gazete toplayıcısına vereceğimi bile bile bir gazete alıyorum. Ruhum ruhumu kemiriyor. Kâmil Dede’yi göz ucuyla süzüyorum, dalgın. Bir şeye takıldığı veya düşündüğü belli oluyor. Uzaklara dalıyor. Yerimde deviniyorum, ona doğru az yekiniyorum ve dokunuyorum. Tepki göstermiyor. İnadına put kesiliyor. Hiç bir iş ve eylem yapılmadan bu kadar uzun zaman suskun ve devinimsiz oturulur mu? Yoruluyorum durduk yerde. Bir azap içindeyim. Karşımdakiler konuşup kıkır kıkır gülüyorlar. Sanki birbirlerini çimdiklemişler de yerlerinde durmuyorlar. Zaman uzuyor ve ben bu uğultudan boğulacak gibi oluyorum. Denizin dalgalan arada bir vapuru sallayıp duruyor. Böyle sürerse Kâmil Dede ile konum değiştireceğim endişesine kapılıyorum. Pencerenin yanına oturmadığım için dirseğimi kendime dayanak bile yapamıyorum. Onun yanında bir yanlışlık yapmaktan korkuyorum. Bildiğim eski Kâmil Dede olsaydı rahat olacaktım. Değilim. Vapur düdüğünü öttürüp ağır ağır limandan ayrılınca bir umut beliriyor ve sanki yol bir an önce bitecekmiş duygusuna kapılıyorum. Üsküdar Eminönü arası kısa zamanlık bir yoldur. Bunu anlatmaya gerek yok. Oysa şimdi her şey tersinden işliyor. Ah bir an önce iskeleye varsak da ne olacaksa olsun istiyorum. Oturduğum kanepenin delinmiş muşambasının arasına işaret parmağımı sokuyorum, bir şeyler bulanınca çekiyorum. Dudağımı burnuma doğru kaldırarak kırıştırıyorum. Bir sıkıntı basıyor ve bunaltıyor. Gidiş yönümüzde martılar ciyaklıyor, göğü yırtarak uçuyorlar. Arada bir pike yapıyorlar, iyi ki onlar imdadıma yetişiyor, az da olsa oyalanıyorum. Köpüklerin yoğunlaştığı anlarda denize doğru iniyorlar. Yol uzun ve biz nedense ağır ilerliyoruz. Kâmil Dede put gibi duruyor. Onun bu duruşuna daha da şaşıyorum. Delilerin kendilerine göre duruşları var, başkaları onlarla eğlenirler ya da acırlar. Kâmil De-de’ninki, her iki davranış biçiminden de uzak. Varlığını, yanımda olması veya soluk alıp vermesiyle duyumsayabiliyorum. Arada bir gözkapakları açılıp kapanmasa yaşayıp yaşamadığı belli olmayacak. Ondan çekinmeye başlıyorum. Beyaz tenli ellerindeki kıllar, tek tek kalemle çekilmiş gibi duruyor. Yüz çizgilerinden kendinden emin bir adam görüntüsü veriyor, dikkatle bakılınca anlaşılıyor. Dalgın duruşunun bir anlamı olmalı diye bir duyguya kapılıyorum. Biri, vapurun öte yakasında beliriyor, çatlak sesiyle simit satıyor. “Simit, el yakıyor! Çıtır çıtır!” Sonra çaycı, sonra da selesinde yiyecek satan bir başkası. Simitçiye
Simitçi ise umursamıyor, belki onu görmüyor veya yok sayıyor, işine bakıyor. Sesleri bu uğultu arasında gülleler hâlinde patlıyor. “Sıkıldın, biliyorum. Biraz daha sabret!” diyor Kâmil Dede. Elini elimin üstüne koyuyor. Ürperiyorum. Yutkunuyorum. Söyleyecek bir söz bulamıyorum. Sanki dağarcığım tükeniyor ve ben bitiyorum. Sadece ona bakmakla yetiniyorum. Nasıl da ona gafil yakalandım diye sıkıntılıyım. Onun bir hülyası; en azından, gideceği bir yeri, yapacağı bir işi, bir görevi var. Ben ise onun peşine takılmış gidiyorum. Nereye gidiyorum, niçin gidiyorum bilmiyorum. Yorul-sam da sabretmekten başka bir seçeneğim yok. İstanbul’a gri bulutlar çökünce içimi hüzün kaplıyor. Bu gibi hallerde düşünme yetimi yitiriyorum. İçimde bir şeyler beni yiyor ve tüketiyor. Bir şeylerin bende eksildiğini biliyorum da ne olduğunu bilmiyorum. Uluorta “Kâmil Dede!” diye ünleyesim geliyor, yapamıyorum. “Sabret!” demekle zaten o çoktan yolumu kesmiş bulunuyor. Sanki bir sınavdayım ve biri tarafından sıkı denetleniyorum. Uğultu içimi buruyor. Başım dönüyor, gene de sabrediyorum. Kendime ve olacaklara direniyorum.

Kâmil Dede, vapur iskeleye yanaşmadan, atlıyor. Ben onun yanında değilmişim gibi, başını alıp gidiyor. Hedefe varmak için koşturuyor, bu belli. Çaresiz peşinden koşuyorum. Bir yere bir an evvel yetişecekmiş, biri onu bekliyormuş ya da biriyle sözleşilmiş buluşma ânını kaçıracakmış gibi davranıyor. Kalabalığa dalınca onu yitireceğim korkusuna kapılıyorum. Soluk soluğa peşinden koşup duruyorum.

Mahmut Paşa yokuşunda satıcıların avazları, insanların birbirlerine sürtünerek yürümeleri arasında, güçlükle sıyrılarak yol alıyoruz. Sağa sola dönüp bakmıyor bile. Tanıdıklarını selamlıyor, geçiyor. O geçince oturanlar ayağa kalkıyor ve saygıyla selamını alıyorlar, sonra pantolonlarını dizlerinden çekerek oturuyorlar. Hayretim artıyor. Kalabalığın arasında bir sülün gibi geçip gidiyor. Yokuşu epey tırmandıktan sonra sağdan bir ara sokağa dalıyor. Orada kalabalık yok, daha sakin. O aradığını bulmuş olmanın sevinciyle koşuyor, ben de peşinden gidiyorum. Üstü başı kir pas içinde, saçlan keçeleşmiş, başını önüne eğmiş sahibini bekleyen, kim olduğunu bilmediğim biri orada, mermer bir merdivene oturmuş, başını ellerinin arasına almış, dalgın ve devinimsiz duruyor. Oturan, Kâmil Dede’yi görünce gözlerinin içi parlıyor, seviniyor, çığlıklar koparıyor. Bir şeyler söylemeye çalışıyor. Ne söylediğini anlamıyorum. Yineleyerek: “Gelmedin, gelmedin.” diyor, âdeta kanatlarını çırpıyor. Bu sesi bir başkasından duymamıştım. Tuhaf bir cıyaklaması var. Kâmil Dede, onun başını okşuyor, sırtını sıvazlıyor, ondan sonra yarışıyor. Kendini Kâmil Dede’nin ellerine bırakıyor. “Nasılsın?” diyor Kâmil Dede. O bön bön bakıyor ve sadece gülüyor. Çantasını bırakıyor, bir dükkâna giriyor, bir süre sonra, elinde su dolu bir kova ve tas ile geliyor. Çantasını açıyor, içinde giysiler ve bir peşte-mal çıkarıyor. Peştamalı bana veriyor, eski bir binanın girişine giriyor, onları setrelememi istiyor. “Gel Hasan’ım gel.” diyor, başını okşuyor. O da Kâmil Dede’ye teslim oluyor. Hasan’ın üstünü çıkarıyor, anadan doğma soyuyor. Haşan karşı koymuyor. Her söylenene uyuyor. Başından sular döküyor, sabunluyor, keçeleşmiş saçlarını oğuyor. Hasan’ın başı önüne düşüyor. Suyun soğukluğuna bile tepki vermiyor. Bolca su döküyor, başından aşağı kir damarları oluşuyor. Su bitince bir yeni kovayla geliyor. O ise içine büzülüyor, Kâmil Dede’yi bekliyor. Kendisinin de benim de üstümüz su içinde kalıyor. Bir kaç kova sudan geçiriyor onu. Yıkandıkça bir başka adam olup çıkıyor. Oradan ilk kez gelip geçenler bizi hayretle izliyorlar. Sokağın yerlileri bize yardım ediyor. Kimileri de olan bitene alışık olduklarından işlerine bakıyor. Havluyla üstünü başını iyice kuruluyor, iç çamaşırlarını, yanında getirdiği gömleği giydiriyor. Giydirdikçe bir yandan da onu okşuyor ve seviyor. Haşan sevinçten kıkırdıyor. Kâmil Dede kovayı aldığı yere bırakıyor, ellerine son bir kez döküyorum, iyice sabunladıktan sonra kuruluyor. Kirli çamaşırları ve bendeki peştamalı katlıyor çantaya tıkıyor, üstünü gazete ile bastırarak kapatıyor. Bir ip geçirerek sıkıca bağlıyor. Onları hayretle izliyorum. Saçını tarıyor, sakallarını makaslıyor. “Yaramazlık yapma, olur mu? Ben yine gelirim.”
Başını okşuyor, sırtını bir kez daha sıvazlıyor. “Hı hıı” diyor. Gülüyor mu ağlıyor mu belli olmuyor.

Sokaktan çıkıyoruz, Mahmut Paşa yokuşunu indiğimizde gülümseyerek bana dönüyor: “Bize bu görev verildi.” dediğini bir düşteymişim gibi duyuyorum. O önümde ben ardında itiliyormuşçasına iniyoruz. Çarpıp sendelettiklerimizin öfkelerine aldırmadan yokuş aşağı yürüyoruz.

İLGİLİ İÇERİK

DİĞER HİKAYELER


BİZİM HİKAYEMİZ- ASUMAN GÜZELCE

$
0
0

BİZİM HİKAYEMİZ- ASUMAN GÜZELCE

(Kurtuluş Savaşı sonrası mübadele konusunu işlemektedir)

Mübadele haberleri şehrin sokaklarında bir deprem dalgası gibi gittikçe büyüyerek dolaşıyor, biz Türkleri derinden sarsıyordu.

Camilerin kiliseye dönüştürülmesi ve idari yapının yeni baştan oluşturulması bizi kahrediyordu ve memleketimizin farklı değerler yeni dengeler üzerinde şekillenişini çaresizlikle izlemekten başka bir şey gelmiyordu elimizden.

Tedirginliğimizin arttığı günlerdi. Şehrin soluk alışı değişmiş, metruk evler çoğalmıştı. Soğuktu hava. Kayınvalidem tespihinin kopan ipiyle uğraşırken ben de tarhana kaynatıyordum. Adını Drama Köprüsü türküsünün Hasadından aldığını söyleyerek gururlanan kocam gün ortası eve gelince önce şaşırdım, sonra telaşlandım. Çünkü gün ortası eve geldiğini hiç bilmem. Sabah gider hava kararmadan gelmezdi.

‘Hastalandın mı?’ diye sordum.
Dili düğümlenmiş gibi susuyordu.

‘N’oldu söylesene!’ diye ısrar edince bana baktı. Heybetli duruşunun altında bana bir şey sorma diye yalvaran bakışı vardı. Koyu bir çaresizlik dolan gözlerine daldım. İlk defa onu bu kadar aciz görüyordum. Ağlamaklı bir sesle ve kekeleyerek:

‘Dükkânı yağmalamışlar!’
Elim ayağım titremeye başladı sedire yığılıverdim.
‘iğneyi, ipliği ne yapacak bunlar!’ dedim. ‘Maksatları zarar vererek bizi yıldırmak. ’
Panikleyen zavallı kayınvalidem, oturduğu yerden kalktı. Ellerini dizlerine vurarak:
‘Fe sabrun cemil! Fe sabrun cemil!’ diye terennüm etmeye başladı, işte o gün anladık; doğup büyüdüğümüz topraklarda bizi barındırmayacaklarını, senaryonun oyuncuları olduğumuzu ve vatanımızın demografik yapısından silinmek istendiğimizi. Bu durumu kabullenmek zordu. Doğup büyüdüğümüz yerde bir anda yabancı durumuna düşmüştük.
Birkaç gün içinde tellallar, ‘Türklerin, mallarını satmaları yasak!’ diye bağırarak sokaklarda dolaşmaya başladılar. Biz de dükkânda kalan birkaç metre patiskayla, bir iki çuval yünü eve getirdik. Vardar caddesindeki o tuhafiye dükkânımızı raflarıyla birlikte bir Rum tuhafiyeciye yarı fiyatına sattık. Anlamıştık artık mübadil olacağımızı; ama evimizi satmayı, geri dönme umuduyla, düşünmedik bile. Cemaat-i İslamiye teşkilatının avlusunda kurulmuş olan mal varlığı komisyonuna ev tapumuzun kaydına istinaden emlakla ilgili beyanda bulunduk. Mal varlığımızın dengine Türkiye’de de sahip olabilmemiz için geçerli olacak bir belge verdiler. Bu arada malı mülkü olmayanlar birer ikişer İstanbul’a ve Anadolu’ya göç etmeye başlamışlardı.

Çok geçmeden bize de sıra geldi. Hilal-i Ahmer’de aşılarımızı yaptırdık. Ailemizin kaç kişi olduğunu gösteren belgeyi, hüviyet vesikalarını, aşı belgelerini, evimizin parasal değerini belgeleyen tasfiye talepnamesini kadifeden bir kese içine koyduk. Paramızı, altınımızı da ayrı bir keseye koyduk. Resmi belgelerin olduğu keseyi kayınvalidem iç kazağına itinayla dikerek sağlama aldı. Bende para kesesini boynuma takmaya karar verdim. Yanımıza kişi başına yüz kilo ağırlığında eşya alma hakkımız vardı. Sevdiğimiz elbiselerimizi, fotoğraf albümlerimizi, battaniyelerimizi, yiyeceklerimizi bir araya getirdik. Bir kaç top ipek kumaşı da ‘Orada satarız,’ diyerek, denklere yerleştirdi Haşan. Yanımıza neleri alacağımıza karar verirken zorlanmadığımız tek şey evin şirin kedisi Nazlı olmuştu. Eşyalarımızı toplarken kocama bakıp bakıp hem ağladım, hem söyledim:

‘Drama köprüsü Bre Haşan dardır geçilmez.
Soğuktur sulan Bre Haşan bir tas içilmez. ’
Ah şirin yuvam; sardunya kokusu ve şalgam rengi...

Evden ayrılırken günlerdir çıkmadığım arka bahçeye bir göz attım. Meyve ağaçları çiçek açmıştı. Tavuklar yoktu ortalıkta. Folluk yumurtayla dolmuş, birkaç tanesi de yere düşmüştü. Derin bir iç çektim. Geri dönme umuduyla bıraktığımız o şirin, boynu bükük yuvamıza son bir kez baktım. Tarifi mümkün olmayan bir ruh hali içindeydim. Hasan’ın, annesine, bana ve oğlumuza bakışından anlıyordum; hiç ses çıkarmadan duruşumuzun, her şeyi kabullenişimizin ona ayrı bir ıstırap verdiğini...

Mecburi bir ayrılık.
Limandayız. Yanımızda bizi uğurlamaya gelen komşularımız, akrabalarımız. Kalbim hüzünlü, her gelenin boynuna sarılıp nefessiz bırakıyorum kavuşma vaadiyle. Bu sahne zor geldi bana, görmemek için onları denize döndüm yüzümü.

İnsanlar... Büyüğü, küçüğü, kadını erkeği, güzeli çirkini, hepimiz ağır çekim bir telaş ile Selanik’ten Seyr-ü Sefain’in İstanbul’a gidecek gemisine binmek üzere toplaştık. Saatinde hatta gününde gelmeyen gemilerin Selanik’e ulaşması bekleniyordu. Komisyonun gelecek gemilerin saatlerini bir türlü bilmemesi yüzünden ellerindeki çantalarla, denklerle bekleşenler arasında büyük bir kargaşa yaşanıyordu...

Rüzgârla karışık çiseleyen yağmur, gemiye binmek için sırada bekleyen biz gariplerin yüzüne, kırbaç gibi vuruyor, acı çığlıklar atan rüzgârın sesi, kulaklarımızda yankılanıp duruyordu. Bu kasvetli hava, sırtımızdaki, elimizdeki çantaların ağırlığını, canlara kasteden o soğukluğunu alabildiğine artırıyordu. Evimize geri dönme düşüncesiyle yanımıza almayıp toprağa gömdüğümüz, kendimizce değerli olan kimi eşyalarımız için de ayrıca üzülüyorduk. Başıboş sağa sola savrulan kül rengi bulutlar daha bir koyulaşıyor, büyük bir fırtınanın yaklaşmakta olduğu haberini veriyordu. Biz bu havayı içinde bulunduğumuz durumla örtüştürüyor iyice kasılıyorduk. Ocağı tütmeyen Türk evlerinin aksine, Rumların bacalarından yükselen dumanlar göğe savruluyor, bir zaman sonra gökyüzünde yitiyordu. Bu kayboluş bizim yazgımıza ne kadar da benziyordu.

El sallamalar, ayrılığı savuşturmak istemekli. Gözyaşları, çözümsüz.
Ardımızda kalan yorgun şehir: Selanik! Utancından yıllarca kızaracak.
Ah dili olsaydı şehrin.

Yanımda yürüyen köylü, sırtına aldığı bir çuval yemle ağır aksak ilerliyor, önüne kattığı iki koyunu gemiye sürüyordu. Beklemekten yorulan bizler, itişe kakışa birbirimizle yarışır gibi, bir sürü misali, gemiye bindik. Bazıları sevdiklerinden ayrılamıyordu. Kimi şehirli, kimi köylü kıyafetindeki yüzlerce insan doluşunca gemiye, gemi sallanıp durdu, insanın ayağı topraktan kesilince içini bir ürperti, bir tedirginlik sarıyor. Kocama bakıyorum, ter şakaklarından boncuklaşarak iniyor. Duanın gücüne tutunmaya çalışıyorum.
Sisli havaya uzun ve yanık bir düdük çaldı gemi.

Birkaç parça eşya ile geçmişin anılarından başka bir şey yoktu elimizde. Balık istifi yerleştik. Güvertenin bir köşesine battaniye serip adeta konuşlandık. Kaderde ve kederde ortak olan bu mübadiller arasında akrabalarım ve komşularım da vardı. Gemi hareket ederken, gözlerimi, acı gerçeklere kapamak ister gibi yumdum. Şimdi her yerde kopkoyu bir karanlık vardı. Gözlerimi daha sıkı kapattım ve karanlık daha da koyulaştı...

Eteğimden çekiştiren oğlumun, Anne çişim var!’ demesiyle kendime geldim. Her şeyden bihaber mahzun yavrumun elinden tutup tuvalete götürdüm. Önümüzde sıra bekleyen en az on kişi vardı. Allahtan çocuklara öncelik veriliyordu...

Denizin üstünde, sanki küçük bir kasabaydı gemi. Yerlerinde sessizce oturanlar, aralarda dolaşanlar, hizmet etmeye çalışanlar ve en az insanlar kadar önemli sayılan hayvanlar...
Birbirine ulanan ve harmanlanan sesler. Ağıtlar. Karmaşa. Belirsizlik. Ağır bir koku sarmıştı etrafı. Ancak hepimizde kırık bir ümit vardı.

Aynaroz açıklarından geçerken derin bir hüzün, koyu bir keder yaktı beni. Rüzgârla gelen dalgalar yüreğime çarpınca biraz rahatladım. İyi şeyler düşünüyordum düşünmek yeterli olmasa da... Böylesi meşakkatli bir yolculuğa katlanmamızın temel nedeni, yaşadığımız sıkıntılı ortamdan kurtularak kendimizi güvende hissedebileceğimiz topraklara, Türkiye’ye ulaşabilmekti.

Kalkıp bana umarsız bir şekilde bakmakta olan kedimizin başını okşadım. Kenarda duran eşyaların üstüne oturdum. Beni deniz tuttuğu için sık sık midem bulanıyor, başım dönüyordu. Her şeye rağmen denizden umut devşiriyorum. Dalgaların yükselen kıvrımlarından alamıyorum gözlerimi. Dalgalar peş peşe geldiğinden, belli bir yere sabitlenmiyor bakışlarım. Başımı kaldırıp ufka dalıyorum. Güneş kayboluyor... Kanatlarını rüzgâra bırakan kuş gibi, uzun bir gecenin koynuna giriyor gemi.

Gökteki ay bizi izliyordu.

Zavallı kayınvalidem iki büklüm omzundaki şala sarınmış. Elemini soluklar gibi yorgun. Her tanesi birbirinden farklı taşlardan, farklı ağaçlardan, çeşit çeşit boncuklardan yapılmış beş yüzlük tespihi elinde, dudakları kıpır kıpır. Birkaç tespih tanesi karanlıkta parlıyor adeta. Oturduğu yerde uyuya kalmış oğluma dudaklarının dualı alevini üflediğini hissediyorum.
Onları böyle görünce usulca ağlamaya başladım. Haşan, yanımıza gelip omzumdan tuttu. ‘Çocuk üşüyecek, dedi. Oğluma bir yatak hazırladım.
Masum bir duruşla gecenin kıyısına kıvrılıverdi, kayınvalidem. Kuru çatlak dudaklarından üç kelime döküldü:

Allah yardımcımız olsun!
Çıldırtıcı boşluk içimize doluyordu.

Ben de battaniyeye sımsıkı sarıldım. Açık havada uyumaya alışmak kolay olmayacaktı ama geminin içi de çok havasızdı. Kolumu bir yastık gibi başımın altına koydum. Kanaviçe işlenmiş yastığımı düşünerek yıldızları seyrettim bir süre...
Sefil mecburiyetler nasıl yenilir?

Şafak sökmek üzere iken müthiş bir baş ağrısıyla uyandım. Gökyüzünü görünce ‘Neredeyim ben?’ dedim kendi kendime. Üstümdeki elbiseme bakınca hatırladım her şeyi. Hatıralarım bir bir gözlerimin önünden geçti, geride bıraktıklarımı düşündüm. Bacaklarımın uyuşukluğunu gidermek için güvertenin arka kısmına doğru yürümeye başladım. Yorgunluktan kendinden geçmiş, ağzı bir karış açık uyuyan insanlar arasında bir ihtiyar, enfiye kutusunu açmaya çalışıyordu. Çocuğunu emziren bir kadın ise feri kaçmış gözlerle seyrediyordu etrafı. Emekleyerek yanıma gelen çocuğu kucağıma alıp sevdim. Hiçbir şeyin farkında olmayan bu çocuğun yerinde olmak istedim.

Sisliydi hava. Denize çöken sis, daha doğrusu ruhlarımıza çöken sis, bizi boğuyordu.
Sıkıntılarımız kat kat aharlanırken bir şeyler yiyip içmekten de geri kalmıyorduk. Yaşamak için buna mecburduk. Dalgalar korkutuyor beni. Üstümüzde şimşek çaktı birkaç kere. Birbirimize sarıldık. Aramızda hasta olanlar var. Çocuklar bu soğukta ölmezse iyidir. Çocukları ve yaşlıları ara ara ambara indiriyoruz. Kayınvalidem üşüyünce onu da indirdim. Ambarın havasızlığından neredeyse boğulacakmış gibi öğürdü. ‘Evladım, ben soğuğa razıyım.’ dedi. “Tamam, anne,” dedim. Haklıydı kadıncağız. Hayvanlarla birlikte penceresi olmayan bu yerde kalmak kolay değildi gerçekten.

Yolculuğu çekilir kılmak için aramızda konuşuyor, şakalaşıyorduk. Dostluklar giderek pekişti. Ara ara geminin diğer köşesinde bulunan bir ailenin yanma gidip onlarla sohbet ediyorum. Bir an “Yavrum!” diye dehşet verici bir çığlık duyduk. Hemen yerimden fırladım. Sese yöneldim. Bir genç ölmüş babası da ona sarılmış ağlıyordu. Yanındakiler ölünün üstünü örtmekte gecikmediler. Baba teselli edilemez bir şekilde hıçkırıyordu.

Aileden, dahası mahalleden biri olmadığım hâlde ölen birinin evine girmiş gibiydim. Sessizlik sardı etrafı, ürkütücü bir sessizlik. Moralimiz bozulmuştu.

Tam yerime dönüyordum ki, birden bire plum! diye bir ses duydum.

Bir başka ses; “Ölüyü denize attılar!” Olduğum yerde kalakaldım. Ciğerleri yırtılırcasına bağırıyordu baba: ‘Yavrum!’ Hepimizin tüyleri diken diken oldu.

Ölmek böyle bir şey, usulca silinmek gibi, hem bir iz bırakmak hem de yok olmak.
Dalgalar bir anda yutuyor olmalı insanı.

Geminin kenarına yaslanıp ucu bucağı görünmeyen denize bakıp kalıyorum; içimde acıların en zoru. Denizde değil ama içimde fırtınalar kopuyor. Çaresizliğin sıkıntısıyla yüreğim daralıyor. Rüzgâr eliyor saçlarımı. Ağlıyorum...

Geriye dönüp insanlara baktığımda; delik deşik bir şemsiyenin altına sığınmış gibi çehrelerinde, duruşlarında bir umutla oturduklarını görüyorum. Bir kadın ufak tefek kız çocuğunu adeta çalınmasından korkar gibi sıkı sıkıya tutuyor. Bir adam heybelerin üstüne oturmuş sigara tüttürerek sohbet ediyor karşısındaki gençle. Biraz ilerde çay servisi yapan genç iki günlük yorgunluğuna rağmen duruşunda ihmal ve gevşeklik göstermiyor. Kocama bakıyorum. Elleri ceplerinde, biçare çehresiyle denizi seyrediyor. Her şeye rağmen kaderle mücadelede gururunu muhafaza ediyor.

Bir teyze çantasından çerez çıkarıp dağıtıyor etrafındakilere...
Dramımıza eklemeye tek replik bulamıyorum.

İşte yine gece.
Derin bir gece.
Duy ey deniz!
Dinle ey ay!
Çekil ey dalga!
Kulak ver ey balık!
Bana şehrimi yolla!

Gün ışığı neyimiz var neyimiz yok ayan beyan ediyor.
Çocuklar mızmızlanmakla beraber, neşelerinden bir şey kaybetmiyorlar. Hareket alanları kısıtlı olsa da oyun oynuyorlar sürekli. Minicik elleriyle bisküvilerini kıtır kıtır kemiren çocuklar, yaptıkları bu zahmetli yolculuğu annelerinin, babalarının ya da kendi durumlarında olan diğer insanların yüzlerine bakarak anlamlandırmak zorundalar...
Artık tüm yüzler tanıdık. Ve hepimizin hikâyesi aynı.

Güneş gülümsedi biraz. Sıcaktan gevşedim. Oturduğum yerde uyukluyordum. Bir kadının ağlama sesi yükseldi. Öyle korktum ki iliklerime kadar titredim. Zavallı kadının kocası ölmüş. Ölüm sebebini herkes birbirine sorup duruyor. Üç gündür ishalmiş. Doğru dürüst su da yok. Temizlik yok. Rezillik çekiyoruz. Bu yolculukta telef olmazsak iyidir. Sigara dumanı, ter ve esans kokuları birbirine karışıyor. Bunlara dayanılıyor da ölüm kokusuna dayanmak zor geliyor.

Yolculuk esnasındaki zorluklara tevekkülle göğüs geriyordum.
Azrail ara ara bahane bulup geliyor gemiye.
Ölüm olasılığı ara sıra kafamı yokluyorsa da umutlarımdan da alıkoyamıyor beni.
Tumturaklı sözler söyleyen kayınvalidem artık pek konuşmuyor. Soğuğa karşı başını eğmiş, elindeki peksimet parçasını ısırmaya çalışıyordu. Konuşturmak için, Anne,’ dedim ‘ölen ölene.’ ‘Korkudan ölüyorlar!’ dedi. Başını çevirdi. Sevgili kedimiz Nazlıyla oynayıp duran oğluma baktı. İncecik dudaklarından buruk bir gülümseyiş uçtu: ‘Bugün günlerden ne?’...

Kafamı toparlayıp cevap veremiyorum. Yüzünün kırışıklığında ve derinliğinde kayboldum. Günler geceler birbirine karıştı.

Takvim?... Zaman?... Hayat?...
Bütün dünyayı, bütün evreni kaplamıştı deniz.

Her şey sıkıcı ve sıradan geliyordu. Ucu bucağı belli olmayan bir mavilikti gözlerimi alan. Başka zaman olsa deniz insana güzellikler düşletirdi.

Rüzgârla beynimiz esrikleşiyordu. Bir hapishanedeymiş gibi sıkılıyordum.
Gökyüzü grileşmiş ve hastaların sayısı çoğalmıştı. Zamana ve mekâna yayılan ölümler, ağıtlar beni ilk günlerdeki kadar etkilemiyordu. Acaba bu gelişme enfüsi dairemde neye karşılık geliyor? Zorunlu olmadıkça birbirimizle konuşmuyorduk. Soğuk bizi kırıp geçirecek. Soğuk ilk önce eklemleri etkiliyor dahası nemli bir duvarı kemirir gibi ilerliyordu. Bu yüzden kemiklerimiz müthiş sızlıyor. Uykuyla uyanıklık arasında sıcak odaları, yanan sobaları, içeride sıcaktan durulamayan hamamları görüyordum.

Oğlum da sıkıldı, sürekli ‘Nereye gidiyoruz?’ diye soruyor.
‘İstanbul’a’ diyorum. İstanbul’un gölgesi üstümüze düşüyor sanki.
Gemiye bindiğimiz günden beri birileri ölüyor. Bizi tüm zerrelerimize kadar titreten ölümün sessizliği. Üzerimizde dönerek uçuşan kuşlar şahitlik ederken bizlere, deniz yine mürekkep karanlığına büründü.

Hastaların iniltileri, çocuk ağlamaları geceleri daha da artıyor.

Bu gün yedinci gün üç gün daha denizde olacakmışız sabırsızlanıyorum. Yürekleri, yüzleri iyice nedbeleşti dostlarımın. Aynı şeyleri konuşmaktan bıktık. İnsan konuşmadan da duramıyor. Kayınvalidem iyice içine döndü. Onun için endişeliyim. Zayıfladı. Üşüyen ellerini tutuyorum. İstanbul’a bir gidelim; üşüyen eller, ayaklar kısacası tüm vücut ısınacak, aç olan midelere sıcak aş girecek. Azcık sabret diyorum.’ Ağzını açıp tek kelime söylemiyor, bomboş gözlerle bakınıyor. Söylediklerime inanmıyormuş gibi gülümsüyor.

Denize yağmur yağarken uzaklardan güneş doğmaya başladı. Yükseldi, yükseldi. Iğıl ığıl kanıyordu yüreğim. Gün ışığında yıkadım ruhumu. Kahvaltı hazırladım. Sıcak çay iyi geliyordu hepimize. Kayınvalidemi çayını soğumadan içsin diye uyandırmak istedim. Nafile. Cansızdı. Az ilerde bir arkadaşıyla sohbet eden kocama bakıyorum. Sakalları uzamış avurtları çökmüş. Nasıl söyleyeceğim annesinin öldüğünü. Durumu fark eden bir hanım yanıma geldi. Kayınvalidemin altındaki şilteyi düzeltip sırt üstü yatırdık. Çenesini bağlarken başımıza toplananlar tepemizden bakıyordu. Kocamı fark etmediğimden onun sesiyle sıçradım: Anne!’ Diz çöktü. Hüngür hüngür ağladı. Bir çocuk gibi. Annesini ben öldürmüşüm gibi suçluluk duydum. Nedense.

Yıldırım düşmüş çınar gibi devrildi kocam. Kayınvalidemin akıbeti de diğer ölülerin akıbetiyle aynı oldu. Sürekli ağlayıp duran kocamı teselli etmek için:

Annen denizle arkadaş oldu. Bizse belirsiz bir geleceğin avuçlarındayız.’ der demez, aynı anda ikimizin de aklına ‘belgeler’ geldi. Kayınvalidemle birlikte denizi boylayan belgeler... Kocamın yüzünden belli belirsiz bir gölge geçti. Çaresizlikten dişlerini mi sıkmıştı yoksa? Havadaki esintinin ellerimdeki teri kurutması için parmaklarımı açıyorum.
Kayınvalidemin ölümünü bile unuttuk. İbraz etmemiz gereken evrakın derdine düştük.
Ah ki bu zavallı mübadiller. Bizler...

Limana yaklaştığımızda kuşluk vaktiydi. Güneş tatlı bir sıcaklık yayıyor ve parlak mavi gökyüzünün meltemlerinde bir iki bulut sürükleniyordu. Ben yine kocama bakarak mırıldanıyorum:

‘Drama köprüsü Bre Hasarı dardır geçilmez.
Soğuktur sulan Bre Haşan bir tas içilmez. ’

Mübadilleri gemiden indirmeden kimlik kontrolü yapmaya başladılar. Yolculuğun hengâmesi içerisinde kimlik belgesini kaybedip bizim gibi bekleyenler de vardı. İşlemlerini tamamlayanların ardından bakakalıyoruz. Daha toprağa ayak basmadan bürokratik işlemlerin kıskacına tutuluyoruz. Türkiye’ye girmeme tehlikesiyle karşı karşıyayız. Umut kıvılcımlarım sönsün istemiyorum... Yunanistan’a geri dönme ihtimali ise bir kâbus.
Beni bir sis kaplıyor, sisten göz gözü görmüyor.
Avazım çıktığı kadar bağırmak istiyorum. Bağıramıyorum.
Ağlamak istiyorum. Ağlayamıyorum.
Benim yerime Türkiye ağlıyor...

İLGİLİ İÇERİK

DİĞER HİKAYELER

ALLAH BES! - MUSTAFA KUTLU

$
0
0

 ALLAH BES! - MUSTAFA KUTLU

Elleri pantolon cebinde, başı önünde, patlak papuçlar ile divane-misal yürüyor. Saç-sakal birbirine karışmış. Arkasından bir, ses:

— Yaşar! Aslan Yaşar! Duymuyor;

Ses yaklaşıp yükseliyor:

— Yaşar! Lan, Yaşar!

Ne dediğini anlamıyor ama sese dönüyor, Göbekli başıkabak biç adam, gülerek ve yuvarlanarak kendine doğru geliyor. Gelmesi ile kalmayıp, sarılıyor, kucaklıyor. Sonra biraz geri çekilerek:

— Bu ne hal lan!

Adamın yüzüne tirene bakar gibi bakıyor. Kini bu!

—Haa! Tanımadın, Tabii tanımazsın. Aradan yıllar geçti. Ben Aykut, Şişko Aykut. Çankırı... Ortaokul.

Çankırı nerede? Burası neresi?

Baş kabak, şişman ve terli adam koluna girip onu az ilerideki markete doğru sürüklüyor. Sürekli konuşuyor:

-Kapının önündeydim. Şöyle bir nefesleneyim demiştim. O sırada geçiverdin Ulan ben bu herifi tanıyorum, tanıyorum ama nereden? Hafıza derler buna aslanım, boşuna mektep okumadık. Yaşar bu. dedim. Aslan Yaşar. Hayatımı kurtaran çocuk.    

Bir şeyler demek lazım. Ne hayatı?

- Kusura bakmayın, dalmışım. Ne hayatı? Ben şey, çıkaramadım hâlâ.   

Öteki pür neşe. “Çıkarırsın, çıkarırsın.” diyerek Yaşar'ı marketten içeri sokuyor. Sonra doğru çekme kattaki odasına. Geçerken görevlilerden birine:

- Bize iki döner, ayran, salata kap gel, diyor.

Çok şey anlatıyor.

Çankırı’ya çocukluk günlerine dair. O anlattıkça Yaşar dalgınlıktan sıyrılıyor, bazı sahneleri hatırlıyor. Evet evet, Çankırı. Orta ikide terk ettiği ortaokul.

Sen şimdi unuttun tabii. Üç kişi beni araya alıp dövmeye başladılar. O sırada okulda inşaat vardı. Bahçeye bir kireç kuyusu açmışlar. Beni sürüklediler, kuyuya atacaklar. Çok korktum, çok. İnan altıma işedim. Bağırıyorum, feryat ediyorum kimse yardıma gelmiyor. Bir ara “Bırakın çocuğu lan!” diye bir nara duydum. Sanki yer-gök sarsıldı. Beni dövenler durdu, baktılar sen geliyorsun. Aslan Yaşar geliyor. Kim karşı koyabilir. “Yaşar geliyor lan, kaçın!” diye tabanları yağladılar. Ben yığılıp kalmışım. Yığılıp kaldığım yerden sana bakıyorum. Sen o zamanda böyle zayıftın. Ama sırım gibi. Allah sana bir güç vermiş işte. Güreşirdin. Tuttuğunu çalardın yere. Senden çekinirlerdi. Gözü kara olur bir adamın ama bu kadar olur. Kalıbına bakmaz, üç beş demez girişirdin. Bu yüzden "Aslan Yaşar” takmışlardı adını. Unutulur mu? Okul bir yana, sen bir yana. Aldığın madalyanın haddi hesabı yoktu. Beden hocası seni genç milli takıma götürecekti. Neyse, Gelip beni kaldırdın. Burnum kanamış, birlikte çeşmeye gidip yıkadık.

Unutur muyum hiç.
Hayatımı kurtardın.

Döner, ayran geldi. Yaşar aç kurt gibi saldırdı. Günlerdir yarı aç, yarı tok dolaşıyordu. Sildi, süpürdü; üstüne de ayranı içti. Oh! İşte şimdi hatırladı Aykut’u. Şişko Aykut. O zaman da böyle şişman, kırmızı yanaklı, sevimli bir oğlandı.

-    Bura senin mi?

Aykut yemeğe dokunmamıştı. Yaşar yesin diye, o da ucundan kıyısından bir iki lokma almıştı.

-    Evet, bundan üç tane daha var. Bir zincir yapacağım. “Aykut Marketler Zinciri.”

Yaşar’ın aklı almadı. Zincir ne demek ya?

-    Senin baban Defterdar idi.

-    Bir de ablan vardı.

-    Seval. Evlendi, çoluk çocuğa karışta. Şimdi Yalova’da

Aykut sigara yakmışta, Yaşar’a da tuttu. Yaşar almadı, “İçmiyorum” dedi. O zaman Aykut zile basta, gelen görevliye çay söyledi, döndü:    .

-    Ee! Sen neler

Yaşar’ın başı öne düştü. Yere bakarak konuştu:

 - Babam ölünce...

- Evet.

-    Sağda solda çalıştım biraz. Sonra İstanbul’a geldim, evlendim. Çocuk da var. Ama dikiş tutmadı. Para yok, diploma yok, iş yok. Aylardır işsizim.

Aykut’a bakarak acıyla gülümsedi:

-   Vasıfsız bir adam.

Aykut duygulanmıştı:

- Vay be! Talihsiz kardeşim. Ee! Şimdi?

- Şimdi ne?

- Yine işsiz misin?

- Dedim ya işsizim.

Yaşar artık kendini tutamayıp boşaldı.

- İş bir yana. Resmen açız. Gidecek bir kapı yok. Aykut nemlenen gözlerini elinin tersi ile sildi. Yaşar’ın başı önünde.

-    Bak şimdi Aslan kardeşim. Sakın yanlış anlama. Ben de senin bir kardeşin sayılırım. Bak, sakın onur meselesi yapma.

Yaşar başını sertçe kaldırdı.

-    Onur mu kaldı Aykut. Bitmişim, görüyorsun.

- Ben de onu diyecektim. Ev

- Kira, kaç aydır veremedik.

-Anladım.

Aykut Çekmeceden bir zarf alıyor. Arkasını dönüp kasayı açıyor, zarfa saymadan epeyce para koyuyor, sonra kasayı kapatıyor. Zarfı Yaşar’ın önüne bırakıp:

- Bu parayı lütfen kabul et. Ananın ak sütü gibi helal olsun. Kira borçlarını, acil ihtiyaçlarını giderir.

Yaşar büyülenmiş gibi Aykut’un yüzüne bakıyor. Hiçbir şey demeden zarfı alıp cebine koyuyor. Artık Yaşar’ın konuşmaya mecali yok. Birlikte kalkıyorlar.

Bir market arabası alıyorlar. Un, et, yağ, şeker, bakliyat, çay, artık önlerine ne gelirse; deterjandan sabuna. Bir araba doluyor, bir araba daha. O da doluyor, meyve-sebze. Bir evin ihtiyacı biter mi dersiniz.

Bitmez. Üçüncü araba da doluyor. Hepsini dışarı çıkarıp marketin kamyonetlerinden birine yüklüyorlar.

Sonra iki arkadaş birbirine dönüyor. O zamana kadar ağzını bıçak açmayan Yaşar birden atılıp Aykut’un boynuna sarılıyor. Sarılmakla kalmayıp koca adam hüngür hüngür ağlıyor. Aykut “Yapma Yaşar, yapma kardeşim topla kendini.” diye diye arkadaşının kollarından sıyrılıyor. Sonra onu omuzlarından tutarak:

- Hadi doğru eve. Bak unutma, bir ihtiyacın olursa ben buradayım.

Yaşar ona bir kez daha bakıyor, içinden “Yarabbi seni sevmeyen, senden korkmayan kâfirdir.” diyor.

Arabaya biniyor.

Yol boyunca kendinde değil. Böyle şeyler filimlerde olur diyorlar. Halt etmişler. İyilerin sonu gelse kıyamet kopar.

0 gittikten sonra Aykut bir süre kamyonetin ardından bakıyor. Yaşaran gözlerini siliyor. Yüz yirmi kiloluk koca gövde elli kiloya indi sanki. Tüy gibi hafifledi. İyilik sardı her yanını, onu yeryüzünden kaldırıp gökyüzüne doğru götürdü. İçi bir tuhaf oldu. Çok neşelenmişti. Markete girerken “Bu işte bu!..” diyordu. “Para senin köpeğin olsun be Yaşar. Cenab-ı Hak seni bana gönderdi. Gönderdi ki bir kalbim olduğunu bileyim. Bundan öte ne var? Ne olabilir?”

Kapı kilitli idi.

Fatma komşuya gitmiş galiba.

Şoförle beraber getirdiklerini eve taşıdılar. Yaşar adama “Allah razı olsun, Allah ne muradın varsa versin!” diye dua etti. Adam mahcup “Vazifemiz ah” ¡dedi ve gitti,

O gittikten sonra Yaşar eve girip kapıyı kapadı. Şuraya, buraya bıraktıkları paketlere baktı, sonra sedire uzandı. Biraz nefeslendi. Yan dönüp duvardaki aynaya daldı. Ayna ile çerçevenin arasına oğlu Ömer’in fotoğrafını sıkıştırmışlar. Afacan, mavi gözlerini parlatarak gülüyor. Dünya tatlısı. Gözü bir ara fotoğrafın yanına iliştirilen kâğıda takıldı.
Bu ne?

Bu kâğıt ne? Ne arıyor orada?

İşkillendi. Kalkıp aynaya gitti, buruşuk kâğıt aldı. Üç satır yazı:

“Yaşar ben anneme gidiyom. Sakın beni arama.

Bu son.”

Kâğıt;  elinde öylece kaldı. Aynaya baktı, Çökmüş bir adam, Saç-sakal birbirine karışmış. Sonra döndü; odayı, koridoru, mutfağı dolduran poşetlere, torbala-göz gezdirdi.

İçini çekti. "Ya Allah!" dedi. Canlandı, "Evet bu son artık ayrılmak yok!” diye neşelendi. Bir kez daha aynaya bakarak: "Önce bir tıraş olmalı, sonra Aykut'un verdiği takım elbiseyi, gömleği giymeli. Kıravat bile takacağım lan. Var mı gerisi."

Fatma çok darlandığında anasına giderdi. Asaleti olan bir kadındı. Kan tükürür, kızılcık şerbeti içtim derdi. Yaşar'ı severdi, Ama insanoğluyuz hepimiz Hepimizin bir dayanma gücü var. İnsan bir yerde pes ediyor işte,

Anası yalnız yaşıyordu. Bir emekli maaşı var, bir de evi. Bir tas sıcak çorba yani-
Elbiseyi giydi, kravatı taktı, yeni ayakkabılar ile berbere gitti. Tıraş bitince şöyle bir baktı kendine. "Oh be!” dedi.  “Adama benzedik "

Berberden çıkınca telefona sarıldı:

— Notunu aldım Fatma. Haklısın Böyle gitmeyecek, Oğlanı al, sahildeki çay bahçesine gel.

 —Konuşacak bir şey yok Bitti.

— Tamam. Kabul nasıl biteceğini konuşalım;

Sessizlik. Sonra Fatma'nın kırılmış, titrek sesi.

- Olur.

Karşılık oturdular

Karşılıklı oturdular, Yaşar önce "Baba, baba!? diye kucağına atılan Ömer'i öpüp kokladı, gözleri yaşardı, Kendini tuttu. Ömer'e çikolata verdi. Oğlan hırsla kâğıdını yırtıp yemeğe başladı. Fatma'nın dili tutulmuş. Yaşar’a öyle bakıp duruyor. Ne diyeceğini bilmiyor. Korku, heyecan sevinç, şüphe. "N’olmuş bu adama böyle? Allah göstermesin hırsızlık falan mı yaptı? Çikolata almış. Parayı nereden bulmuş?

- Sana sürprizim var Fatma, Eve kadar gidelim, istersen geri dön.

Dedik ya, Fatma şaşkın. Eli, ayağı titriyor. Munis biri. Kocasını seviyor. Yuvası yıkılsın istemiyor. Sürprizmiş. Ne acaba?

Çaylarım içtiler. Ömer çikolatayı bitirdi. Anası ıslak mendil ile ellerini, ağzını sildi. Sonra:
- İyi, gidelim bakalım, dedi.

Kalktılar. Yaşar bir taksi çağırdı. Fatma buna da şaştı.

-Otobüse binseydik, falan diye geveledi. Yaşar gururla dikti başını:

- Biz de bir adamız yani, taksiye binemez miyiz?

Bindiler. Az sonra evdeydiler.

Fatma şaşkınlık, korku, heyecan, şüphe ve sevincini katmer katmer arttırarak, hiçbir şey söylemeden paketler, poşetler arasında dolaştı. Kalbi yerinden çıkacakmış gibi atıyordu. Sedirin üzerinde kendisi için alınmış iki elbise, bir pardesü, iki çift ayakkabı vardı. Eşarp, çorap, çamaşır. Ömer’e giysiler, oyuncaklar...

O öyle odadan koridora, koridordan mutfağa dolaşırken, Ömer paketleri karıştırırken, Yaşar bir sandalyeye kurulmuş, bacak bacak üstüne atmış, bir sigara yakmıştı.

Aykut un verdiği paraları masaya yaymıştı. Fatma döndü dolaştı, en son paraları gördü. Boğazı kurumuştu, sesi zor çıktı:

—    Nedir bunlar? Nerden aldın? Yaşar sediri işaret etti.

—    Otur, rahatla, hatta bir bardak su iç, hepsini anlatacağım.  
 
Fatma gerçekten su içti. Sakinleşip oturdu.

Yaşar olup bitenleri ağır ağır anlattı. Sonuna yakın Fatma ağlamaya başladı. Yaşar dayanamadı, gidip karısına sarıldı, o da ağlıyordu.

Ömer’in umurunda değildi. Bir salatalık bulmuş yeni çıkan dişleri ile kemirmeye başlamıştı. Bir zaman sonra Yaşar markette güvenlik görevlisi oldu. Sigortalı. Ömer artık yürüyordu. Akşam babası işten dönünce düşe kalka koşup boynuna atılıyordu. Babası her akşam ona bir şeyler getiriyordu.

Fatma evi terk etmeden önce bir teneke kutuya dikerek pencere önüne koyduğu camgüzelinin bir sabah sessizce açtığını gördü. İçi pır pır etti. Gidip parmağının ucu ile çiçeğe dokundu. Bu ufacık çiçeğin kırmızıya çalan pembesi bütün evi ışığa boğmuştu.
Allah bes!

İLGİLİ İÇERİK

DİĞER HİKAYELER

ÇİÇEK TEFSİRİ - MUSTAFA KUTLU

$
0
0

ÇİÇEK TEFSİRİ - MUSTAFA KUTLU

Hastaneden çıkınca güneşi açmış gördü, her yan şıkır şıkır bir ışığa boğulmuştu.
Allah, Allah” dedi içinden “Ben içeri girerken bu güneş neredeydi?"

Yürüdü.

Yürürken adımlarına yayılan hafiflik dikkatini çekti. “Ulan on yaş gençleştim sanki” diye sevindi.

Yaya geçidinin başında kalabalığa karışıp yeşilin yanmasını bekledi. Işık yanınca ilerledi. Geçidin ortasında refüje baktı:

— Aa! Laleler!

Laleler açmış!

O durunca acele ile yürüyen bir iki kişi çarptı kendine. Söylenip gittiler. Refuj boyunca ileri doğru baktı. Caddeyi ikiye bölen bu dar alanda bir çiçek cümbüşü vardı. Laleler, papatyalar, nergisler.

Karşıya geçti.

Her yan çiçek.

Çiçeklerden kendini alamıyor.

Ağaçlara bakıyor, tomurcuklar patlamış, ilk çıkan yaprakları bir keçi yavrusu kadar sevimli ve parlak.

Utanmasa eğilip yüzünü gözünü çiçeklere sürecek. Utanmayı bir yana savuruyor yaya kaldırımın yanındaki lalelere eğilerek yüzünü gözünü sürüyor.

Kalkıp bir daha bakıyor onlara.    

Yüreği kabarmış, yaş gözünün ucuna kadar gelmişti, Sizi bana gönderen Rabbime şükürler olsun.” dedi.

Ne trafik gürültüsü, ne korna, ne motor sesi. Çiçeklerin türküsüne kapılıp ilk gördüğü mescide kadar yürüdü.

Ufak, temiz bir mescit. Bombe, İçeride leylak kokusu. “Aferin müezzine sağa sola damlatmış kokudan.” Mihrabın önüne kadar gitti. Tekbir alıp iki rekât şükür namazı kıldı. Uzun uzun dua etti. Tahliller olumlu çıkmış, o şüphe edilen kötü hastalığa yakalanmamıştı.

Duvardaki hatlara, minberin ahşap oymalarına, çinilere ayrı ayrı; uzun uzun baktı.

İşte nefes alıyor, kalbi tıkır tıkır çalışıyor, midesi iyi, morali yerinde. “Her nefeste Allah demek lazım.” diye geçirdi içinden. Hatta daha ileri gitti. Kötü hastalık gelmiş olsaydı bile “Kahrın da hoş lütfun da hoş. diyebilmeliydi.

Nerdeee!

Aylardır ter basan uykular, zor atılan adımlar. Korku, şüphe, sıkıntı içinde kalmıştı.
“Ben o mertebede değilim Yarabbi. Bana çekeceğim yükten ağırını verme. Bizi hastalıkla, açlıkla, yoklukla imtihan etme. Kahrın da hoş lütfun da hoş, demek için insanın veli olması lazım. Ben kimim ki? Bir aciz kulum. Nerde bende o teslimiyet? Bugünüme şükrolsun.” deyip çıktı mescitten.

Çınar dallarında cıvıldaşan kuşları dinledi. Gökyüzünde salman bembeyaz bulutlara baktı. Ayakkabılarını giydikten sonra mescidin küçük avlusunda dikilip derin derin nefes aldı.
Ne güzel şey nefes almak.

Şu çiçeklerin, kuşların arasında olmak.

Bir taksiye adayıp dükkâna geldi.

Mal sahibi, abus bir çehre ile oturuyordu. Tesbihini şakırdatmasından epeyce sinirli olduğu anlaşılıyordu.

Selam verdi, çırağa "Misafire çay söylemek yok mu oğlum!" diye çıkıştı. Daha tezgâh gerisine geçip oturmadan, mal sahibi, tesbihi kesip dikenli sesi ile tısladı.

-    Nerde kaldın efendi? Sabah beri seni bekliyorum.

-    Hastaneye gitmiştim. Çay alır mısınız?

-    Bırak şimdi çayı mayı. Sana verdiğim süre doldu. Ne diyorsun? Dükkândan çıkacak mısın yoksa mahke...

Adamın cümlesini tamamlamasına fırsat vermedi.

-    Çıkacağım tabii. Sen gönlünü ferah tut. Oğlum çay söyle, Refik Bey e de söyle, varsın içmesin.

-    Çıkıyorum dedin, yanlış duymadım değil mi? Mal sahibini hayretlere boğan neşeli bir eda ile:

-    Elbette. Lâkin bir hafta izin ver bir dükkân bulayım.

Mal sahibinin yüzü güldü, teşbihi yeniden döndürmeye başladı, ayak ayak üstüne attı:

-    Tamam. Şimdi oldu işte. Gelsin çaylar.

Bunun gibi on dükkânı vardı. Para gani. Ama adam adam değil. Keyifle konuşmasını sürdürdü:

—    Dükkânı tezden bul. Bak ne güzel. Mahkemelere falan düşmedik. Nedir yani? Olabilir. Kirayı veremeyen bir sen değilsin.

—    Doğrudur Refik abi. Ben de dedim ki Refik abimi niye üzeyim. Daha geride, daha ucuz bir dükkan tutarım. Rızkı veren Allah.

Çaylar gelmişti. Refik Efendi höpürdeterek ilk yudumu çekti:

—    Aferin sana, akıllı adamsın, dedi.

Çayım bitirince memnun-mütebessim çıktı. Öğleden sonra ufak tefek alışveriş oldu. İkindi üzeri oğlan telefon açtı:

—    Ne oldu baba?

Baba umutlandı, raporu, hastaneyi soracak sandı:
—    Ne, ne oldu?

—    Canım dükkânı diyorum, çıkmıyoruz değil mi? Maçası sıkıyorsa mahkemeye gitsin.
Kalbinde bir kristal kırıldı. Bir an sessiz kaldı. Bir an. Çabuk atlattı. Cevap verdi:

—Tersine. Boşaltıyoruz dükkânı. Bir hafta süre aldım. Daha geride daha küçük bir dükkân bakacağız. Oğlan sıkıntı ile yükseltti sesini:

—    Yahu baba, eller her geçen gün büyüyor, biz küçülüyoruz. Oldu mu yani.
Babası acıyla gülümsedi:

—    Oldu, oldu. Küçük güzeldir.

—    Hıh! Küçük güzelmiş. Ne yani, laf mı bu şimdi.

—    Sen bırak dükkânı, bir şey soracağım.

—    Buyur.

—    Laleler açmış, gördün mü?

—    Ne lalesi ya!


Mustafa KUTLU, Hayat Güzeldir

BUKALEMUN -ANTON ÇEHOV

$
0
0

BUKALEMUN -ANTON ÇEHOV

Baş Komiser Oçumelov, kalın paltosuna bürünmüş, elinde paket, pazarın içinden geçiyordu. Arkasından ise kızıl saçlı bir polis memuru, elinde içi biraz evvel el koydukları üzümle dolu bir kalbur, sallana sallana geliyordu. Etrafta bir sessizlik vardı... Pazar yerinde in cin top oynuyordu... Küçük dükkânların ve meyhanelerin kapıları ardına kadar açık, tıpkı açlıktan nefesleri kesilmiş ağızlar gibi, hazin hazin, Tanrı’dan medet umuyorlardı. Görünürlerde bir dilenci dahi yoktu.

Aniden birisinin sesi Oçumelov’un kulağına çarptı.

“Demek sen ısırırsın ha, seni gidi pis köpek! Bırakmayın çocuklar! Isırmak artık serbest değil bu memlekette. Tutun şunu! Uff!

Bir köpeğin cıyaklamaya benzer havlaması işitildi. Oçumelov sesin geldiği tarafa dikkatli dikkatli baktı ve şunu gördü: Kereste tüccarı Piçugin’in bahçesinin tarafından bir köpek, üç ayağının üzerinde koşarak geliyordu. Arkasından da yakası kolalı basmadan bir gömlek giymiş, yeleğinin düğmeleri açık, bütün vücuduyla öne doğru eğilmiş birisi, koşarak takip ediyordu. Adam, ayağı bir şeye takılmış gibi kösteklendi fakat köpeğin kuyruğuyla arka ayaklarından birini eline geçirdi. Köpek cıyaklar gibi bir daha havladı ve yine bir ses: “Bırakma!” diye bağırdı. Uykulu suratlar, kafalarını dükkânlarının kapısından dışarıya doğru uzattılar ve kısa bir zamanda, sanki aniden yerden bitmiş gibi büyük bir kalabalık, kereste bahçesinin etrafında toplandı.

“Birisi halkın sükûnetini ihlal ediyor olmalı Beyefendi!” diye mırıldandı polis memuru.
Oçumelov döndü, sert adımlarla kalabalığa doğru yürüdü. Tam kerestelerin yığıldığı bahçenin kapısı önünde, yukarıda tarif edilen, yeleğinin düğmeleri açık adamı gördü. Adam sağ elini havaya kaldırmış, kanayan parmağını toplanan ahaliye gösteriyordu. Sanki şu sözler: “Ben sana gününü gösteririm, seni rezil köpek!” sarhoş suratına yazılmış gibiydi ve kanlı parmağını da âdeta zafer bayrağı gibi sallayıp duruyordu. Oçumelov bu herifi çok iyi tanıyordu: Kuyumcu Kuryukin. Ve tam kalabalığın ortasında, ayrık ön ayakları üzerine çökmüş suçlu oturuyordu. Sivri burunlu, sırtında sarı bir leke bulunan bu beyaz Borzoy cinsi köpek yavrusunun bütün vücudu korkudan tir tir titriyordu. Yaşlı gözlerinde korku ve perişanlığın ifadesi okunuyordu.

Oçumelov, kalabalığı omuzlayıp orta yere doğru ilerlerken: “Ne oluyor burada?” diye sert sert sordu. “Ne işiniz var burada, niye toplandınız? Sen; parmağını niye havada tutuyorsun? Demin bağıran kimdi?”

Önce şöyle bir öksürdükten sonra Kuryukin: “Efendim, ben kuzu kuzu yolumda yürüyordum.” diye lafa başladı. “Mitri Mitriç’le halledilecek bir kereste işim vardı burada ve aniden, ortada hiçbir sebep yokken, şu lanet şey parmağımı ısırdı... Benim sanatım zor bir sanattır ve de parmağımın yaptığım işte rolü çok büyüktür. Köpeğin sahibini bana tazminat ödemeye mecbur edin. Kim bilir, belki de parmağımı bir hafta oynatamayacağım. Kanun demiyor ki, efendim, biz azgın hayvanlara baş eğelim. Eğer herkesin köpeği ısırmaya başlarsa hayat çekilmez bir hâle gelir...”

Oçumelov kesik kesik öksürdü, kaşlarını çattı ve:

“Hımmm... peki, peki!” diye sert sert söylendi. “Pekâlâ, pekâlâ... Kiminmiş bu köpek? Bu işi burada bırakamayız. Ben onlara, köpeklerini böyle başıboş etrafa salmak ne demekmiş öğretirim! Kanunlara saygı göstermeyen beylere ders vermenin zamanı geldi! Hangi alçak herifinse cezayı yiyip akıllansın! Köpekleri, hayvanları başıboş sokağa bırakmanın ne demek olduğunu ben ona öğretirim!” Lafının burasında “Eldirin!” diye bağırarak polis memurunu çağırdı ve devam etti: “Hemen köpeğin kime ait olduğunu bul ve derhâl bir zabıt tut. Ve hiç vakit kaybetmeden köpeği götürüp imha etmek lazım. Belki de kuduzdur... Kimin köpeği bu, soruyorum?”

“Zannederim General Jigolov’un.” diye bir ses kalabalığın arasından yükseldi.
“General Jigalov’un mu dedin? Hımm... Eldirin, yardım et de şu paltomu çıkarayım... Off, amma da sıcak bastı ha! Yağmur sıcağına benziyor.” Oçumelov böyle dedikten sonra Kuryukin’e döndü ve:

“Anlamadığım bir şey varsa o da şu: Nasıl oldu da seni ısırdı? Nasıl oldu da parmağına ulaşabildi? Bu küçücük bir köpek, sen ise sırık gibi bir herifsin!

Belki de parmağına çivi falan battı ve sen de bir yerden tazminat koparabilmek için böyle bir şey uydurdun. Ben senin gibileri çok iyi bilirim! Hilekâr şeytanlar!”

“Herhâlde sırf şaka olsun diye yanan sigarasını zavallı köpeğin burnunda söndürdü, efendim. Ve hayvan da kendini müdafaa etti. Aptal değil ki! Hem bu Kuryukin her zaman böyle sakarlıklar çıkaran belalı bir adamdır, efendim.” diyerek polis memuru fikir ileri sürdü.
“Yalan söyleme ulan şaşı! Böyle yaptığımı gözünle gördün mü, niçin iftira atıyorsun? Başkomiser Beyefendi akıllı bir beyefendidir ve kimin yalan söylediğini, kimin doğru söylediğini pekâlâ bilir. Eğer yalan söylüyorsam mahkemelerde sürüneyim! Kanunda yeri var; bütün insanlar eşittir diye. Benim de polis kardeşim var, haberiniz olsun...”
“Münakaşa istemez!”

“Hayır, hayır bu General’in köpeği değil!” polis memuru sanki derin derin düşündükten sonra karara varmış gibi konuştu. “General’in buna benzer bir tek köpeği yok. Onun bütün köpekleri avcı köpekleridir.”

“Emin misin?”

“Hem de çok eminim, efendim.”

“Ve haklısın da! General’in köpekleri pahalı, cins köpekler. Ve bir de şuna, hele şuna bak! Çirkin, pis ve üstelik de uyuz mu uyuz! Böyle bir köpeği hangi cehenneme beslerler, bilmem ki? Serseri herifler! Eğer böyle bir köpek kendisini Moskova veya Petersburg’da bulsa başına ne gelir bilir misin? Kimse kanun filan dinlemeden bir dakika içinde imha ediverir! Evet, Kuryukin, sen davanda haklısın ve bak söylüyorum, sakın bu işi burada bırakma! Tazminat davası aç! Sahibi kimse iyi bir ders alsın! Aklı başına gelsin!”

“Her şeye rağmen yine de General’in köpeği olabilir.” diyerek polis memuru sesli sesli düşündü. “İnsan böyle bakmakla bilemez ki. Hatırlıyorum, geçenlerde General’in bahçesinde tıpkı buna benzer bir köpek görmüştüm.”

“Elbette Generalin köpeği!” diye bir ses kalabalıktan yükseldi.

“Hımm! Yardım et de şu paltomu giyeyim, Eldirin... Pis bir rüzgâr çıktı. Soğuktan bütün vücudum ürperiyor. Al şu köpeği, götür Generalin evine ve sor bakalım onların mı? Benim bulduğumu ve gönderdiğimi söyle. Ve tembih et, yalnız başına sokağa salmasınlar. Belki de pahalı bir köpektir ve her hayvan herif, her aklına estiğinde sigarasını hayvancağızın burnunda söndürmeye kalkarsa kısa zamanda köpekte can kalmayacak. Köpek nazik bir hayvandır. Hey, sen; indir elini aşağıya, taş kafa! Serseri parmağını herkese gösterdiğin yeter! Senin kendi kabahatin!”

“İşte bak, Generalin emirberi geliyor, ona soralım... Hey ahbap, Prokhor! Gel buraya babalık! Hele bir bak şu köpeğe. Sizin köpek mi?”

“Daha neler! Hayatımızda böyle bir köpek beslemedik!”

“Öyleyse daha fazla soruşturma yapmaya lüzum yok.” dedi Oçumelov. “Sahipsiz, başıboş bir köpek. Daha fazla burada durup konuşmanın manası var mı? Sana köpeğin başıboş olduğu söylendi Eldirin, daha ne bekliyorsun? Götür, imha et ve bu mesele de böylece kapansın.”

“Bizim köpek değil.” diye Prokhor lafına devam etti. “Bu, bizim General’in kardeşinin köpeği. Kendileri henüz bir müddet önce geldiler. Bizim General borzoy cinsi köpeklerden hiç hoşlanmaz. Ama kardeşi beğeniyor...”

“Ne? General’in kardeşi geldi mi? Vladimir İvaniç hazretleri teşrif buyurdular demek ki?” Oçumelov, zevkten kendinden geçmiş bir şekilde haykırdı. Suratındaki tebessüm genişledikçe genişliyordu.

“Vay canına! Şu hâle bak! Demek geldi ve benim haberim olmadı! Temelli kalmaya gelmiş değil mi?”

“Evet, öyle.”

“Vay canına! Şu hâle bak! Kendisini karşılamayı ne kadar istedim ve geldiğinden haberim olmadı! Demek bu köpek onun? Ne kadar memnun oldum! Al, götür... Ne kadar da şirin, cici şey! Hiç parmak ısıracak hâli var mı şu minnacık hayvancağızın? Hah hah ha? Gel bakayım oğlum, gel, titreme artık! Kuçu kuçu... Hırr... Küçük yaramaz bir parça kızgın... Ne tatlı köpek yavrusu, Yarabbi!”

Prokhor köpeği çağırdı ve kerestelerin yığıldığı bahçeden beraberce geçerek uzaklaştı. Toplanan halk Kuryukin’e kahkahalarla gülüyordu.

Oçumelov “Ben sana bir daha gösteririm!” diye onu tehdit etti ve kalın paltosuna sarılarak pazarın içinden yoluna devam etti.

 

İLGİLİ İÇERİK

BAHİS - ANTON ÇEHOV

MEMURUN ÖLÜMÜ - ANTON ÇEHOV

ÜNLEM İŞARETİ - ANTON ÇEHOV

ISTIRAP-ANTON ÇEHOV

ÖDLEK -ANTON ÇEHOV

BİR KATİBİN ÖLÜMÜ - ANTON ÇEHOV

MAHKUM SAVCI - ANTON ÇEHOV

İHTİYAR KURT - ANTON ÇEHOV

ESKİ EV - ANTON ÇEHOV

KÖTÜ KADER - ANTON ÇEHOV

VANKA - ANTON ÇEHOV

İTİRAF - ANTON ÇEHOV

BİR KATİBİN ÖLÜMÜ - ANTON ÇEHOV

$
0
0

BİR KATİBİN ÖLÜMÜ - ANTON ÇEHOV

Şahane bir geceydi ve şahane kâtip Ivan Dimitriç Çerviyakov, operanın koltuk bölümünde önden ikinci sırada bir yere oturmuş, elindeki opera dürbününün yardımıyla “Les Cloches de Corneville”yi zevkle seyrediyordu. Sahneyi seyrederken, kendisini yaşayan en mesut insan olarak görüyordu ki; aniden...

Biliyorum, şu “aniden” lafı kullanıla kullanıla vıcığı çıkmış bir laf ama hayatın bir sürü sürprizlerle dolu olduğunu düşünürseniz yazarları pek de kınamamanız gerekir!
Evet, aniden kâtibin yüzü buruştu, gözleri yuvalarında tavana bakarmışçasına yuvarlandı, nefesi kesilir gibi oldu... Yüzünü opera dürbününden ayırdı, koltuğunda iki büklüm oldu ve “Hapşuuu!” yani hapşırdı. Herkesin hapşırma hakkına sahip olduğuna hiç şüphemiz yok. Köylüsünden tutun da polis komiserlerine, hatta yüksek hâkimlere kadar herkes hapşırır. Aklınıza kim gelirse gelsin, hapşırabilir herkes. Çerviyakov, kendisini hiç de sıkılmış hissetmedi; cebinden usulca mendilini çıkarıp hafifçe burnunu sildi ve her kültürlü adam gibi hapşırmasının kimseyi rahatsız edip etmediğini anlamak içip etrafına bakındı.
Ve işte o zaman utancından yerin dibine geçti. Zira tam önündeki koltukta oturan, ufacık ihtiyar bir adam, titiz bir şekilde dazlak kafasını ve ensesini eldiveniyle siliyor ve aynı zamanda bir şeyler mırıldanıyordu. Çerviyakov, ihtiyar adamı tanıdı: Ulaştırma Bakanı emekli General Brajilov.

“Eyvah, adamın üzerine hapşırdım!” diyerek Çerviyakov dehşetle irkildi. “Gerçi benim şefim değil, doğru, ama yine de çok biçimsiz kaçtı. Hemen kendisinden özür dilemeliyim.”
Çerviyakov hafifçe öksürerek öne doğru eğildi ve General'in kulağına fısıldadı:

“Affınızı rica ederim, Beyefendi Hazretleri. Elimde olmayarak hapşırdım...”

“Oldu bir kere, unut gitsin.”

“Ne olur bağışlayın. Ben önceden tasarlamış filan değilim!”

“Tanrı aşkına, lütfen sus! Bırak da operayı dinleyeyim!” Çerviyakov, her nedense bozulmuş, koyun gibi sırıtarak geri çekildi ve dikkatini sahneye çevirmeye çalıştı. Aktörleri seyre daldı, fakat artık kendisini hiç de yaşayan en mesut insan olarak görmüyordu. Pişmanlıktan içi içini yiyordu. Perde arası antrakta, Brijalov’un yanına yaklaştı, beceriksizliğini yenmek için biraz mücadeleden sonra, ıkına sıkına konuştu:

“Beyefendi Hazretleri, üzerinize hapşırdım... Kusurumu affedin... Emin olun... elimde değildi!..”

“Hey Yarabbii! Ben unuttum gitti bile. Niçin üzerinde bu kadar duruyorsun?” General’in konuşurken hırsından alt dudağı titriyordu.

“Bir de unuttuğunu söylüyor. Hâlbuki gözlerinden belli ki unutmamış!” diye Çerviyakov düşündü ve şüpheli şüpheli General’den tarafa baktı. “Benimle konuşmak bile istemiyor... Ona elimde olmadan hapşırdığımı, hapşırmanın bir tabiat kanunu olduğunu açıklamam lazım... Yoksa üzerine tükürmek için hapşırdığımı sanabilir. Şimdi böyle düşünmese bile, belki sonradan fikrini değiştirebilir!..”

Eve varır varmaz, Çerviyakov, karısına kaba davranışını anlattı. Fakat karısının hadiseyi son derece hafiften aldığına dair bir şüphe uyandı içinde. Gerçi karısı bir an için paniğe kapılır gibi olmuştu ama Brijalov’un “bizim” şef olmadığını öğrenir öğrenmez rahatlamıştı.
“Yine de gidip özür dilemelisin.” demişti. “Yoksa senin bir topluluk içerisinde nasıl davranılacağını bilmediğinden şüphe edebilir.”

“Benim de demek istediğim bu ya! Özür dilemeye çalıştım ama çok garip bir şekilde davrandı. Doğru dürüst bir şey söylemedi. Zaten fazla konuşmaya da vakit yoktu.”
Ertesi günü, Çerviyakov, yeni yaptırdığı resmî elbisesini giydi, saç tıraşı oldu ve kaba davranışını izah etmek üzere Brijalov’u görmeye gitti. General’in kabul salonu ziyaretçilerle doluydu. General’in kendisi de oradaydı ve dilek sahiplerini masası başında kabul ediyordu. Birkaç kişinin isteklerini dinledikten sonra kuyrukta sıra bekleyen Çerviyakov’la göz göze geldi. “Dün akşam, Arkeydiy Opera’da, hatırlayacağınız üzere, Beyefendi Hazretleri...” diyerek kâtip söze başladı. “Ben şey hapşırdım ve şey kazara sizin üzerinize... Affınızı rica...”
“Hey Tanrım! Bu ne saçmalık!” dedi General ve hemen arkasından: “Size ne gibi bir yardımda bulunabilirim?” diye sorarak kuyrukta bekleyen ziyaretçilerden birine seslendi. “Beni dinlemeye bile tenezzül etmiyor!” diye düşünen Çerviyakov sapsarı kesildi. “Demek bana kızgın... Bunu böyle bırakamam... Kendisine açıklamam lazım...”

Son ziyaretçiyi de kabul edip dileğini dinledikten sonra General, hususi apartmanına gitmek üzere yola çıktı. Çerviyakov arkasından bir müddet takip ettikten sonra yaklaştı ve kekeleyerek mırıldandı:

“Affedersiniz, Beyefendi Hazretleri! Son derece pişmanlık duyan kalbim beni, sizi tekrar rahatsız etmeye mecbur bıraktı. Beyefendi Hazretleri...”

General, sanki neredeyse ağlayacakmış gibi acı acı bakındı ve elinin tersiyle git başımdan der gibi bir işaret yaptı:

“Siz benimle alay ediyorsunuz, Efendi!” dedi ve kapıyı hızla yüzüne çarparcasına kapattı.
“Alay etmek mi!” diye Çerviyakov kendi kendine düşündü. “Bunda alay edilecek ne var! Sözüm ona bir de General olacak, anlamıyor mu? Pekâlâ, öyleyse, ben de bu asil beyzadeye özür dilemek külfetine daha fazla katlanmayacağım. Şeytan görsün yüzünü! Bir mektup yazarım, ama bir daha asla ayağına kadar gitmem! İşte söz veriyorum, asla!”
Çerviyakov evine dönerken böyle düşünüyordu. Fakat eve dönünce mektup dahi yazmadı. Düşündü, düşündü ve bir türlü yazacak şey bulamadı. En sonunda, ertesi günü, General’in evine gidip bu işi kökünden halletmeye karar verdi.

“Dün sizi rahatsız etmemin sebebi, Beyefendi Hazretleri...” diye söze başladı. General’in sorgu dolu bakışları üzerine dikilmiş, devam etti: “Sizinle alay etmek değildi, Beyefendi Hazretleri’nin sandığı gibi. Buraya gelişimin sebebi, sizi hapşırmamla rahatsız ettiğimden dolayı özür dilemekti... Sizinle alay etmek bahsine gelince, böyle bir şeyi asla aklımdan dahi geçiremem efendim. Ne cesaretle böyle bir küstahlıkta bulunabilirim? Hem, eğer herkesle alay etmeye kalkışsak, kimsenin kimseye hürmeti kalmaz... Bilhassa büyüklerimiz için...”
“Defol şuradan!” diye General havlar gibi haykırdı. Hırsından mosmor kesilmiş, zangır zangır titriyordu.

Korkudan eli ayağı tutulmuş olan Çerviyakov:

“Ne dediniz efendim?” diye fısıldayabildi.

General hızla ayağını yere vurarak:

“Defol!” diye tekrar haykırdı.

Çerviyakov, sanki içinde bir şey kopmuş gibi hissetti. Arka arka kapıya doğru giderken, ne gözü bir şey gördü ne de kulağı bir şey işitti. Sokağa çıktı, sanki makineyle kurulmuş gibi yürüyerek eve geldi. Yeni yaptırdığı resmî elbiselerinin içinde yatağın üzerine uzandı ve öldü.

İLGİLİ İÇERİK

BAHİS - ANTON ÇEHOV

MEMURUN ÖLÜMÜ - ANTON ÇEHOV

ÜNLEM İŞARETİ - ANTON ÇEHOV

ISTIRAP-ANTON ÇEHOV

BUKALEMUN -ANTON ÇEHOV

ÖDLEK -ANTON ÇEHOV

MAHKUM SAVCI - ANTON ÇEHOV

İHTİYAR KURT - ANTON ÇEHOV

ESKİ EV - ANTON ÇEHOV

KÖTÜ KADER - ANTON ÇEHOV

VANKA - ANTON ÇEHOV

İTİRAF - ANTON ÇEHOV

BABA -ANTON ÇEHOV

$
0
0

BABA -ANTON ÇEHOV

“Doğrusunu istersen, gelmeden evvel bir yudum bir şey içmiştim... Kusuruma bakmazsın, değil mi? Buraya gelirken yolda bir birahanenin önünden geçiyordum, hava o kadar sıcak ki, dayanamadım girdim, iki ufak şişeyi kafaya diktim. Oh, bu ne sıcak oğlum!”

İhtiyar Musatov, cebinden bir paçavra parçası çıkarıp; çökmüş, sakalsız yüzünü sildi.
“Bir dakikalık bir iş için geldim, Boris, meleğim!” diye oğlunun yüzüne bakmadan devam etti. “Fakat çok önemli bir iş. Eğer rahatsız ediyorsam kusura bakma... Aziz oğlum, acaba bana on ruble borç verebilir misin ha? Salıya kadar? Dün kirayı ödemem lazımdı, anlıyor musun, fakat para ne gezer cep delik! Asmaya götürseler meteliğim yok!”

Genç Boris, tek bir söz söylemeden odadan çıktı; dışarıda kapının önünde ev sahibesi ve evi beraberce kiraladığı arkadaşlarıyla fısıldayarak bir şeyler konuştu. Üç dakika geçmeden geri döndü, sessizce bir on rublelik banknotu babasının eline verdi; ihtiyar adam paraya bakmaya lüzum dahi hissetmeden cebine soktu ve:

“Mersi!..” dedi. “E, hadi anlat bakalım işlerin nasıl gidiyor? Birbirimizi görmeyeli epey oldu.”
“Evet, epey oluyor. Ta Paskalya’dan beri...” “Seni gelip görmeye en aşağı on defa karar verdim oğlum; ama sonra neden bilmem bir türlü vakit bulamadım. Beklenmedik bin türlü iş çıkıyor insanın başına. Hadi şunu da yapayım, hadi bunu da halledeyim derken bir türlü fırsat bulamadım. Bu duruma da ne kadar üzüldüğümü bir bilsen!.. Ama bak, yine başladım yalan söylemeye. Söylediklerimin hepsi yalan. Sakın bana inanma oğlum Borenka. On rubleyi salı günü ödeyeceğimi söylemiştim ya, o da yalandı; inanma! Bir tek lafıma dahi inanma benim! Yapılacak hiçbir şeyim yok. Benimkisi düpedüz tembellik, ayyaşlık... Ve herkese bu yırtık pırtık elbiselerin içinde gözükmekten de utanç duyuyorum. Kusuruma bakma, Borenka. Geçen hafta içinde tam üç defa benim kızı para istemek için sana yolladım; acındırıcı, merhamet dilenen mektuplar gönderdim. Fakat gönderdiğim haberlerin, yazdığım şeylerin hepsi, hepsi yalandı. İnan ki, seni böyle yolmakla da utancımdan yerin dibine geçiyorum, benim melek oğlum. Biliyorum ki sen de iki yakanı bir araya getirmek için didinip duruyorsun -keçiboynuzu yiyerek yaşıyorsun- fakat ben, kusuru bini aşmış küstahın biriyim! Saymakla bitecek gibi değil yaptığım aşağılık hareketler! Benim gibi adi rezili, bir çadıra sokup teşhir etsen para kazanırsın! Böyle konuştuğum için de  kusura bakma Borenka. Bütün bunları söylerken son derece samimiyim. Senin melek yüzüne bakıp da duygulanmamak elimde değil.”

Kısa bir sessizlik kapladı ortalığı. Sonra ihtiyar adam derinden bir iç çekti ve:
“Bana bir şişe bira ısmarlar mısın, eğer zahmet olmazsa?”

Oğlu hiçbir şey söylemeden dışarı çıktı, yine kapının önünde fısıltılı bir şeyler konuştu. Çok geçmeden de elinde bir şişe birayla içeri girdi. İhtiyar adam daha şişeyi görür görmez aniden canlanıverdi. Sesinin tonu da iyice değişmişti:

“Geçenlerde at yarışlarına gittim.” diye başladı. Gözlerinde sinsi ve hilekâr bir bakış vardı. “Üç kişiydik. Her birimiz, Friski adlı bir atın üzerine birer ruble koyduk. Tanrı Friski’den razı olsun! Adam başına otuz iki ruble kazandık! Biliyor musun oğlum, at yarışı oynamadan yapamıyorum. Bir bakıma at yarışı asil adamların sporu sayılır. Benim cadı karı her gidişimde arkamdan sövüp sayar, bin türlü bela okur ama onu sayan kim! Ben yine bildiğimi okurum. Kazansam da, kaybetsem de seviyorum şu zıkkımı! Daha ötesi var mı?”

Boris -sarı saçlı, melankolik bakışlı, solgun, durgun yüzlü genç delikanlı- odada bir aşağı bir yukarı gidip geliyor, babasını derin bir sessizlik içinde dinliyordu. Babası boğazını temizlemek için susunca da ondan yana döndü ve:

“Geçen gün kendime bir çift yeni çizme almıştım. Fakat ayağımı müthiş sıkıyorlar. Şayet ayağına olursa almak ister misin? Sana, aldığımdan daha ucuza veririm.”
İhtiyar adam başını salladı ve:

“Nasıl istersen.” dedi. Yüzüne ciddi bir ifade vererek de ilave etti:

“Ama bir şartla: Aynı fiyatla alırım. Iskonto falan kabul etmem.”

“Pekâlâ, istersen veresiye de alabilirsin.”

Oğlu karyolanın altına sürünerek girdi. Çizmeleri buldu, çıkardı. Babası bitpazarından alındığı belli olan hantal çizmeleri çıkardı ve yenileri ayağına geçirdi.

“Tam bana göre.” dedi. “İyi öyleyse, salı gününe kadar bekle, emekli maaşımı alır almaz parasını gönderirim... Ama bak, işte yine yalan söylüyorum.” Son cümlesini söylerken de sesi ağlamaklı tonunu aldı. “Yarışlara ait anlattığım hikâye de yalandı. Emekli maaşı da... Ve biliyor musun Borenka; sen de beni kandırıyorsun! Bana karşı nasıl cömert davrandığının farkındayım. Senin ruhunu okuyorum! Aslında çizmeler hiç de ayağını sıkmıyordu. Çizmeler çok dar değil, senin kalbin çok geniş! Ah Borya, Borya! Bütün bunların farkındayım ve senin yaptıklarını da ta kalbimde hissediyorum!”

Oğlu konuyu değiştirmek çabası içinde babasının sözünü kesti:

“Yeni evinize taşındınız mı?”

“Evet oğlum, taşındık. Her ay yeni bir eve taşınıyoruz. Benim ihtiyar cadının dilinden bir yerde bir aydan fazla barınamıyoruz ki!”

“Geçenlerde eski kaldığınız yere gittim. Benimle beraber burada kalman için teklifte bulunacaktım. Sıhhatin bakımından faydalı olur diye düşünmüştüm. Havadar bir yerdir burası, biraz kendine gelirsin.”

Babası olmaz manasında elini sallayarak:

“Hayır!” dedi. “Moruk razı olmaz. Zaten benim de gönlüm yok. Beni çukurdan kurtarmak için en aşağı yüz defa uğraştın şimdiye kadar. Ben de gayret etmedim değil ama lanet olsun bir türlü olmadı gitti! Unut gitsin bu işi. Boşuna uğraşma. Zararı yok çukurda gebereyim! Şu anda böyle senin melek yüzünü seyrederken bile, acayip bir kuvvet beni kendi çukuruma doğru çekiyor. Alın yazım bu herhâlde. Bok böceğini zorla gül bahçesine kişelemekte ne fayda var? Hiç... Her neyse, yavaş yavaş yola düşsem fena olmayacak. Hava da kararıyor.”
“Bir dakika bekle, ben de seninle beraber geliyorum. Zaten şehre inmem lazımdı.”
Baba oğul paltolarını giydiler ve dışarı çıktılar. Bir araba tutup yola koyulduklarında her taraf iyice kararmıştı. Arabanın içinde giderken, evlerin pencerelerinden sızan ışıkları seyrediyorlardı.

“Yine seni dolandırıp paranı aldım, Borenka!” diye mırıldandı ihtiyar baba. “Ah, benim zavallı çocuklarım! Böyle benim gibi bir babaya sahip olmak sizler için son derece ıstırap verici olmalı! Borenka, meleğim; senin yüzüne bakınca, masum gözlerini görünce yalan söyleyemiyorum. Ne olur kusuruma bakma oğlum.. Bu hayâsızlığımın sonu nereye varacak? Ya-rabbim! Oh, Tanrı’m! Şu hâlime bak! Geldim, göz göre göre, utanmadan, öz oğlumu dolandırdım. Onu sarhoşluğumla utandırdım. Diğer kardeşlerini de aynı hayâsızlıkla dolandırıyorum Borenka! Onları da rezil, perişan ediyorum. Hepinizin yüz karasıyım ben! Hele sen beni dün görseydin! Senden saklayacak değilim Borenka, anlatayım da dinle: Dün birkaç komşu bizim cadı karıya misafirliğe geldiler -mahallenin cadalozları, ayak takımı hepsi- Ben de onlarla beraber kafayı çektim. İyice sarhoş olunca da başladım bir dinsiz gibi küfür etmeye, siz evlatlarıma belalar okumaya... Sanki sizler beni terk etmişsiniz gibi sızlanmaya, benim bu hâlime sebep hep sizlermişsiniz gibi de şikâyetlenmeye, mızmızlanmaya... Sırf sarhoş orospuları kendime acındırmak için “zavallı baba” rolü oynadım. Hem bu ilk oynayışım da değil ha! Ne zaman iğrenç günahlarımı saklamak istesem, bütün suçu sizlerin, siz çocuklarımın üstüne atıyor, sizlere verip veriştiriyor, kendimi temize çıkarmaya çalışıyorum. Böyle yüz yüze de geldik mi, işte görüyorsun, sana yalan söyleyemiyorum. Her şeyi itiraf ediyorum, gerçekleri bir türlü senden saklayamıyorum. Hâlbuki sana gelirken, yolda kendimi nasıl cesur, kabadayı hissediyordum. Senin yumuşaklığını, şefkatini görür görmez de sanki dilim tutuldu, vicdanım altüst oldu.
“Şimdilik bu kadar kâfi, Baba. Hadi bunları bırakalım da başka şeylerden konuşalım.”
“Oh, Tanrım! Şu çocuklarıma bak benim!” diyerek baba, oğluna aldırmadan sözlerine devam etti:

“Tanrının bana hediye ettiği nimete bak! Bu evlatlar benim gibi işe yaramaz bir babaya layık değiller! Onlar asil ruhlu, hakiki bir adamın çocukları olmalıydılar. Ben layık değilim onlara!”
İhtiyar adam, önü düğmeli küçük şapkasını başından çıkarttı, iki elini açarak üst üste dualar etmeye başladı:

“Tanrı’m sana şükürler olsun! Bana eşi bulunmaz çocuklar ihsan ettiğin için sana şükürler olsun! Üç oğlum var, üçü de pırlanta. Akıllı, azimli, iş adamı kafalı!”

Lafının burasında arabacıya dönerek bağırdı:

“Hey, arabacı, işitiyor musun! Yalnız Grigory’nin aklı on kişininkine bedel. Fransızca desen bilir,

Almanca desen bilir ve senin bildiğin avukatları da cebinden çıkaracak şekilde konuşmasını bilir. O bir konuşmaya başladı mı ya; ağzın açık kalakalırsın... Ah benim çocuklarım, benim çocuklarım! Benim olduğunuza inanamıyorum! Sen, hele sen yok musun Borenka; sen bir evliyasın. Fakat bu gidişle ben seni mahvedeceğim. Bana verdiğin paraları rezilcesine harcadığımı bildiğin hâlde hiçbir zaman da beni boş çevirmiyorsun. Hatırlıyor musun, geçenlerde sana son derece acındırıcı bir mektup yollamıştım, hasta olduğumdan bahsetmiştim. Fakat sakın inanmayasın, yalandı. Hasta falan değildim. Para istememin asıl sebebi neydi biliyor musun? Rom alıp kafayı çekecektim, param yoktu! Beni incitmekten korktuğun için de ne zaman para istesem tereddütsüz veriyorsun. Bütün bunları biliyorum. Hissediyorum. Grişa da tıpkı senin gibi; insan değil bir melek. Geçen perşembe günü onun dairesine gittim; sarhoş, pis, yırtık pırtık paçavraların içinde, ağzım leş gibi votka kokarak doğru odasına girdim. Zavallı yavrum, filinta gibi boyuyla ayağa kalkıp beni karşıladı. Selam sabah demeden açtım pis ağzımı, meslektaşları, patronu ve birkaç müvekkili önünde, hayatı boyunca unutmayacağı şekilde hakaret edip, yerin dibine geçirdim. Fakat o, sanki hiç sıkılganlık duymamış gibi, sadece bir parça sararmış, gülümsedi ve yanıma geldi; sanki hiçbir şey olmamış gibi... Bir de üstelik beni ‘Babam’ diyerek arkadaşlarına takdim etmez mi! Bütün bunlar yetmiyormuş gibi de beni eve kadar getirdi ve bir tek sitemli laf dahi etmedi ve onu, seni dolandırdığımdan bin kat daha feci şekilde dolandırdım, parasını aldım... İstersen öbür kardeşini, Saşa’yı ele alalım: Evladım o da bir evliya. Yüksek sosyeteden bir albayın kızıyla evlendiğini biliyorsun. Gelinin getirdiği çeyizin kıymetini de duymuşsundur... Artık bütün bunlardan sonra beni tamamen unutacağını zannederdin değil mi? Oh, hayır! Daha evlendiğinin ertesi günü, genç karısıyla beraber ilk ziyareti kime yapsa beğenirsin? Bana, evet bana, hem de kaldığım o pis eve, Tanrı şahidimdir.”

İhtiyar adam evvela ağlar gibi oldu, fakat hemen bunu gülmeye çevirdi.

“Bize geldikleri zaman, sanki inadınaymış gibi, yemeğe yeni oturmuştuk. Sofrada balık kızartması, turp ve kvass  vardı. Bütün odayı öyle pis bir koku doldurmuştu ki; şeytanın bile midesini altüst etmeğe kâfiydi. Ben yere yayılmıştım -her zamanki gibi sarhoş- ve benim cadı karı, içtiği içkinin tesiriyle pancar gibi kıpkırmızı kesilmiş yüzüyle ayağa kalktı, misafirleri âdeta kovarcasına karşıladı... Her bakımdan utanılacak bir vaziyet kısacası. Fakat Şaşa hiçbir şey yokmuş gibi hareket etti.”

“Evet, bizim Şaşa iyi çocuktur, anlayışlıdır.” diye Boris lafa karıştı.

“Şahane bir çocuk! Aslında hepiniz altın gibi çocuklarsınız: Sen, Grişa, Şaşa ve kızım Sonya. Ben ise veba mikrobu gibi başınıza kesilmiş bir belayım. Size işkence ederim, yüzünüzü her yerde kara ederim, utandırırım, paranızı soyarım ve bütün bunlara karşılık da bir gün olsun birinizden bir tek acı söz işitmiş, öfkeli bakış görmüş değilim. Eğer namuslu bir baba olsaydım neyse; canım yanmazdı ama bu hâlime tüh! Benden zarardan başka bir şey görmediniz evlatlarım. Ben kötü, bozulmuş, kokmuş bir adamım... Şimdi Tanrı ya şükür sizleri boynuzlayacak kuvvetim kalmadı. Artık ruh falan da kalmadı bende. Fakat eskiden, sizler daha küçükken, bende bir kuvvet, bir karakter vardı. Her söylediğimin, her yaptığımın doğru olduğuna dair bir inanç vardı içimde. Bazı akşamlar kulüpten sarhoş ve melanet dolu bir kafayla eve gelir ve zavallı, rahmetli annenize açardım pis ağzımı, başlardım bas bas bağırmaya. Çok fazla para harcıyor diye dünyayı başına yıkardım. Bütün gece etmediğim hakaret kalmazdı zavallı kadına. Ama her şeye rağmen haklı olduğuma da inanırdım. Sabah olur, sizler kalkıp okula giderdiniz, ben ise hâlâ rahmetlinin başının etini yemeye devam ederdim. Aklımca ona ne biçim erkek olduğumu ispat ederdim böyle yapmakla. Bir tek Tanrı bilir o zavallı kadına nasıl işkence yaptığımı! Akşam olur, sizler okuldan dönerdiniz, ben ise sızmış bir kenarda uyuklardım. Korkunuzdan ben kalkmadan akşam yemeğini yiyemezdiniz. Sofra kurulur ve yemekle beraber ben yine açardım pis ağzımı... Hatırlıyorsundur hep bunları... Öyle bir babayı Tanrı düşmanımın başına vermesin. Kim bilir, belki de Tanrı benim gibi bir belayı sizin başınıza, sırf sizi sınamak için gönderdi. Evet, evet; sizi denemek, sabrınızı ölçmek için yolladı. Ha gayret evlatlarım, dişinizi biraz daha sıkın; sonuna yaklaşıyorsunuz! Kutsal kitabın dediği gibi; babanıza hürmet ediniz ki, sizlerin de ömrü uzun olsun. Tanrı yaptığınız hizmetleri karşılıksız koymayacaktır. Hey arabacı dur!”

İhtiyar adam bir çırpıda arabadan aşağı atladı ve önünde durdukları meyhaneye daldı. Yarım saat sonra bulut gibi sarhoş, “hık”layarak meyhaneden çıktı, sağa sola yalpa vurarak arabaya doğru ilerledi, tırmandı ve oğlunun yanma çöktü.

“Sonya nerelerde? diye sordu. “Hâlâ yatılı okulda mı?”

“Hayır, geçen mayısta okulu bitirdi. Şimdilik Saşa’nın kaynanasıyla beraber kalıyor.”

“Oooo!” diyerek şaşkınlığını ifade etti ihtiyar adam. “Aslında hayret etmeye de lüzum yok. Sonya mükemmel bir kız. Hem de çok zeki. Görüyorum ki ahilerinin yolunu takip ediyor. Ah Borenka’cığım bir düşün... Zavallı kızım anasız büyüdü... Kendisini teselli edecek bir yakını olmadan yetişti... Şey, Borenka, sana bir şey soracağım... O... O benim böyle sefil bir hayat yaşadığımı biliyor mu? Ha?”

Boris cevap vermedi. Derin bir sessizlik içinde beş dakika geçti. İhtiyar adam ağlar gibi oldu. Cebinden mendil yerine kullandığı çaput parçasını çıkarıp yüzünü sildi ve:

“Onu ne kadar sevdiğimi biliyorsun Borenka. O benim biricik kızım. Ve bir insanın ihtiyarlığında kızından daha kıymetli bir şeyi olamaz. Onu görmeyi çok istiyorum. Çok göresim geldi onu. Mümkün mü onu görebilmem Borenka?”

“Tabii mümkün, ne zaman istersen!”

“Sahi mi söylüyorsun? Hem o razı olur mu?”

“Elbette razı olur. Aslına bakarsan epey zamandır o seni bulmak için uğraşıp duruyor. Seni görmeyi çok istiyor.”

“Aman Yarabbi! Şu çocuklarıma bakın benim! Hey arabacı işitiyor musun? Borenka, sevgili oğlum, bu işi, yani görüşme işini ayarlayabilir misin? Fakat şunu aklından çıkarma ki; o şimdi genç, narin bir hanımefendi, delicatese1, consomme2  bir çiçek kadar taze, nazik ve ben onun önüne bu perişan hâlimle, bu yüz karası görünüşümle çıkmak istemiyorum. Dinle bak ne yaparız Borenka: Bu işi çok titiz bir taktikle ele almamız lazım, ilk iş, içkiden üç günlüğüne elimi ayağımı çekerim. Böylece şu pis, ayyaş vücudumu bir şekle sokmuş olurum.

Ondan sonrası da sana ait. Gelirim senin evine; senin en iyi elbiselerinden birini geçiririm sırtıma. Şöyle esaslı bir saç sakal tıraşı da olmayı unutmam tabi. Ondan sonra da sen gider onu senin eve getirirsin. Nasıl tamam mı?”

“Şahane bir plan baba!”

“Hey, arabacı, dur!”

İhtiyar adam arabadan yine bir çırpıda sıçradı, önünde durdukları meyhaneye daldı.
Eve varıncaya kadar o böyle, daha iki sefer arabacıyı durdurup en yakın meyhaneye daldı ve kafayı çekti. Her seferinde de oğlu, arabanın içinde sessiz ve sabırla babasını bekledi.
Arabadan beraberce inip pis bir yolu takip ederek “ihtiyar cadı”nın evine doğru yollandıklarında, ihtiyar babanın sarhoş yüzünde, ne yapacağını tamamıyla şaşırmış, suçlu bir ifade belirmişti. Bir şeyden korkmaya başlamış gibi sinirli sinirli öksürerek boğazını temizlemeye, kuruyan dudaklarını da sık sık yalamaya başlamıştı.
Karşısındakinden şefkat bekleyen bir tonla:

“Borenka” diye söze başladı. “Şayet benim ihtiyar cadı sana tatsız şeyler söylemeye kalkışırsa sakın aldırma emi. Onun sözlerine pek önem verme ve... Ve elinden geldiği kadar, anlıyorsun ya, nazik olmaya çalış. Gerçi cahil, inatçı bir kadındır, ama... Yine de iyi bir insandır. Öyle göründüğüne bakma. Sıcak ve sevgi dolu bir kalbi vardır onun.”
Uzun, dar yolun sonuna geldikleri zaman Boris kendisini karanlık bir holün içinde buldu. Kapı menteşeleri gıcırdayarak açıldı, içerden gelen yemek kokusu, semaverin dumanı suratlarına çarptı. Çatlak kadın sesleri kulaklarını tırmaladı. Odaya mutfaktan geçiliyordu. Odaya girinceye kadar Boris, kalın duman tabakasından, bir ipe serilmiş çamaşırlardan ve bacasından altın tanecikleri gibi kıvılcımlar sıçrayan semaverden başka bir şey görmedi.
İhtiyar adam:

“İşte, burası benim hücrem!” diye konuştu ve aynı zamanda başını eğerek alçak tavanlı odaya girdi. Oda mutfağa bitişik olduğu için boğucu bir dumanla doluydu.
Üç kadın bir masanın başına oturmuş, bir şeyler atıştırıyordu. Fakat içeriye bir misafir geldiğini görünce, evvela birbirlerinin yüzüne baktılar, sonra yemeğe ara verdiler.
İhtiyar cadı olduğu anlaşılan kadın kaba bir sesle sordu:

“Aldın mı bari?”

İhtiyar adam:

“Aldım, aldım.” diye mırıldandı. Oğluna döndü ve:

“Hadi Boris, gel şöyle otur! Şaşkın şaşkın bakma! Bizler basit insanlarız delikanlı... Bizim yaşayışımız da basittir.”

Ve başladı sebepsiz yere telaşlı telaşlı ortalıkta dönmeye. Oğlunu bu şartlar altında misafir etmekten müthiş utanç duyduğu besbelliydi. Fakat aynı zamanda, kadınların önünde eski çalımından hiçbir şey kaybetmeden hareket etmek, her zamanki talihsiz, oğulları tarafından terk edilmiş zavallı baba rolünü oynamak azminde olduğu da aşikârdı.

“Evet, arkadaşım... delikanlı... ne yapalım beyefendi, işte bizler böyle fakir insanlarız, öyle tantanalı bir hayatımız yok, bizimkisi basit bir hayat... Maalesef sizler gibi değiliz ve sizler gibi kaliteli insanlar olduğumuzu göstermek için de boşu boşuna çabalayacak değiliz. Evet, delikanlı, işte biz böyle gördüğün gibi basit insanlarız... Evet, beyefendi! Hadi, hep beraber votka içelim!”

Kadınlardan biri -yabancı karşısında içmekten utananı- sıkılgan sıkılgan:
“Bir duble alayım, o da mantar yemeği yediğim için, yoksa... Bildiğiniz gibi mantar insana bir susuzluk veriyor, içinden gelmediği hâlde insan içmek istiyor.” dedi ve ihtiyar adama dönerek:

“Ivan Gerasimych; beyefendiye sorun belki bir kadeh almak lütfunda bulunurlar!” Kadın son cümlesini, kelimelerin üzerine basa basa, âdeta heceleyerek söylemişti.
İhtiyar baba, oğlunun yüzüne bakmadan:

“Bir bardak da sen iç delikanlı!” dedi. “Size ikram edecek iyi şarabımız, likörümüz maalesef yok! Malum, bizler basit insanlarız arkadaşım!”
Cadı burun kıvırarak:

“Pek bizim yaşayış şeklimizden hoşlanmışa benzemiyor.” diye laf attı.
İhtiyar baba:

“Boşver, boşver, aldırma; bir bardak votkamızı içer.” dedi ve bardağı oğluna uzattı.
Babasını gücendirmek istemeyen Boris, bardağı aldı, ses çıkarmadan içti. Biraz sonra semaveri içeri getirdiler. Mide bulandırıcı çaydan da iki bardağı zorla, aynı sessizlik içinde içti. Sırf babasının kalbi kırılmasın diye, yüzünde mahzun bir ifadeyle, cadının üstü kapalı bir şekilde yaptığı hakaretleri, babalarını dünyada yardımsız ve sahipsiz bırakmış zalim ve kalpsiz evlatların eninde sonunda nasıl sürüm sürüm sürüneceklerini büyük bir sabırla dinledi.

O sırada babası da her zamanki sarhoşluğunun en son derecesine gelmiş, yerinden fırladı ve başladı haykıra haykıra konuşmaya:

“Şu anda senin neler düşündüğünü pekâlâ biliyorum ben! Sen zannediyorsun ki ben şerefimi tamamen kaybetmiş alçağın biriyim! Bataklığa saplanmış, perişan bir budalayım! Acıyorsun bana değil mi? Fakat şunu kafana iyice yerleştir delikanlı: Şu gördüğün basit, fakir hayat senin hayatından çok daha normaldir. Benim hiç kimseye ihtiyacım yok, anlıyor musun? Hiç kimseye! Ve... Ve kendimi alçaltmaya da hiç niyetim yok! Kimseden merhamet istemiyorum. Bir köpek yavrusunun bana acıyarak bakmasına da tahammülüm yok!”


İhtiyar adam çayını içtikten sonra yemeğini yemek üzere sofraya oturdu. Tabağında duran balığın kılçıklarını temizledi, üzerine halka halka kestiği soğanları dizdi, limon sıktı. Bütün bunları yaparken o kadar iştahlıydı ki; zevkten neredeyse gözleri buğulanmıştı. Ve yine başladı at yarışlarından bahsetmeye. Geçenlerde epey para kazanmış da... On altı ruble verip bir Panama şapka almış da... Bir taraftan balığı yiyip bir taraftan votka içerken bir taraftan da her zamanki üslubuyla yalanlar uyduruyor, hiç olmamış şeyleri gerçekten olmuş gibi heyecanlı heyecanlı anlatıyordu. Böyle tam bir saat geçti. Oğlu ağzını açmadan, oturduğu yerde babasını dinlemişti. Sonunda gitmesi gerektiğini söyleyerek ayağa kalktı.
Babası ise mağrur ve umursamaz bir edayla:

“Gitmenize mâni olmaya kalkışacak değilim.” dedi. Kıllı yanağını alayımsı bir şekilde ovuşturarak:

“Sizi daha iyi ağırlayamadığımız için de kusurumuza bakmayın delikanlı.” dedi ve kadınlara şeytani bir ifadeyle göz kırptı. Oğlunu kapının önüne kadar yolcu etti ve:    '
“Güle güle, delikanlı! Attendez!” dedi.

Fakat o anda, orada, karanlıkta, aniden başını oğlunun omzuna dayadı ve başladı ağlamaya. Hıçkırıklar arasında:

“Sonyuşka’yı çok göresim geldi.” diye fısıldıyordu. “Ne olur Borenka, meleğim, bu işi hallet. Söz veriyorum, tıraş olacağım, senin temiz elbiselerinden birini giyeceğim, mümkün olduğu kadar da ayık gözükmeye çalışacağım. Ve çok da konuşmayacağım. Yemin ediyorum, söz veriyorum Borenka! Bir tek kötü söz çıkmayacak ağzımdan. Ne olur, bu iyiliği bana yap oğlum.”

Korkarak, aralık bıraktığı oda kapısına doğru başını çevirdi, içerden kadınların sesi geliyordu. Hıçkırıklarını bastırmaya çalışarak, yüksek sesle oğluna son bir defa daha seslendi:

“Güle güle delikanlı! Attendez!”

1. Delicatese: Nazik, narin, hassas, kibar.
2. Consomme: Tam, mükemmel.
3.Attendez: Bir daha görüşmek üzere, güle güle. Tekrar görüşmek ümidiyle, şimdilik Allaha ısmarladık. Boris: Borenka, Grigory: Grişa, Sonya: Sonyuska.

 

İLGİLİ İÇERİK

BAHİS - ANTON ÇEHOV

MEMURUN ÖLÜMÜ - ANTON ÇEHOV

ÜNLEM İŞARETİ - ANTON ÇEHOV

ISTIRAP-ANTON ÇEHOV

BUKALEMUN -ANTON ÇEHOV

ÖDLEK -ANTON ÇEHOV

BİR KATİBİN ÖLÜMÜ - ANTON ÇEHOV

MAHKUM SAVCI - ANTON ÇEHOV

İHTİYAR KURT - ANTON ÇEHOV

ESKİ EV - ANTON ÇEHOV

KÖTÜ KADER - ANTON ÇEHOV

VANKA - ANTON ÇEHOV

İTİRAF - ANTON ÇEHOV

AMİN ALAYI ÖZETİ-AHMET RASİM

$
0
0

AMİN ALAYI-AHMET RASİM

Mektebe başlayacağıma söz verdim ya, evde bir derece yükselir gibi oldum. Annemin, sütninemin, evin kiler, mutfak, ortalık işlerine bakan Dilfeza Kalfanın muamelesi değişti. Şu bir iki güne kadar birinden biri eliyle bana yemek yedirirken şimdi elimle yemeye başladım. Yemekten sonra her zamanki gibi elimi silecekler, artık:
—    Gel buraya!
Emri kalktı. Kim silecekse, elinde sabunlu elbezi, bir tarafıyla sini kenarında, boynunda sıkı sıkı boğazıma sarılı havlu güya biri:
—    Teslim ol!
Demiş de olmuş olduğumu göstermek için yukarıya kaldırmışım gibi havalandırdığım ellerimi birer birer bileklerimden tutup siler, diğer tarafıyla da ağzımı, burnumu, çenelerimi iyice temizlerdi.
Şimdi gençler bu iyi davranışın manasını anlamazlar.
Bundan başka, aradan birkaç gün geçer geçmez, sandıkta bulunan iki üç kat yabanlık, bayramlık elbiselerimden ortaya yenileri çıktı. Annem giydirdi. Pek değerli bir Lahor şah, üzerime, boynumdan ve koltuğumun altından geçirip belimin üstünden, usulüne uygun olarak bağladı. Alındı almalı bir bayramda giydiğim fesime (armudiye), altınlı bir nazarlık takılmış, kenarı sol tarafa biraz eğilmiş olmak üzere başıma koydu. O vaktin modası galoş kunduramı da bembeyaz çoraplarla ayaklarıma geçirdi. Bütün ev halkı, siyahi sütnineye varıncaya kadar hepsi yaşmaklandı. Sokağa çıktık. Ben önde, tin tin gidiyoruz, nereye? Annemin efendilerinin konaklarına, cici babama, cici anneme, el etek öpmeye...
Konağa vardık. Annem önde, ben yanında, sütninem arkada, cici annemin, yani büyük hanımefendinin odasına girdik. Beni evladı gibi sever, horozum diye okşar, öper, konakta kaldıkça geceleri koynunda yatırır, giyecek, kuşanacak her şeyimi yapar, çil paralar verir, hakkımda pek büyük iyiliklerde bulunurdu. Görür görmez:
—    Gel bakayım horozum, dedi, kollarını açtı. Koştum, eteğini öpmeyi unutmamakla beraber, kendimi, o kolların arasına bıraktım. Ay! Büyük hanım ağlıyor.
—    Çok şükür yetiştirene, diyor, gözyaşlarının içinde beni sımsıkı göğsüne bastırıyordu. Bir aralık karşısında ayakta duran anama sordu:
— Ne vakit?
—    Emir buyurulursa bu perşembe günü... Receb-i şerifin de ilk kandili hürmetine....
—    Pekâlâ, pekâlâ, dedi, kalktı. Beni elimden tutarak büyük beyefendinin yani cici babamın odasına götürdü. Bir iltifat, bir maşallah bolluğu da. Cici babam, cici anneme sordu:
—    Her şeyi tamam mı?
—    Tamamlandı efendim.
O gece konakta kaldık. Haremde kalfalar, selamlıkta ağalar, seven sevene... Hatta başağa -ki siyahi, gayet nazik, terbiyeli bir harem ağası idi- bana:
—    Ben gelip seni midilliye bindireceğim, dedi. Hakikat söylüyorum, bu müjde değdi.
Ertesi gün konağın tek atlı arabasına hanımefendi, ben, annem bindik. Çarşıya gidildi. Bir şeyler alındı, bir şeyler ısmarlandı. Zihnim geceden beri midilli ile meşgul olduğu için pek farkında olamıyordum. Araba hanımefendiyi konağa bıraktı, sütninemi, Dilfeza'yı aldı. Bohçamı daha birkaç paket de beraberimizde olduğu hâlde bizi evimize götürdü. Annem, galiba rengi rengine uyduğu için sütnineme diyordu ki:
—    Yarın başağa gelecek, sen beraber gider, mektepte hoca efendiyi gösterirsin...
Başağa gelecek ama acaba midilli de beraber mi? Midillinin aklımdan çıkmayışı, pek beynimin hevesinden ileri gelmemişti. Her bayram, Felek derler bir kambur sürücü vardı, öğleye doğru midillisiyle beraber gelir, beni gezdirirdi. O günlerden pek çok evvel annemle bir âmin alayı görmüştük. Mektebe başlayan bir çocuğu midilliye bindirmişlerdi. Ben de pek beğenmiştim. Çocukluğa has, saf bir rekabet duygusu, beni durmadan bu hayvanla uğraştırıyor, yegâne bir arzu gibi henüz yürümesini bilmeyen ruhumu dörtnala koşturuyordu.
Gerçekten, ertesi gün başağa geldi, sütninemle beraber mektebe gitti. Biz de Sofular Hamamına gittik. Akşamüstü çıktık. Ben yemeği yer yemez, aygın baygın yatağa düştüm... Gözümü açtım ki herkes ayakta.
— Bugün ne?
—Perşembe!
Biraz kahvaltı, silinti, haydi küçük odaya, tuvalet odasına. Annem bohça paketleri açtı. Hiç unutmam, birinden koyu kahverengi elbiselerimi çıkardı. Yeni bir hilali gömlek, üstüne ipekli bir elbise, yine beyaz, sakız gibi çoraplar... Yepyeni galoş ayakkabı.... Fakat fes, hiç görmediğim bir fes. Büyücek takımı ile bir nazarlık. Sağlı, sollu, başları taşlı iğneler. Önünde mücevher bir ay.
Boynuma yine o değerli Lahor geçti. Bu ihtişamla sofaya çıktım. Herkes bana bakakaldı. Şehzade misin mübarek?
Beni doğruca arabaya götürdüler. Araba da doğruca konağa gitti. Biz vardık, varmadık, mektep de sökün etti. Meğer bizim mektep Tezgâhçılar Mektebinin ilahici takımını tutmuş. Cici babam öyle istemiş.
Seven, öpen, ağlayan, dua eden, maşallah diyenler arasından beni süzdüler. Konağın selamlık avlusuna inen iki taraflı merdivenlerden indirdiler ki mahşer a!.. Belki yüz kişi var... Ne dersiniz, ben bu yüz kişiden hiçbirini görmeyeyim de dizgini büyük ağanın elinde duran midilliyi göreyim?
Beni birdenbire bindirmediler, ilahiciler bir fasıl geçtiler, âminciler bir gürültü kopardılar. Binişinin bol yenleri kalkık bir hoca dua okudu, bir âmin koptu. Sonunda kendimi midillinin üzerinde, kırmızı bir kolan geçmiş, yeşil ince altlıklı eğeri üzerinde buldum. Gerçekten başağa midilliyi yedeğine almış, iki ağalardan ikisi de birer tarafına geçmişti. Arş efendim arş!
Alayın ta önünde uzunca birinin başı üzerinde iri bir şey gidiyordu. Mavi atlaslı kabarık bir minder takımı, rahle ile... Meğer sırmalı cüz kesemle elifbam daha önde imiş.
Ne de çabuk geldik! Görünen o ki, âmin dalgınlığı
Einstein'in yeni teorisindeki mesafe meselesini daha o zamanda halletmiş! Bir baktım, bir daha baktım, bizim evin önündeyiz. İlahiciler Kadfeteha'llah' okudular, her durakta âminler fırladı. Zavallı anneciğim, pencere önünü kaplamasına başörtüsü ile oturmuş olan şişman kara annemin -o zamanlardaki çocuklar için anne mi istersiniz- kocaman omuzları arkasından bakıyordu.
'Kad feteha'... Bittikten sonra alay daha gürültülü, daha âmini bol bir yürüyüşle mektebin kapısına vardı. Başağa beni indirdi. Bir elimden kendisi, bir elimden de mektep kalfası tuttuğu hâlde yukarıya çıkardılar. Arkamız sıra dershane doluyordu. Doğruca hocanın, hani bizim koşu hoca efendinin makamına götürdüler.
Minderim konmuştu. Hocam Şeyhülislamlık dairesinde giyindiği kıyafetle, diğer günlere göre en gösterişli, en resmî bir şekilde giyinmişti. Mübarek elini öptüm, karşısında diz çöküp oturdum. Başağa, elifba cüzünü açtı. Hoca bir besmele-i şerife çektikten sonra tırnakları gül gibi temiz iki parmağı ile tuttuğu kemiği, hilali üzerine koyarak:
—    Elif, dedi. Ben de dedim.
—    Bugünlük dersin bu kadar, demekle beraber yine o gülücükler saçan gözleriyle bana bakarak elini, çekecekmiş gibi kulağıma değdirdi:
—    Sakın unutma ha! Söyle bakayım dersin ne?
—    Elif.
—    Aferin!
Şimdi bile Şair Nâbî'ye hak verdim, o gün bu gün hâlâ aferin! Hocamın hayır duası pek bereketli imiş. Allah rahmet eylesin!
Bu esnada başağanın, hocanın yanı başına kırmızı bir çıkın bıraktığını gördüm. Diğer iki ağa da derin bir sessizliğe dalmış olan mektebin rahleleri arasında geziniyorlar, kâğıtlara sarılı bir şeyler dağıtılıyordu. Bunlardan biri başağaya fısıldayarak sordu:
—    İlahicilere kaç?
O da pek fısıldar gibi:
—    İlahici başına üç, ötekilere iki... Kalfanın çıkını bende, buraya verin.

 

İLGİLİ İÇERİK

FALAKA ÖZETİ -AHMET RASİM

ŞEHİR MEKTUPLARI ÖZETİ - AHMET RASİM

AHMET RASİM HAYATI ve ESERLERİ

AHMET RASİM KİMDİR?


BİRİNCİ MEVKİ YOLCUSU-ANTON ÇEHOV

$
0
0

BİRİNCİ MEVKİ YOLCUSU-ANTON ÇEHOV

Trene binmeden önce garda yemek yiyip biraz kafayı bulan birinci mevki yolcusu vagonda kadife divan üzerine uzandı, uyumaya çalıştı. Aradan beş dakika geçti geçmedi, karşısında oturan yolcuya duygulu gözlerle baktı, alaylı alaylı gülümsedi.

—Ruhu şad olsun, babam yemekten sonra köylü kadınlarına ayak tabanlarını kaşıtmasını severdi. Ben de ona çekmişim, şu farkla ki, yemekten sonra tabanlarımı değil, dilimi, beynimi kaşımak hoşuma gider. Tok karınla çene çalmak en büyük zevkimdir. İzin verirseniz, biraz gevezelik edebilir miyiz?
Karşısındaki razı oldu:

—Eh, neden olmasın?

—İyi bir yemekten sonra önemli, şeytanca düşüncelerin beynimi kurcalaması için basil bir neden yeterlidir. Diyelim, biraz önce gar büfesinin önünde iki genç duruyordu; bunlardan biri öbürünü bir başarısından ötürü kutluyor ve diyordu ki: ”Kullarım sizi, arlık tanınmış bir insansınız, bundan böyle ününüz daha da yayılacak.” Kalıbımı basarım, bunlar ya tiyatro oyuncusudur ya da entipüften iki gazeteci... Ama asıl konu bu değil. Beni asıl düşündüren, şöhret, ün nasıl bir şeydir, onu tanımlamak. Siz bu konuda ne dersiniz? Puşkin şöhreti lime lime bir giysi üzerine vurulan gösterişli bir yama olarak adlandırmış, biz de aşağı yukarı aynı anlamda, yani öznel, kişiye göre değişen bir kavram olarak algılıyoruz. Bugüne dek bunun açık, mantıklı bir tanımını yapanı görmedim. Böyle bir tanım yapana neler vermezdim!

—Peki, ama şöhretin tanımı ne işinize yarayacak?

Birinci mevki yolcusu bir an düşündü.

—Öyle sanıyorum ki, şöhretin nasıl bir şey olduğunu anlasak onu elde ediş yöntemlerini de öğrenirdik. Her şeyden önce şunu belirteyim, beyefendi, ben gençliğimde üne kavuşmak için yapmadığım şey kalmadı. Tanınmak benim için çılgınlık derecesine varan bir tutkuydu. Öğrenimimi o uğurda yaptım, çok çalıştım, geceleri uyumadım, yemedim-içmedim, gitgide sağlığımı yitirdim... Tarafsız olarak hüküm verecek olursak üne kavuşmak için yeterli bir sürü nedenim vardı. Her şeyden önce mesleğim mühendislikti. Çalışmalarım sonunda Rusya’da yirmi kadar güzel köprü kurdum, üç kente su borusu döşedim, ülkemizin dışında İngiltere’de, Belçika’da çalıştım. İkincisi, kendi alanımda birçok önemli makale yazdım. Üçüncüsü, beyefendiciğim, çocukluğumdan beri kimyaya duyduğum ilgiden dolayı boş zamanlarımda bu bilimle uğraşırım, bazı organik asitlerin elde ediliş yollarını keşfettim, sonuçta bütün yabancı ülke kimya ders kitaplarına adım geçti. Bugüne dek hep devlet memurluğu yaptığımdan müsteşar rütbesine ulaştım, tertemiz bir sicilim vardır... Gördüğüm hizmetlerle, yürüttüğüm çalışmalarla daha fazla başınızı ağrıtacak değilim, yalnız şu kadarını söyleyeyim, herhangi bir tanınmış kişinin yaptığından çok daha fazlasını yaptım. Ama sonuç ne? Gördüğünüz gibi yaşım ilerledi, söylemek gerekirse bir ayağım mezarda sayılır, ancak tren yolu settinde koşan şu kara köpeklen daha fazla tanındığımı sanmam.

—Nereden biliyorsunuz? Belki siz de ünlü bir kişisinizdir.

—Ya? Deneyelim öyleyse... Söyleyin, bakayım, Krikunov diye bir soyadı işittiniz mi?
Karşısındaki kişi gözlerini tavana dikti, düşündü, güldü.

—Hayır, işitmedim...

—Benim soyadım budur. Okumuş bir kişisiniz, yaşınız da hayli geçkin, ama adımı henüz işitmemişsiniz. Bu yeterli bir kanıt değil mi? Anlaşılıyor ki, üne kavuşayım derken asıl yapılması gerekeni göz ardı etmişim. Gerçek yöntemleri uygulayacak yerde tümüyle değişik noktalardan yaklaşmışım.

—Gerçek yöntemler sizce neler olabilir?

—Ben nereden bileyim? “Bu bir yetenek işidir. Sıradan kişilerde bulunmayan deha işidir...” diyebilirsiniz. O da değil, beyefendiciğim! Benimle karşılaştırınca boş, değersiz, hatta ciğeri beş para etmez diyeceğiniz kişilerle birlikte mesleğe girdik. Benden bin kez daha az çalıştıkları, hiçbir varlık gösteremedikleri, bir yetenekleri, başarıları olmadığı halde bakın onların durumuna! Gazetelerde, konuşmalarda adlarını duyarsınız sık sık... Eğer sizi bıktırmadıysam örnek verebilirim. Birkaç yıl önce K. kentinde bir köprü yapmıştım. Tanrı’nın belası, berbat bir yerdir burası. Kadınlar, kâğıt oyunları olmasa çıldırabilirdim orada çalıştığım sürece. Hepsi geçmişte kaldı, ama bu kentte bulunduğum sıralar can sıkıntısından bir şarkıcı kızla ilişki kurdum. Bu baş belası kadın adım başı rastlayacağınız, sıradan bir şarkıcı olduğu halde nedense herkesin başını döndürürdü. Kafasının içi bomboş, üstelik aptal, kaprisli, aç gözlü bir yaratıktı... Habire tıkınmaktan, akşamın beşine dek uyumaktan başka bir özelliği yoktu. Bildiğimiz yosmalardan başkası değildi -mesleğiydi bu onun- ama kibar bir dille söylemek istediklerinde ona tiyatro oyuncusu, şarkıcı derlerdi. O zamanlar tiyatroya gönül vermiş bir kişi olarak bu şıllığa tiyatro oyuncusu demeleri beni çileden çıkarırdı. Bir türlü anlayamazdım, onun sanatçılıkla ne gibi bir ilgisi olabilirdi? Ne böyle bir yeteneği vardı, ne de duygusal bir kadındı. Ona ancak acınabilirdi. Şarkıcılığına da akıl erdiremezdim, çünkü bunu da beceremez, bacaklarını oynatmaktan başka bir şey yapmazdı. Soyunma odasına erkeklerin girip çıkmasından utanıp sıkılmazdı bile. Yabancı dillerden çevrilmiş, içinde şarkılar bulunan vodvillerde oynamayı yeğler, bu piyeslerde erkekler gibi dar giysilerle caka satmayı severdi. İşte böyle gösteriş düşkünü bir zavallıydı. Ama şimdi söyleyeceklerimi iyi dinleyin!

Hiç unutmam, yeni yaptığım köprülerden birinin açılış töreni vardı. Dinsel ayinden sonra konuşmalar yapıldı, kutlamalar okundu, vb... Köprüye kendi çocuğum gözüyle bakıyordum, o yüzden ne kadar heyecanlandığımı anlarsınız. Heyecandan neredeyse yüreğim duracaktı. Şimdi her şey geçmişte kaldı, o nedenle alçakgönüllü davranmaksızın güzel bir köprü yaptığımı söyleyeceğim. Sanki köprü değil, insanı coşturan bir tabloydu karşımızdaki. Ayrıca bütün kent halkı açılışa gelmişti. Köprüyü kuran kişi olarak, “Şimdi herkes gözlerini bana dikecek. Nasıl yapsam da bakışlardan kaçınsam?” diye düşünüyordum. Boşuna kaygılanmışım. Resmi sıfatı olan kişiler dışında kimse beni fark etmedi. Koskoca kalabalık ırmak kıyısında dikilmiş, köprüye koyun sürüsü gibi bakarken onu yapan kişiye aldırdığı bile yoklu, işte bu yüzden o günden beri kalabalıklardan nefret ederim. Neyse biz konumuza dönelim... Ben can sıkıntısı içinde beklerken birden törene gelenlerde bir canlanma oldu. Herkes fıs fıs bir şeyler fısıldıyordu. “Herhalde beni yeni gördüler.” diye düşündüm. Gene boşuna heyecanlanmışım. Baktım, benim şarkıcı kadın kalabalığı yararak ilerliyor. Birkaç hayta da arkasında. Bütün gözler o yana çevrildi. Dört bir yandan fısıltılar yükseldi: “Ah, şu gelen kadını tanıyor musunuz? Tanrım bu ne güzellik! İnsanın başını döndürüyor!...” falan filan... Sahne sanatının yerli amatörlerinden olsalar gerek, iki çaylak bana baktılar, aralarında şöyle fısıldaştılar: “Kadının sevgilisi de burada!” Söyleyin şimdi, beğendiniz mi durumu?

Suratı haylidir tıraş görmemiş, silindir şapkalı, çelimsiz bir adam çevremde bir süre dolandıktan sonra bana şunları söyledi:

—Şu karşıda yürüyen kadını tanıyor musunuz? Şunun şunun şusudur... Sesinde bir şey yoktur ama onu öyle bir kullanır ki, şaşırırsınız!
Adama döndüm.

—Bu köprüyü kimin yaptığını biliyor musunuz?

—Nereden bileyim! Mühendislerden biri olmalı.

—Peki, bu kentin katedralini kuran adam kim?

—Onu da bilmiyorum.

Daha sonra K. kentinin en iyi öğretmeninin, en tanınmış mimarının adlarını sordum, hepsine olumsuz yanıt verdi.

—Söyler misiniz? dedim dayanamayıp. Demin konuştuğumuz şarkıcı kadın kiminle yaşıyor?

—Krikunov adında bir mühendisle, demez mi?

Pes doğrusu! Neyse, bırakalım bunları... Çağımızda âşıklar, saz şairleri kalmadığına göre ünlenme yolu gazetelerden geçer, bunu biliyoruz. Ben de köprünün kutsanma töreninin ertesi günü yerel “Haber” gazetesini alarak adımı görmek için sayfaları hızla gözden geçirdim. Dört sayfayı taradıktan sonra bir köşede sevinçle şu yazıyı okumaya başladım: “Yeni köprümüzün kutsanma törenine ilimiz valisi beyefendi bilmem kim ile il yöneticileri ve büyük bir kalabalık katılmıştır...” Sonunda da şunlar yazılıydı: “Göz kamaştırıcı güzelliğiyle halkın sevgilisi, değerli sanatçı falanca da törene gelmiştir. Yetenekli şarkıcının halk arasında büyük sansasyon uyandırması doğaldır. Yıldızın giydiği giysiler...” diye sürüp gidiyordu yazı. Benim hakkımda tek sözcük olsa canım yanmaz! O da yok! Belki önemsiz bir şey, ama inanır mısınız, hıncımdan oracıkta hüngür hüngür ağladım.

Sonunda kendi kendimi şöyle avuttum: Taşra kentleri ne de olsa aptallar yatağıdır, oralardan fazla bir şey beklenmez; ünlenmek istiyorsan bilim merkezlerine, başkente gitmelisin... Rastlantıya bakın ki, tam o sırada Petersburg’da bir yarışmaya katılmak üzere verdiğim projenin süresi doluyordu. K. kentinden ayrıldım, ver elini Petersburg!
K. dan Petersburg arası uzun yoldur. Canım sıkılmasın diye trende özel kompartıman tuttum, yanıma da doğal olarak benim şarkıcı kızı aldım. Yol boyunca şampanyalar içildi, en güzel yemekler yendi, keyfimize diyecek yok! Sonunda bilim, düşün merkezimize geldik. Tam o gün yarışma süresi doluyordu. Beyefendiciğim, başkente geldiğimiz gün aynı zamanda utkumu kutladığım gün oldu, çünkü projem birincilik kazanmıştı. ”Yaşasın!” diyerek sevincimden havaya zıpladım! Hemen Neva caddesine çıkıp tüm gazeteleri aldım. Otele döndüm, kanepeye uzandım, heyecandan ellerimin titremesine zor karşı koyarak gazeteleri gözden geçirmeye koyuldum. Birinci gazetede bir şey yoktu, İkincide gene öyle... Sonunda dördüncü gazetede şöyle bir habere rastladım: “Dün ekspresle başkentimize ünlü taşra tiyatro oyuncularından falanca gelmiştir. Sevinçle belirtelim ki güney iklimi yakından tanıdığımız bu sanatçıya olumlu etkide bulunmuş, güzelimizin sahne görünüşü... falan filan” Bu haberin altında bir yerde de “Açılan bilmem hangi proje yarışmasını mühendis bilmem kim kazanmıştır...” diye kısa bir haber var. Hepsi o kadar! Üstelik adım Krikunov yerine, Kirkunov olmuş, işte size bilim, düşün merkezi Piter! Hepsi bu kadarla bitse gene iyi. Bir ay sonra başkentten ayrılırken bütün gazeteler birbiriyle yarışırcasına ”Tanrısal güzellikte, eşsiz sanatçı, büyük yeteneklerimizden” diyerek metresimden söz ediyorlar; saygı gösterisi olarak yalnız soyadıyla değil, adı, baba adıyla anıyorlardı.

Birkaç yıl sonra Moskova’ya yolum düştü. Beni oraya belediye başkanı özel bir mektupla çağırmıştı, en azından yüzyıldan beri gazetelerin çözümü için çarşaf çarşaf yazı yazdıkları bir konuyu görüşecektik. Oraya gitmişken müzelerden birinde halka açık beş konferans verdim. Böyle bir olay üç günlüğüne de olsa bir kentte tanınmak için yeterlidir, değil mi? Ama ne yazık ki öyle olmadı. Hiçbir Moskova gazetesinde adım geçmedi. Çıkan yangınlardan, operet temsillerinden, uyuyan belediye meclisi üyelerinden, sarhoş tüccarlardan haberler vardı da benim çözüm tasarımdan, verdiğim konferanslardan hiç söz edilmiyordu. Bu kadar da olur mu, diyeceksiniz! Oluyor işte...

Hıncahınç dolu giden bir atlı tramvaya bindim. Kimler yoktu ki tramvayda? Kadınlar, subaylar, öğrenciler, kadın kursiyerler... Sanki çift çift alınmış Nuh’un gemisi yolcuları... Yanımda duran bir baya herkes işitsin d iye yüksek sesle;

—Falan konuyu danışmak amacıyla kent meclisiniz bir mühendis çağırmış. Mühendisin adını biliyor musunuz? diye sordum.

Adam başını iki yana salladı. Beni duyanlar da boş gözlerle baktılar bana. Belli ki hiçbiri bilmiyordu mühendisin adını. Aramızda konuşma bağlansın diye ben kalabalığa laf atıyorum hep:

—Bilmem hangi müzede biri konferans veriyormuş. Konferanslar ilginç diyorlar, duydunuz mu?

Başını sallayan tek kişi çıkmadı. Bırakın müzede konferans verildiğini, böyle bir müzenin varlığını bilmeyen bayanlar vardı. Diyelim, bunun da önemi yok, ama kalabalığın sokakta benim tanımadığım birini görüp pencerelere atılarak deli gibi bakmalarına ne demeli? Neymiş, efendim, caddeden ünlü biri geçiyormuş! Yanımdaki adam:

—Bakın, bakın! dedi beni dürterek. Şu arabayla giden esmer adamı görüyor musunuz? Yürüme şampiyonu King’dir.

O günlerde Moskovalıların dilinden düşmeyen yürüme şampiyonundan konuşmaya başladılar.

Size daha bir sürü örnek verebilirim, ancak bu kadarı yeter, sanıyorum. Diyelim, ben kendimi dev aynasında görüyorum, övüngeç herifin biriyim. Peki, ama benim dışımda yetenekli, çalışkan birçok tanıdığımın adı-sanı duyulmadan ölüp gitmesine ne buyurulur? Bütün o büyük Rus denizcileri, kimyacıları, fizikçileri, makine mühendisleri, tarım işletmecileri yeterince tanınmışlar mıdır! Rus ressamlarından, yontucularından, yazın adamlarından kaçı bırakın halkı, aydınlarımızca bilinir? Yaşlı bir yazın emekçisi yıllarca dirsek çürütmüş, hamaratlığıyla, yeteneğiyle yaratıp kırk yıl yayımcıların eşiğini aşındırmış, binlerce sayfa yazı karalamış, rezillerin foyasını meydana çıkardığı için en az yirmi kez yargılanmıştır; gene de adı bilinmez. Yazınımızın ustalarından hangisi düelloda öldürülmeden, aklını oynatmadan, sürgüne gönderilmeden, hileli kâğıt oyununda yakayı ele vermeden önce üne kavuşmuştur, söyler misiniz?

Birinci mevki yolcusu kendini konuşmaya öylesine kaptırmıştı ki, bir ara purosunu ağzından düşürdü. Puroyu eğilip yerden aldı.

—Durum böyle yürekler acısıyken başkaları kolayca üne kavuşur! Alın şu sürü sepet şarkıcı bozuntularını, ip cambazlarını, bebeklerin bile tanıdığı soytarıları!

Tam o sırada vagonun kapısı açıldı, serin bir hava esti; asık suratlı, pelerinli, silindir şapkalı, mavi gözlüklü biri girdi içeriye. Adam daha bir somurtarak oturacak yerlere bakındı, ileriye doğru yürüdü. Vagonun uzak bir köşesinden;

—Tanıyor musunuz, kim bu? diyen ürkek bir ses duyuldu. X. bankasındaki dolandırıcılığından ötürü mahkemeye verilen ünlü N.N. nin ta kendisi!

Birinci mevki yolcusu gülerek;

—Gördünüz mü? dedi. Herkes banka soyguncusu N. N. yi yakından tanıyor, ama Semiradski, Çaykovski ya da filozof Solovyov hakkında bir şey sorsanız kimse bilmez.
Birkaç dakika sessizlik içinde geçti. Birinci mevki yolcusunun karşısında oturan adam çekingen bir tavırla öksürdükten sonra;

—Şimdi ben size bir soru sorayım! dedi. Puşkov soyadını işittiğiniz oldu mu hiç?

—Puşkov mu dediniz? Hımın... Puşkov... Hayır, işitmedim.

—Bu da benim soyadımdır. Demek ki, işitmediniz adımı, beni tanımıyorsunuz? Oysa tam otuz beş yıldır bir Rus üniversitesinde ders veren bir profesörüm, Bilimler Akademisi üyesiyim. Yayımlanmış pek çok makalem vardır...

Birinci mevki yolcusu ile karşısındaki kişi bakıştılar, kahkahayı bastılar.

ACI ÇEKENLER-ANTON ÇEHOV

$
0
0

ACI ÇEKENLER-ANTON ÇEHOV

Birçok hayranları bulunan Lizoçka Kudrinskaya adındaki genç bayan ansızın hastalandı, hem de öyle ciddi hastalandı ki, kocası o gün göreve gitmedi, Tver’deki annesine telgraf çekildi. Lizoçka hastalanmasını şöyle anlatır:

—Lesnoye’deki teyzemin yanına gitmiştim. Onlarda bir hafta kaldım, sonra hep birlikte kuzenim Varya’nın evine konuk olduk. Bilirsiniz, Varya’nın kocası umacının, zorbanın biridir (Böyle kocayı gebertmeli en iyisi), gene de hoşça vakit geçirdik. Bunun birkaç nedeni var. Birincisi, “Soylu Bir Ailede Rezalet” adında bir amatör piyeste rol aldım. Ah, Hrustalev öyle güzel oynadı ki, görmeliydiniz! Perde arasında konyak karıştırılmış buz gibi limonata verdiler. Konyaklı limonata tıpkı şampanyaya benzer... Eh, ben de biraz içtim, ama başlangıçta bir şeyim yoktu. Ertesi gün temsilden sonra Hrustalev’le bir araba tutup gezintiye çıktık. Hava biraz rutubetliydi, rüzgâr esiyordu. İşte o sırada üşütmüş olmalıyım. Üç gün sonra “Eve gideyim de biricik Vasya’mı göreyim, bakalım neler yapıyor? Bu arada çiçekli ipek entarimi de alayım.” dedim. Vasya’cıgımı bulamadım evde. Praskovya’ya semaveri koyup çay yapmasını söylemek için mutfağa gittiğimde masanın üstünde körpe turplar, havuçlar gördüm, tıpkı oyuncak şeylere benziyorlardı. Tuttum, bir havuç yedim, bir de turp... Sakın, çok yediğimi sanmayın! Nasıl desem, bilmem ki, birden mideme bir bıçak saplandı sanki... Buruldu, buruldu, buruldu... Öleceğim sandım. Vasya işinden geldi o sırada. Beti benzi attı zavallıcığın, canının sıkıntısından saçlarına sarıldı, koşup doktor getirdi... Anladınız, değil mi, neredeyse ölecektim!

Sancılar öğle vakti saplanmış, saat üçte doktor gelmiş, saat altıda ise Liza’cık yalmış, gecenin ikisine değin mışıl mışıl uyumuş...

Şimdi saat gecenin ikisi. Mavi abajurdan gece lambasının fersiz ışığı süzülüyor. Lizoçka hâlâ yatakta. Dantelli beyaz başlık bağladığı başı yastığın koyu kırmızı zemini üzerinde daha da bir göze çarpıyor. Solgun yüzüne, yuvarlak, biçimli omuzlarına abajurun nakışlı gölgesi düşmüş. Kocası Vasili Stepanoviç ayak ucunda oturuyor. Zavallıcık, karısı eve döndü diye öylesine mutlu ki! Bir yandan da hastalandığı için çok korkuyor.

Karısının uyandığını görünce;

—Liza’cığım, kendini nasıl hissediyorsun? diye soruyor.

—Şimdi daha iyiyim, diye inliyor Liza’cık. Midemdeki kasılmalar geçti, ama uyku tutmuyor gözümü, uyuyamıyorum.

—Meleğim, koyduğumuz kompresi değiştirelim mi?

Liza’cık ağır ağır doğruluyor, bu sırada acı duyduğunu göstermek istercesine yüzünü buruşturuyor, başını zarif biçimde yana eğiyor. Vasili Stepanoviç kutsal bir iş yapıyormuş gibi, parmaklarını karısının ateşten yanan tenine dokundurmaya korkarak kompresi değiştiriyor. Lizoçka büzüşüyor, soğuk su tenine değdikçe gıdıklanıp gülüyor, sonra yeniden yatağına yatıyor.

—Benim yüzümden sen de uyumadın, diyor kocasına.

—Uyumasam da olur.

—Benimkisi sinirden, Vasya’cığım. Sinirli bir insanım. Doktor midem için ilaç yazdı, ancak ben onun hastalığımı anlamadığı kanısındayım. Midemden değil benim sorunum, sinirden; yemin ederim sinirden! Şimdi bütün korktuğum nedir, biliyor musun? Hastalığım daha da kötüleşirse ne yaparız?

—Yok, Liza’cığım! Göreceksin, yarın bir şeyin kalmayacak!

—Hiç sanmam! Ben kendim için korkuyor değilim... Bana hastalığım vız geliyor, ölmeye bile hazırım. Asıl acıdığım şensin! Beni yitirince yalnız kalmandan korkuyorum.
Vasya’cık karısıyla sık sık birlikte olamadığı için yalnızlığa alışmıştır, ancak Liza’nın bu sözleri onu gene de kaygılandırıyor.

—Sen neler söylüyorsun, Tanrı aşkına! Bu can sıkıcı düşüncelerin nedenini bir anlayabilsem!

—Başa gelen çekilir... Biraz üzülürsün, ağlarsın, sonra alışırsın. Hatla evlenirsin de...
Dertli koca üzüntüden saçlarını yoluyor.

—Peki, peki, sen dediklerime bakma! diye yatıştırıyor Liza onu. Sen her şeye hazır olmaya çalış gene de...

Genç kadın gözlerini kapıyor, “Gerçekten bir de ölüverirmişim...” diye geçiriyor içinden.
Ölümü geliyor gözlerinin önüne. Döşeğinin çevresini annesi, kocası, kuzeni Varya, akrabaları, “yeteneklerine hayran olanlar almışlar; son nefesini vermeden “Bağışlayın!” diye fısıldıyor. Hüngür hüngür ağlıyor herkes. Ölüsü nasıl da soluk yüzlü! Ona pembe giysilerini giydiriyorlar (bu ona çok yakışıyor), çiçeklerle dolu, ayakları yaldızlı, pahalı bir tabuta koyuyorlar. Günlük kokusu yayılıyor çevreye, mumlar çıtır çıtır sesler çıkarıyor. Kocası tabutunun başından ayrılmıyor, hayranları gözlerini ondan alamıyorlar. “Tıpkı canlı gibi! Tabutun içinde nasıl da güzel duruyor?” diyorlar, işte kiliseye götürülüyor. İvan Petroviç, Adolf İvanıç, Varya’nın kocası, Nikolay Semyoniç, ona konyaklı limonata içmeyi öğreten kara gözlü üniversite öğrencisi tabutunu taşıyorlar. Tek üzüntüsü, müzik çalın-maması! Cenaze ayininin bitiminde yakınlarından teker teker ayrılıyor. Tabutunun püsküllü kapağı kapanıyor üstüne. Gün ışığından tümüyle kopuyor Liza’cık. Kiliseyi hıçkırıklar dolduruyor. Tak! Tak! Tak! Kapak çivileniyor...

Liza titriyor, gözlerini açıyor.

—Vasya, burada mısın? diye soruyor. Öyle iç karartıcı şeyler düşünüyorum ki! Nasıl da mutsuzum, bir türlü uyuyamıyorum. Hadi, bana neşeli bir şeyler anlat!

—Ne anlatayım, bir tanem?

—Aklına ne gelirse, diyor süzgün bir tavırla Lizoçka. Şey, aşk üstüne olsun... Ya da Yahudi yaşamından bir şeyler ...

Karısının neşelenmesi, ölümden söz etmemesi için her şeyi yapmaya razı olan Vasili Stepanoviç kulaklarını örten saç kıvrımlarını çekiştiriyor, yüzünü tuhaflaştırıyor, karısına yaklaşıyor.

—Saatini onarayım mı, bayan? diyor Yahudi taklidi yaparak.

Lizoçka kahkahayı basıyor, sehpanın üstündeki altın saati kocasına uzatıyor.

—Al. Onar junu!

Vasya saati alıyor, içindeki aletlere uzun uzun bakıyor.

—Bayan, onarılmaj bu saat. Çarklardan birinin iki diji ajınmıj! diyor kıvranarak.

Kocasının sözleri Lizoçka’yı kahkahayla güldürüyor, neşeyle ellerini birbirine vuruyor.

—Çok güzel, Vasya! diyor. İyi taklit yapıyorsun! Bak, sana ne diyeceğim! Amatör piyeslerde oynamamakla aptallık ediyorsun. Sısunov’dan daha iyisin, biliyor musun? “Yaş Günü” adlı bir piyes oynamıştık, orada Sısunov diye biri vardı. Birinci sınıf güldürü ustası... Havuç gibi kalın bir burun yapmış, gözlerini yeşile boyamış, leylekler gibi yürüyordu. Gülmekten kırıldık. Bak, sana nasıl yürüdüğünü göstereyim.

Lizoçka karyoladan aşağı atlıyor, başörtüsüz, çıplak ayaklarıyla yürümeye başlıyor. Erkekler gibi sesini kalınlaştırarak;

—Saygılar sunarım! Ne haber? Yıldızlar altında yeni bir şey var mı? diyor. Kah-kah-kah!
Vasya da basıyor kahkahayı. Karı-koca hastalığı tümüyle unutup yatak odasında birbirini kovalamaya başlıyorlar.

Koşturmaca, Vasya’nın Liza’yı gömleğinden yakalayarak onu öpücüklere boğmasıyla son buluyor. Kocasının ateşli kucaklamalarından biri sırasında Liza ansızın hasta olduğunu anımsıyor. Yalağa yatıp üstüne yorganı çekerek;

—Saçmalamayı bırak! diyor ciddi bir yüzle. Hasla olduğumu nasıl unutursun? Öyle şey olur mu?

Vasya ulanarak;

—Bağışla, karıcığım, diyor.

—Hastalığım daha da kötüleşirse suçlusu sensin. Beni hiç düşünmüyorsun! Sen iyi bir koca değilsin!

Lizoçka gözlerini yumup düşüncelere dalıyor. Önceki acı çeken yüz anlatımı, baygın duruş geriye dönüyor; yeniden hafif iniltiler başlıyor. Vasya kompresi bir daha değiştiriyor, karısının teyzesinde, şurada-burada değil, evde olmasından dolayı kıvançlı; sabaha kadar gözünü kırpmadan ayak ucunda uslu uslu oturuyor. Saat onda doktor geliyor.
Hastanın nabzını tutarak;

—E, bugün kendinizi nasıl hissediyorsunuz? diye soruyor.

—İyi değil, diyor Vasya karısının yerine. Hiç de iyi değil.

Doktor hastanın yanından kalkıp pencereye gidiyor, sokaktan geçen bir baca temizleyicisini uzun uzun süzüyor.

—Doktor, bugün kahve içebilir miyim? diye soruyor Lizocka.

—içebilirsiniz.

—Peki, kalkıp dolaşabilir miyim?

—Olabilir ama bir güncük daha yataktan çıkmamanızı salık veririm.

Böyle diyen doktor masaya oturuyor, alnını avucuyla sildikten sonra hastaya reçetesini yazıyor, akşama bir daha geleceğini söyleyip selam vererek oradan ayrılıyor. Vasya göreve gitmiyor o gün, karısının ayak ucunda oturuyor. Öğleye hastanın hayranları toplanıyorlar söz birliği etmişçesine. Bir sürü kitap, çiçek getirmişlerdir; hepsi de kaygılıdır, hastaya bir şey olmasından korkarlar. Hafif bir bluz ile kar beyazı başörtüsü giyen Lizoçka yalağında yalarken iyileşmiş olmasına inanmamış gibi boş gözlerle bakıyor çevresindekilere. Hayranları kocasının aralarındaki varlığına karşı hoşgörülü bir tavır takınırlar, ne de olsa onları birleştiren bir şey vardır: Ortak mutsuzlukları!

Akşamın altısında Lizoçka bir daha dalıyor, gecenin ikisine değin kesintisiz uyuyor. Vasya ayak ucundan ayrılmıyor karısının, bastıran uykuyla boğuşuyor, kompres değiştiriyor, Yahudi yaşamından sahneler sunuyor. Sabah olunca, acılar içinde geçen ikinci geceden sonra Liza daha fazla dayanamayıp aynanın karşısına geçiyor, şapkalarından birini giyiyor.

—Nereye böyle, sevgilim! diye soruyor Vasya yalvaran bir sesle.

Lizoçka’nın yüzünü bir korkudur alıyor;

—O da ne demek? diye soruyor şaşırmışçasına. Bugün Marya Lvovna’nın sahnede provası var, ne çabuk unuttun?

Karısını geçiren Vasya yapacak başka bir şeyi olmadığı için, can sıkıntısından çantasını alıp görevine yollanıyor. Uykusuz geçen iki geceden sonra başı ağrımakladır; hem de öyle ağrır ki, sol gözü ikide birde kendiliğinden kapanır.

Dairede amiri onun durumunu görünce;

—Neniz var azizim? Kötü bir şey mi oldu? diye soruyor.

Vasya elini sallıyor, yerine oturuyor, içini çekerek;

—Hiç sormayın, beyefendi, diyor, iki gündür çektiğim acıları ben bilirim. Ah, Lisa hastaydı!
Amiri korkuyor.

—Aman Tanrım! Lavta Pavlonya mı hasta? Nesi varmış?

Vasili Stephan’ı ellerini iki yana açıyor, “Orasını Ulu Tanrı bilir!” derecesine gözlerini tavana dikiyor.

Amiri de gözlerini geriye devirerek içini çekiyor.

—Acılarınıza katılmaktan başka ne yapabilirim, Vasili Stephan’ı? Karımı yitirdiğim için sizi çok iyi anlıyorum. Bu öyle bir acıdır ki, nasıl anlatsam! Korkunç bir şey! Umarım, Lizaveta Pavlovna daha iyidir şimdi. Hangi doktora gösterdiniz?

—Von Şterk geldi.

—Von Şterk mi? Magnus’a ya da Semandritski’ye gösterseniz daha iyi olmaz mıydı? Bakın, sizin yüzünüz de sapsarı! Kendiniz de hasla olmalısınız. İyi bir şey değil bu!

—İki gündür gözlerimi kırpmadım, beyefendi. Üzüldüm, çok acı çektim...

—Ama göreve de geldiniz! Niçin geldiğinizi anlamıyorum. Kendinizi böyle zorlamaya gerek var mıydı? İnsan biraz kendine acımalı, değil mi? Hadi, şimdi evinize gidin, iyice düzelene değin işe gelmeyin! Gidin, gidin, emrediyorum size! Genç memurların çalışkan olmaları iyi bir şey, ancak eski Romalıların dediklerini de yabana almamalı. Mens sana in corpore şano, yani sağlıklı ruh sağlıklı bedende bulunur, dememişler mi?

Vasya amirinin sözünü dinliyor, kâğıtları gerisin geriye çantasına koyuyor, daireden ayrılıp evinin yolunu tutuyor.

BİRDENBİRE SÖNEN KANDİLİN HİKÂYESİ - SABAHATTİN ALİ

$
0
0

BİRDENBİRE SÖNEN KANDİLİN HİKÂYESİ - SABAHATTİN ALİ

Hasta sinirlerim için tavsiye ettikleri bu kimsesiz ve gürültüsüz yerlerde, uzun bir akşam gezintisinden dönüyordum.

Sıcak bir sonbahar gününün sonuydu. Gecenin yaklaştığını gören tabiat, serin bir nefes almak için kımıldanıyordu.

Biçilmiş tarlaların ortasında ıslak bir halat gibi parlayarak uzanan patikaya giderken, karşı tepelerin birinde yüksek bir taş bina gözüme ilişti.

Perdesiz pencerelerine vuran güneş, ona kırmızı gözlü bir canavar şekli veriyordu. Ve yıkık duvarlı bir bahçenin ortasında, harap bir kaleyi veya boş bırakılmış bir konağı andıran hazin bir ihtişamı vardı.

Vaktin daha erken olduğunu düşünerek bu binayı yakından görmek isteğine kapıldım.


Kurumuş tarlaların üzerinde yürüdükten, hafif bir sırtı tırmandıktan sonra, yarısına kadar açık duran paslı bir demir kapıyı geçtim, aralarından otlar fışkıran çakıl döşeli bir yoldan yürümeye başladım. İki tarafımda vahşileşmiş ağaçlar ve artık tümsek halini almış eski çiçek tarhları vardı... Kuru bir havuzun kenarında devrilmiş mermer saksılar duruyordu. Ve onların arasında nasılsa kalmış olan beyaz bir kasımpatı, buraları örten siyah perdenin üzerinde geçmişi görmek için bırakılmış bir delik gibiydi.

Yanına yaklaştıkça insana sebepsiz bir ürkeklik veren binanın hiçbir mimariye uymayan acayip bir tarzı vardı: Çapı on iki metreyi geçmeyen bir silindir şeklinde epeyce yükseldikten sonra birdenbire daralıyor ve böylece kule gibi bir parça daha uzanarak üzeri camekânlı bir kubbeyle bitiyordu. Alt tarafını kalın bir taş çember kuşak gibi sarmaktaydı ve bütün bina bu haliyle eski bir yağ kandilini andırıyordu. Tam kapının üstündeki odanın dışarıya doğru cumba şeklinde yaptığı bir çıkıntı da bu kandilin kulpuydu.

Binanın niçin bu şekilde yapıldığını ve sonra hangi cehennem nefesinin buralarda estiğini kestirmek imkânsızdı. Keskin bir bıçakla açılmış hissini veren ince uzun pencereler korkutucu bir karanlıktan başka hiçbir şeyi açığa vurmuyorlardı.

Taş çemberin üzerinde oyulmuş birkaç ayak merdiveni çıkarak paslı çivili, büyük kapıya geldim. Senelerden beri insan eli dokunmamış gibi duran, çürümeye yüz tutmuş tahtalara yaslandım. Yarı yerine kadar batan güneşin sararmış çayırlara, küçük bulut kümelerine, bir yılandili gibi kıvırarak uzattığı son kırmızı ışıkları uzun uzun seyrettim.

Etrafımda hiçbir hareket yoktu. Kertenkeleler bile, yosunlu taşların üzerinde, akşamın alacakaranlığına bakarak, yavaşça ilerliyorlardı. Yalnız ıslak tahtaların güneşte çıkardıkları sese benzeyen bazı çıtırtılar vakit vakit duyulmaktaydı.

Gittikçe koyulaşan sessizliğin içinde, derin bir kuyuya muntazam aralıklarla taşlar atılıyormuş gibi boğuk sesler işittim. Evvela istikametini kestiremediğim bu gürültünün, biraz sonra, evin içinden geldiğini anladım. Sesler, aynı muntazam aralıklarla durmadan yaklaşmaktaydı. En sonra büsbütün açılarak taş merdivenlerden ağır ağır inen adımlar haline girdiler ve dayanmakta olduğum kapının arkasında durdular. Doğrulmuş, korku, merak ve hayretten ibaret bir halita (karışım) halinde kaskatı kesilmiştim. Başımı arkaya çeviremiyordum, fakat -ufak bir gıcırtı bile yapmadığı halde- kapının yavaşça açıldığını ve soğuk, buz gibi bir nefesin ensemi yalayarak dağıldığını hissettim.

Şiddetle döndüm ve o zaman, akşamın çabucak artan karanlığı arasında, bu taş kulenin esrarlı adamıyla karşılaştım:

Bu, büyük bir baştan -iskelet halinde bir vücudun üstüne konmuş- büyük ve kırmızı bir kafadan ibaretti. Bir cehennem nebatının liflerine benzeyen kıpkızıl saç ve sakallarının arasında beyaz, fakat saçların renginde çillerle kaplı bir deri görünüyordu.
Ve bunların hepsini, çürümüş bir meyvenin donuk rengi, bir toz tabakası halinde, örtmekteydi.

Ve sonra gözleri... Kırmızı çilli kapaklar arasında, bir granit yosununa benzeyen soluk yeşil gözleri vardı. Derin ve karanlık çukurların sonunda birer mahzen kapağını hatırlatan bu gözler hiç, ama hiçbir şey ifade etmiyorlardı.

Sırtında siyah, harap olmuş bir elbise, ayağında eskimiş rugan potinler vardı. İnsan onu, bir cenaze dönüşünden sonra hiç soyunmayarak senelerce aynı halde kalmış sanabilirdi. Ve şimdi kuru vücuduna bol gelen bu siyah elbiseler ona bir korkuluk kılığı veriyorlardı.


Elini bana doğru uzattı. -Ah, bu, dünyada gördüğüm şeylerin belki en korkuncudur-. Bu da aynı kırmızı çilli, çürük beyaz deriyle kaplıydı ve bir insanınkinden ziyade ince bir eldiven giydirilmiş bir iskeletin eline benziyordu. O kadar zayıf, o kadar hayattan uzaktı. Ve gecenin karanlığından pek fark edilmeyen siyah bir ceketin kolundan fırladığı için, üzerime boşlukta asılıymış gibi geliyordu.

Omuzuma bir gece kuşu gibi konduğu zaman korkuyla bağırdım ve silkindim:

-Ah... Ne istiyorsunuz?-

Fakat bu el, bu kemik el oraya bir yengeç kıskacı gibi yapışmıştı. Ve o, sükûnetle eğildi, göğsünden değil, yalnız ağzının içinden gelen hafif bir sesle bana sordu:

-Siz birdenbire sönen kandilin hikâyesini biliyor musunuz?-

-Hayır!- dedim. -Oh... Hayır...-

-Öylese geliniz!-

Dediğini yapmamak mümkün değildi, parmaklarını omuzuma batırarak çekiyor ve acıtıyor, acıtıyordu...

Ayaklarımızın altından kayan bir zemini geçtik, minarelerin esrarlı merdivenlerini andıran dar ve taş bir merdivene tırmanmaya başladık. Korkuyu şimdiye kadar içimde böyle madde halinde hissetmemiştim. Karanlık, bir gecekuşu kanadı gibi yüzüme sürünen, kokusu beynime kadar işleyen bir karanlık vardı. Etrafımdaki duvarlardan biz yürüdükçe dökülen sıvaların gürültüsü, adımlarımızın boğuk sesine karışıyordu.

Ve ben, bütün korkuma rağmen, nerede ve nasıl biteceğini bilmediğim bu merdiveni kıvrıla kıvrıla çıkıyordum. Sanki onun parmaklarından benim omuzuma geçen bir irade, beni yediyor, ayaklarımı daracık basamaklar üzerinde, ona yetiştirmek için, çabuk çabuk hareket ettiriyordu.

Her kata yaklaştığımızda, beni sürükleyen adamın, evvela karışık saçlı başı belli oluyor, sonra hafif bir aydınlık yavaş yavaş bütün vücuduna yayılıyordu. Eyvah... Gece bu merdivenlerden çok aydınlıktı...

Her katta, yarısına kadar açılmış oda kapıları vardı. Bomboş odalara açılan kapılar... Ve dar pencerelerden nur halinde giren gece bu kapılardan bize kadar uzanıyordu. Ve pencerelerin dışında siluet halinde ağaçlar, karışık şekilli dağlar, hayat ve ışık dünyası vardı... Ben bu yarım aydınlığın verdiği cesaretle ona soruyordum:

-Nereye gidiyoruz? Niçin gidiyoruz?-

Eğiliyor, buz gibi nefesi yüzümde dolaşarak yavaşça tekrar ediyordu:

-Siz, birdenbire sönen kandilin hikâyesini okudunuz mu?--Hayır!--Pekâlâ, yürüsenize!-


Parmaklar etlerime büsbütün geçiyordu; bir külçe halinde tekrar sürükleniyordum.

Bu sefer de merdivende evvela başı kayboluyor, önümde, siyah ve geniş pantolonun içinde kuru bir dal gibi duran ve basamakları çabuk çabuk atlayan iki ayak kalıyordu. Sonra gene o mayi halindeki karanlık, gene kopup düşen sıvaların haykırışı...

Ayak seslerimiz ve hepsinin birden, toprak altından gelen bir bağırış halinde yaptıkları korkunç uğultu...

Sonra ikinci ve üçüncü bir kat geliyor, kapıları yarı açık boş odalar, bıçak yarası gibi ince uzun pencereleri ve artık tepelerindeki birkaç yaprağı fark edilen siyah ağaçları tekrar görüyordum.

Her katta, daha kuvvetsiz olarak, dudaklarım kımıldardı: -Nereye gidiyoruz, niçin gidiyoruz?-
Fakat cevap hep aynıydı:

-Siz, birdenbire sönen kandilin ne olduğunu biliyor musunuz?

O halde yürüyünüz!-

Ve korkunç çıkış tekrar başlıyordu.

Nihayet, nerede olduğumu, ne kadar zamandır bu yükselişin sürdüğünü, hatta kendimi bile büsbütün unuttuğum bir zamanda birdenbire durduk. Önümdeki adam eliyle bir kapağı kaldırdı. Oradan girdik. Kapağı tekrar kapamak için omuzumu bıraktığı zaman, derin bir rüyadan uyanıyormuş gibi oldum ve etrafıma baktım.

Burası yuvarlak bir odaydı. Kulenin en tepesinde olduğunu tavandaki camekânlı, küçük kubbeden anlıyordum. Oda, ötekilerin büsbütün aksine olarak, çok güzel döşenmişti. Karanlık duvar kenarlarında muhteşem koltukların gölgeleri belli oluyordu.

Tam camekânlı kubbenin altında, yani odanın ortasında, yuvarlak bir masa üzerinde hareket etmeyen bir alevle hafif hafif yanan bir yağ kandili vardı: Aynen içinde bulunduğumuz binanın şeklinde bir kandil...

Uzaktaki köşede, içerisinde biri yatıyormuş gibi kabarık duran bir yatak vardı, bana nazaran eğri olduğu için, kimin yattığını göremiyordum. Dayanılmaz bir merakın dürtmesiyle yaklaştım ve orada yatanı gördüm. Gördüm... Ve boğazına şişler sokulan bir hayvan gibi acı bir çığlık kopardım: Orada bir iskelet yatıyordu. Kurumuş ve siyahlaşmış etleri yanak kemiklerine yapışmış ve sarı saçları çürük bir yastığı küme küme yığılmış bir kadın iskeleti.
Bu anda, kırılan bir camın şangırtısını andıran bir kahkaha kulaklarımın dibinde patladı, siyah elbiseli adam:

-Pek mi korktun?- diyordu. -Niçin, niçin korkuyorsun?

Senden, yani hayattan büsbütün ayrı bir şey diye mi? Fakat bu aptallıktır. Onun bizden farkı, bizim ondan farkımız nedir ki?

Hiç... Bak, eğil de bak... Bu dişler yok mu, bu muntazam dişler, onların arasından, şimdi bizim konuştuğumuz şeylere benzemeyen ne tatlı sözler çıkardı bilsen... Düşünüyor musun ki, bakmaya tiksindiğin bu dişleri görebilmek için onun tebessüm etmesi nasıl sabırsızlıkla beklenirdi! Tahmin edebilir misin ki, boğazına dolanarak seni boğacakmış gibi korktuğun bu saçların güneş altında ne hayat dolu parlayışları vardı.

Hem bu kadın benimdi. Şu ellerim, şu sana laf söyleyen ağzım nasıl benimse, o da öyle benimdi. Fakat biliyor musun, kollarımın arasından sıyrılıvermesi ne kolay oldu... Onunla aramızda hiçbir mesafe yoktur. Bizim onun haline geçivermemiz için bir sebep bile lazım değil ve bu iskelet bize o kadar yakındır ki, ondan korkmak için ancak bir insan kadar kör ve düşüncesiz olmalıdır.-

Şimdi sesi pirinç bir havan gibi ötüyordu. Sanki bu adamın boğazında bir perde vardı ve bazen içinden gelen şiddetli sesler bunu kaldırarak kulakları çınlatıyor, sonra şiddet azalınca perde tekrar düşerek sesler, bir duvar arkasından söyleniyormuş gibi, kısılıyordu.
Verecek cevap bulamamaktan doğan bir ürkeklikle sordum:

-Sizi bu kadar sarsan, fakat hakikate yaklaştıran bu ölümün sebebi neydi?- dedim. -Nesi vardı?-

-Hiç! - diye cevap verdi. -Hiçbir şeyi yoktu. Senin kadar hayata bağlı, bu taş bina kadar sağlam -eliyle camekân kubbeyi işaret etti- ve şu yıldızlar kadar nurlu ve zarifti.

Saadeti aramızda bir alev gibi hissediyor, bu alevden ısınıyor ve aydınlanıyorduk... Fakat...-
Ses yine uzaktan geliyormuş gibi yavaşladı:

-Fakat biliyor musun, o kuvvet ki, hiçbir şeyi eksik olmayan yağ kandillerinin alevini gelip alarak onları birdenbire karartır!-

Ne demek istediğini anlamayarak yüzüne baktım.

-Gel- dedi, -seninle birdenbire sönen kandilin hikâyesini okuyalım. O zaman bu kadını hangi ölünün götürdüğünü anlayacaksın.-

Orta yerdeki masaya doğru yürüyerek orada, kandilin önünde açık duran siyah kadife kaplı ince bir kitabı aldı.

-Bunu, yanımızdaki kadının yüzlerce sene evvelki cetlerinden biri yazmış- dedi.

Geniş bir kanepeyi masanın kenarına sürükledi. Üzerine yan yana oturduk. Ve ben, kurumuş yapraklar rengindeki sarı ve kalın sahifelerde eski, fakat keskin bir el yazısını, gözlerimi ara sıra uzaktaki iskelete çevirerek ve yanımda, başına vuran kırmızı ışıkla, akşamı seyreden bir sfenks gibi duran adama bakarak merak ve sonra hayretle okudum:

-Yüzlerce eser yazdım. Her eserime kalbimin veya dimağımın bir parçasını koyuyordum. Ve bunlar, hakikate çok yakın şeylerdi. Fakat hiçbir yazımda bizzat hakikatin bulunmadığını biliyordum. Her güzel yazan gibiydim: Konuştuğum şeyler benden evvel yüzlerce defa tekrar edilen lafların değiştirilmiş şekliydi. Hâlbuki ben, kulaklara bilmedikleri şeyleri söylemek, göz hudutlarının arkasına geçmek istiyordum. Ve bunun için çenemi avuçlarıma ve kollarımı dizlerime dayar, gözümü yere veya ufka çevirerek gördüklerimin daha ötesindeki şeyleri de bilmek isterdim. Fakat toprağın alaycı bir susuşu, ufkun lakayt bir kaçışı vardı. Bana, 'Senin gözlerin,' diyorlardı,

“açık bıraktığımız şeyleri görmek için bile çok küçük ve zayıftırlar. Sakladığımız hakikatleri nasıl bir cesaretle anlatmak istiyorsun?” Fakat ben arıyor, mütemadiyen arıyordum.
Yine bir gün odamda, masamın başında çenemi defterlerime dayamıştım, beyaz kâğıdın üzerine yayılan sakallarımın kıvırcıklarına bakıyordum. İstiyordum ki, bu beyaz tellerin her biri ince bir kalem olup bu yaprakları bütün bilmediğim şeylerle doldursunlar ve ben onları hiç durmadan okuyayım, okuyayım.

Fakat birdenbire kâğıtlar ve sakallarım görünmez oldu.

Odam ansızın kararıvermişti. Başımı kaldırınca, önümde senelerden beri aynı intizamla yanan kandilimin sönmüş olduğunu gördüm. Hiçbir rüzgâr veya hareket olmadığına göre, yağının bitmiş olması lazımdı. Lakin elime alıp bakınca, yağının dolu, fitilinin kusursuz olduğunu gördüm; haznesinde bir delik, boğazında bir sakatlık yoktu.

Benim farkına varamadığım bir rüzgâra hamlederek (yorarak) tekrar yakmak istedim... Fakat hayret: Yanmıyordu. Yaklaştırdığım ateşler yalnız fitili kızartıyor ve oradan hoş olmayan kokular çıkarıyordu. Alev, senelerden beri devam eden kırmızımtırak alev artık yoktu.


Hangi sebebin bu ihtiyar şamdanı kararttığını düşünürken, kaybolan aleve benzeyen bir ışığın kafamın içinde parlamaya başladığını hissettim. Ve karşımdaki kandilin arkasında, ona benzeyen sayısı bellisiz kandiller sıralandığını gördüm. Kimisi benimki gibi sönmüştü ve kimisi hala kırmızı ve değişmez bir alevle parlıyordu. Fakat ara sıra bunlardan biri, hiçbir rüzgâr, hiçbir üfleyen olmadığı halde, yavaşça kararıveriyordu. Ve bu sönük kandillerin bir daha aydınlanması da mümkün değildi.

-Silkindim, bunu kendime bir ihtar telakki ettim. Artık bulmak istediğim hakikati burada arayacaktım:

Yağları çok, fitilleri kusursuz ve her şeyleri tamam olan kandillerin sebepsiz yere niçin söndüklerini ve kaybolan alevlerin nereye çekilip gittiklerini bulmalıydım.

Bunun için, aynen kandilimin şeklinde bir bina yaptırarak oraya yerleştim. Etrafımda dolaştığını hissettiğim büyük hakikate burada kavuşacağımı biliyordum. Şimdi, en yakınlarımı bile sokmadığım bu odada, gözlerimi tepedeki camlardan geçirerek yukarılara bakıyor, orada birdenbire sönen kandillerin alevlerini arıyorum...-

Kitabın intizamsız aralıklarla yazılan diğer kısımları, bir kazana hapsedilen buhar gibi kenarlarını sıkıştıran bir kafanın, görünmeyen, işitilmeyen ve dokunulmayan bir hayaleti takip ediyormuş gibi etrafına nasıl hamleler yaptığını gösteriyordu.

Bataklık kenarlarındaki çürük sazların rutubetli ve ekşi kokusunu dağıtan kalın yapraklar parmaklarının altından bahtiyar bir günün saatleri gibi çabucak geçiyorlardı.

Ve sebepsiz yere sönen yağ kandillerinin hazin hikâyelerini, bir İbrani peygamber gibi, içim sarsılarak okuyordum:

-Beraber yanmak için yapılmış iki tane kandil vardı. Alevlerini, birleşmek istiyor gibi, birbirlerine eğerlerdi ve birisinin yetişemediği yeri öteki aydınlatırdı.

Aralarında ipek kumaşlar gibi kıvrılan ve parlayan ışık huzmeleri gidip gelirdi... O kadar benzer ışıklarla yanarlardı ki, etrafa dağıttıkları aydınlığın ayrı yerlerden geldiğine ihtimal vermek mümkün değildi... Fakat bir gün, yağı çok, fitili yolunda, haznesi sağlam olan bu kandillerin biri, en beklenmedik zamanda, yavaşça kararıverdi. Titrek bir ışıkla yas tutmak isteyen diğeri ise, onun arkasında gitmekte gecikmedi.

Ve ben, dört beş tanesi bir arada birçok kandiller daha gördüm. İçlerinde savaştan çıkmış bir kılıç gibi parlayan yenileri olduğu gibi, mahzenlerdeki yosunlu küplere benzeyen eskileri de vardı. Ve büyük kandillerin yanında civciv gibi duran küçükler, oynak alevlerle kıpırdıyorlardı. Ve bunlar, adeta ses çıkaran bir şetaretle (sevinçle) beraberce yanarlarken aynı hissedilmeyen rüzgâr, hiçbir benzerlik sırasına bakmayarak, hepsini birer birer söndürüverdi.


Yağları daha bitmemişti yarabbi, daha uzun müddet yanabilirlerdi. Ben, artık anlamak istiyorum, bu alevleri alıp götüren hangi sarsılmaz kudret, hangi dayanılmaz sebep, hangi yaradılış mantığıdır?

Ve ben, altından yapılmış yeni ve çok güzel bir kandil gördüm. Usta bir kuyumcu elinden çıktığı, kenarlarını süsleyen göz alıcı ziynetlerden belliydi.

O kadar tatlı bir ışığı vardı ki, kandilin parlak madenine su halinde akan bu ışık, çıplak omuzlara dökülen kumral saçları andırıyordu.

Ve alevi o kadar beyaz, o kadar hayat doluydu ki, yanacağı müddeti sonsuzlukla ifade etmek, onun ömrünü kısaltmak olurdu.

Fakat bu da, gözkapakları açıldığı zaman kaybolan bir rüya gibi, kendisine iştiyakla (özlemle) bakanların önünden çekiliverdi.

Ah... Yanmak isteyen kandilleri sebepsiz yere ve birdenbire söndürülen kuvvetin, bu alevi saklayacak kadar güzel yerleri var mıydı acaba?

Artık sonlarına yaklaştığım kitabı avuçlarımın arasında sıkıyor, isyandan ve kızmaktan vazgeçerek bir iman ve tevekkül ifade etmeye başlayan satırları kandilin kızıl ışığına tutarak okuyordum:

-İsteklerime varabilmek için dış dünya ile bağlarımı azaltmak lazım geldiğini seziyordum. Vücudumdaki her yıkılış, kafamda yeni bir parlaklığa yol açıyor. Ellerimin titremesi arttı, fakat ben baktığım şeyleri daha sebatlı ve ihtizamlı görmeye başladım. Ah, ey peşinde koştuğum hakikat, nihayet seni yakalayacağım.-

Diğer sahifeler gittikçe karışan bir yazıyla şöyle devam ediyordu:

-Görüyorum... Parlak alevlerin üzerine uzanarak onları alıp götüren siyah eli artık fark etmeye başladım. Yazdığım yazıları seçmekte güçlük çeken gözlerim, bu alevleri çok uzaklara kadar kovalayabiliyor. Belki yakında onların nereye saklandıklarını söyleyebileceğim. Hiçbir şeyleri eksik olmadığı halde, birdenbire sönüveren kandilleri hangi kuvvetin kararttığını ve alevlerin nereye gittiklerini öğrenmek üzereyim. Ey her tarafımdan yavaş yavaş çekilen hayat, yalnız kafama ve gözlerime birik!-

Son sahifeye gelmiştim. Burada yazı artık okunmaz bir şekil alıyordu. Deliliğe yakın bir merakla gözlerimi büsbütün yaklaştırdım ve devam ettim:

-Gerçi ellerim kımıldamakta güçlük çekiyor ve gözlerim yazdıklarımı görmüyor, fakat ne ehemmiyeti var? Artık hakikatin pek yakınındayım.

Konacağı dalın etrafında uçan bir kuş gibi başımın üzerinde kanat çırpışlarını duyuyorum.


Önümde sıralanmış birçok kandiller var... Parlak ışıkları birdenbire yok olan zavallı kandiller...

Onların üstüne doğru uzanan siyah ve büyük bir hayalet görüyorum. Ve alevler titreşerek hep bu istikamete uçuyorlar. Fakat nereye gidiyorlar, Yarabbi: Ve o hayaletin aslı nedir?
Bazen açılır gibi olduğu halde gözlerimin üzerine tekrar düşen bu perde ne zaman büsbütün kalkacak? .

Lakin artık bir hakikat dünyasını görmek üzere olduğum muhakkak. Gittikçe kuvveti artan bir ışık, bana yaklaşıyor, yaklaşıyor... Etrafım gittikçe daha aydınlandı... Ah...
İşte... İşte o kandilleri birdenbire söndüren kuvvet...-

Eyvah... Kitap burada bitmişti. Okuduğum müddetçe hiç ses çıkarmadan yanımda oturan adama çılgın gibi sarıldım:

-Söyleyiniz- dedim, -kitap niçin burada bitiverdi? Söyleyiniz, kandilleri birdenbire söndüren hangi kuvvettir? Söyleyiniz, bu adam niçin yazmamış, niçin devam etmemiş?

Siyah elbiseli adam yavaşça ayağa kalktı, hafiften gelen sesiyle:

-Bir gün- dedi, -onu elinde kalemiyle bu masada ve bu kitabın başında ölü bulmuşlar... -


Birdenbire tepemizdeki camları sarsan bir kahkaha attı:

-Fakat- dedi, -yağları çok, fitilleri mükemmel, hazneleri kusursuz olan kandilleri birdenbire ve sebepsiz yere söndüren kuvvet, o adaletli ve şefkatli kuvvet, bu adamın emeklerine acıdı; ancak son dakikada bulduğu, fakat ifade edemediği büyük sırrın kaybolup gitmesini istemeyerek, bu hakikati onun çocuklarında hiç şaşmadan devam ettirdi!

Kolumdan tutarak yatağa doğru yürüdü. Orada; yarım kalmış bir şikâyete devam etmek istiyormuş gibi, ağzı aralık duran iskeleti gösterdi. Sonra, kurumuş dalların rüzgârda çıkardıkları iniltiye benzeyen bir sesle:

-İşte- dedi, -o zamandan beri, bu adamın neslinden gelen herkes, hiçbir sebep olmadan, en parlak zamanlarında, böylece sönüverdiler...-

İskelet halindeki başının neresinden çıktığına şaştığım iki damla yaş, gözlerinin derin çukurlarından aşağıya doğru yuvarlanıyordu...

Kemikten ibaret kolunu onları silmek için kaldırırken oda birdenbire karardı.

Masanın üzerindeki kandilin kırmızı alevi, hiç küçülmeden ve titremeden, yavaşça yok oluvermişti.

1929 (Atsız Mecmua, s. 1, 15.05.1931)

İLGİLİ İÇERİK

SABAHATTİN ALİ KİMDİR?

FİRAR - SABAHATTİN ALİ

KAĞNI - SABAHATTİN ALİ

İKİ KADIN - SABAHATTİN ALİ

HAPİSHANE ŞARKISI 1 - SABAHATTİN ALİ

EY GÖNÜL - SABAHATTİN ALİ

SABAHATTİN ALİ HAYATI ve ESERLERİ

SIRÇA KÖŞK - SABAHATTİN ALİ

VİYOLONSEL - SABAHATTİN ALİ

KIRLANGIÇLAR - SABAHATTİN ALİ

KURTARILAMAYAN ŞAHESER - SABAHATTİN ALİ

DEĞİRMEN - SABAHATTİN ALİ

 

 

BİR SKANDAL-SABAHATTİN ALİ

$
0
0

BİR SKANDAL-SABAHATTİN ALİ

I
Muallim olarak geldiğim şehir Orta Anadolu'nun bozkırlarında bir cilt yarası gibi intizamsız, karışık ve kirli uzanıyor, yayılıyordu.

Sıtma benizli kerpiç evlerden, yapraksız dallarını iri örümcek ayakları gibi geren ağaçlardan ve nasıl dolaşıp hareket ettiklerine hayrette kaldığım, hayatla alakası olmayan insanlardan başka bu şehrin hususiyetleri yoktu.

Şehre bir türlü ısınamadım, çünkü ısınmak niyetinde değildim: İçimde gizli bir hiddetle buraya gelmiştim, sebebi basit:

Şiddetle âşıktım ve bana âşık olmayı aklından bile geçirmeyen sevgilimi İstanbul'da bırakmıştım.

Yakıcı, kavurucu bir aşktı bu; beni deliye çeviren, geceleri sabahlara kadar sokaklarda dolaştıran bir aşk. Fakat onu bu hale sokan biraz da bendim. Aşkla tehlikeli bir oyuncak gibi oynamak istiyordum... Lise ve üniversitedeki deliliklerimin bu en delicesi idi... Zavallı kızcağız benimle ahbap olmak istemişti. Hâlbuki daha iki kere konuşmadan ben kendisine abayı yakmış ve herkese ilan etmiştim. Kız neye uğradığını bilemedi, şaşırdı.


Ben ona herkesin karşısında aşkımı ilan ettim. Yolda kendisini gördüğüm zaman koltuğumun altından kitaplarımı düşürdüm ve fenalık geçirir gibi duvarlara yaslandım. Adım adım onu takip ettim ve baygın baygın yüzüne baktım, hulasa beni sevmemesi için ne icap ettiyse yaptım. Ve kızın artık hakikaten bu münasebetsizliklerden sıkıldığını, benden sinirlendiğini anladığım gün ona sahiden âşık olduğumun da farkına vardım. İşte geceleri sokakları dolaşmak, eşi dostu kandırıp içerek, onlara dert yanmak gibi şiddetli aşk tezahürleri bundan sonra başladı.

Ne çare, artık iş işten geçmiş, kızı ciddiyetime inandırmak imkânsız olmuştu.
Bazı gün evinin etrafında dolaşıp komşuların dikkatini, daima pencere kenarında oturan kötürüm halasının hiddetini, kendisinin de nefret ve asabiyetini üstüme çekiyor; bazı gün onun ismini ağızlarına alan bir sürü arkadaşla dövüşerek yüzümü gözümü mosmor ediyor, bazı gün de bir kahve köşesine çekilerek aruz vezni ile âşıkane şiirler yazıyordum.


Sevgilime değil, aşka, beni sarsan, serseri yapan, vukuat çıkartan bir aşka âşıktım. İçimde boş durmayı hiç istemeyen; mütemadiyen kımıldayan bir şeytan vardı ve bu şeytan, eskiden beri, iş bulamadığı ve beni mektepten attıracak veya karakolda geceletecek bir vakaya sevk edemediği zamanlar hiç olmazsa birisine âşık ederdi... Ama kime olursa olsun...


Deli gibi yaşıyordum o zamanlar... Ve başka türlü yaşamak aklıma gelmiyordu. Etrafımdakileri hayrete düşüren bir zekânın imtiyazlarından istifade etmekten başka bir şey istemiyordum.

Belli başlı fikirlerim de yoktu.

En büyük zevklerimden biri, mütefekkir geçinen birçok adamları, saçmalığını kendimin de bildiğim fikirlerle susturmaktı. Onlar bu doğru görünen, fakat manasızlığını aklıselimin derhal anlaması mümkün olan lakırdı kalabalığı karşısında hayret ve takdirle ağızlarını açarken ben deli bir kahkaha sağanağını zor zapt eder, biraz evvelkinin tamamen zıddı yeni birtakım mütalaalar beyanına başlardım. Bunlar bana zekânın en tabii hakları gibi geliyordu. Kendi kendime: -Budalalarla alay etmeyecek olduktan sonra niçin zeki oldum?-diyordum. Ve etrafımdaki insanlar arasında bir parçacık olsun budala olmayanlar nadirdi. Aklıma eseni yapıyordum, çünkü etrafım her yaptığımı hoş görmüş, beni hareketlerime gem vurmamaya alıştırmıştı. Başkaları için ayıp olan şeyler bende affediliyordu. Gerçi hareketlerimin iyi veya fena olanlarını ayırmakta güçlük çekmiyordum, fakat etrafımın bana verdiği bu fazla nefis itimadı en kötü vaziyetlerden bile kurtulmamın kabil olduğuna beni inandırmıştı.
Hiç düşünmeden yaşıyor, her şeyi kaprislerime bırakıyor ve bol bol âşık oluyordum; hem de deli gibi âşık... En ilerlemiş vaziyetlerde bile derhal toplanacağımdan emindim ve kalbim aklımın itaatli bir uşağı idi. Eğer istediği gibi at oynatıyorsa bu kafamın bu işte bir mahzur görmeyerek bunlara müsaade etmesiyle oluyordu.

Zekânın bazen kendisinde söz söylemek iktidarı görmeyerek susabileceğinden ve dünyanın en kuvvetli adamının bile bazen eli ayağı bağlanmış gibi acze düşebileceğinden habersizdim. İrademizin ve dimağımızın karışamadığı meçhul kuvvetlere dair; içimizdeki namütenahi gizli yanardağlara dair bir fikrim bile yoktu. Etrafımda yalnız aciz ve hamakat (ahmak) gördüğüm için kendimi olduğumdan çok kuvvetli sanıyordum. Budalalar beni haddinden fazla şımartmışlardı.

II

Bu şehre geldiğim zaman işte vaziyetim bu merkezde idi.

İlk olarak şehrin münevver sınıfı ile temasa geldim; ama ne temas, ne münevver sınıf!
Bir gece, galiba geldiğimin ikinci gecesi idi, bizim mektebin muallimlerinden biriyle kulüp kılıklı bir yere gittik. Beş on kişi toplanmış, güya radyo dinliyorlardı. Ben girdiğim zaman hararetli bir münakaşa vardı; biraz dinleyince alaturka-alafranga musiki münakaşası olduğunu anladım. İşin tuhafı, bu münakaşa bizde mutat olduğu üzere: -Alafranga bizim ruhumuza uygun değildir, kuru gürültüdür!- veya -Hayır, alaturka basittir, monotondur, ruhları uyuşturur- gibi, meşhur musikişinaslarımızın makalelerinden alınma cümlelerle değil, gayet orijinal bir tarzda cereyan ediyordu: Münakaşacılardan biri ötekinin Anadolu'nun bir köşesinde bulunan memleketini zikrederek orada alafranga musikiyi öğrenmek ve anlamak değil, duymak bile mümkün olmadığını söylüyor, diğeri ise çocukluğundan beri alafranga ile kulağı dolu olduğunu, memleketindeki bir komşularının mükemmel bir gramofonu bulunduğunu ve daha yedi yaşında iken Tuna Dalgaları'nı ıslıkla çalacak kadar ruhunun alafrangaya ısındığını ileri sürüyordu. Bizdeki gibi beş on kişiyi değil, milyonlarca adamı iki dakikada ağlatmak veya güldürmek ve neşelendirmek iktidarında olan bir musikinin hararetle müdafaasını yapıyor, büyük bestekârlardan ve onların hayatlarından, pek de münasebeti olmayarak misaller getiriyordu. Yalnız bu sırada bazı sinema artisti isimlerini musikişinas isimleri diye yutturduğu nazarı dikkatime çarptı. Sinema gibi pek de ciddi olmayan bahislerdeki cahilliklerinden istifade ederek karşısındakileri mağlup etmeye çalışan bu genç sinirime dokundu ve hemen söze karıştım:

-Aman birader, bu isimde bir artist vardır, ama bestekâr var mı bilmiyorum!-
Öteki hiç tereddüt etmeden cevap verdi:

-Şey canım, yanlış söyledim, şey diyecektim...-

Bu sefer de İstanbul'a gelen Macar takımı kalecisinin ismini attı, ben de bu delikanlının musikide değilse bile sinema ve spor hususunda epeyce malumatlı olduğunu tespit ettim.
Bana fikrim sorulduğu zaman, -Vallahi pek aklım ermez! -diyerek sustum.

Bahis biraz sonra daha ciddi meselelere, siyasiyata intikal etti:

-Buhran fena, halimiz ne olacak bilmem!--Ah bir harp çıksa!--Deli misin be!-

-Neden? Biz harbe karışmayız. Umumi harpte tecrübesini gördük... Bu sefer bitaraf kaldık mı, sat harp eden milletlere yumurtayı, sat tavuğu, sat buğdayı, bak buhran filan kalıyor mu?-

Hakikaten ben bu usulü düşünmemiştim; yalnız pek az bir zaman sonra daimi encümen azasından biri bu sene kuraklık yüzünden mahsul olmadığını ve hariçten buğday ithal edilmesi lazım geldiğini söyledi. Bu fikri biraz evvel musip mütalaa (doğru, isabetli düşünce) ile bir türlü telif edemedim.

Bir mühendis uzun müddet edebiyattan, bir doktor bahçesinde yetiştirdiği çiçeklerden bahsetti ve bir lise muallimi belediyenin yeni yaptırdığı şehir planını tenkit etti. Nihayet bu ciddi bahislerden yorulan münevverler sözü havaiyata döktüler; ben de bu -havaiyat- bahsi esnasında, bir ilk mektep hocasının karısından boşanma davası açtığını, eczacı Nahit Bey'in bir eğlencede fena halde dayak yediğini, bazı mektep talebesinin kötü şöhretli bir kahveye devam ettiklerini ve oldukça büyük memurlardan birinin dün akşam bütün maaşını pokere verdiği için iki gecedir evine gidemediğini öğrendim. Bu laflar da bittikten sonra birkaç kişi gerine gerine esnedi ve herkes yavaş yavaş şapkasını, bastonunu alarak evine dağıldı.
Yaman şeydi bu bizim memleketin münevverleri vesselam...

III

Bazı aileler kendi aralarında toplanarak gece eğlentileri yapıyorlardı.

Bu toplantılarda tombala oynanıyor, dedikodu yapılıyor, bazen da ufak poker partileri çevriliyordu. Şehrin yüksek sosyetesine mensup kimselerin devam ettiği bu meclislere ben de bir vesile ile girmek imkânını buldum: Çünkü bir bekârın böyle aile kadınlarının bulunduğu bir meclise girebilmesi, mebus intihap edilmesinden daha güçtü.

Bu muhit, şehrin bu en güzide muhiti fikri hayat itibarıyla merhamete şayandı. Bilhassa o kadınların cehaleti, küstahlığı ve benlik davası. Ve bilhassa o erkeklerin basitliği...

Bundan evvelki hayatımda sergüzeşt ve maceralarımdan başka bir şey düşünmediğim ve kendi hayatımdan başkasını görmediğim için bizim içtimai hayatımızın pek aşinası değildim. Burada iş güç olmadığı için etrafıma dikkat ettim ve dehşet içinde kaldım.

Erkekler belki mühendis, belki doktor, belki avukat veya muallim olmuşlardı, fakat bunu bir fikir ihtiyacı olarak değil, iyi karnını doyurmak, iyi giyinmek, güzel karı alabilmek için yapmışlardı. Yani dimağ gibi en asil bir uzuvlarını midelerine ve tenasül cihazlarına uşak olarak kullanıyorlardı. Yalnız ekmek parası düşünen ve asıl vazifelerini, tefekkür (düşünme) kabiliyetlerini tamamıyla unutarak basit birer makine haline giren bu kafalarda akıl, saf ve maddiyatın dışına çıkabilmiş akıl, artık lüzumsuz bir şeydi. Münevverlerimizde dimağların rolü körbağırsağınkinden daha fazla değildi.

Dünyaya, millete, devlete, vatana dair muayyen ve ezberlenmiş fikirleri vardı ve bunların suya sabuna dokunmamasına azami derecede dikkat ediliyordu. Bu vatanperverlerle ilk çatışmamız da böyle bir vesile ile oldu.

Yine bir aile toplantısında kadınlar bir kenara çekilmiş, fiskos ediyorlar ve erkekler şundan bundan konuşuyorlardı. Bir aralık söz, köylüye, köylünün dertlerine intikal etti; kuraklıktan, kıtlıktan bahsolundu ve gözü mebuslukta olan Vasaf Bey isminde muhteremce bir zat:
-Fakat ne de olsa, köylü bizim efendimizdir- dedi.

Ben derhal lafa karıştım; geldim geleli hiç bu kabil münakaşalara girişmemiş olduğum için herkes sustu ve kulak verdi, ben sordum: -Niçin?-

Öteki, sualime hayret eder gibi yüzüme baktı:

-Niçin mi? Bizi besleyen, bizi ve memleketi doyuran odur da ondan!-

-Yalnız bir şey söyleyeceğim: Efendi diye başkasını çalıştıran ve ona hükmünü geçirene derler; çalışıp çabalayıp en sonunda elindekini bir hiç mukabilinde verenlere değil...-
Herkes şaşkın gibi yüzüme bakıyordu. Ben bir kere kendimi unutmuştum. Eski pervasızlığım, heyecanımla devam ediyordum:

-Rica ederim, biraz hakikatlere bakalım, mesela biz şehirliler de hükümete vergi veririz değil mi? Buna mukabil hiç olmazsa sokağımızda bozuk bir kaldırım, yollarda sönük bir lamba, evlerimizin ve şahsımızın selameti için mevcut olduğu söylenen bir zabıta vardır; çocuklarımızı hiç olmazsa boş gezmekten kurtaracak bir mektep buluyoruz. Fakat sorarım size: Köylü verdiğine mukabil ne alır? Yolunu kendi yapmaya mecburdur, sokakları zavallı talihinden daha karanlıktır ve mektep, yüz köyün birinde bile yoktur. Candarma oralara asayişten ziyade vergi tahsilini temin için gider. Kendimizi aldatmayalım, köylü mütemadiyen vermiş, buna mukabil hiçbir şey, kelimenin bütün manasıyla hiçbir şey almamıştır. Bunları itiraf etmek belki eğer bir parça vicdanımız varsa, yediğimiz bir lokma ekmeğin boğazımızda kalmasına sebep olacaktır ve ihtimal vicdanımızın sadasını duymamak için: -Köylü efendimizdir!- gibi cümleler güzel birer morfindir. Fakat hiçbir cümle hakikati değiştirmek iktidarında değildir.-

Sustum, etrafımdakilerin yüzüne baktığım zaman şaşırdım, muhterem zat da dâhil olduğu halde hepsinin çehresinde bir şaşkınlık, bir korku vardı.

Aynı zamanda bana kızgın nazarlarla bakıyorlardı. Kadınlar da lakırdılarını bırakıp etrafımıza gelmişlerdi, hiçbir şeyin farkında olmayarak onlar da umumi korkuya ve şaşkınlığa iştirak ediyorlar, bana kocaları gibi hiddetli hiddetli bakıyorlardı.

Yalnız bu şişman, pudralı ve hususiyetsiz çehreler arasında bir genç kız gözüme çarptı. Temiz bir yüzü vardı ve çok güzeldi; o kadar ki, başka tarafa bakarsam göreceğim her şeyin bu çehrenin kafamdaki aksini bulandıracağını zannediyor, gözlerimi yüzünden ayıramıyordum. O da olan bitenden bir şey anlamış değildi, yalnız bana herkes gibi hiddetle bakmadığını gördüm. Bu genç kız nedense hiçbir şey anlamadan benimle beraberdi.
Herkesi bir soğukluk kapladı ve ben, beni buraya getiren arkadaşımla beraber çıktım. Bu arkadaş kendisini müşkül mevkide bıraktığım için bana fena içerlemiş, beni getirdiğine de, getireceğine de pişman olmuştu, çıkar çıkmaz:

-Gördün mü ettiğin haltı?- dedi.

-Ne olmuş?-

-Daha ne olacak, sen bu küçük şehir hayatını bilmezsin; yarın rivayetleri seyret. Sözlerinin nasıl değiştiğine sen bile şaşacaksın.-

-Ne söyledim canım?-

-Açıktan açığa muhalefet yaptın ayol!-

-Allah Allah... Abdülhamit zamanında değiliz ya, tabii düşündüğüm ve doğru bulduğum şeyleri açıkça söyleyeceğim; söylediklerim yalan mıydı, sen ondan bahset.-
-Yalan değil, değil ama...-

-O halde kes lakırdıyı. Hem ben ne söyledim Allah aşkına?

Köylüyü müdafaa etmedim mi? Yasak mı bu?-

O mırıldandı:

-Köylüyü müdafaanın filan ne lüzumu var efendim?--Sus, böyle söyleme, köylü bizim efendimizdir!-

IV

Bir gün şehrin gezinti yeri makamında olan bir tepede otururken karşıdan beş altı kadından ibaret bir grup sökün etti. Yanımdan geçerken birisini gözüm ısırdı. Bunu muhakkak bir yerden tanıyacaktım. Sonra aklıma geldi: O münakaşa akşamı bana dost gözlerle bakan genç kızdı. Bu sefer de baktı. Öyle manalı filan bakmadı; fakat baktı ve ben nedense bu bakıştan lüzumundan fazla memnun oldum.

Derhal kendi kendime şu muhakemeleri yürütmeye başladım:

-Bu kızın bakışından memnun oldum ve heyecanlandım, bu muhakkak. Neden? Galiba Selmin'e benziyordu da ondan (Selmin, İstanbul'da bıraktığım sevgilimin ismi idi). Ama oğlum, kendini aldatma. Bu hanım kızın Selmin'e benzer tarafı yoktu...

-Şu halde ne olabilir? Âşık değilim, buna imkân yok. Çünkü ben daima ilk görüşte âşık olurum. Hâlbuki iki gün evvel gördüğüm bu kızı neredeyse bugün tanıyamayacaktım. Demek ki âşık olmak şöyle dursun, çehresini hafızamda güç zapt etmiştim...--İyi ama neydi o deminki heyecan? Bak, hala kalbim çarpıyor... İnsan anlaşılmaz mahlûk vesselam... Adaaam sen de!-

Ve başka şeyler düşünmeye başladım.

Uzun müddet tek başıma dolaştım. Ortalık kararınca evin yolunu tuttum. Deminki genç kız yine aklıma geldi:

-Ne tuhaf yüzü var! İnsana garip bir çekingenlik veriyor.

Güzel kadınlara karşı şimdiye kadar duyduğum şeyleri bu kızcağıza karşı duymadım. Mesela ben güzel bir kadın gördüğüm zaman muhakkak en evvel öpmek arzusu duyarım: Kucaklamak, öpmek ve sonra... bırakmak. Şimdiye kadar kadınlara karşı olan hissiyatımda daima biraz da istihfaf ve hâkimiyet karışıktı.

İlk defa bu çok güzel kızı öpmek arzusu duymuyorum.

İlk defa olarak bu genç kıza karşı içimde hürmete benzeyen şeyler beliriyor. Galiba Anadolu, insanı romantik yapıyor da ondan... Gülünç şey...-

Tekrar başka şeyler düşünmeye başladım: Taaa yatıncaya kadar. Yatakta hiç farkında olmayarak yine aklıma geldi. Kendi kendime güldüm. Fakat hayalimdeki çehreyi çıkarıp atmak cesaretini kendimde bulamadım. Daha doğrusu bunu istemedim.

Bu kızı düşünmek bana tuhaf bir zevk vermeye başlamıştı. Düşüncelerimde devam ettim:
-Evet, bu kız şimdiye kadar duymadığım birtakım hislerin bende uyanmasına sebep oldu.
-Bunların aşk olmasına ihtimal yok. Çünkü kendisine malik olmak arzusunda değilim. O halde bu bilmediğim hislerin manası nedir? Kendisini gözümün önüne getirince yalnız bu güzel çehre ile karşı karşıya oturmak, onu uzun uzun seyretmek istiyorum. O zaman adeta bir yorgunluktan dinleniyormuş gibi olacağım. Hatta şimdi bunları düşünmek bile bana tatlı bir sükûnet hissi veriyor: Âşık olduğum zaman duyduğum ıstıraplı ve yakıcı heyecanlara hiç benzemeyen bir sükûnet hissi.

Fakat bu kızın benim üzerimde yaptığı bu tesir nedir? Kendisini on dakika bile devamlı görmediğim halde bütün gün onu düşündüm!-

Bir türlü uyuyamıyordum. Dimağım şimdiye kadar bende tesadüf etmediği bu acayip hislerin menşeini bulmadan rahat etmek niyetinde değildi.

Birdenbire, hiç farkında olmadan dudaklarımın arasından şu sözler döküldü:
-Ah, böyle bir kardeşim olsa!-

Derhal doğruldum. İçimde büyük bir hafiflik vardı, ancak çok tatlı ve güzel rüyalarda görülen bir hafiflik. Kendi kendime tekrar ettim:

-Ah, böyle bir kardeşim olsa!-

İnsan kendini ne kolay aldatıyor. Kafam hemen rehavetle yastıklara doğru kaydı. Güzel ve şefkatli bir hemşirenin kollarındaymış gibi tatlı bir uykuya daldım.

V

Bu şehir, bu şehrin insanları sahiden canımı sıkmaya başladı. Açık saçık iki laf söylemeye imkân yok, derhal çehreler değişiyor ve birisi kulağıma eğilerek:

-Bırak bu lafları Allah aşkına, ortalığı düzeltmek sana mı kaldı?- diyor.

Ortalığı düzeltmek bana kalmadı ama memleket ahvaliyle alakadar olmaktan bu kadar sersemce bir çekingenllkle kaçan bu adamlar artık bende nefret uyandırmaya başladı. Bilhassa:

-Hakkın var, var ama bunları söylemenin sırası değil! - diye beni candan ikaz etmek isteyenlere müthiş sinirleniyorum. Fikirlerime itiraz etse, nihayet düşündüğünü söylüyordur ve fikirler bir dereceye kadar hürmete layıktır.

Fakat bana: -Doğru düşünüyorsun ama bunları söyleme!-diyen adam. Adeta namussuzluk tavsiye ediyor demektir ve bu sersemler bunun farkında değil. Başkalarının malına, canına, karısına hürmet etmeyi bilen bu adamlar -tabii yalnız sözde-bunların hepsinden daha kuvvetli ve mühim olan fikirlere, kanaatlere hürmet etmeyi bilmiyorlar. Bunu lüzumsuz, manasız buluyorlar. Hatta birçokları için bir fikir ve kanaat sahibi olmak yalnız lüzumsuz ve manasız değil, aynı zamanda tehlikeli ve ayıp bir şey, muayyen fikirleri olan, yani kendisine düşünmek için bir kafa verilmiş olduğunu unutmayan bir adama cemiyetin sükûnetine bomba koymaya gelmiş bir anarşist nazarıyla bakıyorlar.

Kendileriyle daha fazla temas beni sıkmaya, sinirlendirmeye başladığı için yavaş yavaş kendimi çektim. Şimdi bütün şehirdeki en iyi ahbabım, kitaplarım için bir dolap yaptırdığım marangoz Fazıl. Her gün mektepten çıkınca dükkânına gidiyor, hem onu çalışırken seyrediyor, hem konuşuyorum.

Bizim arkadaşlar arasında tabii bu iyi tesirler bırakmıyor: -Kendi ayarımda olmayan- adamlarla düşüp kalktığım için beni ayıplıyorlar. Hatta bir gün mektep müdürü bile bunu hafifçe çıtlatacak oldu: Mühim bir şey söyleyecekmiş gibi beni yanına çağırdı:
-Nurullah Bey, daha gençsiniz, tecrübesizsiniz, ateşlisiniz.

Ben sizin ağabeyiniz sayılırım, hani aklınıza bir şey gelmesin, fakat biraz daha ağır davranınız, her yerde açılmamanızı sizden rica edeceğim; yok, bir şey olduğundan filan değil; fakat malum, dedikodulu muhit!-

-Ne yapmışım müdür bey?-

-Canım, bir şey yaptığınızdan değil. Fakat burada hiç yoktan adamın aleyhinde cereyan uyandırmayı meslek tutmuş olan kimseler vardır, hakkınızda söylenenleri bir duysanız!-
-Ne diyorlar?-

-Dehşetli bir muhalif, hükümete filan atıp tutuyor diyorlar! --Yalan!-

-Yalan olduğunu ben de biliyorum, sizden böyle hafiflikler tabii beklenmez, ama gelin de bunu anlatın...-

-Ne halt ederlerse etsinler, vız gelir bana!-

-Böyle deme Nurullah Bey, siz buraları tanımıyorsunuz!-

-Allah aşkına müdür bey, bu cümleyi ikide bir elbirliği etmiş gibi bana tekrarlayıp durmayınız. Ben Merih yıldızından gelmedim. Ben de bu memleketin çocuğuyum, buraları ben de sizin kadar, belki sizden iyi tanırım.-

Müdür acı acı güldü. İçinden bana -zavallı- dediği muhakkaktı.

-Vallahi siz bilirsiniz! - dedi. -Ben sizi kardeşçe ikaz etmek istedim. Sonra sizin kendi seviyenizde olmayan insanlarla fazla düşüp kalktığınız da söyleniyor, bilmem ki...-

Derhal atıldım:

-Konuştuğum adamlar bu memleketin namuslu hemşerileridir müdür bey, ekmeklerini içtimai dalaverelerle değil, alınlarının teriyle kazanan hemşerilerdir.-

-Fakat sizin fikri seviyenizde olmadıkları için fazla temasınız nazarı dikkati celbediyor.-
Hanginiz bir fikri seviyedesiniz, hatta hanginizin bir fikri var ki sizinle konuşayım, diye bağırmaktan kendimi güç zapt ettim. Yalnız:

-Müdür bey- dedim, -onlar kendi seviyelerini bilen, bunun haricine çıkmayı akıllarına bile getirmeyen adamlardır; bilmedikleri şeylere burunlarını sokmazlar; bildikleri şeyleri oldukça iyi bilirler. İhtirasları mahdut ve kabiliyetleriyle mütenasiptir. Hulasa benim seviyemde olan adamların tamamen zıddı.

Bunlarla olan münasebetim beni tatmin etmese bile hiç olmazsa sinirlendirmiyor. Bırakın beni kendi halime...-

Müdür: -Siz bilirsiniz- diye mırıldandı; fakat: -Sen görürsün!-demek istediği besbelliydi.

VI

Nihayet günün birinde o kızla daha yakından tanışmak mümkün oldu.

Ailesinin ve bir sürü kötüsü çok insanın yanında göze batmadan uzun uzun konuşmaya imkân yoktu. Mektebine, derslerine dair birkaç sual sordum; başını yere eğerek ve ayaklarının ucuna bakarak kısa cevaplar verdi. İsmi Beria idi, mektebi geçen sene bitirmişti; bir seneden beri de derslere dair aklında bir şey kalmamıştı. Neleri mi seviyordu? Ara sıra sinemaya gitmeyi, roman okumayı filan. Tabii canı sıkılıyordu, ama ne yapılır başka bu şehirde?

Söylediği buna benzer şeylerdi. Fakat bu basit laflar onun minimini ağzından çıkarken öyle tatlı ve cazip bir ahenk alıyordu ki insan asla sıkılmıyordu.

Çehresinin her uzvu yakından bakıldığı zaman ayrı ayrı güzel olmamakla beraber hep birden nadir ve fevkalade bir ahenk teşkil ediyorlardı. İnce, beyaz, çok mütenasip bir boynu, narin bir vücudu, omuzlarına dökülen koyu kumral kıvırcık saçları vardı.

Ben onu dinliyordum. Hayret! En zeki ve güzel kızları bile dinlemekten sıkılan, kadınlarla yalnız âşıkdaşlık etmekten hoşlanan ben, ciddi konuşan kadınlara için için gülen ve onları baştan çıkarmak için planlar yapan ben, bu genç kızın basit sözlerini samimi bir alaka ile ve akıllı uslu dinliyordum.

Zaman geçtikçe birçok kereler daha görüştük. Tabii gayet ciddi. Hiçbir şey istemiyor, yalnız onu görebilmek, onun sesini işitebilmek arzusunu duyuyordum. Bir zamanlar bana yabancı gelen bu arzuları gülünç bulmaktan da vazgeçmiştim. Fikirlerim birdenbire değişmişti: Artık zekâyı her şeyin fevkinde bulmuyor, hayatta ondan çok daha kuvvetli, çok daha hürmete layık şeyler bulunduğunu seziyordum.

Budala adam olmadığım için kendi kendimi aldatmaya devam etmiyor, bu tahavvüllerde (değişme; bir halden başka bir hale girme) Beria'nın büyük rolü olduğunu itiraf ediyordum. Hayatımda ilk defa olarak başka birisinin tesiri altında kalmıştım. Tuhaf değil mi, bundan hiç müteessir olmuyordum: Tesiri altında kaldığım kimsenin benden zayıf olduğunu bildiğim halde...

Hem de niçin o benden zayıf olsun? Zekâyı ve aklı en büyük kuvvet farz ediyoruz. Fakat bakalım bazı akıllıların kendilerine göre verdikleri bu kıymet hükümleri doğru mu?
Eşyaya kendi dimağımızın mikyasları ile kıymetler veriyor, bunlara körü körüne inanıyoruz. Hâlbuki tabiatın, asıl idare eden kuvvetin verdiği kıymet hükümleri bizimkilerden kim bilir ne kadar ayrıdır.

İşte ben de, kuvvetli olduğunu sandığım ve bana daima böyle olduğu tekrar edilen zekânın, şimdiye kadar hiç tesadüf etmediğim, hatta mevcudiyetinden bile haberdar olmadığım kuvvetler karşısında eli kolu bağlandığını görüyor, şaşırıyordum.

Hiçbir telkin; hiçbir nasihat beni biraz olsun sükûnete getiremezdi. En akıllıların sözlerinde bile zayıf ve alay edilecek taraflar bulmakta büyük bir maharet sahibi idim. Hâlbuki bu genç kız, bana bir tek kelime ile böyle bir şey teklif etmediği, bir tek tavrıyla benden böyle bir şey istemediği halde onun mevcudiyeti beni sakinleştirmiş, ağırlaştırmıştı. Beni asla anlamadığı muhakkaktı; ben de onu pek anlamış değildim. Birbirimizi anlayan bir tarafımız herhalde vardı. Fakat bu, biz farkında olmadan işini yürütüyordu. Yani şuurumuzun haricindeki bir kuvvet, bir amil, bizi ve bizim aklımızı hiçe sayarak istediği gibi hareket ediyordu ve biz bilmediğimiz, anlamadığımız kuvvetlere itirazsız itaat, inkıyat (boyun eğme) mecburiyetinde olduğumuzu görüyorduk.

Muhakkak ki o da aynı halde, fakat tabii daha şaşkın ve bihaber vaziyette idi. Bazen etrafından çekindiği, belki de ne yapacağında mütereddit kaldığı ve muhakkak bir hareket tarzı seçmek istediği için bana soğuk davranır, suallerime kısa ve susturucu cevaplar verirdi. Fakat ben bu şekil hareketten muğber olduğumu (gücendiğimi) anlatacak bir tarzda yanından uzaklaşmak isteyince derhal manasız ve çabuk bulunmuş bir sual ile beni durdurur, dargın gitmemin bu şekilde önüne geçmek isterdi.

Bir zamanlar bunları dünyanın en gülünç, en soğuk ve çocukça hareketleri telakki ederdim, şimdi ise gayet tabii, korkunç derecede tabii buluyordum. Beni elinde tutan kuvvet yalnız itaat değil, aynı zamanda hürmet ettirmesini ve inandırmasını da biliyordu.

Hayatımın bir dönüm noktasında olduğumu fark ediyordum.

Boş yere çabalamamak ve akıllıca teslim olmak için kararımı kati olarak verdim: Bu genç kızla hayatımı birleştirecektim.


VII

Bu kararı verdikten sonra yavaş yavaş daha düşünceli hareket etmeye, etrafı da kollamaya başladım. Eski pervasızlığımı şimdi lüzumsuz buluyor, eski sergüzeştlerime istihfafla değilse bile lakayt gözlerle bakıyordum. İçimde müthiş bir yorgunluk hissi vardı. Tıpkı bir nöbetten sonra gelen rehavet gibi... Yalnız dinlenmek, mutlak bir sükûn içinde dinlenmek istiyordum.
Nasıl bir fırtına bittikten sonra bile dalgalar bir müddet yorgun kımıldamalarla harekette devam ederlerse, bende de herhalde bazı ufak tefek taşkınlıklar eksik olmuyordu; fakat bunların da zamanla geçeceği tabii idi.

İşte tam bu sıralarda bütün hayatıma tesir eden tesadüf vukua geldi.

Buranın muallimler birliği ara sıra eğlenceler vermeye özeniyordu. Bu eğlenceler ekseriya perşembe akşamları ve muallimleri bir araya toplayabilmek için yapılıyordu. Fakat manzara bazen çok tuhaftı:

Kadınlar bir kenara çekilip kendi aralarında konuşuyorlar, erkekler de başka bir kenarda kahkahalı musahabeler yapıyorlardı. Bu hal bazen dağılıncaya kadar devam ediyor, bazen da birlik reisinin ve muallimlerden birkaçı tarafından vücuda getirilen cazbandın gayretiyle sonlara doğru hakikaten bir eğlence çehresi alıyordu.

Böyle bir perşembe akşamı, yeni gelen bir muallim kadınla tanıştım. Kız mekteplerinden birinde resim hocası idi ve diğer meslektaşlarına hiç benzemeyen bir serbestliği, bir şuhluğu vardı. Derhal ahbap olduk, hem adamakıllı... Bana İstanbul'dan, oradaki akrabalarından uzun uzun bahsetti. Sempatisini saklamayacak kadar serbest ve açıktı. Güzel olmamasına rağmen hoşa giden bir yüzü, mat ve güzel bir teni vardı, fakat bilhassa nerede bulunduğunu bilmiyor zannettirecek kadar etrafına ehemmiyet vermeyişi beni hayrete düşürüyordu.
Ya hakikaten muhite ehemmiyet vermeyecek kadar kendisini kuvvetli ve emin hissediyordu yahut da ne yaptığının farkında olmayacak kadar çocuk ve düşüncesizdi. Fakat benimle her zaman görüşmek istediğini söylediği zaman memnun oldum ve hakikaten bundan sonra kendisini sık sık görmeye başladım.

Hayatımın şeklini değiştirmek üzere olduğum bu zamanlarda bu genç kadın bana eski günleri hatırlatan bir şey gibiydi.

Bunda da Selmin'e ve diğer bir sürü sevgililerime benzeyen taraflar vardı ve ben eski Nurullah olsaydım kendisine muhakkak delice âşık olurdum. Şimdi ise basit ve bana hoş gelen bir arkadaştan başka bir şey düşünmüyordum. İçerimde hala eski Nurullah'tan kalma bir şeyler vardı ve ben onlara hiç olmazsa bu kadarcık bir tatmini çok görmüyordum.
Aklıma başka herhangi bir ihtimal gelmediği için çok açık ve samimi davranmaktan da çekinmiyordum.

Bir gün anlatıp duruyordu:

-Vallahi Nurullah, hiç arkadaşlığa filan itimadım kalmadı...--Ne münasebet?-

-Kiminle samimi bir arkadaşlık tesis etmek istediysem olmadı... Ne kadar fenadır şu erkekler: Bir sene güzel güzel konuşuyorlar da en sonunda ilanı aşk ediyorlar...-

-Allah Allah! - dedim; -bir sene nasıl sabrederlermiş?-

Katıla katıla güldü...

Bir gün de:

-Ben çok fakir bir kocaya varmak istiyorum. On parasız bir kocaya!- diyordu. Cevap verdim:
-Kızım, bu sözünü bir izdivaç teklifi gibi telakki ediyor, şiddetle reddediyorum!-
Bir kahkaha daha... Ve böyle devam ediyordu...

Sözlerimi mütemadiyen tartmak, her hareketimde etrafıma dikkat etmek mecburiyetinde olduğum bu şehirde kendisiyle endişesiz ve serbest iki laf atabildiğim bu kadın zararsız bir arkadaştı benim için... Fakat fazla bir şey değildi ve olmasına da ihtimal yoktu...

VIII

Fakat bu arkadaşlık hiç beklemediğim neticeler aldı ve bunları değiştirmek benim elimde değildi. Bütün vukuat hayret verecek bir süratle cereyan etmiş, ben başımın üstünde dönen bu hadiselere, şaşkın bakakalmıştım.

Bir gün yolda Şükufe'ye rastladım (Şükufe yeni arkadaşımın ismiydi). Beni uzaktan görünce acayip bir tavır aldı, yolunu değiştirmek ister gibi yaptı. Ben anlamayarak ona doğru bakarken yanıma yaklaşmış bulundu. Kendisinde şimdiye kadar görmediğim sert ve ciddi bir tavırla:

-Nurullah Bey-, dedi, -bundan sonra sizinle görüşmeyeceğim, size çok dargınım...-
Afalladım ve sordum: -Ne oldu yahu?-

-Siz gayet iyi bilirsiniz!-

-Vallahi bir şeyin farkında değilim!-

-Öyleyse öğrenirsiniz!-

-Söyleyin şimdi canım!-

-Olur, mu böyle sokak ortasında?-

-Peki, ben mektebe gelir sizi görürüm!-

Cevap vermeden yürüdü. Olduğum yerde bir müddet kaldım.

Olan bitenden bir şey anlamış değildim. Şaşkın şaşkın gülümsemeye çalışıyor, fakat beceremiyordum. Bu haddizatında çok gülünç hadisesinin muhakkak ki adamakıllı ciddi tarafları vardı.

Düşündükçe içerlemeye başladım; şimdiye kadar hiçbir kadın bana karşı bu şekilde davranmak cesaretinde bulunmamıştı.

Evvela, buna meydan verecek şeylerden kaçınır ve herkese tahammül edebileceği şekilde muamele ederdim. Sonra hepsi, böyle lüzumsuz ve fazla -kadınca- tezahürlerin bende şiddetli aksülameller (tepkiler) yaptığını bilirlerdi.

Şimdiye kadar olan münasebetlerimde, arkadaşlığımızın lüzumsuz olmaya başladığını ilk söyleyen daima bendim ve hiçbir hanım bunu kendisi yapmaya kalkışamazdı. Sebebi çok basitti: Bütün münasebetlerimde, taşkınlığıma ve pervasızlığıma rağmen, azami bir nezaheti (inceliği) muhafazaya dikkat eder, böylece, benden hiç beklemedikleri bir tarz-ı hareketle onları şaşırtır, üzerlerinde nüfuz sahibi olurdum. Her temiz olanın başkaları üzerinde nüfuzu olduğu gibi.

Beni hakikaten birazcık anlayanların bana mutlak surette itimat etmelerine alışmıştım. Herkes bilirdi ki benim sözlerimin daima bir tek manası vardır ve her sözüm dinleyenin anlayabileceği kadar sarih söylenmiştir. Bende dalavere olmadığını ve olmayacağını bilmeyenler yalnız uzaktan bakıp hükümlerini veren kısa görüşlülerdi...
Hâlbuki bu kadınla birbirimizi anlayacak kadar konuşmuştuk.

O, ne denirse densin ve ne duyarsa duysun, hatta ne düşünürse düşünsün bana biraz evvel söylediği sözleri söylemeyecekti, söylememesi lazımdı. Benim bir kadına bunları söyletecek hiçbir harekette bulunmayacağımı bilmeliydi. En kuvvetli olduğunu bildiğim tarafıma hücum edilmesinden doğan bir hiddet duyuyor, aynı zamanda bu kıza karşı bu hisleri duyduğum için kendi kendimi insafsız buluyordum. Belki hakkı vardı. Belki bir hafiflik yapmıştım. Fakat ne yapsam yine bu sözleri söyletecek, -Bundan sonra sizinle konuşmayacağım!- dedirtecek şeyler yapamazdım. Bu kadın haddini bilmemiş, çok ileri gitmişti. Hiddetimden adeta çırpınıyordum.

Kaç gündür ne rahattım. Nereden tanışırsın böyle sersem mahlûklarla? Sana hayatı tatlılaştıran, munis bakışlarıyla seni hakikatlerden uzaklaştıracak kadar kendinden geçiren bir Beria var. Hani eski Nurullah artık ölecekti? Seni böyle münasebetsizliklere yuvarlasın diye onun hiç olmazsa bir kısmını içinde sağ bıraktın değil mi?

Beria aklıma gelir gelmez hiddetim bir parça geçti. Onu yalnız düşünmek bile başkalarına kızmaktan alıkoyacak kadar beni yumuşatıyordu.

Mamafih münasip bir zamanda Şükufe'yi görüp o sözlerin manasını sormaya karar verdim.
Ne kadar kendime hâkim olsam içerimde böyle şeylere tahammül edemeyen bir yer vardı ve insan herhalde beş on günde değişik başka bir adam oluvermiyor.

Şükufe'yi görmek için mekteplerine gittiğim zaman bir talebeye bir şeyler anlatmakla meşguldü ve beni adeta görmemezliğe geldi. Talebe çıkıncaya kadar ayakta bekledim, talebe de mümkün olduğu kadar geç çıkmaya niyet etmiş gibiydi. Şükufe benim odada mevcudiyetimden haberdar değilmiş gibi davranıyordu.

Hiçbir şeye karar veremeyerek bekliyordum. Vaziyet benim için çok azaplı idi. Şaşırmıştım, çünkü o zamana kadar böyle şeylere rastlamış değildim. Çıkıp gitmek mi lazım, yoksa bekleyip vaziyetin tavazzuhuna (açıklanmasına, aydınlanmasına) çalışmak mı? Fakat bence ortada bir vaziyet de yoktu. Ne olmuş? Bu hanım benimle görüşmek istemiyormuş! Pekâlâ, görüşmesin, ne çıkar bundan. Bu hanım benim için nedir? Ve gayet samimi cevap veriyorum: Hiç! Şu halde neden geldim buraya?

Can sıkıntısı, işsizlik ve bir şey yapmak ihtiyacı... Belki de bir izzetinefis meselesi... Budalalık...

Tam bırakıp çıkmak üzereyken talebe odayı terk etti ve biz yalnız kaldık.
-Niçin geldiniz?- dedi.

Hay Allah belasını versin. İlk suali ben sorsaydım, hâkim vaziyette ben olacaktım. Onun çabuk davranması beni küçülttü. Adeta buraya özür dilemeye gelmiş vaziyetine düştüm. Bunu bilmek beni deli edecekti. Ne yapmak istiyordu bu kadın?
Ne demek istiyordu?

-Sormaya geldim! - dedim.

-Siz bilmiyor musunuz?-

-Hiçbir şey bilmiyorum!-

Birdenbire ve samimiye çok benzeyen bir infialle (gücenerek, darılmayla) söylemeye başladı:

-Sizden hiç ümit etmezdim, Nurullah. Ben size hiçbir erkek arkadaşa göstermediğim samimiyeti gösterdim, sizin bunu bu kadar fena tefsir edeceğiniz aklıma bile gelmezdi!-
-Şükufe, anlamıyorum!-

-Ben şimdiye kadar kimsenin olmadım Nurullah, olsam bile şurası muhakkak ki, sana şurada burada 'Şükufe artık benim oldu demektir' dedirtecek en ufak bir harekette bulunmadım.-
-Neee!- dedim. Ağzım açık kaldı. Söz söylemek şimdi bana dehşetli güç geliyordu. Her söz bir inkâr ve bir müdafaa olacaktı. Bu kadar aşağılık bir şeyde kendimi müdafaa değil bir kelime ile -hayır- demek bile bana ağır geliyordu.

Bir dükkândan yirmi beş kuruşluk bir çorap aşırmakla itham edilsem bu kadar şaşırmaz ve kendimi küçülmüş hissetmezdim.

Bu kız hiç beklemediğim, yapabileceğine ihtimal vermediğim hareketlerle beni şaşırtıyor, budalaya çeviriyordu. Ne istiyordu? Bunu anlayamıyordum. Sahiden benim böyle bir şey söyleyeceğime inanacak kadar budala mıydı? Benimle konuşurken gözlerini kapayarak mı konuşmuştu? Buna inanmıyordum; şu halde neydi bütün bu sözlerin manası?
-Şükufe- dedim, -en aşağılık bir külhanbeyi bile mahallede yaptığı çapkınlıkları söylemeyecek kadar asalete maliktir ve kadını düşünür. Kaldı ki ortada söylenecek bir çapkınlık yoktur ve ben herhalde bir külhanbeyi kadar ruhi asalete malikimdir.

Sen bana yalnız yapmadığım muhakkak olan meselerlerden değil, yapmama bilakaydu şart (kayıtsız şartsız) imkân olmayan şeylerden bahsediyorsun. Benim tabiatım bunları yapmaya, istesem de müsait değildir! Bunları söylemek bile bana tasavvur edemeyeceğin kadar azap veriyor. Bunlara inanmanın bana doğrudan doğruya hakaret demek olduğunu anlamıyor musun?-

-İnanmak istemedim Nurullah ama... Ben çok sinirli bir kızım.

Bakın, açık söylüyorum, bana bu sözleri söyledikleri gün sizi görseydim çok fena kavga edecektim!-

Çocuk muydu bu kız sahiden? Bazen insana çok kuvvetli olarak bu hissi veriyordu.

-Arkadaşlarım bilirler- diyordu, -sizi ne kadar beğendiğimi. Sizinle arkadaş olmayı çok istemiştim...-

-Benimle arkadaş olsanız ziyan etmezdiniz! - dedim.

Güldü, ben de güldüm: -Barıştık mı?- dedim.
-Evet! - dedi.

Ellerimizi sıktık. Ayrıldım. Hala olan bitenden bir şey anlamış değildim. Yalnız hiç istemediğim ve aklıma bile gelmeyen şeylerin olduğunu biliyordum. İçerimde bu karışmanın verdiği bir... üzüntü vardı. Neden bilmem.

IX

Bu vakadan sonra kendisini belki bir ay görmedim.
Beria'yı her gün görüyordum. Hala aramızda ciddi ve kalplerimize temas eden iki kelime bile teati edilmiş değildi.

Yalnız onun yüzünü görmek, böyle bir mükâlemeye ihtiyaç bırakmayacak kadar beni tatmin ediyordu. Gözlerinden, bakışından her zaman için benimle beraber olduğunu, başkasıyla beraber olmasına imkân bulunmadığını anlıyordum. Bu da bana kâfi idi. Dehşetle romantik olduğumun farkında, fakat bundan şikâyetçi değildim.

Beria'yı görmediğim zamanlarda boyuna kitap okuyordum.

Kadınlar, erkekler, münevverler vesaire bana yalnız can sıkıntısı veriyordu ve bende artık bunları bağıra bağıra söylemek, etrafa rastgele hücumlarda bulunmak hevesi kalmamıştı.
Daha ağır, daha sakin, fakat daha düşünceli ve emin adımlarla ilerlemek lazım geldiği kanaatindeydim. Şimdiye kadar etrafa yaptığım hücum ve tenkitlerin bana zarar vermekten başka bir neticesi olmamıştı. Bu herifler kendileri gibi iki elli, iki ayaklı bir adamın sözlerini dinlemeyi nedense haysiyetlerine yediremiyorlardı. Bunları yola getirebilmek, bunlara bir şey yaptırabilmek için, iptidai kavimlerde olduğu gibi, fevkalbeşer (insanüstü) zannolunan kuvvetler lazımdı. Ben de, kafa itibariyle, onların yetişmelerine değil, anlamalarına bile imkân olmayan bir seviyeye çıkararak, gözlerine bir heyula, bir dimağ heyulası gibi görünmeye karar verdim. Kendi basit dillerinde söylenen sözlere metelik vermeyen bu adamlara ancak peygamber yalanları tesir edebilirdi.

Okuyordum. Etrafla alakamı kesmiş gibiydim. Birkaç aklı başında arkadaştan başka kimseyle mektuplaştığım bile yoktu. Şehirde konuştuklarım mahduttu. Nadiren aile toplantılarına, ara sıra sinemaya veya muallimlerin haftalık eğlentilerine gidiyordum. Marangoz Fazıl'la bazı akşamlar buluşur, şehrin yanından geçen demiryolu hizasında dolaşır yahut tenha bir yere çekilip iki üç kadeh atardık. Doğru dürüst maksadını ifadeye bile muktedir olmadığı halde sohbeti beni sıkmıyordu. Bunda derecesini bilen ve sınıfına uyan bir hal vardı. -Münevverler-de olduğu gibi derecesi ve mevkii üzerinden eğreti elbise gibi akmıyordu. Aynı zamanda teminata lüzum göstermeyen bir dostluğu gözlerinden okumak kabildi, bunu ima edecek bir tek kelime bile söylemekten çekindiği halde...
-Ne var ne yok, Fazıl?-

-Ne olsun beyefendi?-

-Yine mi beyefendi?-

-Canım, dilim alışmış işte, üstüne alınmasana sen!-

-Bu da pek fena oldu Fazıl...-

-Daha iyisi elimden gelmiyor...-

-Biraz gezelim mi?-

-Sen beni aylakçılığa alıştıracaksın!-

-Sanki iş görüyormuş gibi... Yürü şöyle tren yoluna kadar gidelim!-
-Beyimin ayakları yorulmasın?-


Ve sonra ciddi ciddi işten, güçten bahsederdik... Kibarlara pek içerliyordu. Hele bir avukat yeni evi için yaptırdığı panjurları karım beğenmedi diye dört defa geri göndermişti. Fazıl görse herifin boğazına atılacaktı: -Bari karı da bir karı olsa!- diye merhametle dudak büküyordu.

Böylece hayatım, hiç aklıma bile gelmeyen bir şekil almıştı ve ben bundan memnundum.

X

Beria'ya âşık olmadan onunla hayatımı birleştirmek kararı verdim ve bu kararı verdikten sonra ona âşık oldum yahut önceden de âşıktım da bunu ancak bu karardan sonra kendime itiraf ettim.

Muhakkak olan, bu aşkın şimdiye kadarkilere hiç benzemediği idi. Şimdiye kadar olanlar bir kasırga, dalları budakları kıran, ortalığı birbirine karıştıran ve bir müddet sonra çekilip giden bir kasırga gibiydiler. Hâlbuki bu seferki aşkım bir mevsim gibi sakin, ağır, belirsiz adımlarla gelmişti. Ve nasıl bir mevsim bu belirsiz gelişine rağmen ortalıkta hayret verecek bir değişiklik yaparsa bu aşk da beni bu tanınmayacak hallere sokmuştu ve artık çekilip gideceğe hiç benzemiyordu.

Dünyada hiçbir aşkın ebedi, hatta uzun ömürlü olmadığı muhakkaktır. Bunun aksini düşünenler başkalarını veya kendilerini aldatmaya çalışan divanelerdir.
Dünyada en tahammül edilemeyecek şey de artık âşık olmadığımız birisiyle beraber yaşamak mecburiyetidir. Şu halde âşık olduğumuz birisiyle hayatımızı birleştirmek, en hafif tabiriyle, düşüncesizliktir.

Eğer ben bu kızla buna rağmen hayatımı birleştirmek istiyorsam, bu sebepsiz değildi. Ben bu kızı gördüğüm zaman ona malik olmak, onu öpmek arzuları duymuş değildim. Yalnız bir beraberlik, hiç bitmeyecek bir beraberlik istiyordum, başka bir şey değil. Ve çok samimi olarak daha evvel de söylediğim gibi, kendisine karşı olan hissiyatımda biraz da, hatta birçok da kardeşlik vardı. Bir sevkıtabii (içgüdü) bizim birbirimize herkesten daha yakın olduğumuzu bana fısıldıyordu. Bilmediğimiz bir kuvvet her ikimizin içine müşterek bir şey koymuştu. Bunun ne olduğunu bilmiyorduk, fakat cinsi arzuların üstünde bir şey olduğu şüphesizdi.

Biliyordum ki, bu herkesinkine benzeyen aşk az bir zaman sonra yok olunca arkasında bir boşluk değil, bizi asıl birbirimize bağlayan bu ebedi anlaşmayı bırakacaktır. Biliyordum ki, biz birbirimizi bu aşk geçtikten sonra nihayetsiz bir sükûn içinde ve hiç yorulmadan daha çok seveceğiz.

Hatta bazen çok menfi düşünür, dünyevi ve adi birtakım sebeplerin (çok kere hayatımızda asıl istikameti veren bu hiç ehemmiyet vermediğimiz adi ve küçük şeylerdir) bizi birleştirmekten menedebileceğini tasavvur ederdim. Hayatın hiç mantığı olmayan cereyanı bizi başka başka istikametlere sürükleyebilirdi ve biz, bu kadar birbirimize yaklaştığımız halde, tekrar ve her zaman için ayrılabilirdik. Fakat bu bizim hayatımızdaki iştirak noktasını yok edemezdi. Mademki bir kere birbirimizi görmüştük, ne vaziyette ve nerede olursak olalım, artık unutamazdık. Artık bundan sonraki hayatımız, tekrar birbirimizi bulmak için sessiz, fakat ebedi bir didinme olurdu. Biri diğerinin yaşayabilmesi için elzem olan iki mahlûktuk biz, bunu istesek de, istemesek de...

Acaba Beria bunların farkında mıydı? Hayatın, irademizle alakası olmayan bu kanunlarına ve hükümlerine pek de vakıf olacağını zannetmiyordum. İhtimal, o, birbirimiz için ne kadar lazım olduğumuzu bilmiyor, masum ve daha çocuk olan ruhuyla benden yalnız hoşlandığını zannediyordu. Ayrılmadığımız takdirde böyle zannetmekte devam edecekti. Fakat herhangi bir kuvvet bizi ayırırsa o zaman her şeyi anlayacak, bir çölün ortasına bırakılmış küçük bir kuş yavrusu gibi kendini yalnız bulacak ve çırpınacaktı. Hayat bir kere verdiği hükümleri biz farkında olsak da, olmasak da tatbik eder ve onlara itaatle boyun eğmek lazımdır.

XI

Şükufe'yi bir ay kadar görmemiştim. Bir gün aklıma esti mekteplerine gittim.

-Niçin geldiniz Nurullah Bey, bir şey mi söyleyecektiniz?-dedi.

Suratıma bir kamçı yemiş gibi oldum. Evvelce de söylediğim gibi, bu kız en ümit edilmeyen hareketleri yaparak insanı şaşırtmak istiyordu; niçin bilmem.

-Konuşmaya geldim yahu! - dedim.

-Ben size, gelmeyiniz, dedikodu yapıyorlar, sık sık görüşmemiz doğru değil dememiş miydim? Niçin geldiniz?-

Bu kız ya tamamen kaçık yahut haddinden fazla pişkindi.

Bir kere bana artık seyrek görüşelim manasına gelebilecek bir kelime bile söylemiş değildi, ikincisi bir aydan beri kendisini ilk defa görüyordum. Beni budala yerine mi koyuyordu acaba? Yoksa kendisine herkesin inanacağı ve asla itiraz edemeyeceği kanaatinde miydi?
-Darılmayın sakın Nurullah Bey- diye tekrar başladı.

-Muhiti biliyorsunuz. Bütün kabahat onda. Yoksa sizinle arkadaşlık etmek beni her zaman memnun eder. Bana gücenmenizi asla istemem.-

Kirpiklerimin ucuna kadar kıpkırmızı kesildiğimi fark ediyordum. Ağzımın içi kurumuştu ve bir tek kelime söyleyemiyordum...

Niçin bu karşımdaki mahlûk bir erkek değildi ve niçin ben onu tokatlayamıyordum?
Bu şaşkınlığımı nasıl tefsir edeceğini tahmin ettiğim için bütün bütün kızıyordum. Fakat mademki ona bu yaptıklarının cezasını vermeye, hatta bunları yüzüne çarpmaya muktedir değildim ve mademki karşımdaki bir kadındı, şu halde, susmak, hazmetmek, aldırış etmemek lazımdı.

Gülümsemeye çalıştım. Hala kıpkırmızı olduğumu, yüzümün yanışından anlıyordum. Kim bilir ne kadar komik vaziyetteydim ve bu vaziyet karşımdakini kim bilir ne kadar eğlendiriyordu.

Tekrar gülmeye çalıştım. Bir türlü çekilip gidemiyordum.
Ben bu vaziyette sahneyi terk edecek adam değildim. Fakat başka ne vardı yapılacak?
Ne talep etmiştim bu kızdan ki onu reddediyordu?

Bana yalnız kendi kafasının içinde yaşayan roller veriyor, sonra bu hakikatmiş gibi tavırlar alıyordu. Bunlardan korunmak kudretinde bile değildim, çünkü bu acayip genç kız bütün bunları şaşırtıcı bir cüretle yapıyordu. İşi öyle şekillere döküyordu ki, yapılacak herhangi bir hareket, menfi bile olsa, onun istediği manada tefsir edilebilecekti, hatta sükût bile.
Nihayet: -Öyleyse gideyim! - dedim, sözler ağzımdan ben farkında olmadan dökülmüştü.
-Darılmadınız değil mi?- dedi. -Yine her zamanki gibi arkadaşız?-
Tebessüm ettim. İri ve biraz kabaca olan elini uzattı, sıktım ve ayrıldım.
Çıkar çıkmaz kendi kendime çatmaya başladım:

-Ne gidersin a salak! Bu kadının kendisine macera, hiç olmazsa eğlence aradığını anlayamadın mı? Bak, beğenmediğin bu kadın Nurullah'ı parmağında çevirdiğini söyleyecektir ve bunda hakkı da var. Bütün bunlar kendine fazla güvenmenin neticeleri. Neydi o mektep talebesi gibi kızarmalar. Sen diyeceksin ki, bu kadar küstahça bir cüret görülmüş şey değildir ve ben öyle şeylere mukabele etmeyecek kadar mağrurum. Fakat a sersem, senin bu gururunun nasıl anlaşılacağını hiç düşündün mü? Bu sükûtu, bu mukabele etmeyişi zillet zannedecekler ve o, senin gibi bir erkeği neredeyse ayaklarına kapanacak hallere getirdiğini düşünerek iftihar edecek. Gülüyorsun ve inanmak istemiyorsun. İnsanların bazen ne kadar budala ve aşağılık olduğunu bilmiyor gibisin be Nurullah!-

İçimde dehşetli bir can sıkıntısı ve üzüntü vardı. Kötü şeyler yapabilecek kadar kızdığımı, hiç zedelenmeye gelmeyen bir tarafıma dokunulduğunu hissediyordum.

Bu genç kız, ihtimal kudretini denemek, kadınlık gururunu beslemek için birisiyle oynamak istemişti. Fakat bunun için beni seçmekle büyük bir hataya düşmüştü.

XII

Beria da benim Şükufe ile olan ahbaplığımı duymuştu. Fakat bundan haberdar olduğunu herhangi bir şekilde ihsas etmeyecek kadar mağrur ve asildi. Hâlbuki dedikodular pek edepsizce olduğu için müteessir olmaması imkânsızdı.

Bunları tashihe, kendisine izahat vermeye imkân yoktu. Gözlerinden okuduğum dargınlık bana günlerimi zehir ediyordu. Ve halkın dahi kafası her gün yeni bir rivayet çıkarmakta devam etmekteydi.

Bilhassa bu rivayetlerin bir kısmının Şükufe'den çıktığını hissediyordum. Mesela onların mektebine de giden bir musiki muallimi bir gün, -Yahu, Allah versin- dedi. -Şükufe'nin peşini bırakmıyormuşsun.-

-Ne münasebet?-

-Hadi canım, ağız yapma, aranızda evlenmekten bile bahis geçmiş. Ne inkâr ediyorsun, bilmeyen mi var? Neyse, Allah iyi etsin...-

Bu adamın da ne demek istediğini anlamadım; dilini bilmediğim bir memlekette gibiydim bu şehirde.

Anladığım yegâne şey, hiç istemediğim, bana adeta bulantıya benzer hisler veren birtakım işlerin, etrafımda dönüp durduğu idi.

Ne istiyorlardı benden hep beraber bu adamlar ve bu karılar? Filanca filan yerde benim lehimde söylemiş! Ne münasebet!

Hepsi birden yerin dibine geçsin!

Hiç başka işleri yok muydu bu heriflerin? Benden bahsetmeye onları sevk eden neydi? Kendilerine doğrudan doğruya ne bir fenalığım, ne bir iyiliğim dokunmuştu. Onlarla hiçbir zaman ve hiçbir suretle alakadar olmuş değildim. Buna rağmen tanımadığım bir sürü herif şurada burada beni çekiştirmek veya müdafaa etmekle meşguldü. Anlamıyordum, bu adamları, bunları yapmaya sevk eden saikler nedir? Bu hareketlerinin mekanizmasını anlayamıyordum. O zamanlar insanların çok cahili idim ve bazı adamların dimağlarında, sırf fenalık yapmak için konulmuş, hususi bir cihaz bulunduğunu bilmiyordum.

O zamana kadar birisine fenalık yapmak için muhakkak bir sebep lazım geldiği kanaatindeydim. Fisebilillah (karşılık beklemeden) kötülük yapan adamlar bulunacağını, kötülüğün bazı insanlara hususi zevkler verebileceğini tasavvur edemiyordum.
Güliverin cüceler memleketine düştüğü zamankinden daha çok hayret içindeydim. Ve bana tiksinti veren bu ruh cüceleri beni de her tarafımdan sımsıkı bağlamışlardı. Kıpırdanmaya imkân yoktu.

Niçin bu adamlara mağlup oluyordum? Gayet basit. İlk zamanlarda onların silahlarını bilmiyordum. Bana o zamana kadar bilmediğim şekillerde hücum ediyorlardı. Mesela ben aklıselimi en büyük hakem tanıdığım halde, onlar bunu herhangi bir dalavereye feda etmekte tereddüt etmiyorlardı. Ve ancak menfaatlerini haleldar etmediği müddetçe namuslu idiler. İcap ettiği zaman yüzünüze karşı en hayâsızca yalanları söylemekten, en namussuzca hareketleri yapmaktan çekinmeyen bu adamlar on dakika sonra size akılların almadığı bir küstahlık ve pişkinlikle namustan, faziletten bahsederlerdi. Ve bunu gayet samimi ve tabii olarak yaparlardı. Ben bu hareketler karşısında eli kolu bağlı, hayret ve dehşetten ağzı açık bir vaziyette bakakalıyordum.

Onların bütün hareketlerinin ve muvaffakıyetlerinin içyüzünü öğrendiğim zaman bana öyle bir iğrenme hissi geldi ki, aynı silahlarla mukabele değil, kendimi müdafaa etmek bile istemedim, bu bile bana ağır göründü.

Yalnız bir gün dayanamayıp patlayacağımdan korkuyordum.

XIII

Ve nihayet günün birinde korktuğum şey oldu. Nihayet benim sabrım da tükendi, her şeyi unuttum ve o zamana kadar gizli gizli benimle uğraşanların açıktan açığa hücumlarına, av arkasında koşan bir köpek sürüsü gibi peşime düşmelerine sebep oldum. Hem de ne manasız bir vesile ile yarabbi!

Yine muallimlerin toplandığı bir gece idi ve Şükufe de oradaydı. Yalnız bir kere selamlaştık. Niyetim biraz durup gitmekti.

Yanına oturduğum arkadaşlardan biri bermutat Şükufe'yi ima ederek manalı sözler söylemeye başladı. Nedense bu akşam içimde böyle şeylere tahammül kabiliyeti yoktu, derhal surat astım ve -Sus! - dedim, -Bana bunlardan bahsetme, sinirleniyorum...-

-Hadi be- dedi, -kızın neredeyse yolunu kesecekmişsin!-

-Yaaa!!!- dedim, gidip bir kere de bütün bunları kendisinden sormak istedim.

O esnada galiba bir fokstrot çalmaya başlamıştı, gittim, Şükufe'yi davet ettim.

-Allah aşkına, şimdi yorgunum, biraz sonra! - dedi.

Bir dakika durakladım, fakat ısrar etmek beni daha feci vaziyete düşürebilirdi.
Çekildim.

Fakat kararımı vermiştim, ona bu akşam ne pahasına olursa olsun her şeyi söyleyecektim.
Bunu takip eden dansta ben daha gitmeye vakit bulamadan, başka birisiyle kalktı. Etrafımda birkaç kişinin alaycı gözlerini üzerimde hissettim.

Kati karar verenlere mahsus bir sükûnetle bekledim ve biraz sonra kendisini yine dansa davet ettim.

-Biraz sonra dedim ya Nurullah Bey! - dedi, -Bundan sonraki dansı yapalım!-

Bir müddet sabit nazarlarla yüzüne baktım, gözlerini benden çevirdi. Sallanarak uzaklaştım. Kafama şiddetli iki yumruk yemiş gibi idim. Etrafımdaki müstehzi bakışlar gitgide çoğalıyordu.

Bir müddet bir köşede oturdum, dışarı çıkıp dolaştım, tekrar içeri girerken kapıda ona rastladım. Gülmeye çalışarak:

-Hani ne oldu bizim dans?- dedim. Hala mağlubiyeti kabul etmek istemiyordum.

-Ben bu akşam sizinle dans etmeyeceğim Nurullah Bey- dedi. Derhal kafamın içinin allak bullak olduğunu hissettim.

-Bunu ilk geldiğim zaman söyleyemez miydin?- dedim.

-Maksadın beni kepaze etmek mi burada? Senin için bilmem fakat bunun benim için hiç hoş bir şey olmadığını anlamıyor musun?-

Daha ileri gitmekten kendimi menetmek için süratle döndüm ve yerime oturdum.
Hiçbir şey görmüyor, işitmiyordum. Bir aralık kulağıma Şükufe'nin sesi geldi; biraz ötede birkaç arkadaşıyla beraber oturmuş, gözleriyle beni işaret ederek:

-Efendim, zorla mı kalkacağız, bir boğazıma sarılıp sürüklemediği kaldı! - diye söyleniyordu. Ağır ağır iskemlemden kalktım. Kendimin de tanıyamadığım bir sesle ve parmağımla göstererek:

-Susturun şu kadını! - dedim. -Söyleyin şu kadına çenesini kapasın yoksa fena şeyler yapabilecek bir haldeyim.-

Ağır adımlarla çıktım, koridorda dolaşmaya başladım.

Az bir müddet sonra yanıma birisi geldi. Koluma girerek beni küçük bir odaya götürdü:

-Beyim- dedi, -giderken iade ederiz, fakat şimdilik tabancanızı bize veriniz!-

-Ne tabancası?-

-Israr etmeyiniz, içerde bir hanıma tabanca çekmişsiniz.

Bütün aileler telaş içinde. Yakışır mı bu?-

Vaziyet müsait olsa gülecektim. Yalnız:

-Hadi efendi, hadi- dedim, -ben jilet bıçağı bile taşımam; kaçırdınız mı siz?-

Bu esnada odaya birçok kimseler daha dolmuşlardı.

Odanın önü de kalabalıktı. Birtakım hanımlar vestiyerden eşyalarını alıp gidiyorlardı.
Odaya girenlerin bir kısmı yakamdan tutarak bana yaptığımın doğru olup olmadığını soruyorlar, bir kısmı ise beni himaye etmek isteyerek diğerlerini teskine çalışıyorlardı. Bütün bunlara dilim tutulmuş gibi aptal aptal bakıyordum. Nihayet ortalık sükûnet bulur gibi oldu. Davetlilerin bir kısmı söylenerek salonu terk etmişlerdi. Benim müdafilerden biri de beni koluna alarak tekrar içeri götürdü, bir iskemleye oturttu. Bir müddet sessiz sessiz oturdum, arkadaşımın yanımdan uzaklaştığı bir sırada yavaşça çıkarak vestiyerden şapkamı aldım ve savuştum.

Ertesi gün beni her gören:

-Yahu ne olmuş dün akşam?-

-Yahu ne yapmışsın dün akşam?- diye soruyordu.

Sanki gece eğlentiden çıkan herkes kapı kapı dolaşarak hadiseyi ilan etmişti.
Kulağıma öyle rivayetler geliyordu ki, gülmek mi lazım, ağlamak mı, ben de şaşırıyordum. Kimisi o akşam Şükufe'yi dövdüğümü, kimi ise benim dayak yiyerek sokağa atıldığımı söylüyordu.

Bütün şehir bu vakanın hikâyesiyle çalkalanıyordu; sokakta dolaşmak imkânsızdı. Yoldan geçen kadınlar bile beni birbirlerine gösteriyorlar, arkamdan bakıyorlardı.

Yerin dibine geçiyordum. Çırılçıplak soyularak şehrin ortasına, herkesin gözü önünde bırakılmış gibi öldürücü bir hicap duyuyordum. Çok kere ağlayacak derecelere geldim. Ne yapmıştım ben bu kadına? Ne istemişti benden? Ufak bir kaprisi için beni rezil etmekte tereddüt etmemişti. Ne kadar insanlıktan uzak mahlûklardı bu kadınlar. Onları anlamaya asla imkân yoktu. Çünkü anlaşılacak tarafları yoktu. Onlar kendileri de ne yaptıklarının farkında değillerdi ve sevkıtabiilerine tabi olarak akıllarına eseni yapıyorlardı. Onların hareketlerinde sebep ve şuur arayan bizler, böyle bir şey bulamayınca, -kadın anlaşılmaz ve derin bir mahlûktur!- diyoruz; şeytani bir kuvvetle bizim üzerimizde hüküm yürüten bu mahlûkun boş, manasız ve basit bir -yarı hayvan- olduğunu kendimize itiraf etmek istemediğimiz için...
Tabii bunların da müstesnaları olacaktı: Mesela Beria... Beria'yı bu umumi tasnife dâhil etmeye bir türlü gönlüm razı olmuyordu.

O başka bir mahlûktu; o bu toprağın malı değildi; o başka bir âlemden tesadüfen buraya düşmüş gibiydi. Etrafına o kadar az benziyordu ve onların o kadar üstünde idi ki, onu bu zavallı mahlûklarla bir tutmak günahtı.

Muhakkak ki, o da benim gibi bu dünyaya yabancı idi. Fakat daha bunları düşünüp hükmünü veremeyecek kadar küçüktü.

Ve beni korkutan da bu idi. Ya ona hakikati anlatamazsam!
Ya o da bütün bu söylenenlere inanır, kendi hakiki benliğinin değil, etrafın verdiği eğreti benliğin hükümlerine kulak verirse?

Ne yapardım ben o zaman? Bundan ötesini düşünmek bile bana korkunç geliyordu. Beria'nın da beni itham edebileceğini tasavvur etmek aklımı başımdan alıyordu. Odamda kendi kendime onunla konuşuyor, yalvarıyordum:

-Beria, oh Beria, sen bunlara inanmıyorsun değil mi? Sen bana, yalnız bana inanıyorsun! Ben sana bir tek kelime bile söylemeden bana inanıyorsun değil mi? Eğer bugünlerimde beni sen de yalnız bırakırsan ne yaparım ben o zaman? Nereye tutunabilirim? Ben etrafa ve sana gösterilmek istendiği gibi değilim.

Beni bari sen anla Beria! ..Yatağın üzerine kapanıyor, kuru gözlerle ağlıyordum...
Ayağa kalkıyor, odada aşağı yukarı dolaşıyor ve mütemadiyen onun ismini tekrar ediyordum.

XIV

Niçin onu gidip göremiyor, ona her şeyi anlatamıyordum?

Birbirimize bu kadar yakın olduğumuz halde niçin bir aile meclisinde ve bir sürü gözün altında ancak birbirimizi anladığımızı söyleyen bakışlar ve havadan sudan sözlerle iktifaya mecburduk? Niçin ben onun ellerine sarılıp ağlayarak bütün içimi dökemiyordum? Ve niçin o, ince parmaklarını yüzümde gezdirerek bana, yalnız bana inandığını söyleyemiyordu?
Gözleri, yardımsızlık içinde çırpınan güzel gözleri etrafa inanmak istemediğini bana söylüyordu. Fakat ne de olsa o daha bir çocuktu ve etraf çok kuvvetliydi. Susmak bilmeyen cehennemi bir makine gibi onun masum kulaklarının dibinde uğulduyor ve benim yaptıklarımı sayıp döküyordu. O ne kadar inanmak istemese, inanmak ona ne kadar azap verse, günün birinde çelimsiz mukavemetinin kırılacağı muhakkaktı.

Ve ben, onu hemen her gün gördüğüm halde kendisine asıl bize, bizim ikimize ve bizim ikimizin hayatlarına taalluk eden meselelerden bahsedemezdim, buna -muhit müsait değildi!-Etrafın keskin ve hain gözü bizim üzerimizdeydi.

Çenelerin yorulmak bilmeyen insafsız makinesi hiç durmadan işliyor ve bana bulunduğum yeri cehennem ediyordu. Bir köpek sürüsü tarafından kovalanarak bir köşeye sıkıştırılmış ve etrafı sarılmış bir geyik gibi şaşkın, meyus, fakat mağrur ve çetin, kendimi müdafaaya çalışıyordum. Uzaktan yaptıkları hücumlarla iktifa etmeyerek bana daha çok sokulmak isteyen ve dişlerini gösterenleri şiddetli, fakat ümitsiz darbelerle kendimden uzaklaştırıyordum. Lakin onlar biraz sonra tekrar ve daha kuvvetli hücuma geçiyorlardı.
Şükufe'nin evine sık sık devam eden birtakım nüfuzlu ve yüksek zevat bile işe burunlarını sokarak daha yüksek makamlara kadar bu meselenin aksetmesine sebep oldular. Tomar tomar kâğıtlar gitti, geldi. Bana resmen sualler soruldu. Raporlar verildi ve fezlekeler yapıldı. -Mumaileyhin tabanca çektiği tespit edilememişse de, nahoş bir hadiseye sebebiyet verdiği muhakkak olduğundan...- gibi cümlelerle devam eden evrak kaleme alındı. Ve bütün bunlar dakikası dakikasına şehre yayıldı.

Bu kadar gürültünün arkasından hiçbir şey çıkmayacağını biliyordum, bu işgüzarlıklar, bu yaranmalar, bu kerataya haddini bildirmeliler herhalde döne dolaşa aklı başında bir yere de uğrayacak ve orada anlayışlı bir tebessüm doğurduktan sonra kapanıp gidecekti. Birdenbire ortaya çıkan siyasi cürümlerimin de pek ipe sapa gelir tarafı yoktu. O zamana kadar söylediğim laflarda, bütün gayretlerine rağmen, kanuni bir cürüm bulamıyorlardı. Fakat tekrar elde edilmesi mümkün olmayan bir şeyi kaybetmiştim: En nihayet Beria'yı, Beria'nın kalbini benden uzaklaştırmalardı. Şimdi kendisini gördüğüm zaman başını çeviriyor, suallerime soğuk ve kısa cevaplar veriyordu. Birkaç kere bunu tekrar düzeltebilmek için mümkün olan şeyleri yaptım. Şaka edecek oldum, daima soğuk ve hareketsiz kaldı. Anladım ki, artık onun gözünde de ben maceraperest bir serseri idim. Ve bu darbe, bana hepsinden daha ağır geldi. Kendimi buna tahammül edebilecek kadar kuvvetli bulmadım. Dimağım o zamana kadar görmediğim bir perişanlığa, bir atalete düşmüştü. Ağlamak bile elimden gelmiyordu. Aptal bakışlarla ve ne istediğimi bilmeyerek dolaşıyordum. Bir gün odamda aynaya baktığım zaman tanınmayacak kadar değişmiş olduğumu gördüm: Gözlerim içeri kaçmış, derim sarı ve kirli bir renk almış, sakallarım uzamıştı. Aynadaki hayalime karşı acı acı güldüm, o da bana güldü.

Birkaç gün sonra eşyamı marangoz Fazıl'a, kitaplarımı mektebe hediye ederek İstanbul'a hareket ettim. İstasyona yalnız Fazıl gelmişti, tren kalkıncaya kadar bir tek kelime konuşmadık; yalnız son kampana çaldığı zaman, birbirimizin boynuna sarıldık. Ayrılınca Fazıl'ın gözlerinin yaş içinde olduğunu gördüm. Demek ki bu şehirde beni seven hiç olmazsa bir kişi vardı...

Bir Kadın Dalaveresi, Yeni Anadolu Gaz., 08.05.1932-21.06.1932

 

İLGİLİ İÇERİK

SABAHATTİN ALİ KİMDİR?

FİRAR - SABAHATTİN ALİ

KAĞNI - SABAHATTİN ALİ

İKİ KADIN - SABAHATTİN ALİ

HAPİSHANE ŞARKISI 1 - SABAHATTİN ALİ

EY GÖNÜL - SABAHATTİN ALİ

SABAHATTİN ALİ HAYATI ve ESERLERİ

SIRÇA KÖŞK - SABAHATTİN ALİ

VİYOLONSEL - SABAHATTİN ALİ

KIRLANGIÇLAR - SABAHATTİN ALİ

KURTARILAMAYAN ŞAHESER - SABAHATTİN ALİ

DEĞİRMEN - SABAHATTİN ALİ

BİR SİYAH FANİLA İÇİN - SABAHATTİN ALİ

$
0
0

BİR SİYAH FANİLA İÇİN - SABAHATTİN ALİ

Kadıköy vapuru bir lodos dalgası gibi şiddetle çarparak köprüye yanaştı. Evvela bir iki cesaretli kendini iskeleye fırlattı. Arkasından sarsıntıyla çözülüp içindekiler dağılan bir kırpıntı bohçası gibi alacalı bulacalı bir kalabalık söküldü.

Kısa lacivert etek, beyaz bere giymiş, uzun burunlu, gözlüklü, elindeki çantasından mektepli, hatta darülfünunlu olduğu anlaşılan bir hanım kız İstanbul tarafına yürüdü. Tam Ada iskelesinin yanından geçerken kulağının dibinde birisi bağırdı:

“Boyyalıııım! Ayna gibi... Küçük hanım tozunu alalım!”

Mektepli kız tozdan beyazlaşan iskarpinlerine baktı, o tarafa yürüdü, sildirdi.
Sandığın üstüne bir yüzlük atıp giderken boyacı arkasından seslendi:
“Güzin Hanım! Beni tanımadınız mı?”

Güzin Hanım hayretle döndü. Bu eski püskü elbiseli, siyah fanilalı, ince kumral bıyıklı külhanbeyini süzdü. Evet, gözleri yabancı değildi, ama ne münasebet! Şiddetle başını salladı:

“Hayır!”

Öteki güldü: “Azıcık gelir misiniz?” dedi.

Güzin Hanım istemeyerek yaklaştı: “Tanıyamadım dedim ya!”

“Düşünün bakalım! O kadar uzak değil canım... Söyle bir sene evvel... Ömer... Mülkiyeli Ömer!”

“Ömer! Sahi sen misin?” “Ha bileydin şunu!” “Fakat bu ne hal?”

“İşte böyle Güzin abla, boyacılık yapıyoruz!” Öteki hala inanamıyor gibiydi.

“Hani seni bir yere kaymakam yapmışlardı ya? Neydi oranın ismi? Tuhaf bir şey canım... Adana mıydı?”

“Adana kaymakamlık değildir!”

“Peki, nasıl oldu bu? Anlatsana!”

“Tuhafsın be Güzin! Burada olur mu? Dur yahut gel şuraya girelim!”

Beraber yürüdüler, Ada iskelesinin ikinci mevki bekleme salonuna girdiler... Tahta kanepelerden birine yan yana oturdular.

Ara sıra kapıdan uzanıp bakanlar, sandığını yanına koymuş genç bir boyacıyla gözlüklü bir mektepli kızın hararetle konuştuğunu görüyorlar, acayip acayip başlarını sallayarak çekiliyorlardı.

Erenköy'üne gidiyormuş kadar basit ve üzüntüsüz, İstanbul'dan ayrıldım. Öyle Pendik'i geçince içime bir gariplik falan da çökmedi; gittiğim kazayı, staj gördüğüm vilayetin ufak bir numunesi gibi tahayyül ediyor, “İki sene oturmaktan ne çıkar?” diyordum, “İnsan pişkinleşir, hayatı anlar!”

Kasaba, istasyona üç saat uzaktaydı. Ancak gece yarısı gelebilen köhne forda binerken şoför: “Yollar bozukçadır beyim” dedi, “birkaç yerde ineceğiz!” Bu laf biraz zihnimi bulandırdı. Yarım saat ancak gitmiştik, birden durduk.

“Yolu kaybettik!” dediler.

“Şose yok mu?” “Var ama tamir ediliyor, otomobil geçmez!” “Ne yapacağız?” “Yolu arayacağız!”

Gece zindan gibiydi. Otomobil karanlık bir odaya kapatılmış bir kedi gibi alevden gözleriyle dört tarafa atılıyor, duruyor, geriye dönerek tekrar koşuyordu. Ova düzdü. Zulmet (karanlık) göz alabildiği kadar uzuyordu. Tam iki saat böyle kah otomobille, kah inerek fenerle dolaştık. Nihayet yol dedikleri birkaç araba izini bulabildik.

Sallana sallana yarım saat daha gitmiştik, arabamız gene durdu:

“İneceksiniz beyim!

İndik, önümüzde yaya çıkılması bile güç bir yokuş vardı.

Kısa fakat dik bir yokuş. Otomobil evvela geriledi. Sonra avına atılan bir tazı gibi şiddetle fırladı. Bu hız onu ancak yarıya kadar çıkarabildi. Artık canlı bir mahlûk gibi soluyor, homurdanıyor, lakin bir adım ileri gidemiyordu. Döndü, yokuşa arkasını verdi; böyle çıkmak istedi... Ama yalnız bir iki adım fazla yürüdü. Şoför kan ter içinde iniyor, artık isyan eden motorun kolunu çeviriyor, arkadan dayanıyor, bu esnada küfürlerin de binini bir paraya savuruyordu. Nihayet bizim de yardımımızla makine yokuşun başını buldu.

Bu şekilde birkaç kere daha inip bindikten sonra hızlı hızlı sarsılmamızdan kasabanın kaldırımlarına geldiğimizi anladım.

Güneş uzaktaki dağların arkasında kollarını gererek uyanırken ben belediye reisinin evinde yumuşak bir yer yatağında uykuya sarılıyordum...

Birkaç hafta zarfında şehri ve civarını gezdim. Ahalisini gözden geçirdim.

Hayatımda bu kadar inkisara uğrayacağımı tasavvur edemezdim.

Memleketin bende bıraktığı yegâne intiba basitlik oldu. Burada tabiat basit, muhit basit, halk basit, hulasa her şey basitti...

Benim gibi karmakarışık ruhlu bir adamın böyle yerlerde ne hale gireceğini tasavvur et.
Ahali manasız ve fesattı.

Bilir misin Güzin, bambu bastonlar olur, ben onları çok severim; çünkü bünyelerinde değişiklik vardır, düz değildirler...

Bir de hezaren bastonlar vardır: Bunlar düz olmakla beraber ağaçları asildir, temizdir, onun için iyidirler.

Bazen kavak ağacından da baston yaparlar... Düşün ne berbat şeydir bunlar! Düz, basit, sonra da nevileri adi.

Hadi bunlara da saf oldukları için tahammül edilebileceğini farz et! Ya içleri de kurtlu olursa? İşte burada halk adi, alelade ve çürük ruhluydu.

Anadolu'da işsizliğin doğurduğu yegâne iş olan dedikodu, almış yürümüştü. Mektep muallimi hususi muhasebe memurunu, tapucu müddeiumumiyi (savcıyı), malmüdürü şube reisini çekiştirir, on dakika sonra da kahvede beraberce tavla oynayıp garson kızlara sarkıntılık etmekten sıkılmazdı.

İlk mektep müdürü müfettiş olmak için çalışırdı, çünkü alacağı harcırahlarla, çalgılı kahve kızları uğruna girdiği borçları ödeyecekti...

Belediye reisi mebus olmak için faaliyet gösterirdi, çünkü şimdi diş geçiremediklerinin o zaman tepesine binecek, ahbaplarına caka satacaktı...

Tabiatta da hiç değişiklik yoktu... Oh... O birbiri arkasına uzanan nihayetsiz sıra dağlar! Gerçi kasabanın karşısında ”herkesin ilk vesilede methini yaptığı” bir çamlık vardı, güzeldi, ama buraya yakışmıyordu. Bu esmer dağların ortasında, kirli bir bakkal önlüğüne yamanmış yeşil kadifeyi andırıyordu.

Dağların üstünde ne bir ağaç, ne iri bir kaya vardı. Yalnız ufak ufak çakıllar... Hani şose yollarına dökerler, en büyüğü yumruk kadar taşlar olur ya, sanki onları almışlar, avuç avuç serpmişler... Neye benziyordu biliyor musun? Zımpara kağıdına; ömrümüzü, zevklerimizi törpüleyecek bir zımpara kağıdına...

Köyler, bilmem neden, dağ köşelerine, çukur vadilere yapılmıştı. Kireçli, beyaz dağların dibine sığınan bu mamureler (bayındır, insan bulunan yer) insana cibinlik köşelerindeki tahtakurusu yuvalarını hatırlatıyordu.

“Konuşacak, dert yanacak bir adam!” diye kendi kendime haykırdım...
Yoktu... Malumat sahibi, derin, muğlak bir kimseye rast gelmek mümkün değildi.
Müthiş surette yalnız kaldığımı hissettim. Ah! Bilhassa bu kadar kalabalığın içinde yalnızlık ne acı oluyor yarabbi!

İstanbul hasreti beni fena halde sardı. Evleri, sokakları, denizleri, insanları gözümden gitmiyordu. Aksaray'da karpuz satan bir külhanbeyi, bana bu Orta Anadolu kazasının en yüksek memurundan daha cana yakın, daha tabii, daha konuşulur geliyordu.
Bir gün İstanbul'a gönderilen bir tahriratı (yazıyı) imzalatmaya getirdikleri zaman:
“Ah!” dedim, “Şu mübarek yerin ismini yazmak bile tatlı!”

Yerli kâtibin yanında yaptığım bu hafifliğe sonra kendim de kızdım.

Her şeyi bırakarak buraya gelmek isteyince, karşıma istikbal hülyalarım, mektepte muhayyilemin süsleyip püsleyerek kafama yerleştirdiği tasavvurlarım çıkıyordu. Ama öyle bir hale geldim ki, çıldıracaktım. Düşünüyordum: Gidersem istikbalimi kaybedecektim, fakat durursam aklımı... Yalnız kaldığım günlerde benim yegâne dostum olan aklımı... Her şeyden fazla sevip beğendiğim akılcağızımı!

Ne kuvvetliymişim ki; bir siyah fanila bana oradan ayrılmak çılgınlığını yaptıracak tahassüsleri (duyguları) verinceye kadar tahammül ettim.

Kış gelmiş; kar, yerli tabirle, güdük devenin kuyruğuna çıkmıştı. İstanbul'unki onun yanında konfetidir. Orada kar her yerdeki gibi yumuşak, tatlı değil; dolu gibi iri, yerleri tekmeler gibi sert yağar, biraz sonra da rüzgâr onları alarak çöl kumları gibi yüzünüze fırlatırdı... Güneşi bulutların arasından alay eder gibi dilini çıkardığı zaman görebilirdik...

Bir sabah uyanınca gene kar yağmakta olduğunu gördüm.

Hava bazen önümüzdeki camii göstermeyecek kadar bulanıyor, bazen da ta uzaklardaki dağlar bile görünüyordu. Sanki tabiat büyük bir sinema makinesini net yapmaktaydı... Karşımızdaki çamlığa yakın karlar, aktörlerin beyazlatmak için saçlarına serptikleri pudraları andırıyordu.

Titreye titreye kalktım. Ceketi omuzuma atarak yüzümü yıkamaya gittim...
Gelip aynanın karşısına geçince, tanımadığım birisi bana baktı... Şaşırdım. Aynada ince bıyıklı, siyah fanilalı, ceketi omuzunda bir külhanbeyi duruyordu. Bu... Bu... Bendim, yeni bırakmaya başladığım bıyıklarım, dağınık saçlarım, aba ceketimle bendim... Ama sırtımdaki siyah fanila? Nereden gelmişti bu? Bu bıçkın fanilasını ne zaman giymiştim?

Zihnimde bir şimşek çaktı: Dün bir kutu fanila alarak eve yollamıştım, demek içlerinde bir tane de siyah varmış; ben de gece çamaşır değiştirirken farkında olmadan giymişim!
Birden değiştiğimi hissettim... O kadar süratle değişmiştim ki, eski benliğimle yeni benliğim arasındaki ayırıcı çizgiyi elimle tutabileceğimi zannediyordum...

Aynadaki adam gözleriyle bana şöyle diyordu: “Gafil! Burada seni sıkan, halk, muhit değil kendi mevkiindir; sen efendi olmak kabiliyetinde değilsin... Sen nizam, kanun gibi kayıtlara tabi olamayacak kadar serserisin... Muayyen bir daire, muayyen bir ikametgâh seni sıkar, sana her gün değişen bir iş, her gece değişen bir yatak lazımdır... Ne yazık ki bunları daha şimdi anlayabiliyorsun... Artık yapacağın, mukadderin olan yaşayışa avdettir. Bunun için de evvela başından melon şapkayı, sırtından kolalı gömleği çıkarmalı, siyah fanilanla tam bir uçarı olmalısın... Göreceksin ki hayatın zevki değişikliktedir... Ama öyle elbise değiştirir kadar basit olanlarında değil, hayatına yeni bir istikamet verecek kadar büyük tenevvülerde (çeşitliliklerde)...

Bundan sonra aç kalmayı spor, dayak yemeyi eğlence bilecek, kendinden kuvvetli olanlara aktör, kendinden zayıf olanlara hâkim, enayilere karşı insafsız olacaksın... Bilmelisin ki, yaptıkların zekânın hamakata (aptallığa) galebesinden ibarettir... Artık hayatının sahifelerinden yeisi, bedbinliği, kederi sil, çünkü kuvvetli bir kafanın sevince çeviremeyeceği ıstırap yoktur... Hadi...

Düşünme... İstanbul'a dön... Kendi hayatına dön!”

Aynadaki adam sustu. Dikkat ettim, eski kaymakama hiç benzemiyordu. Vücudunda bir kıvraklık, gözlerinde hayatı anlayan bir parıltı vardı...

Bu adam saçlarını tarar, kollarını gerdiği zaman fanilasının altında şişkin memeleri belirirse çok güzel olacaktı... Siyah elbiselerine aykırı düşen bıyıkları bile, şimdi dudaklarını tatlı tatlı gölgelendirmeye başlamıştı.

İki gün sonra İstanbul'daydım. Tasavvur ettiğim hayata kavuştum. Bana vatanperverlikten, oraların tenvire (aydınlığa, aydınlatılmaya) ihtiyacından bahsetme! Söyleyeceklerin doğrudur, lakin “burada sesini alçalttı” lakin bizim için, yani benim içinde yetiştiğim gençlik için, memleket muhabbeti bir fantezi, feragat lügatten silinen bir kelime, hodbinlik en makul seciyedir.

Benim başkalarından farkım; samimiyetim, düşüncelerimi açıkça söyleyip yapmamdır.
Adaaam sen de, işte aç kaldığım yok. Ara sıra ahbaplara da rastlıyorum, beni davet ediyorlar, gülüp eğleniyoruz. Ama bazıları yol göstermeye, nasihat etmeye kalkıyorlar ki, gece yarısı evlerini bırakıp kaçtığım oluyor.

Yavaşça ellerini uzatarak sandığın kayışını yakaladı.

“Uzun konuştuk, Güzin! “ dedi, “Canını sıktım. Ara sıra geçerken uğrarsan hem boyarız, hem de bir iki laf atarız... Bana müsaade...”

Kutusunu afili bir tavırla omuzuna vurarak yürüdü. Güzin Hanım arkasından baktı, baktı, sonra dudaklarını bükerek o da yürümeye başladı. Ve bir parça uzaklaştıktan sonra yavaşça mırıldandı: ”Kaçık!”

1927

İLGİLİ İÇERİK

SABAHATTİN ALİ KİMDİR?

FİRAR - SABAHATTİN ALİ

KAĞNI - SABAHATTİN ALİ

İKİ KADIN - SABAHATTİN ALİ

HAPİSHANE ŞARKISI 1 - SABAHATTİN ALİ

EY GÖNÜL - SABAHATTİN ALİ

SABAHATTİN ALİ HAYATI ve ESERLERİ

SIRÇA KÖŞK - SABAHATTİN ALİ

VİYOLONSEL - SABAHATTİN ALİ

KIRLANGIÇLAR - SABAHATTİN ALİ

KURTARILAMAYAN ŞAHESER - SABAHATTİN ALİ

DEĞİRMEN - SABAHATTİN ALİ

Viewing all 155 articles
Browse latest View live