Quantcast
Channel: HİKAYELER / KISA ÖYKÜLER - Edebiyat Meraklılarının Sitesi
Viewing all 155 articles
Browse latest View live

BOZ EŞEK - REFİK HALİD KARAY

$
0
0

BOZ EŞEK

Irmaktan su taşıyan çocuklar dağ yolunda bir ihtiyar adamın yattığını haber verdiler. Bir boz eşek de, başıboş, oralarda dolaşıyordu. Hüsmen Hoca:

— Varıp bakalım, dedi.

Akşam yakındı, îki derenin birleştiği bu batak, çukur, sıtmalı araziye çeltiklerden kalkan kokulu, ağır bir duman yayılıyordu; gövdeleri yarılmış, yanmış beş on yaşlı, cansız söğüt arkasında, güneş bulanık bir ışık bırakarak arkların durgun sularını yer yer parlatıyordu. Bu aydınlık parçalar, kül renkli, rutubetli ova ortasında bulutlu göğün yarıklarına benziyor; yavaş yavaş bulanıyor, sönüyor, örtülüyordu.

Üç köylü, arızalı, çamurlu bir patikadan ağır ağır, birbiri arkasından çıkıyorlardı; içlerinden biri, sakalı bir at gibi, fena fena öksürüyordu.

Evvelâ boz merkebi gördüler. Fundaların ortasında, tozlu, topraklı bir yer bulmuş, galiba bir çok tepinmiş, yatmış, oynamış, şimdi, memnun bir eda ile yan gelip oturuyor, batan güneşi kayıtsızca seyrediyordu.

Hoca:

— Hadi nerdesin yolcu! diye seslendi.
Ötede, arkasını kuru bir ahlata dayamış, ihtiyar, mecalsiz bir adam, sık sık soluyor, gelenlere fersiz gözleriyle bakıyor, elleriyle göğsünü göstererek işaretler ediyordu. “Nen var? Ne oldun dayı?” suallerine sesten ziyade nefese, soluğa benzeyen üfürüklü bir hırıltıyla anlaşılmayan cevaplar veriyordu.

Köylüler, ölüyor sanarak çömelmişler, bekleşiyorlardı. Lâkin hasta iyileşiyor, canlanıyordu. Abanî sarıklı, mor cübbeli, fukara kılıklı bir ihtiyardı. Sert, kır bir sakalın örttüğü çehreden meydanda duran kısmı, sıcak ovaların güneşiyle kavrulmuş, buruşuklar, kıvrımlar içinde kalmıştı. Sarkık, şiş kapaklarının altında beyaza yakın açık mavi, ufacık gözleri vardı ki, insana bir çocuk bakışiyle dimdik bakıyordu. Yavaş yavaş bu çehreye bir renk, bu gözlere bir fer geliyordu. Aynı vaziyette, sırtı ahlata dayalı, ölgün sadasıyle bir şeyler söylüyor, galiba uzaklardan geldiğini, uzaklara gideceğini anlatıyordu.

Hüsmen Hoca'nın: “Odaya götürün, yatsın!” teklifi üzerine yardım edip, eşeğe bindirdiler, iki tarafından tutarak, düşmesine meydan vermiyorlar, taşlar, topraklar kaydırarak, bin zorlukla iniyorlardı.

Güneş gitmiş, arklardaki sular parlamaz olmuştu. Etrafı kapatan dik, sivri dağlar duman ve bulut sarılı kocaman başlarını birbirine dayayarak çoktan uykuya varmışlardı. Köy, kayaların kat kat gölgelerine gömülü, ne pencerelerinde bir ziya, ne yollarında bir ses, karanlıkta bekliyordu.

Gelenlerin şamatası üzerine kapılardan tek tuk çehreler uzandı. Ahırlarda inekler böğürdü. Hüsmen bağırıyor:

— Nerdesiniz be! Hele çıkın, misafir geldi! diye haber veriyordu.
Şimdi, ellerindeki çıralarla her taraftan beyaz bez donlu bir çok insanlar çıkıyor, duman ve ışıktan mürekkep bir hâle içinde, karanlık köşelere aydınlıklar dağıtarak, gübre yığınlarında hâreler koşturarak şaşkın şaşkın misafir odasına doğru geliyorlardı.

Burası, en yakın kasabaya iki gün uzakta, Anadolu'nun çıplak, yolsuz, viran, bir köyü idi. Bir vilâyetten diğerine geçen arabasız yolcular, bazan, havalar çok kurak gidip Kızılırmak geçit verirse, şoseyi bırakırlar ve kestirmeden bu köye uğrayarak iki gün yol kazanırlardı, işte, senede bu vesile ile beş on kişi, beş on fakir, böyle hüzünlü bir saatte, yorgun argın gelir, kapılarını vururdu. O zaman muhtar Hüsmen köylülerden ikram kimin sırası ise ona haber gönderir, kendisi de, ocağında, yaz kış, sönmemecesine çıra kütükleri alevlenen misafir odasına yolcuyu yerleştirirdi. Köy, dünya ahvalini bu gelip geçici, cahil insanların getirdikleri yalan yanlış haberlerle öğrenirdi.

Hasta sakinleşti.

— Göğüs, diyordu. Böyle, ikide bir tutar.

Köylülerden biri ocağın çengeline bir bakraç asmıştı. Çıraların alevi vurmuş, içindeki, bir sabun köpüğü gibi rengârenk kabarıyordu. indirdiler; ihtiyara bir tas verdiler. Üfüre üfüre zevkle içiyordu. Süt henüz bitmişti ki, inatçı bir hıçkırık tuttu. Bütün vücudunu sarsıyordu. O, her sarsıntıda bir “Elhamdülillah!” diyordu. Köylüler, tâ karşısına bağdaş kurmuşlar, konuşmaya fırsat arayarak bekliyorlardı; gençler kapı önünde, ayakta dizilmişler, uyku isteyen gözleri küçülmüş, bu sessiz, mariz misafirden bir şey anlamıyorlardı.

Hıçkırık kesilmiyor, bilâkis, sıklaşıyor, sertleşiyordu. Hasta bir aralık elleriyle; “Gelin, yaklaşın!” diye işaret etti. Hüsmen önde, diğer ihtiyarlar arkada etrafını aldılar. Gençler, merak içinde, fakat yaklaşmaya cesaret edemeyerek kapıda duruyorlardı; galiba yolcu zorlukla bir iş anlatıyordu. Belki de vasiyet ediyordu. Hüsmen'in ikide bir de:

— Merak etme, gönlünü ferah tut, biz bakarız! dediğini duyuyorlardı.
Birden, ihtiyarlar yere, mindere eğildiler. Sonra sessiz kalktılar.

Hüsmen:

— Hakka kavuştu! diye mırıldandı.
Ocakta kütüklerden biri çarpıldı, keskin bir aydınlıkla ölünün yüzünü parlattı, söndü. Dışarda bir inek uzun uzun böğürüyordu.

Yolcu, son arzusunu anlatmaya vakit bulmuştu. Kemerinde dizili sekiz altını ile boz merkebi Hicaz'a vakfediyordu.

Mezarlıktan dönen köylüler, ellerinde kalan bu liralarla merkebi ne yapacaklarını, bu emri nasıl yerine getireceklerini kestiremiyorlar, asmanın altında birleşip söyleşiyorlardı. Nihayet, bir defa kazaya varıp hâkimden danışmaya karar verdiler. Hafta içinde Hüsmen merkebi yanma alıp yola çıkacaktı.

Hayvan, bir ehemmiyet kesbetmişti: önüne bol yem dökülüyor, mısır sapları yığılıyordu. Köylüler sık sık hatırlıyorlar: “Boz eşek suya götürüldü mü? Arpası döküldü mü?” diye birbirlerinden soruyorlardı.

Bir sabah Hüsmen Hoca'yı alaca karanlıkta hep birden değirmenin önüne kadar götürdüler, selametlediler. Boz eşek, Hoca'nın merkebine bağlı, kuyruğunu oynatarak ferah, yüksüz, arkada gidiyor; yeni doğan sırma telli bir güneş, palanının soluk keçesini kadife gibi parlatıyordu.
Bu, ne uzun, ne can sıkıcı bir yoldu. Durgun sulardan fışkırmış pirinç başakları ile arklar boyunca giden kamışların yeşilliği yamaçlar ardında görünmez olunca kurak, düz bir toprak, iki gün hiçbir köye, hiçbir değirmene, hattâ iki cılız söğüdün gölgelediği bir su başına bile uğramadan, ıssız, kavruk, devam edip gidiyordu. Sonra dik kayalı bir yokuş, korkunç bir boğaz aşılıyor, tepesine yaklaştıkça serin bir rüzgâr-la beraber lâtif bir manzara başlıyordu. Kısa bir kılıç sırtı gibi parlayan ince bir dere ayvalıklar, elmalıklar ortasında, yemyeşil, sulak ve feyizli, göze görünüyordu; telgraf direklerinin sıralandığı beyaz düz bir şose kıvrıla kıvrıla dönerek dağlara tırmanıyordu.

Hüsmen, handa geçirdiği gecenin sabahı, erkenden hükümete yollandı.

Minimini kasabanın balkonlu, kuleli, gazinoya benzeyen kocaman bir konağı vardı. Lâkin ikmal edilmemişti. Sıvanmayan kerpiç duvarlar yer yer açılmış, kumrulara yuva olmuştu. Üst kat penceresiz, sıvasızdı. Tahta örtülerle kapatılmıştı. Kenarda battal bir kireç ocağı, biraz ötesinde de amelenin çalıştığı zamandan kalma bir sundurma, elan öyle haliyle duruyordu. Bina çoktan haraplaşmıştı.

Ceketsiz, kalpaksız bir jandarma çavuşu ne istediğini sordu. Hoca tâ baştan, ırmaktan su taşıyan çocukların gelip nasıl haber verdiklerinden tutturarak anlatıyordu. Hikâyesi daha yarıyı bulmadan karşısındaki uzaklaşmış, derede yüzen ördeklere ekmek atıyor, köşede çardağın altında nargilesini höpürdeten bir sakallıya:
— Ne o, Hoca efendi, sabah keyfi ini? diye sesleniyordu.

Kadının izinle İstanbul'a gittiğini öğrenen Hüsmen, bir defa da kaymakama işi anlatmak istedi. Kunduralarını kapıda çıkarıp, parmaklarını meydanda bırakan yırtık çoraplı ayakları ile, çekine çekine, elleri karnında yürüdü, hikâyeye başladı.

Kaymakam, arkasında çividi dalgalanmış bir keten ceket, bıyıklan boyalı, dişsiz, hımhım bir adamdı, işin tamamını dinlemek tahammülünü göstermeden:

— Çağırın çavuşu! diye seslendi:

Beş gündür, Hüsmen Hoca, önüne gelen adama derdini anlatarak, kasabada dolaşıyordu. Jandarma çavuşu ne merkebi alıyor, ne de kendisini bırakıyordu. Nihayet haline acıyan biri çıktı:

— Gitsin de, iki hafta sonra gelir; işi kadıya bırakalım! dedi, kandırdı.

Zaten buranın kadısı namlıydı. Kabak Kadı derlerdi. Her işi halleder, her kördüğümü çözerdi. Arkasına turuncu bir maşlah giyerek, kırmızı şemsiyesiyle çarşıdan bir geçişi, kocaman gövdesini tutarak olur olmaz şeylere bir gülüşü vardı ki, halk bayılırdı!

Aynı yollardan, aynı halde boz merkep terkiye bağlı, döndüler. Hüsmen Hocanın ve iyi beslenmesi icap eden eşeğin boğazına orada, katığın ve arpanın pahalı olduğu kazada hayli masraf edilmişti. Meclis kuran köylüler bunu; “Mübarek yere bağlı, bakmak borcumuz!” diye çok görmediler. Hüsmen de yorgunluğundan şikâyet etmiyor, Hak uğrunda çalışmak ona yol mihnetlerini unutturuyordu.

Lâkin ikinci seferin haftasında, yine merkep ardında dönmeğe mecbur oldu. Kadı henüz gelmemişti; jandarma çavuşu, Hoca'ya çıkışmış:

— Hödük herif, acelen ne? demişti. Köylüler, vakfedilmiş bir hayvanın işte kullanılıp kullanıl-mayacağında şüphe ediyorlar, boz eşeğe ilişmiyorlardı.

Üçüncü yolculuğun avdeti, yine öyle, merkep arkada, oldu. Uzaktan, keskin gözüyle biri boz eşeğin geri geldiğini görmüş, köye yaymıştı. Halk şimdi şaşırmış, merakla bekliyordu. Hüsmen daha inmeden ferah bir şada ile:

— Ne ettik be, şahit götürecektik! diye bir hamlede meseleyi anlattı.

“Sahi, nasıl düşünmemişlerdi? Ziyanı yok, merkebi kadı kabul edecek, hüccetini yazacaktı ya, haftaya üç kişi giderler, icap ederse yemin de ederlerdi...”

Boz eşek, arasıra yaptığı yüksüz seyahatlere karşı, önüne dökülen bol yemden yiye yiye semiriyor, hırçınlaşıyordu. Böyle iki buçuk ay geçmişti.

Nihayet son sefer hazırlandı. Değirmenin önünde selâmetlenirken yeni doğan güneş bu küçük kafilenin kaldırdığı tozları parlatıyor, yaldızlı bir bulut içinde yokuşu tırmanan köylüler geride kalanlara sanki yükseliyor, göklere kalkıyor gibi görünüyordu.

Boz eşek bir daha dönmedi. Köy halkı, yazılan hüccetlere, basılan mühürlere bakarak merkebin ikramlar göre göre, yavaş yavaş, yüksüz ve eziyetsiz tâ Hicaz'a kadar gideceğine, orada Zemzem taşıyacağına inanmışlardı. Hattâ Küsmen, bir gece rüyasında eşeğin palanını yeşil bir kadifeyle kaplı görmüş, itikadı pekleşmişti.
Zaten, hepsi, vazifelerini yapmaktan mütevellit bir sevinçle sık sık merkebin lâfını ediyorlar, ahırda, kendi kendine kalınca, iki tarafa başını sallayıp zikre başladığını anlatıyorlar, birbirlerini kandırıyorlardı.

Lâkin vakanın yılında, kasabaya pirincini satmaya giden Küsmen Hoca aptallaşmış gibi dönmüştü. Pazar yerinin tam kalabalık zamanında uzaktan bir “Savulun değmesin!” nidası duymuş, halk ikiye ayrılmış ve Kabak Kadı, altında boz merkep, arkasında mahut turuncu maşlah, iri gövdesini sarsan bir süratle etrafa selâmlar dağıtarak geçip gitmişti.

REFİK HALİD KARAY
(Memleket Hikâyeleri, 1940)


BACAYI İNDİR, BACAYI KALDIR - SADRİ ERTEM

$
0
0

BACAYI İNDİR, BACAYI KALDIR

Bir toz duman… Çıplak insan ayaklarının ve nalsız hayvan izlerinin sıralandığı yollardan gürüldeye homurdana bir otomobil geçiyor.

Uzaktan besli, dolgun gövdeli köpeklerin sesleri camları gıcırdattı:

— Hovv… hov… hov…

Bu, sivri bir diş gibi Maden Ocakları Müdürünün etine saplandı. Müdür yüzünü buruşturdu. Kulakları dikildi.

Siz diyeceksiniz ki bir adam köpek sesi duyunca ne olur?

Bu, benim için, sizin için böyledir. Bir şey olmaz. Köy köpeklerinin gürültüsü bizlere nihayet yabancılığımızı hatırlatır. Bu bir yabancıya karşı gösterilen hayretin ilk belirtisi ve yalnızlığın ilk işaretidir. Eğer biraz daha hatıranız varsa, o nihayet size bir korku, bir ürkeklik verecek, bacağınızdan ısırılıyormuş gibi olacaksınız. Ocak Müdürünün kafasına köpeğin sesi bir diş gibi battı ve derhal bir şimşek gibi çaktı, kafasında loş dehlizler aydınlandı. Karanlıkta ara sıra gerinerek uyuyan hatıralar kalktılar, birbirlerini dürttüler ve bir asker safı gibi dizildiler.

Müdür, besli bir köpeğin bağırdığı yerde refahın derecesini anlayabilecek kadar tecrübeliydi, zeki idi, kısaca tam bu işin adamı idi. Hasta, yoksul köylerin cılız, tüyleri uyuzlaşmış, sesleri kısık köpekleri vardır. Zengin ve kibar köylerin muhafızları da mağrur, alınları yukarda ve heybetlidir. Sesleri dağdan dağa bir kasırga gibi hükmeder.

Müdür bunları düşündü ve:

— İşçilerin gündeliği umduğum gibi az olmayacak?... diye sesin ilham ettiği sonuca vardı.

Otomobil, yabancıyı az zaman sonra gözün alabildiği kadar uzanan yemyeşil bir ot denizine çıkardı. Bu denizin ortasında renk renk kor bir koyu, yakıcı gelincikler, su üstünde yüzer gibi bu sonsuz denizde çalkalanıyordu.

Derenin öbür tarafında sararmış olgun tarlalar kocaman bir yumruğa benzeyen başaklarını dizleri üstünde dinlendiriyordu. Her şeyi gürbüzdü, otlar gürbüzdü. Biraz ötedeki ağaçlar gürbüzdü, yapraklar gürbüzdü, yıkık duvarlardan taşan dallar, olgunlaşan meyvelerini tozlu yollara salıvermişti.

Buğulu erikler, güneşin altında kıpkızıl alevden bir yuvarlak gibi yanan narlar, kâh kütüklerinden, kâh bir çardağın üstünden dalgın dalgın vücutlarını salıveren iri taneli üzümler, sonra beyaz, tertemiz kiremitli evler, temiz elbiseli çocuklar onun tahmininde aldanmadığını gösterdi.

“Gümüşlükurşun” Maden Ocakları Müdürü bu güzel, bu şirin ve zengin ovaya denebilir ki ilk bakışında hayran oldu.

***

Müdür, köylülerden öyle tatlı yüz, öyle candan bir dostluk gördü ki, her gün ziyafetten ziyafete gitti. Her ziyafet onda yeni bir âlem keşfetmiş gibi his bırakıyordu.
Güzel ve bereketli ovanın mahsulü onu gayet kolaylıkla kendisine ısındırdı. Bir hafta sonra da köy zenginlerine ziyafet veriyor, Ermeni tercümanı vasıtasıyla her gün bir şeyler öğreniyordu.

Bir gün, ihtiyar Muhtar Ömer Ağa, kıvrık sakalını sıvazlayarak, buraların şöhretinden şöyle bahsetti:

— Hey Çelebi… Lokman Hekim ölüme çareyi burada buldu, kitaba yazdı. Neylemeli ki kitap suya düştü, eridi… Ölüme çare bulamadı ama, Lokmanın kitabının eriyen yaprakları buranın topraklarına karıştı. Onun için buraya ne eksek biter., çıplak ayakla basan hemen insan çıkar… bire elli buğday buradan gayri nerede var?
Müdür zembereklenmiş gibi yerinden sıçradı, sordu:

— Bire elli mi?

— Ya ne zannettin Çelebi!..

Müdür, bundan sonra arazi sahiplerini teker teker davet etti. Tercümanını yanına alıp şöyle bir ağaların oturma odaklarına gitti. Hemen hepsine şöyle söylüyordu:

— Ben bu Lokman Köyü’nü çok beğendim. Belki de çoluğumu, çocuğumu alıp burada yerleşmek de mümkün olur. Hele sizden çok memnunum, nerede Avrupa’nın o dalavereci insanları… Ben burada kendimi emniyet içinde görüyorum… bana biraz tarla satmaz mısınız?..

— Satarız… Ama, dönümü elli liradan aşağı idare etmez… Başka türlü veremeyiz.

***

Müdür, “Gümüşlükurşun” Maden Ocakları İşletme Müdürüne rast geldi. Dert yandı:

— Bilsen şurada bir çiftlik sahibi olmak hem maden için kârlı olacak, hem de bizim için… Seninle de ortak olurduk… bir çaresini bulsak da biraz toprak alabilsek.. Çok para istiyorlar… Böyle satın almanın imkânı yok…

İşletme Müdürü:

— Fazla düşünceye lüzum yok… Kolay iş…

— Nasıl… Nasıl?

İşletme Müdürü gülümsedi:

— Çok kolay… Bacayı şöyle biraz indirdin mi, iş bitti demektir. O zaman dönümünü on kuruşa pahalı deriz. “Kezzap”, “Zaç yağı”(Demir sulfat) nelere kadir değildir.
— Vallahi sen dahisin. Fakat bacanın kısaltılması için bir sebep?...

— Düşündüğün şeye bak… Onu Haçik’e bırak… o, köylülerin ağzından girip, burnundan çıkmayı mükemmel becerir.

— Sahi yapar mı dersin?

— İşten bile değil…

***

Haçik, köylüler arasında itibarlı adamdı. Onun için herkes “dinince dinlensin” derdi.

Haçik, kat kat kırışık ensesi, yağlı yakası, düşük kıranta bıyıkları, gür ve yozuna büyüyen sazlar gibi çarpık çurpuk kaşları ile bir acayip mahlûktu. Hele Bektaşi nüktelerine ve nefeslerine bir Bektaşi babası gibi vakıftı.

Köy kahvesinde ağaların meclisine girdi. Kâhya tütün kesesini uzattı:

— Haçik Ağa, çek bakalım… diye iltifat etti.

Onun bugün sinsi bir hâli vardı. Heyecanla bir tehlikeyi haber vermek ister gibi söze karıştı:

— Bir Mevlânın kullarıyız. Yollarımız ayrı olsa da… Kudüs’le Mekke bizi ayırmaz…

— Öyle öyle… Haçik Ağa…

Sesler:

— Yaman adamdır vesselam...

İhtiyar bir köylünün Haçik Ağa’nın sözlerinden gözleri dolu dolu oldu. Yanındakine yavaşça:

— Bu adam gizli din kullanıyor diyorlar, dedi. Biri atıldı:

— Yalansa doğru olsun!

Haçik, anlattı:

— Söz aramızda… Görüyorsunuz ya… Yatırın başı ucundaki şu selviyi… bir de öteye bakın koskocaman baca!.. Şimdiye kadar zatı şerifin selvisinden daha yüksek bir şey var mıydı?

Bütün köylüler:

— Yoktu…

— Şimdi?..

— Şimdi var…

— Baca…

— Baca… Baca evet… Evet.

— Acırım size… Vallahi iki gündür gözüme uyku girmez oldu. Zatı şerifler çok kızgın şeylerdir. Hep birden seslendiler:

— Doğru… Kabahatimiz var… Fakat ne yapalım el adamı dinler mi hiç?..

— Dinletmeli!..

İnceli kalınlı, genç ihtiyar sesler:

— Doğru, doğru!.. Fakat Frenk’tir anlamaz ki…

— Ben giderim… Köylüler bacanın yarıya kadar indirilmesini istiyorlar, derim anlatırım… O da Müslümanların dinine hürmet eder… Müslüman dostudur. Piyer Loti adında bir Türk dostu vardı. Hani canım gazeteler hep resmini yaparlardı. İşte bizim müdür onun yeğenidir, yarı Müslüman sayılır. Amcasının evinde Allah hakkı için söylüyorum, iki elim yanıma gelecek, cami vardı. Kâhya okur yazar adamdı, başını salladı:

— Bilirim, dedi, gazetede ben de okudum. Allah din kısmet etsin…

— Amin!

— Amin!

Köylüler gözlerini ümitle açtılar, yalvarır gibi söylediler:

— Haçik Ağa, şunu bir yaptırsan yok mu?

— Yapıldı bilin… İnsanlar birbirleriyle dost olmalı. Bir Allah’ın kuluyuz. İyilikler yanımızda kalır…

…………………………………………………………………………………………………

Baca yarıya kadar indi. Köy derin bir nefes aldı. Bir felaketten kurtulmuş gibi sevindi. Direktör ve İşletme Müdürü, Haçik Ağa’ya bir şişe mastika hediye ettiler. Köylüler ona bol bol ziyafet çektiler…

Baca kısaldı…

Baca, boğucu gaz atan bir top namlusu oldu. Durmadan dinlenmeden bombardıman etti, hangi bombardıman bu kadar kanlı, bu kadar uzun sürdü?

Yirmi dört saatte bir defa bile sönmeyen ocak, bir taraftan kükürt savuran, bir taraftan zaçyağı yağmuru serpen bir zehir denizi oldu. Eczanelerde, kimyahanelerde saklanan zehirler burada bir dere gibi aktı. Bir yağmur gibi her yeri bastı. Rüzgâr bu ağır gazları bir kurşun gibi toprağa yaydı. Mermer üzerine dökülen kezzap onu nasıl paramparça eder, didilmiş bir pamuk yığını hâline koyarsa, topraklar da öylece harap oldu.

Toprak güzel rengini kaybetti. Soluk, ölüm duygusunu veren bir hal aldı.

Yeşillikler bir anda sarardı, ertesi sene gürbüz ağaçlar kupkuru bir iskelet hâline geldi. Bahar bir hazan gibi girdi ve kimse baharın geldiğini anlayamadı. İri boylu otlar cüceleşti, cılızlaştı. Nihayet kayboldu.

O nazlı, güzel çiçek denizi kurudu, şimdi ortada sonsuz bir çöl var. Sanki dünyanın vahşi sürüleri ayaklarıyla, dişleriyle, tırnaklarıyla burayı eştiler. Eski zamanların karınlarına bir mahallenin evleri sığan hayvanlar susuzluklarını burada dindirdiler.

Artık buradaki rüzgârlar Samdan başka bir şey değildi. Ovada ancak ölüm ekildi ve sefalet biçildi, şen sesli, dolgun vücutlu, gözleri parlak, sevimli zeki hayvanlar, yavaş yavaş ahmaklaştı. Öküzler zayıf, nesli tükenen bir akrep haline geldi. Atlar kişnemeyi, koşmayı unuttular. Sarsak başlı, düşünceli bir acayip mahlûk haline girdiler, sanki bir kaplumbağa… İki sene sonra uzaktan ses, müdürün kulağının memesini bir diş gibi kapan köpeğin tüyleri döküldü. Karnı sırtına yapıştı. Artık bağıramıyor, güç halle ağzını açarak havlamanın taklidini becerebiliyordu.

Bir hayalet gibi yavaş yavaş sürüklenen hayvanlar da kimi ahırlarından çıkmaya takat bulamadı, kimi düştü öldü, kimi yatalak hasta oldu.

Bahar hayvanlar için bir haradır. Bütün tabiat, sinirleri damarlara ve bütün canlıların uzviyetine coşkun bir hayat neşesi verir. Halbuki bu bahar, ne güzel bir kuzu yavrusu göründü, ne sevimli bir eşek, ne bir buzağı, ne bir tay sesi duyuldu.

İnsanlar da soldular. Sert kemiklerin üstünü, buruşuk bir deri kefenledi. Dudakları kurumuş yosunlara benzedi. Yeşilimsi beyaz ölü rengi fersiz gözlerin etrafını kapladı.

Kır yollarında cıvıldaşan insanlar bir hayal oldu. Artık köy halkı değneklere dayanarak, öksüre öksüre ve iki adımda durup dinlene dinlene dolaşabiliyordu. Tümünün ciğerlerini kurşun tozu kapladı. Atların üstüne elini dokundurmadan hoplayan eski süvari çavuşu şimdi yerinden kalkmak için koltuk değneğinin ve birkaç adamın yardımını bekliyor.

Günler öyle geçti, her geçen gün sanki köylülerin damarlarını açtı, kanlarını boşalttı, boşalttı…

Bacanın etrafında köyler için artık düğün, balıkların konuşması, öküzlerin yumurtlaması gibi acaiplikler arasına girdi. Bir mucize olarak doğan çocuklar da yaşamadı.

***

Köylüler son bir yardım diye Maden Ocaklarının Müdürüne koştular:

— Çelebi bize ne verirsen ver de artık tarlaları satalım…

— Ağa iyi ama ne yapalım, Allah bir afettir verdi.

— Hani vaktiyle istemişsiniz de onun için söylüyoruz.

— İşe yaramaz ya… Ne istersin?..

— Ne olacak canım…

— Ben burayı mal olsun diye değil, size bir yardım olsun diye alacağım. Dönümü yarım lirada…

— Eh ne yapalım?... Peki olsun…

Maden Ocakları Müdürü bütün köylünün arazisini satın aldı. Köylüler heybelerini sırtlarına vurarak, tozlu yollardan uzaklaştılar. Fakat her adımda, her izde bir hatıra buldular. Ayakları yürümedi, köylerini ana ana gittiler. Kimi öldü, kimi dere kenarlarında, kimi ağaç altlarında yurda hasretin acılığını duydu. Döndü. O, zehirli havayı doya doya teneffüs etmek için geri geldi. Bu zehirli hava, sanki onları yaşatacak, sanki onlara derman olacaktı.

Birçokları yamaçtan köylerine baka baka, gülümseyerek bir taş parçası üstünde can verdi, sağ kalanlar ellerindeki para ile ne yapabilirdi. Döndüler, dolaştılar, nihayet maden ocaklarına amele oldular. Bu da bir teselli idi, hem kazanacaklar, hem de köylerinden ayrılmayacaklardı.***Ocak insan eriten bir makine gibi çalıştı. Maden ocaklarının yanında taşları olmayan adsızların sonsuz mezarlığı uzadı gitti.

***

Baca hâlâ yarım. Çünkü daha sekiz on adam var ki topraklarını satmadılar. Birikmiş servetlerini yiyip her şeyi olduğu gibi muhafaza ediyorlar.

Onlardan biri kötürüm, biri pehlivan, ötekiler delikanlılardı.

Nihayet mal sahiplerinin de ambarları boşaldı, kuyularında suları çekildi, hayvanları öldü. Tatlı yenip tatlı konuşulan evler şimdi bir sinek vızıltısı, bir hastanenin iniltili koridoruna ne kadar benziyordu. Sonunda açlık, sıcak iklimlerin ormanları arasında eşinen kaplanlar gibi öteyi beriyi sarstı. Onlar da topraklarını satmak istediler. Fakat kimse para vermedi.

Bir gün yedi köylüyü maden ocağı yolunda yan yana devrilmiş buldular. Bir delikanlının göğsünden şu dilekçe çıktı:

Gümüşlü Kurşun Ocağı Müdüriyetine,

Efendim,

Boğazı tokluğuna maden ocağına kaydedilmemizi rica istirham eyleriz.

***

Artık üç köyde satılmadık toprak kalmadı. Yirmi, otuz bin dönüm araziye hudut çekildi. Yeni arıklar açıldı, toprak gübrelendi ve fabrika bacası tekrar yükseldi, hem o kadar ki, eski selvi onun yanında bir fidan gibi kaldı.

…………………………………………………………………………………….

Üç köyün Yemen’de esarette bulunup köye dönen askerleri şaşırdılar. Çiftlik kâhyası onları:

— Köy arıyoruz diye çiftlikte hırsızlık edeceksiniz. Burada köy, möy yok haydi… geldiğiniz yere… Sizi açıkgözler sizi… Defolun, yoksa jandarmaya haber veririm…
Diye başından savdı.

SADRİ ERTEM
Güzel Yazılar HİKÂYELER, TDK YAYINLARI

AYŞEGÜL - REFİK HALİD KARAY

$
0
0

AYŞEGÜL

Çam ağaçlarının sesi nasıl tarif edilmelidir? Hem buna ses demek doğru mudur? Ne fısıltıya benzer, ne de bir din nağmesi veya sevda sözleşmesidir. Çamların sesi değil, nefesi vardır. Bana, kendi sıhhî râyihalarını koklayarak derin, uzun, dumanlı bir surette teneffüs ediyor gibi bir tesir yaparlar. Bakarsınız bir şey işitmezsiniz; o zaman galiba havayı içlerine çekerler. Sonra, hep birden nefes almağa başlarlar, çam kurusunu fıstık, reçine, sakız ve ardıç kokan bir derin teneffüs kaplar. Nefeslerinde ve vücutlarında çam râyihası sezilen mahbubeler olmadığı içindir ki zahir erkekler kadınları çamlıklara götürürler ve orada öperler, tâ ki aşklarına bu sıcak, sağlam ve şehvetli ıtırdan bir nebze karışsın diye... İşte Bilân sırtlarında, çamlar altındayım. Benim altımda da bin metre aşağıda İskenderun ovasıyla İskenderun kasabası soluk almağa mecalsiz, güneş altında dümdüz yatıyor. Serinlik, gölgelik içinden o kızgın yerlere hayretle bakıyorum. Ben o kadar rahatım, öyle okşayıcı, huzur ve saadet verici tatlı rüzgâr karşısındayım ki gözle görünen bir yerde sıcaktan bunalmış, sıtmadan kavrulmuş ve güneşten usanmış adamların mevcudiyetine inanamıyorum. Aşağısı bana bahar içindeki bir bahçeden Afrika çöllerinde geçen bir seyahat romanı okuyormuşum gibi çok uzak, çok korkunç, takat yarı yalan gibi görünüyor. Zavallı küçük, şirin, beyaz İskenderun sanki bornoslu bir seyyah gibi şu akçıl ve ağaçsız ovayı aç, susuz, bitkin bir hâlde zor geçmiş, nihayet denizin serinliğine kavuşmuş, fakat serinlik yerine sıcak bir su tabakası bulunca bu dümdüz ve sımsıcak ova ile sımsıcak denizin arasında ümitsizlikten bıkılıp yarısı suda, yarısı karada serili kalmış! Zaten bu sahillerin denizi benim deniz hakkındaki bilgimi değiştirdi. Marmara'nın en sıcak günlerde Soğukoluk sularında yıkanmaya alıştığım için ben denizde daima bir serinlik var zannederdim. Hayır burada deniz hem içinde bulunanlara, hem de kenarında yaşayanlara sıcaklık veriyor: Yıkanmak için girenlerin terlemediğine inanmıyorum.

Bilân'ın cenup sırtları çok ağaçlıklı, çok sulak, çok meyveli ve serin... İşte bir pınar başındayım; oluğun altına bir sepet iri, olgun, renkli şeftali oymuşlar. Başı yemenili, saçları iki örgü, ayağı takunyalı sarışın bir köylü kızı bana sordu:

— Yer misin amca?

Aldım. Buz gibi derisi, ısırırken dudaklarımı yaktı; ezdikçe ağzıma serinlik, râyiha, usare doluyor; buna biraz da çamların teneffüsü karışıyor. Ah ne güzel meyve... Bana şeftali ikram edene baktım: Ne güzel kız!

— Yavrum şu görünen köyün adı nedir?

— Müftüler.

— Daha ötede neresi vardır?

— Nergislik

— Ya bu suya ne derler?

— Zerdali Oluk.

— Şu yukardaki dağ?

— Kınalı Tepe.

— Şu yol nereye gider?

— Dere Bahçe'ye.

Ne güzel isimler! Lübnan portakal, turunç, hurma ve muz memleketiydi. Burası bana daha aşina meyveler diyarı: Şeftaliler, erikler, kızılcıklar etrafımı kaplıyor. Çiçekleri de öyle. Hep bildiğim şeyler: Nergisler, kınalar, küpeler ve yıldızlar... Sonra her evin pencerelerinde Müslüman ve fakir meskenlerin âdeta yarı mukaddes bir yeşilliği olan fesleğenler, fesleğen saksıları...

Kızım o basma taktığın kırmızı çiçeğin adını bilir misin?

— Bilirim: Kadife.

— Bu su kenarında açan yeşil şeyler?

— İnci çiçeği.

— Ya senin adın nedir?

Utandı; kısaca, usulca:

— Ayşegül, dedi.

Burada meyveler, çiçekler, ağaçlar, isimler, hepsi, her şey güzel, tertemiz ve güzel. Ya Ayşegül? Hepsinden daha güzel. Küçük Türk kızı isimlerinin üzerimde ne hoş tesiri vardır: Zehra'lara, Hatice'lere, Fatma'lara, Şerife'lere karşı yakınlık duyarım. Ayşegül takunyalarını sürterek kadife ve inci çiçekleri arasında kaybolurken mütehassirane arkasından baktım. Sevdiğimin ismi imiş gibi içimden şöyle söyleniyorum:

— Küçük Ayşegül, cici, şirin, şen Ayşegül, güzel Ayşegül!

Milliyet muhabbetini insan sade gazete sayfalarında, meclis salonlarında, ikbal mevkilerinde veya harp meydanlarında değil, böyle bir mini mini isimde ve bir küçük köylü kızının yüzünde okuduğu zamandır ki duygusunun derinliğini görüyor ve yüreğinin sızısını duyuyor.

Memleket Hİkayeleri

REFİK HALİD KARAY

ABBAS - CAHİT SITKI TARANCI

$
0
0

ABBAS

Çocukken büyük annemden dinlediğim masallardan biri, aklımda kaldığına göre, şöyleydi:

"Vaktiyle, bilmem ne memlekette hüküm süren bir padişahın oğlu, ancak rüyada gördüğü servi boylu, sırma saçlı, mavi gözlü, son derece dilber bir kıza âşık olur; ve sevgilisini bulmak ümidi ile yollara düşer. Bütün aşk masallarında olduğu gibi başına bir sürü felâketler gelecektir. Pek tabii değil mi? Aşk demek imtihan demektir. Ancak serden geçip yardan geçmeyen muradına nail olur. Bereket versin, daha ilk adımı bizim sevdalı şehzadeye uğurlu gelir. Bir kuyunun yanından geçerken, takatten düşmüş, ak saçlı bir ninenin kuyudan su çekmeğe uğraştığını görünce dayanamaz, koşar, ninenin suyunu çeker. Buna son derece memnun kalan kadıncağız, şehzadenin sırtını okşar ve saçından kopardığı iki teli ona vererek der ki: ...

— Oğlum, başın darda kaldığı zaman bu iki kılı birbirine çakarsın; bir dudağı yerde, bir dudağı gökte bir Arap çıkar karşına! Korkmayasın. Adı Abbas’tır. Karnın mı acıkmış? "Abbas!" demen kâfi. Derhal sana mükellef bir sofra kurar. Yırtıcı hayvanlar arasında mı kaldın? Abbas’tan başka kimse kurtaramaz seni. Uykusuz gecelerde yârin hicranı ile mi yanıyorsun? Abbas ne güne duruyor? Sevgilini ne kadar uzakta olursa olsun, alıp getirir seni şad eder.

Bu iki kılı iyi muhafaza et oğlum. Onlar sayesinde selâmete çıkacaksın.

Ve şehzademiz ninenin elini öperek yoluna devam eder."

***

Yedek subaylığımı yapmak üzere kıt'aya gittiğimde, bölük komutanım, emir erimi bizzat seçmemi tembih etmişti. Fakat nasıl seçersin? Bölük erlerinden hiçbirini henüz tanımıyorum ki! Bölüğü içtima ettirip gözüme kestirdiğimi seçmeğe gönlüm razı olmadı. Bölük yazıcısından künye defterini istedim. Şu Anadolu’muz ne zengin memleket yarabbi! Pötürgeli Hasanlar, Aksekili Ömerler, Akçaabadlı Hakkılar, Malatyalı Osmanlar, Erzincanlı Mehmedler, neler de neler! Kim bilir, bu Anadolu uşaklarının her birinde ne cevherler vardır! Yaprakları çevirmeğe devam ederken, Abbas oğlu Abbas ismi gözüme ilişti. Durdum, bu sahifeye daha muhabbetle eğildim. 331 doğumlu, Midyat’ın Cobin köyünden. Masaldaki Abbas aklıma geldi. İçimden: "Acaba?" dedim ve kendi kendime gülümsedim. Vakit öğleydi. Bölük talimden dönmüş olmalıydı. Nöbetçi çavuşu çağırttım, yemekten sonra, Abbas oğlu Abbas’ı bana göndermesini tembih ettim.

Mahfelde yemeğimi yedikten sonra, o saatte kasabanın nispeten en serin yeri olan parka yollandım. Baktım arkamdan bir er koşarak geliyor. Yol üzerindeki ilkokulun önünde durdum. Geldi. Mükemmel bir esas vaziyeti; kıyak bir selâm; ve Anadolu kokan, saffet hazinesi bir ses:

— Emrine geldim komtanım!

Hayran hayran bakmaktan kendimi alamadım. Fidan gibi bir boy, yağız bir çehre, üst dudağında hafif bir gölge, katıksız, siyah, merd gözler.

— Adın ne oğlum? dedim.

— Abbas oğlu Abbas, komtanım!

— Memleket neresi?

— Vilâyet Mardin, kaza Midyat, köy Cobin.

Çakı gibi asker vallahi künyesini bir çırpıda söyleyiveriyor. Yalnız Türkçesinin kıt olduğu ne kadar belli. Ziyanı yok. Onun bu halinde de bir şirinlik var. Tekrar soruyorum:

— Sen kaç aylık Abbas?

— Ben ihtiyat Komtanım!

Âlâ! Parka doğru yürüyoruz. O, solumda ve bir adım geriden geliyor. Askerlikte usul böyledir. Madun, mafevkinin daima bir adım solu gerisinde gider. Peki bu aslan parçası eri nasıl emir eri yaparsın? Yazık değil mi? Ona hafif makineliyi emanet etmek varken nasıl bulaşık yıkatırsın? Kıt'aya gelmeden evvel, askerliğini yapmış arkadaşlardan duymuştum, Anadolu uşakları emir erliğini pek istemezlermiş! Onurlarına dokunurmuş! Ve bunun için, emir erleri umumiyetle sakatlar arasından seçilirmiş! Dönüp tekrar Abbas’a baktım, sakata pek benzemiyordu. Parkta havuzbaşının gölgeli bir yerinde oturduktan sonra, karşımda esas vaziyetinde duran Abbas’a:

— Sen sağlam yoksa sakat? dedim.

— Ben sakat komtanım!

— Ulan senin neren sakat?

Sol kolunu gösterdi. Anladım, çolakmış! Mademki vaziyet bu merkezde, değil mi?

— Sen benim emir eri olur, Abbas? dedim.

Hiç kıpırdamadan:

— Olur komtanım! dedi.

***

Abbas emir erim oldu. Oturduğum evin aşağı kattaki odasını ona verdim. Yatağını, çantasını, torbasını ve hizmetini eve taşıdı. Memnun olduğunu her halinden seziyordum. Abbas, sabahları, talim saatinden bir saat evvel beni uyandırır, leğeni, ibriği getirir, elime su döker, sonra kahveyi pişirirdi. Öğleyin de, sefertası ile tabldottan yemeğimi alır, mahfele getirirdi. Ve akşamları, ben tembih etmediğim halde, talimden sonra eve uğrayıp sivilleri giyeceğimi hesaplayarak, evden bir yere kımıldamazdı. Söylemeğe lüzum yok, evin temizliğinden ve intizamından o mes'uldü. Vazifesini hiçbir ihtara lüzum hissettirmeden, insiyaki, belki de otomatik bir surette yapıyordu. Kendisine çok iyi muamele ettiğim halde disiplin haricine çıktığını hatırlamıyorum. "Abbas!" demem kâfiydi. Sanki kayıbdan çıkar gelirdi; ve daima pürüzsüz bir esas vaziyetinde, ve daima emre intizaren, kılı kıpırdamadan.

Beni siyanet etmesini de bilirdi. Onu çarşıya, jilet, mektub kâğıdı veya sigara veyahud yemiş almağa gönderdiğim zaman, hem en iyisini alır, hem de ucuzunu almağa çalışırdı. Abbas komutanına zarar gelmesini ister mi hiç? Ve kırk para artsa, getirir iade ederdi. Ben söylemeden, her hafta sivillerimi bölüğün terzisine götürür, ütületirdi. Ev dışında da Abbas’ın koruyucu kanadlarını üstümde hissederdim.

Herhangi bir şeye ihtiyacım olur diye, mahfel civarından ayrılmazdı. Akşamları parkta bile beni uzaktan kollar, hâl ve hareketlerimden bir şeye — meselâ sigara, meselâ mendil— ihtiyacım olduğunu sezerek koşar gelir. Bermutad esas vaziyetinde ve bermutad kılı kıpırdamadan:

— Buyur komtanım! derdi.

Emir eri değil Hızır! Bu hususta subay arkadaşlar beni adeta kıskanırlardı. Ben de gülerdim. Memnuniyetimden. Abbas’a karşı kalbim minnet ve şükranla doluyordu.

***

Bir yaz akşamıydı. O gün tümen komutanının huzurunda sıkı bir teftiş vermiştik. Subayı, eri, hep beraber, bir hayli ter dökmüştük. Eve, pestilim çıkmış bir halde dönüyordum. Bir kırk dokuzluk çekmeden bu yorgunluğu çıkarmağa imkân yoktu. Aşağı odada, söküklerini dikmekle meşgul emir erime seslendim.

— Abbas!

Tahta döşemede kalın ve ağır bir postal sesi! Merdivenlerden hızla çıkıyor. İşte karşımda:

— Buyur komtanım!

— Al şu iki buçuk lirayı. Bana bir 85'lik (o zaman kırk dokuzluk ancak 85 kuruş olmuştu.) Şaban ustadan pişkin bir kebab, güzel bir domates ve hiyar salatası ve yoğurdu bol bir patlıcan kızartması. Haydi bakalım marrrş!

— Başüstüne komtanım!

Sol ayağı üzerinde tam bir dönüş yaptı ve çıktı.

Hava kararmak üzereydi. Az sonra minareleri fabrika bacalarından ayırt etmek mümkün olmayacaktı. Kerahat vakti çoktan gelmiş sayılırdı. Bereket versin Abbas eli çabuk kişidir. Bir çeyrekte döndü. Masanın üzerine günü geçmiş bir gazete yayarak nevaleyi düzdü. Baktım buz da almış. Emir eri dediğin böyle olur. Sırtını okşamaktan kendimi alamadım:

— Aferin be Abbas!

Memnuniyeti sesinde bir:

— Sağol komtanım! çekti.

Az sonra da şiş kebabını getiriyordu. Buzlu rakıdan bir yudum; sonra çatalını şişkebap, patlıcan kızartması ve salata tabaklarında şöyle bir dolaştırıver! Ve arkasından çek birinci nevi sigaradan bol bir nefes! Ve kaldır başını, bak gökyüzüne! Oh! Yıldızlı bir yaz gecesidir. Rüzgâr da çıktı. Bir Fransız şairinin, ölümden sonra yaşamak hasretini anlatan o canım şiirini mırıldanıyorum: "Yeryüzünde olduğumuz o unutulmaz zamanlardı!... İih..."
Abbas’la konuşmak istedi canım. Aşağı doğru seslendim. Meğer o, belki bir şeye ihtiyacım olur diye, kapı arkasında bekliyormuş! Hay Allah senden razı olsun!
Abbas’a:

— Otur! dedim.

Utandı, kızardı, süklüm, püklüm oldu, fakat oturmadı. Bir erin komtanı karşısında oturmayacağını Abbas pek iyi bilirdi. Ben de ısrar etmedim. Yalnız, rahata geçmesini söyledim. Geçti rahata. Kadehimden bir yudum alarak:

— Abbas! dedim.

— Buyur komtanım!

— Askerlik nasıl?

— Çok iyi komtanım!

— Memleketten mektup geliyor?

— Yoh komtanım!

— Niye ulan?

— Ben de yazmıyor komtanım!

— Sen niye yazmıyor Abbas? Köyde senin karı var, çoluk çocuk var. Sen merak etmez hiç?

— Ben merak eder, eder komtanım! Ben yazdı beş ay var. Cevab yoh. Şimdilik ben de yazmıyor komtanım!

— Hakkı var Abbas’ın! Ara beni, arayayım seni!

Bahsi değiştirdim:

— Sen beni seviyor Abbas.

— Helbet seviyor komtanım!

— E... Niye seviyor?

— Sen iyi komtanım! (Elile kalbini göstererek), sende kalb temiz komtanım!

Hoşuma gitti. Emir eri tarafından sevilmek bir subay için büyük mazhariyet ve bahtiyarlıktır. Dayanamadım:

— Yaşa be Abbas!

— Sağol komtanım!

Abbas’la böyle muhabbet ederken bir yandan da kadeh üstüne kadeh yuvarlıyordum. Bir ara, İstanbul gözümde tüttü. İstanbul ve ilk sevgilim! Gençliğimin en güzel günleri! Şehzadeliğim tuttu, Abbas’tan medet ummak sevdasına düştüm.

Abbas’a:

— Sen İstanbul’u bilir? dedim.

Beni ne derece memnun ettiğinin farkında olmayarak:

— Bilir komtanım! dedi.

— Sen Beşiktaş gördü?

— Gördü komtanım! Ben muvazzaf yaptı Orhaniye kışla.

— Ben seni İstanbul’a göndersem gider?

Benimle eğleniyor musun komtanım gibilerinden yüzüme baktı. Ona emniyet telkin etmek için:

— Yarın alay komtanından izin alır, seni İstanbul’a yollar Abbas!

— Beni kimse yok İstanbul, komtanım!

— Beni kimse var Abbas! Sen gidecek İstanbul’a!

— Baş üstüne komtanım!

— İstanbul’a gitti. Karaköy var. Sen biliyor?

— Biliyor komtanım!

— Sen tramvay binecek, Beşiktaş inecek, ben sana adres verecek. Orda var bir kız, beni sevgili. Ben onu çok seviyor Abbas! Sen kaçıracak o kız, getirecek bana!
Abbas da karısını komşu köylerinden birinden kaçırmıştı. Beni anlayabilirdi. Hem anlamasa, değil mi ki komutanı idim, emrediyordum, dinlemesi lâzımdı. O askerliğin bu tarafını da bilirdi. Nitekim:

— Baş üstüne komtanım! dedi.

***

Ertesi sabah, bermutad Abbas beni uyandırdı. Kahvemi içtim, giyindim. Tam sokak kapısından çıkarken gözüm odasına ilişti. Baktım Abbas’ta bir yol hazırlığı var. Hâlbuki ben unutmuştum bile! Meğersem o, İstanbul seyahatini — hatta belki kız kaçırma teşebbüsünü bile— ciddiye almıştı.

Keyfi kaçmasın diye mi yoksa kendimi bile bile aldatmak için mi bilmiyorum, ona:

— Abbas! dedim.

— Buyur komtanım!

— Bu ne Abbas?

— Ben İstanbul gidiyor. Sen söyledi komtanım!

— Sen beni sevgili getirecek?

— Helbet getirecek komtanım!

Akmayacak cinsten yaşlar toplandı gözümde! Elimle sırtını okşadım ve bir şey ilâve etmeden kapıyı çekip sokağa fırladım. Yolda düşünüyordum: "Canım Abbas! Hayırlısı ile şu dünya vaziyeti bir düzelse de, seni memleketine, tarlana, çiftliğinin çubuğunun başına, çoluk çocuğunun yanına göndersek! Bana gelince, tıpkı o şehzade gibi, birbirine çaktım mı, "Lebbek sultanım!" diye gaibden çıkıveren Abbas benim neme yetmez!

CAHİT SITKI TARANCI

Güzel Yazılar, HİKÂYELER, TDK YAYINLARI

ERZURUMLU TAHSİN - AHMET HAMDİ TANPINAR

$
0
0

ERZURUMLU TAHSİN

Tahsin Efendi'yi ilk defa olarak bir kış gecesi gördüm. Fakat daha evvel ondan bahsetmişlerdi. Herkesin bildiği şekilde hikâyesi şu idi. Erzurum’un hâli vakti yerinde bir ailesinin çocuğu imiş; İstanbul’da hukuk tahsilini yapmış, hatta bir iki küçük memuriyette dahi bulunmuş, sonra Balkan harbinde gönüllü olmuş Trakya'da yaralanmış, iyileştikten sonra tekrar orduya girmiş harbin sonunda birdenbire her şeyi terk etmiş ve bir daha ortalıkta görülmemiş. Uzun zamanlar öldü sanmışlar, sonra haberleri gelmeğe başlamış: Bir mektep arkadaşı büyük seferberlikte onu Tebriz'de bir cami kapısında görmüş, fakat yanına yaklaşınca tanımamazlığa geldiği için konuşamamış. Bir başkası Şam'da rastlamış, üstü başı pek pejmürde imiş, ilk önce arkadaşım tanımadan sadaka istemiş, fakat yüzüne bakınca uzattığı parayı atarak kaçmış...

Bana Tahsin Efendi'den ilk önce bahseden bu ikincisi olmuştu. Bu esnada babası ölmüş, kardeşleri ve annesi belki bir gün döner ihtimali ile mirastan hissesini ayırmışlardı. Bu oldukça mühim bir servetmiş. Annesi onun bir gün geleceğine o kadar eminmiş ki, her kapı çalınışında "Tahsin'dir!" diye yerinden fırlarmış. Ben Erzurum'da iken bu bekleyen annelerin hikâyesini çok dinledim. Hemen her evde bir iki ölüye ağlanır ve bir iki kayıp beklenirdi. Tahsin Efendi işte bu kayıplardan biriydi.

Bir gün Tophaneli kahvesinde birkaç kişi oturmuş, çat içiyorduk. Birdenbire bir arkadaş nefes nefese içeriye girdi:

— Haberiniz var mı? Tahsin Efendi gelmiş. Üç gündür, Erzurum'da imiş. Kardeşleri gizlemişler; üst baş bitik... Anası sevincinden ölümler geçirmiş. İki gece evde kalmış, yıkamışlar, yeni urubalar giydirmişler, mirasını vermişler. Anası oğlunu evlendirmeğe bile kalkmış... İlk önce "Olur, olur” la geçiştirmiş, sonra dün akşam anasına "Vazgeçin, demiş, bunlardan vazgeçin. Benim dünya malında gözüm yok, ben dünyayı boşadım. Böyle evlerde oturamam, elbise, muntazam yiyecek, sıcak yatak; bunlar bana zor geliyor... Ben gideceğim, benim mala, mülke ihtiyacım yok” demiş.

Anası yalvarmış, yakarmış, baygınlıklar geçirmiş, kardeşleri : "Bari ananın hatırı için yapma” demişler; onun üzerine: "Benim anam, kardeşim yoktur, ben ölüyüm; ölülerin anası, kardeşi olmaz.” diye cevap vermiş. Sonra odasına kilitlenmiş, yemeğe filân gelmemiş, kimseye de kapıyı açmamış. Onlar da, çaresiz, kendi hâline bırakmışlar.

Fakat Tahsin Efendi, onlar uyuyunca, yavaşça aşağıya inmiş, eski partallarını bulup giymiş, evden kaçmış. Şimdi nerede olduğunu kimse bilmiyormuş.

İçimizden biri:

— Acaba nereye gitti? diye sordu.

— Kimse bilmiyor. Kardeşleri her tarafa adam saldılar... Gören olmamış. Ilıcakla gizlenmiş diyenler var. Ağabeysi şimdi oraya gitti, ama zannetmem ki bulabilsinler.
Bugünden sonra Erzurumlun birinci dedikodu mevzuu Tahsin Efendi oldu. Akşam üstü Tahsin Efendi'nin henüz şehirde olduğunu, Kars kapısında küçücük bir eve gizlendiğini işittik. Ertesi gün tekrar - bir iki saat için - annesinin evine döndüğünü haber aldık. İkindiye doğru onu İstanbul kapısında görenler olduğu söylendi ve nihayet üç dört gün sonra Tahsin Efendi'nin serseri derviş hayatına tekrar döndüğünü, yapılacak hiçbir şey olmadığını anladıkları için ailesinin serbest bıraktığını, birtakım çuvallar içinde gezdiğini ve günün yirmi dört saatini sarhoş geçirdiğini öğrendik.

Gündelik hayatı bu suretle istikrar bulduktan sonra dedikodu Tahsin Efendi'nin mazisine geçti. Çocukluğu, aile hayati, gençliği, itiyatları teker teker bahis mevzuu oldu. Bu sırada dinlediklerimi kısaca yukarıda anlattım. Bütün bu konuşulan şeyler arasında bir taraf eksik kalıyordu: Bu kadar mazbut ve çalışkan başlayan bu hayatta birdenbire olan bu değişikliğin sebebini hiç kimse anlatamıyordu. Çünkü Tahsin Efendi'nin az çok herkesinkine benzeyen hayatında böyle bir neticeyi muhtemel kılacak hiçbir başkalık yoktu. Bu birdenbire olan bir değişiklikti. Bütün tahminler yapıldı, bütün ihtimaller ortaya atıldı; fakat kimse akla yakın bir izah şekli bulamadı. Bunun bir hastalık neticesi olduğunu söyleyenler veya tasavvufa sardırdığı merakın yüzünden dünyayı bıraktığını ve hatta daha hissî ve beşerî bir izahla, bir sevgilinin acısı yüzünden bu hâle düştüğünü iddia edenler vardı. Fakat bütün bunlar biraz yakından hayatı üzerinde durunca uzak birer ihtimal şekline giriyordu.

Tanıdıklarımın arasında merakını bütün bu suallerin cevabını bizzat kendisinden istemeğe kadar vardıranlar olmuştu. Fakat Tahsin Efendi onları gayet lâstikli ve hatta biraz da düşündürücü cevaplarla atlatıyordu. Kendisiyle tesadüfen karşılaşanlar, bazı anlarında hakikaten çok güzel konuştuğunu söylüyorlardı. Fakat mükâlemeyi karşısındaki davet etmemek şartıyla... En ufak bir üsteleme, biraz söz açmaya çalışma karşısında insanı bırakıp gidiyordu.

Geçinmesi gayet basitti: Canı istediği herhangi bir şeyi ilk rast geldiği adamdan istiyordu. Onda iki şey en ziyade dikkati çekiyordu: Birincisi güzelliği idi. Her gören, onda bir havarî çehresi var, diyordu. İkincisi de konuşurken müstehcene hiç kaçmaması idi. Bu alelâde bir dikkat değildi. Onunla ilk konuşanlardan biri olan doktor arkadaşım : "Kirli ve pis onun için yok gibi" demişti.

Çok gezmişti, fakat seyahatlerinden hiç bahsetmez, "Her yer birdir, insanlık hep aynıdır” diye sözünü kapatırmış. En çok bahsettiği şey ölüm ve insandı.

Bu acayip adamı herkes gibi ben de çok merak ettim ve birkaç gün, rastlarım ümidiyle, ötede beride dolaştım. Fakat rastlamadım. Sonra yavaş yavaş etrafım onu unutmaya başladığı için benim de alâkam kendiliğinden söndü. Böylece aradan birkaç ay geçti.

Çok soğuk, fırtınalı, tipili bir geceydi. Yine Tophane kahvesinde çay içiyor ve Bayburtlu bir arkadaşın hicret hikâyelerini dinliyorduk.

Birdenbire kahvenin kapısı şiddetle açıldı ve içeriye rüzgârla, karla beraber ortadan biraz uzun boylu, hafif tıknazca, âdeta çıplak denecek derecede sefil kıyafetli bir adam girdi. Sırtında siyah ve çok eski bir palto vardı. Ayakları çıplaktı ve düğmelenmemiş paltodan çıplak ve kıllı göğsü, üzerinde kar parçalarının yavaş yavaş eridiği esmer bir kaya parçası gibi sert görünüyordu. Kapının önünde bir lâhza durdu. Olduğum yerden büyülenmiş gibi ona bakıyordum ve galiba bu hâl biraz herkeste vardı, çünkü demin bilârdo tıkırtısı, tavla sesi ve bin türlü şamata ile dolu olan koca kahve birdenbire tam bir sessizlik içine düşmüştü. Ondan bahs edenler beni aldatmamışlardı. Hakikaten güzel bir başı vardı. Daha iyisi, siyah kıvırcık saçları, uzun sakalı, parlak gözleri ve geniş alnı ile bu bir insan başından ziyade, bu gece, bizim idrak edemeyeceğimiz bir sırla birdenbire hayatın mucizesine ermiş kadim bir heykel başına benziyordu.

Bu yüz sade güzelliği ile değil, aynı zamanda hoyrat ve sert manasıyla taşkın ve karışık hayat ifadesiyle bir insan başından fazla bir şeydi.

O etrafta uyandırdığı dikkatten habersiz, yavaş yavaş kahvede ilerledi, tam ortada durdu ve sağ elini göğsüne götürerek bizi dervişçesine selâmladıktan sonra Vâsıf'ın meşhur terci-i bendini okumağa başladı.

Ne güzel şiir okuyuşu vardı. Hele sıra:

Mihneti kendine zevk etmedir âlemde hüner
Gam ü şâdî-i felek böyle gelir böyle gider.

beytine geldikçe o kadar yepyeni bir şekilde kelimelerin üzerinde duruyordu ki...

Manzume biter bitmez bir köşeye çekildi ve kahvecinin masaların etrafında gezdirdiği tablanın dolmasını bekledi. Fakat toplanan paranın hepsini almadı, içinden pek az bir şey aldı; gerisini kapı yanında oturan bir ihtiyarın önüne bıraktı ve etraftan yükselen:

— Buyurun Tahsin Bey, bir kahve için! seslerine kulak bile asmadan kahveden çıktı.

Nihayetinde bir meczuptan başka bir şey olmayan bu adamın bu geliş ve gidişinde muhayyileyi gıcıklıyan öyle bir taraf vardı ki, onu, bir an içinden çıkıp yine karanlığına daldığı bu tipili kış gecesinin bir nevi özü, yahut hiç olmazsa ona yakın bir şey, doğrudan doğruya unsurlardan gelen ve onların kuvvetini taşıyan bir mevcut zannetmemek için kendi kendime epeyce cebr ettim.

Bu geceden sonra Tahsin Efendi'yi bir daha görmedim. Hatta aramızda bahsi bile geçmedi. Diyebilirim ki, ben de dâhil olmak üzere hemen hepimiz, o geceki çocukça korkumuzu hatırlamaktan utanıyor gibiydik.

Bununla beraber zaman zaman onu hatırlıyor ve bu garip adamla konuşmayı istiyordum. Vakıa ilk anların vehimleri gitmişti, fakat muhayyilem bu deliye şimdi büsbütün başka bir hüviyet veriyor, onu etrafımda her gün bir parça yakından tanıdığım yıkılışın bir timsali gibi görüyordum.

Tahsin Efendi ile son bir defa daha, bu sefer bir zelzele gecesinde karşılaştım. 1924 senesi sonbaharında olan ve o havaliyi Kars'a kadar alt üst eden bu felâket elbette hatırlardadır. Ben o zamana kadar bu âfeti görmemiştim. Ve bir türlü ne dereceye kadar müthiş olabileceğini anlayamıyordum. Toprağın sarsıntısı denizin fırtınasına benzemiyor, büsbütün ayrı bir şey; denizde her zaman müteyakkız bulunuyoruz; deniz, biliyoruz ki insanoğlu için güvenilecek bir unsur değildir. Onu başından düşman olarak aldığımız için su bizde mukavemet, müdafaa ve zafer sevkitabiî ve ihtiyaçlarını uyandırıyor...

Hâlbuki toprak böyle değil; o insanlığın en güvendiği unsurdur. Saadetini, refahını, emniyetini ona bağlamıştır. Onu her zaman itaatli, müşfik veyahut hiç olmazsa lâkayt ve sâkin görmeğe alışmışızdır. Toprağın sarsılması işte bu emniyetin yıkılmasıdır ve bir dost tarafından hançerlenmeğe benzeyen vahim bir hâli vardır. Onun için denizden gelen tehlike karşısında atik ve cesaretli kesilen bir insan, topraktan gelen tehlike karşısında maneviyatını kaybetmiş bir sürü şekline giriyor. İlk zelzele gecesi daha bu işin manasını anlamadığım için erkenden yatağıma girdim ve Selânikî Tarihi'ni okumaya başladım. Fakat beş dakika sonra harap evin bütün kirişlerini ayrı ayrı gıcırdar bulunca ve baş üstümde bir buçuk metre kalınlığında bir toprak tavanın her an beni gömmeğe hazır bulunduğunu anlayınca sokağa fırladım. Bu biraz serin olmakla beraber tatlı bir sonbahar gecesiydi. Evimin karşısında bulunan askerî ambarların bahçesindeki birkaç kavak ağacının üstünde güzel bir ay solgun ve dost yüzüyle asılmış, dünyamıza eski sükûnetini vermeğe, bizi hiç bir şeyin değişmediğine inandırmağa çalışıyordu. Uzakta bir çeşme sesi gecenin bu münasebetsiz saatinde sokağa dökülmüş halkın uğultusuyla yarışıyordu. Yolun ortasında - her iki duvardan kendi yükseklik nispetlerine göre uzakta durmak şartıyla - yürüdüm. Fakat gözlerim daha ziyade kavak ağaçlarındaki ayda idi.

Ne sakin, ne mütebessim bir yüzü vardı. Ona bakarken kozmoğrafyanın bize öğrettiği çiğ hakikatlere kızar gibi oldum; pekâlâ bu mûnis ve aydınlık çehreye ibadet edilebilir, onda hayatı idare eden gayrimesul kuvvetlerden biri mevcuttur sanılabilirdi. Sonra bu mütebessim çehrenin şimdi şu anda bile kim bilir ne korkunç yıkılışlarla dolu olduğunu düşünerek ürperdim. Dünyamızı da böyle uzaktan gören bir insanlık tasavvuru ne kadar korkunç! Kim bilir o anda arzımızın solgun bir kandil gibi yanan yuvarlağına karşı, onun kendi sefaletlerinden habersiz kaç bin dua yükseliyordu.

İkinci bir sarsıntı, bir yuvarlanma tehlikesi pahasına beni bu düşüncelerden uyandırdı ve daha ihtiyatlı bir yürüyüşle dost aramaya çıktım. Bütün şehir çok acayip bir kıyafetle ayakta idi; don ve gömleği ile fırlamış erkekler kapıların önünde giyiniyorlardı; ekseriyet yarı çıplaktı ve insana bir nevi şarkkârî mahşer manzarası veren dört yol ağızları vardı.

Kadınlara gelince... Hakikat şu ki, bu zelzele sayesinde ben Erzurum'da birkaç kadın yüzü görebildim. Uykusuzluğuma rağmen o gece beni o kadar sarsmadı. Beklenilmeyen şeylerin getirdiği değişiklik bir gece için ne olsa çekiliyor. Zaten beş on dost birleşmiştik ve söylemeğe lüzum yok ki bana konuşma az çok her şeyi unutturdu.

Yalnız gece ilerledikçe bende "bir sabah olsa” temennisi kuvvetleştiğini hatırlıyorum. Sabah olsa... Gece yarısı zindanında uyanan mahpus, yatağında terleyen ümitsiz hasta, bir zillet tufanında kendisini her an boğulmuş sanan biçare, velhasıl her cinsten muztarip, sabah güneşini bir şifa gibi bekler. Ve o gelir gelmez bütün sefalet ve ıztıraplarının hiç olmazsa hafifleyeceğini zanneder. Bu da gösteriyor ki insan kafası için sarahat en tabiî ihtiyaçtır. Hakikatte bütün bu zavallılar için güneşten beklenebilecek ne vardır? Hangimiz arkamızda bu zalim gözün aynı çiğ parıltı ile aydınlattığı günlerin birbirine benzeyen sıkıcı yükünü hatırlamayız?..
Fakat ne çıkar? Bir kere güneş doğsun, gecenin velev ki uykusuz olsa bile yine yarı rüya dolu olan eteği ortadan çekilsin ve insanlar kendi hakikî yüzlerini alsınlar, şehir bütün bu hayaletlerden kurtulsun ve çeşmenin sesi, gündüzün kalabalığında sadece bir çeşme sesi olmaya razı olsun. Ben de işte, bu ilk zelzele gecesinde, uykusuz bir günün her dakikası nasıl yükleneceğini bilmekle beraber - çünkü uykusuzluk bende ancak seyahat kitaplarında okuduğum o irtifa hastalıklarına benzeyen bir rahatsızlık yapar - sabahı bekliyordum. Ve nihayet sabah güneşi, beni evimin bir türlü atlamaya cesaret edemediğim eşiğinde yorgunluktan bitkin, insanoğluna bütün hayat ve çalışma emniyetini veren temkinini kaybetmiş, sağa, sola rakkas gibi gidip gelen bir duvar parçasına hazin hazin bakarken buldu.
Ertesi gece şehrin her meydanı acayip bir panayıra dönmüştü. Çadırlar, tahtadan ve gaz sandıklarından yapılmış kulübeler, dört direk arasına ve üstüne gerilmiş kilim ve seccadeden yapılma acayip meskenler, hattâ sadece önleri örtülü arabalar. Ve bunların arasında alçak sesle konuşan ihtiyarlar, kadınlar ağlayan küçük çocuklar, gidip gelen siyahlı beyazlı hayaletler. Karısı doğurmuş, sevinç şaşkını bir arkadaşa elime geçirdiğim birkaç gaz sandığı ile iki kalası hediye ettiğim için ben yersiz yurtsuz kalmıştım. Gecenin ilk kısmını bir arkadaşın çadırında çay içerek geçirdim ve sonunda geldiğim andan beri çadırın bir köşesinde arkası bize dönük hiç kımıldanmadan ve konuşmadan duran karısına acıyarak ayrıldım. İlerleyen gece ne olsa bu insan kalabalığına bu saatte getirdiği sükûnetle manzarayı tamamlamıştı. Sessizlik tamdı. Yalnız bir ninni, sanki gecenin bu yalnızlığını ölçmek ister gibi uzanıyor, hazin ve alışkan edasıyla bu hoyrat sessizliğe tanıdığımız bir hudut, bizi zamana, gündelik ümitlere çağıran bir kenar çiziyordu.

Bu hakikî bir göç manzarası idi ve muhayyele hiçbir zahmet çekmeden, bu küçük karargâha tarihî rengini veriyordu: Kişneyen atlar, sırtında ok ve yay dolaşan bir iki nöbetçi, meşale ışığında silâhlarını temizleyen erkek kalabalıkları ve gecenin sükûtunda birbirine sokulmuş teprenen, kımıldanan, bağıran sığırlar, koyunlar ve onların etrafını çeviren kağnılar. Ve sabahın meçhulünü düşünmeden yorgun uyuyan oba...

Asırlarca evvel bu toprağı kendilerinin yapmak için, alıştıkları manzarayı, doğdukları toprağı, yıkandıkları dereyi ve ecdat kabirlerini terk edip gelen sert, haşin, maceradan yılmaz ve ona karısıyla, çocuğuyla ve ihtiyarlarıyla atılan insanların tetikte uyuyan kalabalığı...

Ve sonra ay... Yalnız bu sefer Çifte Minare'nin üstünde yine aynı sakin gülüşle ve peşinden çok görmüş geçirmiş ihtiyar çehrelerine baktığımız zaman duyduğumuz hatıralar selini sürükleyerek bakıyordu. Ne yapacaktım? İlk önce evime gidip yatmayı düşündüm. Sarsıntı biraz kesilmişti, fakat gündüz kazalardan o kadar korkunç haberler gelmişti ki, dört duvar arasına girmek için lâzım gelen ruh kudretini kendimde bulmak oldukça güçtü. Bununla beraber, önümde koca bir gece, bu ârızî hâli tabiîleştirmiş uyuyan şehirde tek başına ve artan serinlik içinde dolaşmak da kolay değildi. Bir müddet dolaştım ve nihayet başka bir şey yapamayacağımı görünce evime döndüm. Ne kadar zaman uyudum, bilmiyordum. Birdenbire çok insiyakî bir korku ile uyandım; ve derhal ayakkabılarıma sarıldım. Bir felâket olacağına o kadar katiyyetle emindim. Odanın ortasında yüzüm bir türlü ayrılmaya razı olamadığım sıcak yatağa dönmüş, bekliyordum. O zamana kadar ev ve yatak mefhumlarını bu kadar kuvvetle anlamamış, yatacak yeri olmamanın azabını tatmamıştım. Korku, hiddet, uykusuzluk içinde perişan, perdesiz pencereden dışarıya göz attım. Ay, dün akşamki yerinde, kavak ağaçlarına sırmalarını giydirmiş, sakin ve aynı gülümseyen yüzle bakıyordu. Zelzeleden değil, bu sakin ve gülümseyen yüzden bu sükûnet ve kayıtsızlıktan, insanoğlunun yer yüzündeki bu korkunç yalnızlığından korkarak odadan fırladım. Fakat geç kalmıştım. ilk sarsıntı beni merdiven başında yakaladı. Bu belki şimdiye kadar olan sarsıntıların en kuvvetlisiydi ve hemen arkasından gelen uzak ve sağır yıkılma sesinde bütün bir şehri örtebilecek bir kudret vehm edilebilirdi. Tabiî tekrar sokağa fırladım.

Gecenin bilmediğim bir saatinde, gözüm ve belki de bütün vücudum uykudan şişkin, burnumda yatağımın ve kendi tenimin kokusu, tekrar bu suali kendime soruyordum. Önümde nasıl geçireceğimi bilmediğim bir gece ve heyhat, ertesi günün şimdiden beni korkutan uzunluğu vardı. Yavaş ve dalgın, her adımda derimi çatlatacak kadar beni dolduran uykudan bir parçasını kaybederek, ümitsiz ve emniyetsiz yürüyordum. Arasıra yolda hemen olduğu yere uzanıvermiş insanlara basmak vehmiyle silkiniyordum. Uyuyan bir şehirde tek başına dolaşan bir adamın yollar hakkındaki fikri büsbütün başka oluyor. Zannederim ki bir şehrin hakikî topoğrafyası ancak böyle zamanlarda görülüyor. O gece Erzurum'u asıl fizyolojisinde tanıdım zannediyorum. Ara sıra başımı kaldırıp havaya bakıyordum. Ay ancak biraz daha alçalmıştı. Fakat aynı sakin ve soğuk güzellikte, aydınlığın donuk çeşmesini açmış, bütün manzarayı o kendisine mahsus hülya ve ölüm şiiriyle dolduruyordu. Eşya, müstehzi ve zalim bir sihirbazın eline verilmiş gibi, bütün çizgi ve şekillerini değiştirmişti. Her şey tanınmayacak kadar güzeldi. Bununla beraber bu güzellik benden o kadar uzak, o kadar yabancı ve hatta düşmandı ki... Elimden gelse gözlerimi kapar, öyle yürürdüm. Toprak, kendisine olan emniyetimi yıkmıştı. Tabiatla kolay kolay barışamazdım. Toprak, üzerinde emeklediğimiz, gezdiğimiz, oturup kalktığımız, hayat dediğimiz gülünç ve muztarip oyunu oynadığımız ve sonra bir gün tekrar kucağına döndüğümüz katı anayı bana bu zelzele geceleri öğretti. Bir an içimden tüyler ürpertici manzarasıyla bir düşünce geçti: Ölüleri kucağından fırlatan toprak... Ve o zaman insanlığın bütün hayatı bu korkuyla geçtiği hâlde niçin ölümü o kadar sık düşünmediğini biraz hisseder gibi oldum; bütün korkularımıza rağmen onu bir dönüş gibi kabul ediyoruz diye düşündüm. Fakat en elemli ve beni en ziyade korkutan düşüncem yarı bırakılmış bir yapının karşısında geldi. Bu, iki katı genişçe bir evdi. Önünden geçerken birdenbire başımı farkında olmadan salladığımı ve kendi kendime "Zavallılar. Ne yapıyorlar, ömür bu zahmete değer mi?” diye mırıldandığımı hissettim. Daha iyisi, ben bu sözleri mırıldandım. Ve bende bulunan ikinci bir adam bunu fark etti. İşte o zaman kendi kendimden korktum. Zelzele maneviyatımı bozmuş, ölüm peşime takılmıştı; ve hakikaten ondan birkaç sene için ayrılamadım.

Belediye bahçesinin önüne geldiğim zaman yorgun ve perişandım. Nasıl oldu da buraya kadar hiç fark etmeden gelmiştim? Bunu düşünmeğe lüzum yoktu. Bu yorgun ve uykusuz adamı şehir kendiliğinden aşağı doğru kaydırmıştı; ben tıpkı bir yokuştan yuvarlanan taş gibi bu nisbî düzlüğe gelir gelmez durmuştum.

İlk gözüme çarpan şey, o civardaki büyük bir yalağın yaptığı bataklıkta çömelmiş iki manda karaltısı oldu. Bu mandalar - burada bunu söylemeliyim - Erzurum'da benim bir nevi fikr-i sabitim olmuştu. Günün her saatinde onlardan biriyle karşılaşır, sırtlarına ve hattâ başlarına kadar taşıdıkları kurumuş çamur parçaları, pislik bakiyeleri ile ve tepelerinin üstünde bir küçük kasırga gibi dalgalanan küçük hayvanlar kümesiyle bana büyük ve cüsseli olmanın kefaretini bütün ömürlerince çekmeğe mahkûm büyük zavallılar gibi görünürlerdi. Bu sefer de onları - her zamanki yerlerinde bulmak ihtimaliyle - farkında olmadan aramıştım. Eğer kahvede ışık ve hatta kalabalık fark etmeseydim şüphesiz ki bu tesadüfün üzerinde biraz daha dururdum. Fakat sıcak çay ümidi beni bu kendi kendime icat ettiğim acı felsefeden ayırdı.

İnsanlığın talihsizliği üzerinde deminden beri kafamda geçen acı düşünceler, bana farkında olmadan bir nevi azamet vermişti. Hayatın iradesine ve kanunlarına karşı isyan etmiştim. Ve şimdi bu isyanın şişkinliği içindeydim. Onun için kahveden içeri girmedim, bahçenin kuytu bir köşesinde bulduğum bir sandalyeye bir nevi yarım ilâh dalgınlığı ile oturdum, yahut daha doğrusu büzüldüm. Çünkü deminki serinlik şimdi hakikî bir ayaz hâlini almıştı. Yüzüm ovaya dönük, hiç bir şey düşünmeden somurtuyordum. Yanıbaşımdan birisi:

— Efendi, şu ateşi ver bakalım, diye seslendi.

Bu sözlerle beraber çıplak ve kuvvetli bir kol aşağıdan yukarıya doğru uzandı. Biraz dikkat edince tanıdım: Tahsin Efendi idi. Kendime bu gece için en münasip arkadaşı bulmuştum. Cigaramı uzatırken:

— Merhaba Tahsin Efendi, dedim.

— Merhaba! diye kuru bir cevap verdi.

Sonbahar otlarının üzerine yanlamasına uzanmıştı. Başı sağ koluna dayalı, serbest kalan sol eliyle cigarasını İçiyordu. Selâmıma mukabelesi o kadar ânî ve kuru olmuştu ki, bu tek kelimeyi söyleyeceği yerde havaya bir el tabanca sıksaydı, yine aynı tesiri yapabilirdi.

Tabiî bütün konuşma arzularım yarıda kaldı ve hatta bir nevi rahatsızlık bile duymaya başladım. Bununla beraber galiba bir boşalma gecesi olmalı ki, tam ben yerimi terke hazırlanırken:

— Ne güzel gece, değil mi? diye tekrar söze başladı, âdeta bir rüya gibi...

Sonra geniş bir nefes aldı ve yere, bu sefer sırt üstü ve upuzun uzandı. Gözleri apaçık, gök yüzünü seyrediyordu. Ne diyeceğini bilmiyordum, tabiatı takdir ederken ondan bir parça gibi ot ve toprağın içine gömülen bu adama ne söyleyebilirdim? Aynı sessizlik, fakat biraz daha yumuşağı, bir müddet sürdü. Sonra daha tatlı bir sesle kendi kendine mırıldanır gibi:

— Tabiatın sessizliği, dedi, öyle zannedildiği kadar korkunç bir şey değil. Yalnız biz buna bir türlü alışamıyoruz.

Ne kadar düzgün konuşuyordu. Söze yarım kalmış bir bahsi tamamlar gibi başlamış, öyle devam ediyordu:

— Biz, bataklığı dolduran kurbağalar gibi, mutlaka bu sessizliği bozmak istiyoruz...

Cümlenin gerisi gelmedi, başını öbür tarafa çevirmişti.

— Evet, dedim, devam edin.

Fakat cevap vermedi, yattığı yerde döndü. Bu sefer yüzükoyun toprağa kapanmıştı. Sonra birdenbire hiç umulmaz bir çeviklikle fırladı ve tam yanımda yere bağdaş kurup oturdu:

— Bana bir nargile ısmarla, bir de sen iç! dedi.

— Sizin için hay hay, dedim... Fakat bana dokunur, hasta olurum.

Alaylı bir homurtu ile razı oldu. Beni beğenmediği belliydi. Nargilesi gelince bir de sandalye istedi. Kahvecinin getirdiği iskemleyi:

— Şöyle bir efendice oturalım, diye altına çekti, sonra hakikaten düşman gibi bir sesle bana döndü:

— Hasta olursan ne olur ki... dedi.

— Ne olacak, hiç, dedim, hasta olurum, güzel bir şey mi hastalık?

— Belki de ölürsün, değil mi? diye yapma bir anne şefkatiyle mahzun mahzun sordu. Ah, sen ölürsen dünya ne yapar? Zavallı dünyanın hâlini düşün, aman kendine dikkat et...

Ve mütearrız bir hareketle paltomun yakasını, soğuk almayayım diye düzeltti.

Tabiî bu manasız sözleri kızmadan dinlemek kabil değildi.

— Niçin, dedim, böyle konuşuyorsunuz, daha yeni gördüğünüz bir adama bu sözler söylenir mi?

— Vah yavrucuğum, vah! Neredeyse ağlayacak.. diye alay etti; bu kadar yumuşak olduktan sonra insan ne diye yaşamak zahmetine katlanır.

— Yumuşak veya katı, dedim, bu dünyada yalnız ben mevcut değilim ya... Benim gibi ve benden zayıf milyarlarca mevcut var, hepsi yaşıyor ve hepsi ölüyor.

Ve büyük bir ima kasdıyla ilâve ettim:

— Benden kuvvetliler de beraber...

— Şüphesiz, dedi şüphesiz senden yumuşak ve zayıfları da var. Fakat onlar hadlerini biliyorlar... (Gözleri yarı karanlıkta ateş gibi parlıyordu.) Sen cüssene bakmadan kâinatı fethe kalkmışsın... Dolduracağın çukurun dışında işin ne?

Benim şahsımda bütün insanlıkla konuşuyordu. Sesi çok geniş bir kalabalığa söylüyormuş gibi tok ve yüksekti. Oyunu olduğu gibi kabul ettim:

— İyi ama, dedim, bunda muvaffak da oluyoruz!

Müthiş bir kahkaha savurdu:

— Muvaffak mı, dedi, nerede, ne vakit? Nasıl? .. Hangi muvaffakıyet... Sırtında bit gibi yaşadığın devin müsamahasından bir an dışarı çıkabildin mi? Hayat mütemadiyen ölümün zaferini taganni ediyor. Sen küçücük başını sallayıp geçmeğe çalışıyorsun!...

Mümkün mertebe yavaş ve tatlı cevap verdim:

— Yaşamanın ve sevginin zaferleri de var, dedim. Hem de tabiatın değişmez kanunları içinde!

Sözümü bir el işaretiyle kesti:

— Vehim, dedi... Hayat, ölümün şerefine yazılmış bir kasideden başka bir şey değildir. Güneş bir mezarlıktır ve toprak.. ve biz...

Bütün bu saçma sapan şeyleri o kadar doğrudan doğruya kalbin yolunu bulan bir sesle ve o kadar emniyetle söylüyordu ki, yalvarmaya mecbur oldum:

— Susunuz, dedim. Çok rica ederim, susun, bütün bunları niçin söylüyorsunuz. Hem söylemeğe ne hakkınız var?..

Fakat o beni dinlemekten çok uzaktı. Coşkunluğunun en yüksek haddinde ayağa kalkmış, bir eli çay masasının üstünde, sımsıkı kıstığı ötekisi yarım bir işaretle yukarıda bir şey gösterir gibi omuzunda, acayip bir vaaz ve tehdit vaziyetinde dimdik duruyordu.

— Sana tekrar söylüyorum, her şey, hepsi ölümdür. Her şey ondan gelir ve oraya döner... Biz, bütün bu gördüğün şeyler - eliyle etrafı gösterirken, ayağıyla otları eziyordu - her şey, hepimiz, büyük ve muazzam bir kadavranın üzerinde gezinen kurtlarız.. Anlıyor musun? Kadavra kurtları...

Ne yapacağımı şaşırmıştım. Bütün soğukkanlılığımı toplayarak:

— Niçin bu kadar bağırıyorsunuz? Oturunuz, bütün bunları oturduğunuz yerden sakin sakin de anlatabilirsiniz, dedim.

Bir müddet durdu. Donuk aydınlıkta yüz çizgilerinin değiştiğini fark ediyordum; sonra gayet yavaş bir sesle:

— Evet, dedi. Hakkınız var; yavaş konuşmak daha iyi... Hem sizi de korkutmuş olmam...

Kimdi bu adam? Bir ölüm peygamberi mi, yoksa insanları şaşırtmaktan hoşlanan bir budala mı? Bu uğursuz kuşla ne diye bu gece karşılaşmıştım?..

Oturdu. Nargilesinin yere düşen marpucunu elimden şaşılacak bir sükûnetle aldı ve yine o eski sükûta gömüldü; sonra birdenbire tekrar ve çok tabiî bir tarzda konuşmağa başladı. Erzurum'dan yarın sabah gideceğini, şehirde canı sıkıldığını söyledi:

— Biraz dolaşmalı, dedi. Sonra zelzeleye atladı, kendisine, gelirken gördüğüm acayip manzaraları anlattım. İki gecedir, bu kahveden ayrılmadığı için bir şey bilmiyordu. Ben sözümü bitirince alay etti:

— Demek ki şimdi bütün şehir bana benzedi... O hâlde muhakkak gitmeliyim.

Ve sonra aynı çeviklikle birdenbire ayağa kalktı:

— Allahaısmarladık, efendi, dedi, kusura bakma, coştuk...

Hiç acele etmeden, arkasına bakmadan yola koyuldu ve biraz sonra bahçenin güdük fidanlarının, gecenin alaca gölgelerine karıştığı noktada kayboldu. Onu bir daha Erzurum'da göremedim, nereye gittiğini kimse bilmiyordu. Yalnız muhakkak olan bir şey varsa, bu çılgın adam bana güzel bir ders vermişti. Acele acele evime döndüm ve derhal yatağa girdim. Bu ölümlü dünya uykusuz kalmaya değmezdi...

AHMET HAMDİ TANPINAR

DENİZKIZI ADASI - HALİKARNAS BALIKÇISI

$
0
0

DENİZKIZI ADASI

"Aman" dedim, "şafaktan önce gel de beni uyandır. Şu karşıki adayı görüyor musun? Düşüme giriyor. Şafaktan önce orada bulunalım.”

"Olur. Ona Denizkızı Adası derler. Ben seni gece uyandırırım.” dedi.

Oraya gidip balık avlayalı yıllar geçti. Oraya balığa gittiğim zaman, zaten yaşını başını almış bir adamdım. Bu dakika ölecek ve ölürken de bunca yıllık hayatımın, canımda iz bırakmış olaylarını gözden geçirecek olsam; şu kadar para kazanmış olduğum için mutlu ya da şu kadar para ve mevki kaybetmiş olduğum için de acı sanmış olduğum bütün olayların hepsi küçülür küçülür de kala kala o ada kıyısında avlanmış olduğum günün anısı, bütün hayatımın en tez bir yaşayışla dopdolu ışıldayan bir anısı olarak kalır.

Gözlerim alacakaranlıklaşırken o anı, gördüğüm son ışık ve gönlümün tattığı son sevinç olacak.

Güneşin kız kardeşi Eos (yani Arşipel şafağı), gül renkli aydınlığı kucaklamış, ufukta ağarıyordu. Çizgi çizgi pembe ışıklar, parmaklarıydı. Sıra sıra yatay bulutlar sanki bir "arp”ın teliydi. Işıkla inlemeye koyuldular. Denizine de, göğüne de pembe berraklık ve ışık yayılıyordu. Yanımda kürek çeken Mehmet'e,

“Buraya neden Denizkızı Adası diyorlar.” diye sordum.

“Buraya ay ışığında deniz kızları gelirmiş. Ben görmedim. Yalnız bir iki gece, adanın ay ışığında saldığı gölgede, denizi şapur şupur öttürdüklerini duydum. Dalgalar üstünde hayal meyal ağartılar yüzer gibi oldu. Çınlayan bir kahkaha, tüylerimi tuhaf tuhaf ürpertti. Korktum desem yalan, korkmadım desem de yalan. Benim de gülesim geldi. Aklımı oynatırım diye küreklere davrandım."

“Neden? Onlar insanı çıldırtırlar mı?”

“Dedem görmüş. Kendisi, paraya pula gönül verir bir adam değilmiş. Fakat, bunlardan birine gönül vermiş. işte, ondan sonra adama bir hâl olmuş. Babam bu adaya uzaktan bakar bakardı da, dedemin dediklerini anlatırdı. (Mehmet cıgarasını çekti, konuşmak istediği besbelliydi; ben de kışkırtıyordum. Yanık sesliydi.) Babam anlatırdı. Şu gördüğün Sporad Adalarının bir koyu, bir körfezi yokmuş ki; dedemin kayığı orada beşik gibi sallanmış olmasın. Gündüzün de, gecenin de on ikişer saatinin pek azını karada yaşarmış. Fırtına kopunca, ceviz kabuğu gibi küçücük sandalını, kopan kıyamette birer sessizlik sarayı olan mağaraların içine çekermiş. Issız kıyıların tenha gezicisiymiş. Yapayalnız yaşarmış. Babama anlatmış,

— Çocukluğumun oyun arkadaşları, bu küçük adalar, çığrışan deniz kuşları, sıçrayan yunuslar, eller gibi çırpışan dalgalardı. Fakat asıl hayatımın tacı, tam bir sessizlikti. Mağaranın dibindeki yumuşak kuma boylu boyunca uzanırdım. Mavi denizler kıyıya yanaşırken berrak zümrüt olur, sonra en saf göğün en beyaz bulutu gibi bembeyaz köpürürdü. Suyun altın, yeşil ve mavi yansımaları mağaranın tavanında yürürdü. Sular böylece bana renklerini verirken, sarkıtlardan damlayan sular, ayrı ayrı notalarda öter ve bana suyun sesini verirlerdi. Yelkenimi açmak için böylece beklerdim. Kızaran bir yaz akşamı olmazdı ki; kayığımla yeşil kıyı ve beyaz kumsalları kıyılamakta bulunmayayım. Tepeden eteğe gelin duvağı gibi çözülüp salınan çoban kavalının sesi, dupduru havada, hesaba gelmez uzaklıklardan çağırıyormuş gibi olurdu. Yaşamış olduğum bir gün yoktu ki; şafak kırmızısının denize taşıp akışını upuyanık ve dimdik seyr etmemiş olayım. Neyleyim kefen gibi yatak çarşaflarını, uyku mahmuru çapaklı gözleri? Ağlarım kıyının sakız dallarında asılı kururken, çimenler üzerine çeşit çeşit balıklarımı serer, üşüşen fukara köylüleri, denizin en lezzetli balıklarıyla beslerdim..?”

“Deli gönül uslanır mı hiç? Hasret çekiyordum! Gönlüm bu güzelliklere kanmıyor da kanmıyordu. Deniz suyunu içen içtikçe susarmış. Yemek yer sindiririz; yediğimiz yemek biz oluruz. Bu güzelliği neden içime alamıyor ve kendim edemiyorum diye hayıflanıyordum. Denizin dibinde dilediğim gibi gezemediğim için üzülüyordum. Denizin dibine bakınca, denizin yüzü bana dapdar geliyordu. İşte bunun için koyun birinde bir başıma kalınca soyunur, kendimi derinliğe verirdim. İçim yanardı. Berrak ve yumuşak suların, göğsüme ve dizlerime pürüzsüz süzülüşünü neden içime, ciğerlerime alamıyorum diye kendi kendimi yiyordum. Neden o kıprayan renkleri soluyamıyordum. Efendim? Gün olurdu, balık avını büsbütün unutur, dalar çıkar, on iki saatin onunu denizin dibinde geçirirdim. Sabah ışığına kanat salan kuş gibi, irademi dip karanlıklarında deniyordum. Ege dibini sana anlatmaya ne hacet a evlât? Sen balıkçısın; benim kadar bilirsin. Ters çevrilmiş uçurumu andıran dibin yüksek kubbelerinde ışıklar, yelpaze gibi açılan ışınlarıyla boşluğu tel tel keserler. İncinin gümüş yüzünde parlayan masum bir pembe vardır. Sipsivri tepelerin kayasından kayasına mahyalar kurulur. Batmış gemilerin kaburgaları ve direkleri karanlıklarda ışıldar. Deniz dibinde ahtapot ve balıklara yüzyıllarca yuvalık etmiş şarap testileri, dudaklarından balık ve yeşil damlacıklar solurlar. Renkler dip ovasının âlemine, kum saati rıhlarının kolay akışıyla akarlar, karanlık ovaya hâle hâle yayılırlar. Beklerdim karanlık sessizlikte! neyi? Bir çığlığın çınlamasını!..

Neyse, denizin dibine alışayım diye gece gündüz çabalayıp dururken, kapkara sevdanın öz zindanına vardım. Ve orada mahpus kaldım. Âşık Garip geze geze ne ararmış, onu kestirir gibi oldum. Onu derin ve koyu zümrüt sular içinde parıl parıl bembeyaz gördüm. Kulağımda, hatta içimde de çığlığı çınladı.”

“Neyin?”

“Deniz kızının! Sevmek söz ya da duygusunun gövdesi ve kemiği olsaydı eğer, sevmenin tâ apak kemiklerine, ateş dolu iliklerine kadar sevdim diyebilirim. Daldım! Kovaladım! Gece oldu. Işıldaya ışıldaya kaçıyordu. Daldı. Daldım. Yüze geldi; yüze geldim. O yüzdü; ben yüzdüm. Adanın çevresini kaç kez dolandık, bilmedim. Çil çil gülüyordu. Deniz tuzu gibi ısırıcı ve şakrak bir gülüştü o. Ay kalktı. Ne koskocaman aydı; gözlerim faltaşı gibi açıldı. Bembeyaz! Yusyuvarlak! Ben mi, o mu, ay mı, ada mı dolaşıyordu, farkında değildim. Ha tuttum, ha tutuyorum diye, ardınca, alabildiğime kucaklıyordum. Bana dönüp baktıkça ay ışığını kara gözlerinde görüyordum. Gövdesi, çalkanan ay ışığında, ay ışığıydı. Şimdi tuz buz oluyor, parçalanıyor, sonra cıva gibi kavuşuyordu. Kollarımı saldım. Belini sardım. Koynuma çektim, eriyiverdi. Bağrıma bastığım, ay ışığıydı. Onu daha ötede gördüm. Yüzdüm! Yüzdüm! Yüzdüm!... Gönlüm çil çil çığırdayan gülüşüne, aya ve adaya sarıla sarıla döndü, döndü; burgaç halinde kendimden geçtim. Ama işte ondan sonra, ay aydını beni hep orada buldu..?”

Mehmet anlatırken güneş batıyordu. Adanın kayaları, yarları diklemesine denizden çıkıyor, evreni saran kızıllık ortasında dev gibi bir orgun ateş sütunlarını andıran boruları uluyordu. Otuz mil eninde bir dalga, dünyanın bütün okyanuslarını dolaşıp geliyormuş gibi davranarak, harlayan köpüklerinde taşıdığı gök gürültüsünü, adanın kıyılarına serdi. En esrarlı mağaralarına dek zangır zangır titreyen ada, müziğini kıpkızıl bulut hâlinde göklere verdi. Martı alayları adanın üzerinde kıvılcımlar gibi savruluyordu. Gerek benim, gerek Mehmet'in içimizde sonsuz bir heyecan vardı. O küçücük kayıkta bir çöp parçası gibi inip çıkarken, okyanusu armonika gibi öttürdüğümüzü sanıyorduk. Aklımızı başımıza toplamaya çalıştık.

Mehmet'in birdenbire saçları diken diken oldu:

“İşte deniz kızı!” diye haykırdı ve parmağıyla adayı gösterdi.

Adaya baktım. Köpükler arasından kayaya bir fok balığının çıkmakta olduğunu gördüm:

“Hakkın var, hakkın var Mehmet!” diye bağırdım.

Şaka değil; Pan bu yerlerin yerlisiydi.

Halikarnas Balıkçısı
(Cevat Şakir KABAAĞAÇLI) (1886-1973)

ÇIKMAZ SOKAK - ZEYYAT SELİMOĞLU

$
0
0

ÇIKMAZ SOKAK

Eşek kayaların arasındaydı. Bize kalsa belki göremeyecektik ya, Arap Niyazi'nin yaygarasıyla hepimiz o tarafa döndük.

— Eşeğe bakın, diye bağırıyordu Arap, bu cehennemin dibinde eşeğin ne işi var yahu?

Denize girdiğimiz yer, adanın arka taraflarında öyle pek kimsenin uğramadığı bir koydu. Biz Arap Niyazi, Avcı Saim, Kızgın Zeki, iyi Ahmet, hep beraberdik. Avcı bu kayalık denizin tiryakisiydi. Onun zoruyla tepmiştik yolları. Arap'ın ağzı hâlâ açıktı.

— Bu eşeğin ne işi var bu kayaların arasında yahu? Nasıl gelmiş, nasıl inmiş o uçurumlardan?

Avcı:

— Aptal Arap, dedi, senin aklın erer mi o eşeğin hesabına... Canına tak demiştir çalışmak fakirin, kirişi kırıp soluğu burada almıştır işte... Sahibinden saklanmıştır.
Gerçekten, eşek öyle bir yerde duruyordu ki, buraya nereden geldiğine akıl erdirmek zordu. Bir taraftan dik, çam ağaçlarının bile zor tutunduğu bir uçurum iniyor, iki taraftan sarp kayalar yükseliyor, beri taraftan da deniz yolu kapıyordu. Eşek, uçurumun, kayaların, denizin arasındaydı. Hiç kımıldamaksızın, heykel gibi duruyordu. Kızgın Zeki kaşlarını çatıp:

— Eşeğin bu kadar gururlusunu ilk defa görüyorum, dedip hiç sallanmıyor, kendini beğenmişin züppesi..

Avcı:

— Ben şimdi kımıldatırım, onu, deyip yerden bir taş aldı.

Tam nişan alacağı sırada iyi Ahmet tuttu kolunu..

— Yapma, dedi acıtırsın hayvanın bir yanını... Avcı :

— Ulan, dedi, sen de her şeye mani olursun. Seni anan dünyanın işlerine engel olasın diye doğurmuş garanti.

Taşı hızla fırlatıp attı. Taş eşeğin biraz ötesinde yere düştü. Eşek kımıldamadı. Arap Niyazi kıkır kıkır gülmeye başladı.

— Yaşşa be Avcı, dedi, sen de tam avcısın ha... Manda kadar eşeğe rastlatamadın taşı... Bak oğlum, hedef nasıl bulunur, gör de öğren...

Arap yerden bir büyükçe taş aldı. Uzun parmaklarıyla taşı kavrayıp, kalın, sarkık dudaklarını büzdü, gözünün tekini kapayıp olduğu yerde yaylanarak hızla fırlattı. Taşın eşeğin karnından pat diye ses çıkarmasıyla eşeğin kıpırdaması bir oldu. Hayvan ileri doğru bir yürüdü. Ama, birden topallayıp olduğu yerde kaldı. Eşek, sağ arka ayağını yere basamıyordu.

Avcı:

— Vay, dedi... ayağı kırık bu garibin be... Bırakmışlar kimsesizi buraya.

İyi Ahmet:

— Hadi bakalım, dedi, taşlasanıza bakalım, engel olmuyorum işte...

Arap:

— Elim kırılsaydı da atmasaydım taşı, diye söylendi.

Kızgın Zeki:

— Hangi eşşeoğlueşşek, dedi, hangi eşşoğlueşşek bıraktı bu hayvanı buraya kim bilir?

Denize girmenin, güneşte yatmanın tadı kalmamıştı. Birdenbire ne emiz, kahkahalarımız bıçakla kesilivermişti sanki...

Burada, bu canım güzelliklerin ta ortasında, bir can ölüme bırakılmıştı. İnsanlık, merhamet falan, hep düzmeceydi, hep süstüp sahteydi. Yahu... Hey Allah'ım.. Şu garip eşeğin ne günahı vardı be? Ne suç işlemişti bütün hayatı boyunca bir canavar herife para kazandırmaktan gayri? Ve o herif hangi deyyus ise, hayvancığın kafasına üç kuruşluk bir kurşun sıkmaya kıyamamış, onu işte böyle açlıktan, susuzluktan yavaş yavaş erimeye, bitip tükenmeye bırakmıştı. Adadaki çiçekçilerden tanıdıklarımı birer birer gözümün önünden geçiriyordum. Ama boşunaydı. Onları gözümün önünden geçirsem de geçirmesem de boşunaydı. Hiç bir şey değişmeyecek, eşek burada günlerce can çekişip, "bir su veren yok mu?" bile diyemeden susuzluktan göçüp gidecekti.

— Daha şimdiden sıfırı tüketmiş hayvan, dedi Avcı, bak nasıl sendeliyor. İyi Ahmet:

— Bir şey yapamaz mıyız çocuklar, dedi, şu hayvana bir yardımımız dokunmayacak mı?

Kızgın Zeki:

— Dokunmayacak, diye kestirip attı, şimdi ahlanıp vahlanıp şuradan gider gitmez de keyfimize bakacağız. Ne ayağı kırık eşek kalacak aklımızda, ne de bir şey... Oğlum, ayağını kırmamaya bakacaksın bu dünyada... Yoksa gittin gürültüye.

Arap Niyazi:

— Hiç olmazsa hayvana yaklaşabilecek bir yol bulsaydık, dedi, belki su falan getirirdik.

Avcı:

— Ona en büyük iyilik kafasına bir kurşun sıkmaktır, diye karşılık verdi.

Arap:

— Ne yapsak, dedi, bucak müdürüne mi söylesek acaba?

Kızgın Zeki:

— Gülerler sana, deyip acı acı güldü, hem acırlar, hem de gülerler sana yavrum. Kibarcası saflığına, mertçesi aptallığına gülerler senin.. Ulan, sen hangi hayal dünyasında yaşıyorsun hacı? İnsanları kollamaya gücümüz yetmiyor, elin eşeğini kim ipler senin?

— Zaten dedi, Avcı, sahibi öyle bir yere getirip bırakmış ki, hayvanı, Azrail'den başka kimsenin yardımı dokunamaz ona artık.

Arap:

— Azrail'in işi yok da, dedi, eşekle uğraşacak. Muhakkak unutur; unutunca da hayvan ölemez burada bir türlü.

Kızgın Zeki, yakışıksız gülüşüyle tekrar güldü:

— Ne haber, dedi, demin hayvana yardım edelim diye can atıyordunuz, şimdi de ölmeyecek diye oturup ağlayacaksınız, nerdeyse. Avcı, sen git getir tüfeğini de hayvanın kafasına bir kurşun sıkıver.

Avcı :

— Benim tüfek, dedi, ta Küçükçekmece'de.. Ordan buraya tüfek mi gelir?

Arap:

— Bırak yahu, diye bağırdı, zaten hayvanı yanlış bir yerinden vurursun sen... Demin attığın taştan belli senin avcılığın...

Eşek, uzaktan bizi görmüştü. Öyle, düşünceli düşünceli bizden yana bakıyordu. Gözlerini hiç ayırmıyordu üzerimizden.

İyi Ahmet:

— Bu eşek, diyordu, bu eşek şimdi hepimizden daha insandır. Siz anlayamazsınız bunu..

Arap:

— Kim bıraktıysa bu hayvanı buraya, Allah belâsını versin, dedi.

Avcı birden ayağa kalkıp:

— Ben çok yandım, diye mırıldandı, atlıyorum artık..

Kayanın üzerine çıkıp balıklama suyun içine daldı. Biraz sonra başı suyun üzerinde göründü.

Arap merakla:

— Nasıl su, diye bağırdı, sıcak mı?

Avcı denizin içinden:

— Hamam gibi, diye seslendi, ısıtılmış gibi vallaa..

Birer birer kalktık. Suya doğru yürüdük.

ZEYYAT SELİMOĞLU

BİZANS DEFİNESİ - OKTAY AKBAL

$
0
0

BİZANS DEFİNESİ

Ama nasıl heyecan ve umut içinde günlerce didinir dururduk! Ara sıra hatırlıyorum; büyük ağabeyimin elinde kazma, ortancada kürek, küçüğünde sönük bir gaz lâmbası, onlar önden, ben birkaç adım geriden o korkunç mağaradan içeri giriverirdik. Önce ağabeylerim biraz aralarında konuşurlar, lâmbanın ışığını karanlık içinde bir gezdirirlerdi. Böcekler, akrepler, örümcekler ve daha bir sürü garip şekilli haşarat aydınlıktan korkup kaçardı. Mağaranın içi uzun bir dehlize benzer, etrafta birtakım acayip şeyler varmış gibi görünür, durmadan tepeden damla damla su sızar, yer daima ıslak olurdu. Ağabeylerim bir müddet etrafı seyreder, lâmbayı koyacak münasip bir yer ararlar, sonra nereyi kazacaklarını kararlaştırırlardı. Küçük ağabeyim: "Bir de şurayı kazsak ha!” derdi. Gösterdiği yer çok karanlık olur, ortanca ağabeyim korkardı; lâmbanın ışığından ayrılmazdı. Aralarında konuşur, hafif sesle bir şeyler anlatırlardı. Sonra yavaş yavaş o karanlık köşeye doğru yürüyüp lâmbanın loş ve kasvetli ışığında kazmaya, küreğe sarılırlardı.

Ben mağaranın kapısı önünde, bir ayağım içerde, bir ayağım dışarda beklerdim. Bir kapkaranlık mağarayı, bir ışık içinde yüzen bahçeyi seyrederdim. Güneş ağaçlardaki eriklerin üzerinde ışıldardı. Komşu bahçeden küçük ağabeyimin sevgilisi "Ayva çiçek açmış.” şarkısını bize duyurmaya çalışır, arada bir annem evin penceresinden belirip bana "Sakın sen içeri girme..." diye seslenip kaybolurdu. Yaz akşamının tatlılığı geniş bahçeye, yeni açmış çiçeklere, meyva dolu ağaçlara sinerdi. Komşulardan birinin kuyudan su çektiği çıkrığın gıcırtısı derinden gelir, bir yandan da ağabeylerimin sesleri, kazma ile küreğin toprağa çarpmasının gürültüsü işitilirdi.

Sur dibindeki mağara bana korku verirdi. Gündüzleri yalnız başıma kapısından bile bakmak beni ürkütürdü. içerisi daima karanlıkla, rutubetle, bir sürü bitip tükenmeyen çıtırtılarla dolu olurdu. Geceleri ise bahçeye çıkmak imkânsızdı. Bizans'tan kalma bu surların altında neler olmuş, neler geçmişti! Babam çok defa bu surların hikâyesini alayı, şakayı, mübalâğayı seven güler yüzlü hâliyle anlatır, bizleri heyecandan heyecana sürükler, sonra: "Biz de vaktiyle bu mağaradaki defineyi çok aradık. Hele bîçare Nihat Bey amcanın ömrü bu define peşinde geçti” der, bizi sıcak hayallere, bir Binbir Gece Masalına doğru götürürdü.

Ailemiz kaç nesil boyunca bu defineyi aramış! En korkak olanlar bile kazma küreği sırtlayıp, insana ürperti veren mağarayı altüst etmişler. Ara sıra bir şeyler bulmuş, ev halkını heyecana düşürmüşler ama, netice daima sıfır olmuş. Babam bu ele geçmeyen defineden bahs ederken: "Bu define sonunda, Nihat Bey amcanın hayatına mal oldu” derdi. Bu söz şaka değildi. Babamın amca oğlu Nihat Bey korkaklığına, zayıflığına, medrese talebesi oluşuna bakmadan, işini gücünü, derslerini, medresesini bir yana bırakmış, yıllarca Bizans definesi peşinde koşmuş, hayal içinde yaşamaktan bir baltaya sap olmaya vakit bulamamıştı. Ben onu hayal meyal hatırlarım; ufacık bir boyu, aklaşmış saçları vardı, bir de tombul, kalın bacaklı karısı.. Hiç konuşmaz susar, hep düşünürdü. Bugün yarın defineyi bulup zengin olacağı ümidiyle evden çıkmaz olmuş, bunu iş edinmişti. Aylar yıllar geçmiş, her gün yarına kalan ve her gün tazelenen bu ümitler sonunda toz gibi uçup gitmişti. Hayalsever define avcısını bir kış sabahı omuzlar üstünde evden alıp uzaklara götürüp bıraktılar.

Babam o zamana kadar gerçekten bir define var sanırmış, fakat amca oğlunun yıllar yılı süren gayretinin neticesiz kalmasından sonra bu masalı aklından çıkarmış, unutmuş gitmiş..

"Ben de Nihat Bey gibi yapsaydım, yanmıştık” derdi. Ama mağaradaki define onun renksiz, neşesiz, sıkıntılı hayatının bir saadet, ümit ve hayal kaynağı olarak kalmıştı. Arasıra ağabeyleri_ me: "Ne dersiniz bu pazar bir daha denesek mi talihimizi?” der içinden kıs kıs gülerdi. Artık biz, dört kardeş heyecanla pazarı beklerdik. Zaten bizim ağabeyler dünden hazırdılar. Durmadan aralarında bir şeyler konuşurlar, habire tatlı hayaller kurarlardı. Bu ümitli düşünceleri geceye, yanyana yer yataklarına uzandıkları zamana bırakırlardı. Tembel bir mektep talebesi gibi gününü geçirip, saat dokuza kadar önlerinde bir kitapla çalışır görünüp dalga geçtikten sonra, bu define hayalleri ne tatlı gelirdi onlara kim bilir! Ortanca ağabeyim defineyi büyük, ama çok büyük bir sandık içinde hayal ederdi. içinde her şey olacaktı: Altın kılıç, zümrüt gerdanlıklar, yakut yüzükler, inciler, daha neler neler... "Ama” derdi, "o koca sandığı ufacık kapıdan nasıl çıkaracağız?” Düşüne kalırdı. Sandığı yan çevirir, baş aşağı yapar, bir türlü mağaradan dışarı çıkaramazdı; nihayet içindekileri oracığa döker, sonra onları teker teker mağaradan dışarı taşırdı. Daldığı hülya içinde "Ah” derdi, "ah!” Ötekiler daha gerçek düşünürlerdi. Büyük ağabeyim mağaranın kazılmadık, el değmedik bir yerini bulmaya çalışır: "İstanbul alınırken o telâş içinde herifler hazineyi pek uzağa götüremezlerdi, her hâlde mağaranın hemen ağzına gömüvermişlerdir" derdi.

Günler geçip gider, pazar gelir, öğleye kadar mutfakta börek pişiren babamın etrafında dört dönerdik. Öğle yemeği telâş içinde yenir, son lokma yutulur yutulmaz hep birden yerimizden fırlardık. Babam eline bir kazma alırdı. Yavaş yavaş mağaraya doğru yürürdük. Babam mühim bir iş yapıyormuş gibi etrafı inceler, düşünür taşınır, sonra: "Bir de şurayı kazalım.' derdi. Hep birden işe bir girişirdik! Bana pek iş düşmezdi ya, ben de seyr eder, heyecanlanırdım. Derken on dakika geçiverir, ter içinde kalan babam bir bahane uydurur: "Ben şimdi geliyorum, siz kaza durun” deyip eve girer, tabiî bir daha da çıkmazdı. Ama biz dört kardeş akşamlara kadar uğraşır, didinir, toprağı kazmalarla küreklerle altüst eder, böcekleri ezer, örümcekleri kaçırtır, akrepleri ürkütür, geceye doğru yorgun, ölgün fakat bir dahaki pazara içimiz ümitle dolu olarak eve girerdik Asla bezgin, ümitsiz olmazdık; içimiz zengin, sonu gelmeyen hayallerle dolar taşardı. Geceleri rüyalarımızda servet içinde, altınlar, elmaslar, zümrütler içinde yüzer, kendimize otomobiller, evler, yalılar, kayıklar, pastalar, uçurtmalar, parlak bilyalar, 5 numara futbol topları alırdık.

Ne oldu bilmiyorum, bir gün komşulardan biri, mağaranın tekin olmadığını, gece yarıları oradan sesler geldiğini söylemişti. Belki bunları bizi korkutmak için uydurmuştu. Babam hemen bunu duyar duymaz bir masal yaratıvermişti: sözde o hazine ile bir Bizans prensesi de oraya gömülüymüş; filmlerdeki gibi, babasının düşmanı olan bir adamı sevmiş diye o prensese bu cezayı vermişler, onu bütün servetiyle birlikte oraya gömmüşler... Bunu babam öteden beri bilirmiş, bizi korkutmamak için söylemezmiş, günün birinde prensesin tabutunu da hazineyle birlikte bulacakmışız.. Tabiî hepimizin uykuları kaçıp gitmişti. Prensesi canlı canlı mı gömmüşlerdi, yoksa mumyalamışlar mıydı? Geceleri mezarından kalkıp bahçede geziyor muydu? Bizim ağabeyler geceleri bahçeye bakan odalarında başları yorganlarının içinde uzun geceler boyunca hep Bizans prensesinden bahsettiler. Bir tanesi tarih kitabından Bizans faslını bir kere okumuş, hep dinlemişlerdi. Hani neler de olmamıştı o sıralarda!

Uzun zaman mağaraya yaklaşmaktan korktuk. En cesurumuz olan küçük ağabeyim bile geceleri su çekmek, kömür taşımak için bahçeye adım atmaz oldu. Ama gün geçtikçe, bu çekingenlik ve ürkme duyguları hafifledi, eski ümit ve hayaller kat kat artmaya başladı. Yeniden mağarada Bizans prensesini ve hazinesini, o sıralarda oynayan esrarengiz bir filmdeki gibi, heyecan ve korkuya rağmen aramaya koyulduk. Hepimiz bir macera filminde oynayan birer kahramandık sanki.. Günlerce kazma kürek sallamaktan yorulduk, bittik, harap olduk ama, usanmadık. Teneke parçaları, eski terlikler, paslı bıçaklar, çatallar bulduk ama, ne prenses, ne de defineden bir iz...

Çocukluk yıllarım boyunca süren bu telâşlı, heyecanlı, umut içindeki didinmelerimizi şimdi acı bir sevinçle hatırıma getiriyorum. Hayallerimi durmaksızın besleyen bir şeyler vardı o zaman... Olur olmaz şeylerdi ama, aldanmak iyiydi. Babamın her pazar kürek sallaması, sık sık defineden, prensesten, onu bulunca yapacağı işlerden, alacağı yalıdan, açacağı sinemadan, biz dört kardeşe mahsus yaptıracağı hususî locadan bahs etmesi, yani bile bile kendini aldatmak istemesi gibi, biz de aldanmak istiyorduk. Bizim böyle bol hayallerle yüklü bir Bizans definesi masalına ihtiyacımız vardı. Onu biz yaratıyor, kendimizi belki de isteyerek aldatıyorduk. Bilerek aldanabilmek saadeti yok şimdi! Bu artık uzun, çok uzun yılların, o çocukluğun uzak, çok uzak, bir rüyada görülmüşe benzeyen günlerinde ve gecelerinde unutuldu kaldı. Umudunu, hayalini, tesellisini bana verecek ne bir Bizans definesi, ne de onun heyecanıyla titreyen o günlerin insanları var... Kimi bilinmeyen diyarlara gitti, kimi de bambaşka bir insan hâlinde içimizde, ama onlarda o eski zamandan bir iz aramak beyhude... işte biri de benim! Şu satırları karalayan adam. Yaşamak için, günlerini geçirmek için yeryüzünde var olmayan bir Bizans definesi hayali arayan ve bir türlü bulamayan...

OKTAY AKBAL


AKLIM ARKADA KALACAK - NECATİ CUMALI

$
0
0

AKLIM ARKADA KALACAK

Evimiz sokağın alt başında. Yatıp kalktığım odanın penceresinden bakınca, bir baştan bir başa bütün sokağı görüyorum. Bir saat sonra yola çıkacağım. Odamda öteberi eşyamı bavuluma yerleştirmiş doğruluyordum ki, sokaktan gelen bir çocuk ağlaması beni pencerenin önüne çekti.

Çocukların ağlamasına dayanamam. Bir fena olurum duydum mu. Çocuklar boş yere ağlamaz. Şu dünyada çocukların ağlaması ne kadar azalırsa, bilin ki kötülükler o kadar azalmıştır. Ağlayan bir çocuk sesi duyar da ilgilenirseniz, bilin ki şu bozuk düzenin sizi üzecek bir olayıyla karşılaşacaksınız.

Pencerenin önünde baktım; karşı komşumuz Boşnak Nuri'nin büyük oğlu, yalınayak, donsuz, kapılarının önüne yüzükoyun düşmüş ağlıyor.

Demedim mi çocuklar boş yere ağlamaz diye? Çocukcağız üç yaşında var ok. Anası hoppa mı hoppa, fıkır fıkır bir kadındı benim bildiğim. Nuri'den çok gençti. Nuri rençber. Gününü kırda tarlada geçirir. Perçemi kaşı üstüne düşen ceketi omuzunda bir Hakkı vardı. Nuri evden çıktı mı Hakkı eve damlardı. Hakkı için kadının dostu diye laf çıkarmışlardı konu komşu. Nuri'nin küçük oğlu, hani şu ağlayan Hakkı'ya benzerdi de kadının bu çocuğu Hakkı'dan doğurduğunu söylerlerdi. Nuri de bilirdi derler karısının hovardalığını. Bilirdi ama, kadına dayanan nazdı. Sonra iki yıl kadar önce kadın, üç çocuğunu da, Nuri'yi de, Hakkı'yı da bırakıp kaçtı. Türlü laflar duyduk arkasından. Kaynına konuk gelen bir Akhisarlı'ya kaçtı, dediler. Aydın'a gitti, dediler. Genelevlere düşmüş, İzmir'de dediler. Kadın nereye gittiyse gitti Nuri o sıralarda en büyüğü beş yaşında kızı, onun ikici yaş küçüğü, iki oğluyla kaldı. Şimdi çocuklara, sözüm ona Nuri'nin büyük kıı bakar. Konu komşu çocuklara eskilerini verirler, arada birer kap yemek gönderirler, şöyle böyle yardımda bulunurlar ama, analık edemezler.

Ablası koştu. Oğlanı kollarının altından tutup kaldırdı. Sonra büyük bir taşbebeği kucaklar gibi, kardeşini kucaklayıp kapılarının eşiğine oturttu. Çocuğu iki yana sallamaya başladı.

Nuri'nin karısını etraflıca hatırlayayım diyorum ama, olmuyor. Pek az şey geliyor kadından hatırıma. Eve girip çıkarken, şöyle gözlerinin içi ışıl ışıl, kapılarının arasından görünürdü.

Yüzü gülerdi hep. Çocuklarını sabahtan sokağa salardı gitsin. Bazan da şarkı söylediğini duyardım. Hepsi bu kadar...

Ne tuhaf! İnsan kapı komşusu hakkında bile bazan bir şey bilmiyor. Nuri'yi desen; onu da ancak o kadar tanıyorum. Sabah, omuzunda kazma, arkasında keçisi evden çıkar; akşam omuzunda kazma, koltuğunun altında bir demet ot, arkasında keçisi eve dönerdi. Arada bir karşılaşırsak "Ne var, ne yok bey?" derdi. "Ne yazıyor gazete?" Eline hiç gazete almamış, okuma yazma bilmeyen biri size gazetede ne yazıyor diye sorarsa ne anlatırsınız önce ona? Bulup seçemezdim söyliyeceğimi, "Şundan bundan"; derdim kısaca. Gayet ciddi başını iki yana sallardı. "Acayip?.." derdi o Boşnak şivesiyle. "Muharebe var mı? Muharebe" "Yok", derdim. "Yeni muharebe yok.. Habeşistan'da vardı. Bitti." Hayreti büsbütün büyürdü. Alt dudağı uzar, başını iki yana sallardı gene. "Acayip?" diye tekrarlardı. "Vardır muharebe. Dünyada olmaz muharebesiz."

Balkan Harbi'nin bitimi çocukluktan çıktığı yıllara rastlamış Nuri'nin. Osmanlı ordusu yenik düşünce, Sırbistan'da çoğu Müslümanlar dağa çıkmış o zamanlar. Nuri'nin de o sırada eline bir mavzer tutuşturan tutuşturmuş. Sonra nasıl olduğunu anlamadan, Suriye cephesinde, Galiçya'da, Kafkaslar'da on seneye yakın bırakmamış elinden o mavzeri Nuri.

Ben harp yok deyince Nuri'nin nasıl hayret içinde kaldığını hatırlıyorum. Sanki bu kadar sene savaştıktan sonra işin neye bağlandığını düşünür düşünür bulamazdı. Başını iki yana sallardı gene, "acayip!".

Nuri'den de bütün hatırladığım bu işte!

Sadece, Nuri ile karısı mı, böyle yarını yamalak hatırladığım? Sahi. Kimler gelip geçti, bizim sokaktan... Hatırlarım, ben beş altı yaşında çocuktum. Sokağın başındaki iki katlı yapının alt katı Makinist Halit'in atölyesiydi. Üst katı evi. Sokağın bütün çocukları atölyesinin kapısı önünde birikir, onun çalışmasını seyrederdik, hayran hayran. Bazan elinde anahtarlar, âletler, atölyesinin kapısı önüne getirilen bir otomobilin altına girer, uğraşır, uğraşır, sonra alnının terini elinin tersiyle silerek otomobilin altından çıkardı. Az sonra otomobil getiren adama "nasıl" dediğini duyardık, "tamam mı?" Adam: "Tamam Halit usta" derdi. "Sen bilirsin."

Halit usta ilk zamanlar bekârdı. Yalnızdı. Sonra günün birinde evinin penceresinde esmer bir kadın başı göründü. Mahallenin kadınlarının, oturma odasında toplandığı uzun kış geceleri, hatırlanın, kadınlar, önlerinde kuru yemiş tabaklan, fincan oynar, çığlıklar, kahkahalar atarlardı. Annem ne kadar zorlarsa zorlasın, böyle gecelerde yatmak istemezdim, öteki kadınların aksine, incecik, narin bir kadındı o. "Gel," derdi çok geçmeden, "fincanı beraber saklayalım." Müthiş sevinirdim. Odanın bir köşesine o, daha onun tarafından iki üç kadın, başlanın, fincan tepsisini, bir örtüyle örterler, beni de aralarına alırlar, yüzüğü fincanlardan birinin altına saklardık. Sonra bütün gece beni yanından ayırmazdı.

Kasabanın elektrikleri saat on ikide sönerdi. Saat on ikiye doğru elektrikler üç defa arkası arkasına çabuk çabuk yanıp sönerdi. Bütün kadınlar atarlardı kahkahayı. "Muallâ Hanım,

Halit Bey seni çağırıyor!" Hafif omuz silkerdi o, "Beklesin biraz. Kaçmadım ya!"

Bilirdik ki, Muallâ Hanım yarım saat daha oturursa, saat on ikiyi geçse de elektrikler sönmez. Yalnız Halit ustanın işaretleri sıklaşır, hazan bir dakikadan fazla elektrikler sönük kalır tekrar yanardı. Nihayet gülüşmeler, şakalar arasında misafirler kalkar, dağılırlardı.

Sonra bir gün sokakta oynarken, baktık, sokağın çıktığı cadde üzerinde, Halit ustanın evinin köşesinde bir otobüs durmuş koma çalıyor. Halit ustanın evinin üst katma çıkan kapı açık. Kapının içinde Halit usta ile Muallâ teyze sıkı sıkı sarılmışlar birbirine, dudakları kenetlenmiş, bir türlü ayrılamıyorlar. Otobüsün şoförü az bekleyip basıyor kornaya tekrar. Onlar ayrılır gibi oluyorlar. Muallâ teyze tekrar geri dönüyor. Birbirlerine atılıyorlar. Muallâ teyze tekrar geri dönüyor. Birbirlerine atılıyorlar. Birbirlerinin yüzünü gözünü öpücüklerle boğup tekrar dudak dudağa kalıyorlar. Ben, yanımda doktor yüzbaşının kızı Feriha, daha etrafta bir yığın çocuk, kapının önüne yığılmışız. Farkında değiller. Muallâ teyze tam tekrar kapıdan çıkmaya davranırken bizi görüyor. İkisi de gülüyorlar. Halit usta: "Mektup yaz" diyor. "Gider gitmez yaz." Muallâ teyze "Bekletme sen de." diyor, "hemen gel!" Otobüsün muavini "hadi", diyor, çabuk olun." Şoför, komaya basıyor. Muallâ teyze bizlere el sallayıp otobüse doğru ilerliyor.

Sonraları oynarken Feriha ikide birde bana: "Sen Halit usta ol, ben Muallâ teyze olayını." diyor. Tabii otobüsün de acele etmesi lâzım. Bizden daha küçük bir çocuk, ağzıyla koma çalıyor. Sarılıyoruz Feriha ile birbirimize. Sonra 11e yapacağımızı bilemiyoruz. Dudaklarımı Feriha 'nııı dudaklarına iyice yapıştırıyorum, ikimiz de az sonra boğulacak gibi oluyoruz.

Feriha arada bir "Dur, yavaş" diyor. "Hadi şimdi". Ayrılmışken kollarını tekrar boynuma uzatıyor. Oyunun her sefer sonunda Feriha'ya "mektup yaz" diyorum. "Gider gitmez yaz..." O da: "Sen de bekletme!" diyor, "çabuk gel!"

Halit ustayı, Muallâ teyzeyi, Feriha'yı daha uzun hatırlamaya çalışıyorum. Nafile! Halit ustadan açık mavi bir çift göz, yağlı bir tulum kalmış hatırımda. Muallâ teyzeden bir demet dalgalı, siyah saç. Feriha'dan pembe beyaz yanaklar, kuru ot kokusuna, yaz akşamlan duyulan kokulara benzer bir koku hatırlıyorum.

Daha aşağıda, pancurları açık maviye boyalı, o beyaz badanalı evde, Melâhat abla. Tek katlı evin sokağa bakan odası Melâhat ablanındı. Sokak pencereleri önünde bir duvardan bir duvara uzanan, üstü tek kırışıksız, saçakları dantelli beyaz örtülerle kaplı, kenarlarında Melâhat ablanın kendi eliyle işlediği yastıklar dizili minder. Uğula uğula aşınmaya yüz tutmuş pırıl pırıl döşeme tahtaları. Minderin önünde küçük, tertemiz bir kilim. Daima taze badanalanmış duvarlarda kartpostallar. Melâhat ablanın ilkokul hâtıraları... Üzeri beyaz işlemeli örtülerle kaplı tahta bir masanın üstünde ucuzundan bir ayna ile krepon kâğıdından yapına güller.

Okula yeni başladığını yıllarda Melâhat abla alırdı beni karşısına. Elişleri ödevlerimi yapar, derslerimi anlatırdı bana. Papuçlarımı odanın kapısında çıkarırdım. Minderde, pencerenin önünde, onun dizleri dibine oturur, onun hünerli ellerini seyre dalardım.

Melâhat ablaların evlerine karşı piyade taburunun tavlası vardı. Piyade subaylarının binekleri, makineli tüfek bölüğünün katırları o tavlada dururdu.

Bir Yüzbaşı Hayri Bey vardı. İkinci üstleri, ben okuldan çıkıp Melâhat ablalara uğradıktan sonra, gelir, tavlanın önünde seyisi bineğini tımar ederken, tımarın başında durur, sonra da tavlanın bitişiğindeki arsada, çılbır başlığıyla bineğini en az yarım saat çalıştırırdı.

Ödevlerimi yaparken Melâhat ablanın bakışlarının sık sık pencereden dışarı kaydığını; fark ederdim. Ben de onu bakışları arkasından pencereden bakar, Yüzbaşıyla göz göze gelince bakışlarını, yanakları kızararak önüne eğdiğini görürdüm. Elleri hafif titreyerek saçlarımı okşardı böyle zamanlarda, göğsü kalkıp inerdi.

Bir ikindi vakti okuldan dönerken, sokağa sapınca, yüzbaşının gene bineğini tımar ettiğini gördüm. Tavlanın önüne yaklaştığım sırada Melâhat ablaların kapısı açıldı. Melâhat abla, beline kadar inen saçlarını çözüp taramış, üzerinde beyaz buluzu, lacivert etekliği, elinde bir kitap, kapıdan çıktı. Kitabı mahcup mahcup yüzbaşıya uzattı:

— Teşekkür ederim. Çok güzel! Yüzbaşı gülümseyerek kitabı aldı:

— Korkarım sizi üzmüştür.

Melâhat abla, mahzun, başını kaldırdı hafifçe:

— Ah, zararı yok! Sonu çok acı ama, çok güzel!

— Beni de çok üzmüştü okuduğum zaman, dedi yüzbaşı.

Melâhat abla:

— Beni de, diyebildi. Sonra kapılarının içine çekildi. Yüzbaşı o sırada beni gördü:

— Merhaba delikanlı! Bize selâm vermek yok mu?

Durdum. Başımı önüme eğdim. Yüzbaşı, Melâhat ablaya sordu:

— Sizin ahbap galiba, değil mi?

Melâhat ablanın cevabını beklemeden, önümde ayak burunları üzerinde çömelerek beni hafifçe dirseklerimden tuttu; sonra çenemi, yüzüm hizasına getirecek şekilde hafif yukarı kaldırdı.

— Adın ne bakalım senin? Mırıldandım:

— Saim.

— Kaçıncı sınıftasın?

— İkinci sınıftayım.

Ooo! Maşallah neredeyse okulu kolaylamışsın! Ne olacaksın büyüyünce? Bineğe şöyle yan gözle baktım. Öyle bir atım olmasını isterdim ki... Yüzbaşı, ceplerini karıştırdı. Sonunda talim düdüğünü çıkardı cebinden, güldü:

— Saim bunu sana versem ister misin?

Sevinçten kulaklarıma kadar kızardım. Başımı, evet anlamına eğdim.

— Al öyleyse...

Düdük benimdi. Uçuyordum. Koşmaya hazırdım. Yüzbaşı:

— Dur bakalım, dedi, önce öttür bakalım, öttürebiliyor musun? Sonra bırakırım seni...

Bütün nefesimle düdüğü üfledim. Yüzbaşı neşeyle güldü, saçımı okşayıp:

— Haydi, şimdi, dedi. Serbestsin. Marş marş!...

Arkamdan, Melâhat ablaya, benim için "cin gibi"ye benzer lâflar ettiğini duydum.

O yıl, çok geçmeden piyade taburu bizim ilçeden başka ilçeye kalktı. Yüzbaşı Hayri Bey de taburla gitti. Melâhat abla, çok mu üzüldü o gidince, hatırlayamıyorum. Yalnız minderde, pencerenin önünde oturmuyordu eskisi gibi. Tavlanın kapalı kepenklerine bakmak benim bile içimi sıkıyordu. Ona sık sık, "Melâhat abla, subay olacağım" diyordum. Bilmem ne söylemek istediğimi anlıyor muydu? Subay olup onunla evlenecektim. O, on sekiz yaşındaydı o sıralarda. Ben sekiz...

Daha bize yakın, duvarları sıvasız, kepenkleri boyanmadan bırakıldığı için çürümeye yüz tutmuş evde Hatice nine otururdu. Bahara doğru akşamlan babam beş kuruş verir, "git," derdi, "Hatice nineden birkaç baş taze soğanla iki marul al." Tuttururdum beş kuruş az diye. Hatice nineye acırdım ben. Oğlu askerdi. Bahçesine kendi bakardı. Sonra beş kuruş daha verirlerdi. Bir koşu evden fırlar, Hatice ninenin avlu kapısının ipine asılırdım. Kapının dibinde nefes nefese seslenirdim:

— Hatice nine! Hatice nine!

Kadıncağız iki büklüm evinin etrafı tahta parmaklıkla çevrili hayatına çıkardı.

— Annem, selâm söyledi. Marul almaya geldim.

— Al, derdi kısık sesiyle. Geç bahçeye. Çıkar.

Malta taşı döşeli avlunun sonunda başlayan bahçeye geçerdim. Akşamın alacakaranlığında, yeni sulanmış bahçeden, yedi sekiz baş soğan, iki marul kökler, dönüşte Hatice nineye on kuruş uzatırdım. O her seferinde:

— Az bu kadar, derdi. Üşendin mi köklemeye?

— Yeter, diyecek olurdum. Elinin tersiyle çevirirdi beni:

— Siz kalabalıksınız. Verdiğin para da çok. Git bu kadar daha kökle. Az sonra ben kapıdan çıkarken:

— Selâm söyle annene, diye seslenirdi. Her seferinde para göndermesin. Bu kadar senelik komşuyuz.

Sonra daha yakınımızda, İsmet Abla ile annesi. Saçları, kirpikleri güneşten sararmış, bir haziran görünüşü gibi hatırımda kalan İsmet abla ile annesi komşulardan dönüp de yataklarına çekilince, saklandığı yerden çıkıp kızcağıza saldırmış derlerdi. İsmet abla varmak istemiyordu adama. Söz kesen kendisi değil, yakınlarıydı.

İsmet ablayı göremedim bir daha. Bana onun hastahaneye kaldırılırken kan kaybından yolda öldüğünü yıllarca söylemediler. Yıllarca taşlıklarda, mutfak köşelerinde duran küplerin arkasında, eli bıçaklı katiller saklıdır sandım. İsmet ablanın, gecenin içinde, bütün sokağı ayağa kaldıran "yetişin, yandım!" diye dağılan sesi yıllarca kulaklarımdan gitmedi.

Bizim tenha sokağımızın öteki komşularından da buna benzer kısa karşılaşmalar kalmış hatırımda. Ne fena! Aşağı yukarı bizim sokağın insanlarından benim bütün bildiğim bu kadar. Hikâye mi alıyorsun dünyada? Al, işte! Burnunun dibinde. Şu sokağın içinden gözüne ilk ilişen evi seç. Yeter ki, gönlünde o evin insanlarını tanımak isteyecek merakın olsun! Ne işin var uzaklarda?

Evet, işte bu sokaktan başlamalı. Bir zaman benim bütün dünyam bu penceresinden baktığım evden ibaretti. Bir yaşa gelince bu evin kapısından sokağa çıktım. Üç dört ev ötedeki boş arsada çocukların oyunlarına katıldım. Sonra, sokaktan ilçenin ana caddesine, başka sokaklarına, günü gelince de ilçeden ile, oradan başka illere...

Okullarda, yolculuklarda, kahvelerde, sokaklarda, devlet dairelerinde, kışlalarda, hastanelerde, bir yığın insan içine karıştım şimdiye kadar. Bir kışını bizim sokağın insanları gibi yarım yamalak hatırımda. Çoğu ile karşılaşınca, adını unuttuğumu anlamasın diye ne yapacağımı şaşırıyorum.

Bir yerde, bir sokakta doya doya kalamıyor ki insan. Daha etrafımda ne var demeye kalmadan, bakıyorsunuz gününüz dolmuş, başka bir eve, başka bir sokağa taşınıyorsunuz. Yahut bahtınıza, başka bir şehrin yolu görünüyor. Yoksa insan, doğru dürüst etrafını tanımaya kalksa, bir eve, bir sokağa eminim ki, ömrü ancak yeter.

Bir saat sonra yola çıkacağım. Neredeyse aşağıdan bizimkiler seslenecekler. Bu gelişimde baba evimde bir ay ancak kalabildim. O da nasıl geçti. Yeni makinisti, Melâhat ablaların evini satın alanları, Hatice ninenin oğlu ile gelinini, öteki komşularımızı, hiç değilse dört beş ay daha kalabilseydim, biraz olsun tanıyabilecektim. Bizim sokak durgun, sıkıcı gibi görünür tanımayana. Eminim, benim canım hiç sıkılmadı. Hem o vakit böyle yola çıkarken, hiç olmazsa aklım arkada kalmazdı!..

NECATİ CUMALI

ELİŞLERİ - TARIK DURSUN K.

$
0
0

ELİŞLERİ

Mavi elişinden bir gökyüzü kestim. Tuttum bir de sapsarı, yusyuvarlak bir ay oydum; yapıştırdım. Evlerin damları şavklandı. Kâğıdın alt yanı açık mavi denizdi. Ayın kavun sarısı ışığı kiremitlerin üzerinden ağır ağır yürüdü, sokağa düştü. Sokağın sonu denize ulaşıyordu. Ipıssızdı. İnsanlar evlerinde, pembe elişi pencerelerinin ardındaydılar. Ayışığı sokak boyunca yürüdü. Uyuyan sıska bir köpeğin dimdik kalkmış tüylerini yatırdı, üstünde sekti. Ayağını suya vurdu.
Evlerin kapılarını çaldım. Kimse uyanmadı. Çocuklar uyuyorlardı. Kadınlarla erkekler terliydiler. Ama hava sıcak değildi. Üfledim. Denizden bir imbat esmeye başladı. Bütün evlerin pencereleri açıldı. Sıcak yel odalara girdi, terleri kuruttu. Çocuklar uykularında kıpır kıpır kıpırdandılar. Kadınlarla erkekler uyandılar.
Denize iki balıkçı sandalı indirdim. Daha önce indirilmiş, beyaz, elişinden yelkenli, suyla yükselip alçalıyordu. Tek martı kuşu geldi, kamaranın penceresine kondu. İçerden bir adam uyandı. Pencereyi açtı. Martıyı kovaladı. Martı kaçmadı. Adamın canı sıkıldı. Kalktı. Gerindi. Güverteye çıktı. Rıhtımla yelkenlinin küpeştesi arasında bir kalas uzanıyordu. Adam, ceketsiz, sırtında bir gemici fanilası, bu kalasın üzerinden geçti, rıhtıma çıktı. Ay sapsarı parlıyordu. Gökyüzü, ağarık maviydi. Evlerde bir bir insanlar uyanıyorladı. Sokağın bir ucundaki küçük bir evden bir kadın ağrılı bir ninni tutturmuştu. Kapı önlerine oturmuş ihtiyar kadınların bazıları ağıdı duyunca poşularında gözlerini kuruladılar.

Kör bir çocuk denizin önü sıra duruyordu. Acı yeşildi. Ellerif ayakları, saçları, her yanı yeşil elişindendi. Yüzü yoktu. Gözleri yoktu. Ağzı vardı yalnız. Kopya kalemiyle yapılmıştı. mordu. Yelkenliden inen adam, çocuğu görünce yanına gitti. Elini aradı. Buldu. Çocuk irkilmeden,

"Sen kimsin?" dedi.

Adam yumuşak,

"Korkmaz,” dedi.

"Ben kimseden korkmam,” dedi çocuk.

"Öyle mi?”

"Öyle!... İnsan görmediğinden korkar mı?”

Adam,

"Korkamaz,” dedi.

Çocuk,

"Benim ellerim var,” dedi. "Benim ellerim göz gibi hem.”

Adam,

"Gece gece n'apıyorsun sen sokaklarda?” diye sordu.

Çocuğun omuzları inip kalktı.

"Bir şey yapmıyorum. Gözlerimi kaybettim, gözlerimi arıyorum... "

Adam çocuğun elini bıraktı. Çocuk başını çevirdi, arandı.

Görmeden,

"Bulur muyum ki?” dedi.

Adam cevaplamadı. Çocuğu geçti. Yürüdü. Ninni çağıran kadının sesi ansızın kesildi. Penceresindeki sarı elişi kâğıdının üzerine, siyahını yapıştırdım. Kararıverdi evin içi. Evlerin birinden üç adam çıktı arka arkaya. Bağıra bağıra konuşuyorlardı.

İkisi uzun boylu, biri daha kısaydı. Uzun boylular, geniş el kol hareketleri yapıyorlardı. Elleri bıçaklıydı. Kısa boylusunu dört kere vurdular. Göğsünden vurdular hem.Kısa boylu yere yavaşça yıkıldı. Öbür iki uzun boylu adam bıçaklarını attılar. Evlerine girdiler. Kırmızı elişinden ince ince kestim. Yapıştırınca, kısa boylu adamın göğsünde yol yol akan kan oldular.

Gemici fanilası giyen adam köşe başında olanı biteni seyrediyordu. Ağzından cıgarasının külü uzamıştı. Vurulanın yanına geldi. Eğildi. Baktı.

"Geçmiş olsun arkadaş!” dedi.

Yerde yatan,

"Ben öldüm...” dedi.

"Neden öldün?"

"Ben kendim ölmedim,” dedi yerdeki. "Beni öldürdüler. Görmedin mi? Ellerinde bıçakları vardı. Demincek bıçakladılar.

Vura vura öldürdüler.”

"Gördüm."

"Gördün mü? Gördün de niye gelip beni kurtarmadın?"

"Bilmem. Bilmiyorum."

"Ölmemi istedin de ondan belki. Ben onların içlerindeki kötülüktüm. İçlerindeki umuttum, tedirginliktim, içlerinde, evlerinde yaşıyordum. Beni istemediler. Vurdular."

"Öldün şimdi. Daha mı iyi?”

"Olsun," dedi vurulan. "Ölmek zoruma gitmiyor. İstersem dirilirim de. ..."

"Dirilir misin?”

"Ondan kolay ne var?"

Doğruldu. Sokağın ortasında oturdu. Göğsüne yapıştırdığım kırmızı elişlerini kopardım.

"Gördün mü, bak,” dedi gemiciye. "Nasıl dirildim yine,

“Ben ölmem!”

"Dirildin” dedi gemici.

“Şimdi benim dirildiğimi görseler, nasıl şaşırırlar değil.”

"Şaşırırlar... “

Gemici cıgarasının külünü düşürdü. Deminki vurulan, sırtını döndü gemiciye. Kalktı. Islık çala çala uzun boyluların girdiği eve gitti. Kapıyı açtı, içeri girdi. Gemici kaldı.

Yüzü olmayan çocuk rıhtımdan sokağa doğru geldi. Durdu. Bakındı. Birinin varlığını duyuyordu.

"Kim o, oradaki?" diye seslendi.

"Ben...” dedi gemici.

Çocuk ellerini uzattı. Gemiciyi tuttu. Yokladı.

"Seni bildim,” dedi. "Rıhtımda konuştuğum adamsın sen...

"Oyum..."

"N'oldu burda? Bir şey mi oldu?”

"Birini bıçakladılar. Ben de vardım. Gördüm..."

'Öldürdüler mi?”

"Öldürdüler... "

"Buralarda çokluk adam öldürmezler,” dedi çocuk.

Gökyüzü aydınlandı. Evler iki yana sallandılar. Deniz uyandı. Türküsü yağmur kokuyordu. Güneş çıktı. Kokuyu yavaş yavaş emdi. Yağmur yağmaya başladı. Bir kenarından yırttım elişlerini. Deniz elimde kaldı. Yelkenli ile üç kayık başaşağı durdular. Gemici yırtılan yere kadar koşturdu. Bangır bangır bağırıyordu.

TARIK DURSUN K.

ACİZ - TEKTAŞ AĞAOĞLU

$
0
0

ACİZ

Orada yeşil, yumuşak çimenlerin üzerine oturmuş, gözlerinden biribiri ardısıra yuvarlanan gözyaşları arasından bana bakıyor, bir eliyle bacağını tutarken öbür elini bana doğru Uzatıyordu. Üzerinde mavi renkli bir hırka vardı. Hırkanın kolunun ağzı geriye, kendi üzerine kıvrılmıştı. Ona doğru ilerledim.

Fakat beni karşılayan gözlerinin gerisindeki acıdır.

Bu acıya benim vereceğim cevap ne olacak? Bu acıyı avucumun içerisinde tutup yatıştırmağa, bağrıma basıp uyuşturmağa, onunla paylaşmağa mı çalışacağım? Çünkü kendi kendime diyorum ki, işte o orada mevcut, bu acı, işte orada, karşımda bir gerçek. Fakat...

Ona doğru ilerlerken çimenlerin sarı yeşil parıltısı gözlerimi kamaştırdı. Gerideki bahçe duvarını gözden saklayan mor leylâklardan etrafa hafif, serin bir koku yayılıyordu. Elini tuttum. Islak, yapışkan, titreyen bir eldi avucumun içerisine gelen. Parmaklarıyla elimi sımsıkı kavrayıp bütün kuvvetiyle tutundu.

— Bak, dedi, ne yaptım! Bak, ne oldu! Aaaa!..

Biribirine sımsıkı yapışmış titreyen dudaklarına, parıl parıl buğulanmış yaşların gerisinde garip, dokunaklı bir ifadeye boğulmuş gözlerine baktım. Evet! Gözlerinin gerisinden beni karşılayan, beni karşılamağa çabalayan, elimin altındaki bu ıpıslak, sımsıcak titreyen acıdır. Bir tarafa doğru öyle uzanmış kalmış bu bacağın ta içerisinden, kemiğin tam ortasından, etrafından kabarıp gelen, bütün vücudu geçip beynin içerisine yayılan, gözlerin arkasına dolduran, gözlerin ince, şeffaf, parlak perdesine dayanıp gözlerin gerisini karartan çılgınca acı... Ona nasıl ulaşacağım? Varlığına nasıl nüfuz edeceğim? işte orada, gözlerinin gerisinde, beni bekliyor, elele tutuşup leylâkların birden ağırlaşan kokusu içerisine beraberce karışmamızı bekliyor. Nasıl? Nasıl?

— Ne oldu? Nasıl oldu?

— Düştüm.

— Nasıl düştünüz?

— Düştüm... Acıyor..

— Çok mu fena?

— …

Birden elimi bıraktı. Etekliğini yukarı doğru çekip elleriyle bacağının üzerine bastırdı. Bacağının dizine kadar kısmı yer yer kırmızıyla karışık bir nevi esmer renkte ve sert görünüşlü, dizinden yukarısı bembeyaz ve yumuşaktı. Elimi uzatsam, bu andaki bu tuhaf biçimli, tuhaf renkli, tuhaf görünüşlü et parçasının üzerine koysam; belki onu yumuşak bulacağım, parmaklarımın ucu hafifçe içeri doğru gömülecek, beyaz derinin ince sertliğinden sonra etin hafif sıcaklığı parmaklarımın arasında oynayıp avucuma yayılacak... Fakat elim orada ne bulacak? Aradığım, elde etmek istediğim, elimin altındaki bu yumuşak, biçimsiz, şekilsiz manasız cismi, için için yakan, kavuran, çılgına döndüren acıdır. Her zamanki ağır başlı, sakin, vakur, simsiyah gözlerini sanki tâ içerisini görüyormuş gibi insanın yüzüne diken bu kibirli kıza daha dün tanıdığı yabancı erkeğin yanında, gün ışığında, bacaklarını çırılçıplak ve bembeyaz açtırtan acıdır...

Elimi uzatsam, elimin altında bu acıyı bulacak mıyım?

— Söyleyin, dedim, size nasıl yardım edebilirim? içeri girmenize yardım edeyim mi? Yoksa azalıyor mu? Burada biraz daha kalmak mı istersiniz?

Üzerindeki mavi hırkanın düğmeleri beyaz kemikten diye düşünüverdim birden. Etraflarında iki sıra incecik oymalar var. Sağ elinin orta parmağında altın nişan yüzüğü, elmas kakmalı. Şimdi benim yerimde o uzun boylu, dalgın, hazin, bakışlı adam olsaydı...

Avazı çıktığı kadar bağırmamak için müthiş bir irade kuvveti sarf ederek, biraz sakinleşmiş bir sesle :

— Lütfen yardım edin de dedi, şu arka bahçedeki şezlonga kadar gideyim.. Belki biraz sonra azalır...

Ona doğru eğildim. Ellerimle koltuklarının altından tutup ayağa kalkmasına yardım ettim. Sonra o bir kolunu benim boynumun, ben bir kolumu onun belinin arkasına dolayıp yanyana şezlonga doğru yürüdük. Ilık sabah güneşi şezlongun tek başına durduğu, âdeta birisini beklediği yerde çimenleri yeşilli sarılı bir parıltıya boğmuştu. Gökyüzü masmavi ve bulutsuzdu. Onun hırkasının mavi yününü boynumda hissediyordum. Birden tam karşıdaki evin kapısı gürültü ile kapandı. Yanıbaşımda, kollarımın arasında ılık, hafifçe ıslak, hafifçe titreyen, bir ağırlık vardı. Bu ağırlık şimdi, şu anda bütün mevcudiyetiyle bir tek şeyle meşgul, bir tek şeyin hâkimiyeti altında; ve benim yanıbaşımda, kollarımın arasında, avucumun altındadır. Fakat ona hâkim olan şey... o nerede? Ne biçim bir şey? Ona nasıl erişeceğim, beni ondan ayıran, ona bu kadar yakın iken beni ondan, o kadar uzak tutan engeli nasıl aşacağım? Nefesini yanağımda hissettiğim, gözyaşları elime bulaşan, sıcaklığı, sertliği, ağırlığı vücuduma yaslanan bu vücudu benden ayıran, ayrı tutan ne?..

Halbuki onun şezlonga oturup arka üstü yaslanmasını, gözlerini kapatıp derin derin nefes alışını gördüğüm anda, güneşin sıcaklığında, biliyordum ki, göz kapaklarının altında ve göğsünün inip kalkışında beni karşılayan hâlâ o acıydı...

TEKTAŞ AĞAOĞLU

ELDEBİR MUSTAFENDİ - FAHRİ CELÂL GÖKTULGA

$
0
0

ELDEBİR MUSTAFENDİ

Hukukumuz pek eskiydi. Onun için her şeyini bilirdim. Hiçbir şeyini benden saklamazdı. Bazan, hele bayramlara yakın, yazıhaneye mutlaka uğrardı. Şöyle bizebanlar kaidesi üzere kûşeiçeşm ile bakardım. Ve hemen çekmeceyi çeker: "Ne kadar lâzım” derdim. Gelir, eli ile alırdı. Ne miktar aldığını bölük börtük ödemesinden anlardım. On lira, on bir lira... Hâlbuki herkes onu ne kadar paralı, hatta zengin bilirdi. Sağ elindeki çantada bir dişçi kabinesinin bütün eczaları, ilâçları, kerpetenleri vardı. Sol elinde de kabilinakil bir sandık. İçinde ne vardı bilir misiniz? Hani şu dişçilerin ayakla işlettikleri makine. O makineyi sandığın içine sığdırabilmek için ikiye ayırtmıştı. Eski tüfekçi İbrahim Usta ona o iyiliği yapıvermişti.

Alet işler el öğünür, muhtasar dükkâncığı iki avucunun içinde, Boğaz'ın dolaşmadığı köyü kalmazdı.

Pek işgüzardı: Vapur Kuzguncuk'a yanaşırken çımacının yanından iskele memuruna seslenir; "Ahmet Efendi, Hüseyin Bey'e söyleyiver, arpalar yarın gelecek, Beylerbeyi iskelesinde simitçi İsmail'in susamları akşamki pazar kayığı ile yoldadır..?" Çengelköyü'nde lüferci Vasil'in hazırladığı balığı alır, Kanlıca’daki İsmet Bey'in yalısına verir. Kahveci Ömer'in şekerini yüz para aşağısına, Mısır çarşısından tedarik ediverirdi.

Yapılacak angaryası olanlar 48 numara sahilden geçerken bile ona bağırırlardı; “Mustafa Efendi akşama gel... Seninkinin yine dişi tutmuş, sarı yalıdan haber verdiler…” derlerdi.

Sanki oduna gidenin baltası, suya gidenin sakasıydı. Biçare, bazan edilen ricayı, geçtiği bir iskelede unutur, Olmayacak bir yerden, - o zaman telefon da yoktu - yolu düşecek pazar kayıklarına ter kan içinde, kılıç avına çıkan alamanacılara yalvara yalvara biner, herkesi memnun etmeğe çalışırdı.
Vapur biletçilerinin dişlerini hasbetenlillâh çekiverir, dolgularını kaş göz arasında yapar, eli kanda bile olsa, tanıdığı yalılara, önünden geçerken el işareti verir, hastaları işmar ile sorar, çocuklarla babalarına selâm gönderirdi.

İstanbul'a, elin dişçilerine, kızını, karısını gönderip de -eh dünya hâli bu - bile bile yanağını sıktırmaktan kaçınan kudema efendiler, beyler, paşalar iskele memuruna tenbih edince, Mustafa Efendi'yi hemen nezdlerine getirtiverirlerdi. Öyle ya, yaşlı başlı, ufak tefek, kendi hâlinde bir adamdı. Kırk senedir, onu cihanı âlem bilir, hakkında hüsnü şahadet ederdi. Bulunması kolaydı, pazarlık ettiği, para beğenmediği duyulmuş işitilmiş şey değildi. işte bu adama Eldebir lâkabı takılıvermişti; Eldebir Mustafendi... dişin mi ağrıyor? Çağırın Eldebir'i, dolgun mu var? Haber edin Eldebir Mustafa Efendi'ye...

Mayısta ihtiyar hanımefendilerden, kudemayi ecilleyi ricale kadar arzu buyuranlardan kan da alırdı. Eli hafifti. Ömrübillâh enjeksiyon yapmış kimse değildi. Dişçiliği permili olarak, Acemyan Bey'den öğrenmiş, mübareğe sittin sene hizmet etmişti. işçiliği temizdi. Besmeleyi çeker, davyayı dayar, ne sihirdir ne keramet el çabukluğu marifet, bir solukta çürük dişi, velev üç köklü azı bile olsa, adamın avucunun içine teslim ederdi.

Evet, arkasındaki hâki renk asker bozması sivil düğmeli elbisesi, çekme potinleri, simsiyah yeniçeri bıyığı, on beş günlük sabunlanmış gibi bembeyaz traşıyla bütün ehli ırz evlerin, sofaları musluklu yalıların baş mutemedi idi. Gecenin her saatinde gelene hayır demez, çağrıldığı dik yokuşlu, azgın denizli yerlere koşa koşa giderdi. Verilmese de olurdu. Öyle fatura yollamak, haber göndermek, surat etmek, darılmak, selâm vermemek, lâkırdı dokundurmak, bir daha gitmemek elinden bile gelmezdi.

Bir sonbahar günü, hani kılıç avcılarının bağrıştıkları, kış rüzgârlarının seslerini uzaklara doğru uçurduğu, olukların ihtiyaten Yahudilere tamir ettirildiği, saksıların don korkusundan içeri alındığı, pencerelerin kâğıtlandığı mevsim başlangıcında onu o zamana kadar hiç gitmediği bir yalıdan çağırdılar. Kimsesiz, erkeksiz bir yalıdan...

Kahve dönüşü, evinin önünden geçerken seslendim:

— Nasıl Mustafendi kısırganmadılar ya...

— Geç Allahını seversen!.. Diye cevap verdi.

Allah bilir ya, ben bu cevabı da, sesinin perdesini de pek beğenmedim. Ertesi akşam vapurda dalgındı. İki, üç gün üstelemedim, bilirim ağzı sıkıdır.

Daha ertesi gün vapurda hem ufladı, hem de fakfon gözlüğünün üstünden etrafa kötü kötü baktı.

— Sende ne var Allah aşkına? Dedim.

Bırak, işte o kadar!... Dedi.

Kurban bayramının haftasına doğru idi. Beni bir kenara çekti. Cebinden birinci nevi, dört buçukluk, zıvanalı bir paket çıkardı:

Sen anlarsın, dedi, bu ne demektir?

İçini açtım, iki sigara vardı, birinin ucu yanmıştı, ikisi de yatar gibi yanyana konmuştu.

— Bunun manası ne olacak!.. dedim. Hediye eden seni seviyor, ateşinden yanıyor, seninle yanyana yatmak istiyor.

Ömründe ilk defa hicabından yüzü kızardı, gözleri çakmak çakmak yandı. Bana:

— Sen de utanmaz olmuşsun meğer, o nasıl lâkırdı? dedi.

İçim fırsattan istifade alay istiyordu. Fakat kimin haddi. Nihayet bir gün dinime, imanıma, çoluğuma, çocuğuma yemini billâh ettirdikten sonra anlattı: Yalının kibar hanımı ona işmar etmiş. Gamzelesini trabzan parmaklığına asmış iken cebinde mahut paketi bulmuş. Ehibbadan birinin azizliği zannetmiş. Amma paketin bir eşini odada görünce, eh yanlışlıkla halayığın birisi koymuş olacak, demiş. Hanımefendiye gösterecek olmuş, o da:

— İlâhi fem nasıl olur da anlamazsınız? Demiş.

Bîçare dişçi bozulmuş, yer yarılsın dibine geçeyim diyecek olmuş. iş uzasın diye, inci gibi dişlerin birisi düzelirken ağrı ötekine de vurmağa başlamış, ertesi gün çantasında köşesi yanık bir ipekli mendil bulmuş, daha ertesi günü kadıncağız, Mustafendinin elini sıkıp uğuşturmuş.

— E, hiçbir şey konuşmadı mı? Dedim, bana ters ters baktı:

— Sizin için yanıp tutuşuyorum fem. Demiş.

Ya sen ne dedin? Dedim...

Bendeniz mi efendim... diyebilmiş.

— Daha ilk gördüğüm günden beri...

— Amma efendimiz, böyle şeyler bize ayıptır, hem de günahtır, zatıâliyeniz kölenizin kerimem yerindesiniz, duyanlar bana ne der, size ne söylerler...

Başlamış hanımefendi hüngür hüngür ağlamağa.

— Amma da toy imişsin Mustafendi... diye payladım, hiç bir seven kadına bu muamele olur mu?

Bana ağlar gibi baktı:

— Çantayı, sandığı toplar toplamaz kaçtım, dedi. Ben bu yaştan sonra namusumu iki para edemem... Cenabı Hak haramı nasip etmesin...

FAHRİ CELÂL GÖKTULGA

EFRUZ BEY - ÖMER SEYFETTİN

$
0
0

ÖMER SEYFETTİN

İçindekiler

  • EFRUZ BEY
  • BİLGİ BUCAĞINDA
  • AÇIK HAVA MEKTEBİ
  • GAYET BÜYÜK BİR ADAM
  • BiRiNCi KISIM
  • ŞIMELER(1)
  • SİVRİSİNEK
  • ASHAB-I KEHFİMÎZ;
  •  

EFRUZ BEY 

Bu küçük romanı Efruz Beyefendinin kendisine hediye ediyorum. Sevgili Efruz!

Hayatından şu birkaç levhayı yasarken ihtimal biraz mübalâğacı göründüm. Ne yapayım? Bu zenim mizacım... Bunun için kızma. Beni affet! Hem emin ol kir maksadım ne seni tahkir, ne de maskara etmek... Hakikati görüldüğü gibi edebiyat yapmadan yasmak istedim.'Muvaffak oldum mu? Bilmiyorum. Fakat okuyunca samimiyetimin derecesini herkesle beraber sen de anlayacaksın. Herkes seni -bizzat kendi kadar-tanır, EfruZ'cuğum, bugün hiç kimse sana yabancı değildir; çünkü sen "hepimiz" değilsen bile "hepimizden bir parça" sın...

HÜRRİYETE LÂYIK BİR KAHRAMAN

Ahmet Bey kaleme girince arkadaşlarına şöyle bir baktı. Güldü. Boyun kırdı. Başını salladı. — Nasıl, gördünüz mü? dedi. Yirmi dört saat evvel Allah'tan ziyade Abdülhamit'ten korkan kâtiplerin henüz benizlerine kan gelmemişti. Hepsi, yeni geçmiş bir fırtınanın kapalı yerlere savurduğu sonbahar yaprakları gibi solgundu, içlerinde korkunç bir "şüphe" çarpıyor, soramadıkları bir "acaba?", sökülmez bir hıçkırık ıstırabıyla boğazlarına tıkanıyor, dalgın dalgın birbirlerine bakışıyorlardı. Ahmet Bey koltuğuna oturdu. Parlak beyaz kolluklarını yenlerinden fırlatan hususî bir hareketten sonra fesini çıkardı. Masasının üstüne koydu. Bir çelik yay gibi kuruldu. Kabardı:

—    Yoksa hâlâ haberiniz yok mu? diye tekrar güldü. Bütün kalem ondan bir "Babıâli kuşkusu" ile korkardı. Bir sene evvel iki bin beş yüz kuruş maaşla "bâirade-i seniye"  gelen bu beyi âmirleri hafiye, madunları "Jön Türk" sanırlardı. Kendisi Galatasaray'dan, Mülkiye'den.. bazan da aşiret mektebinden birinci çıktığını, mabeynin emri üzerine diplomasiyle altın maarif madalyası verilmediğini söylerdi. Amirlerinin itikadınca bu "altın madalyayla diploma" mabeynde, başkâtip paşa hazretlerinin çekmecesindeydi. Eğer bu diploma

Ahmet Beyin elinde olsaydı hemen Avrupa'ya kaçacak, yedi düvelden hangisini isterse birisinin hizmetine girecek, maazallah... Efendimizi rahatsız edecekti! Fakat hariciye dairesinin koridorlarında ödlekliklerine rağmen yine dedikodu yapmaktan çekinmeyen züppeler Ahmet Beyin Galatasaray'dan kovulduğunu anlatırlar, her tarafa yayarlar, arkasından alay ederlerdi. Pek gençti. Pek yakışıklıydı. Pek kibardı. Pek zengindi. Pek âlimdi. Pek edipti. Kimin nesi olduğunu kimse bilmiyordu. Ama herkes onun görünen şekline inanıyor, ihtiramda kusur etmiyordu. Son numara bir moda gazetesinden canlanarak hayata fırlamış canlı bir resim kadar şıktı. Sağ gözüne taktığı soğan rengi tek gözlüğünü düzelterek:

—    Hepiniz korkuyorsunuz, be! dedi, yoksa haberiniz yok mu?

Çekirdekten yetişme tam bir Babıâli mahsulü olan köse mümeyyiz, sanki hiç bilmiyormuş gibi sordu:

—    Neden haberimiz olacak? Ne var?

Ahmet Bey, en müşkül mevkilerle en tehlikeli zamanlarda yaptığı asabî bir hareketle gözlüğünü tuttu. Yavaş yavaş doğruldu. Ayağa kalktı. Mümeyyize dik dik baktı. Acaba bu bir "istibdat" taraftarı mıydı? Lâkin ne cesaret!

—    Hürriyetin ilân olunduğunu daha duymadınız mı? diye haykırdı.

Kalem halkı, bu zavallı iki cami arasında kalmış beynamazlar ne yapacaklarını şaşırdılar. Biraz cesurları bu korkunç Jön Türk'ün ceplerinde boğucu gazlar çıkaran küçük küçük müthiş -komprime-bombacıklar var sanıyorlardı. Bazan bıyık altından "cehennem leblebileri" dediği bu bombalardan ya kızıp bir tanesini ortaya atarsa... Bir anda Babıâli dünya yüzünden silinecek, bir mezar, harabe olacaktı! Lâkin eski buruşuk İstanbulinli  köse mümeyyiz, öyle denemeden kuru gürültüye papuç bırakır takımından değildi.

İri, -hem o vakte göre- şahane burnunu kaldırdı:

—    Sizin gibi bu sabahki gazeteleri biz de okuduk oğlum, dedi.

Ahmet Bey, yine hiddetle sordu:

—    Hiç bir şey anlamadınız mı?

—    Ne anlayacağız?

—    Hürriyetin ilânını...

—    Hangi gazetede?

—    Hepsinde.

Mümeyyiz sıska sarı elleriyle titreyerek masasının sol gözünü çekti. İki gazete çıkardı. Tehlikeli bir şeymiş gibi yavaşça önüne koydu:

—    İşte Sabah  ile İkdam... İlânat taraflarını bile okudum. Öyle hürriyete dair bir şey yok.

Hürriyetin ilânını ilânat sahifesinde aramasında ne nükte olduğunu anlamayan Ahmet Bey bunu mümeyyizin hakaret etmek istemesine yordu. Çöllerin payansız sükûnuna haykıran erkek bir aslan gibi kükredi:

—    Siz artık bu devre lâyık adamlar değilsiniz. İlânat sütunlarında hürriyet ilânı arıyorsunuz. Hayır, hayır, hayır... En başa bakınız. Orada bir tebliğ var. İşte bu tebliğ hürriyet ilân ediyor.

Kâtipler önlerine bakıyorlar, her ihtimale karşı bu tehlikeli münakaşayı hiç işitmiyor gibi davranıyorlardı. Mümeyyiz kırmızı çuha kılıfından gümüş gözlüğünü çıkardı, taktı. Sabah'ı açtı. Tebliği buldu. Okudu. Sonra Ahmet Beye döndü.

—    Kanun-u Esasî hakkındaki tebliği mi söylemek istiyorsunuz?

—    Evet.

—    Fakat bu tebliğde hürriyete dair bir şey yok.

—    Siz hürriyeti ne sanıyorsunuz? İşte Kanun-u Esasî... Kanün-u Esasî hürriyet, demektir.

Köse mümeyyiz geniş bir nefes aldı. Astarı parçalanmış kalın kahverengi perdeli büyük pencerelerden sıcak bir yaz havası, müseddes  şeklinde ince uzun bir kibrit kutusunu andıran karanlık kaleme giriyor; sigara, kâğıt, mürekkep, nefes kokularının rutubete karışmasından hâsıl olmuş ağır bir havayı, ıslak tavuk kokusuna benzeyen bu ağır havayı tebahhur ettiriyordu.

Ahmet Bey terliyor, yerinde duramıyordu.

Görüyordu ki hâlâ kalem şüphedeydi. Hâlbuki o ta yerinden, yani mabeyinden haber almıştı. Bu sahiydi. Fakat nasıl olduğunu bilmiyordu. Herkesten ismini, münasebette bulunduğunu sakladığı hamisi paşa dün gece "ubudiyetini arz ederken"  kendisine:

—    Yarın hürriyet ilân olunacak, demişti, Efendimiz emretti. O kadar önüne geçmek. Bu Jön Türk rezillerinin zaptı kabil olamayacağını anlatmak istedik. Kâr etmedi. Allah akıbetimizi hayreylesin...

O ana kadar tamamıyla mabeyne mensup geçinen Ahmet Bey velinimetinin konağından çıkarken o kadar "hürriyetperver"di ki yanında Namık Kemal'le Mithat Paşa halis istibdat taraftarı kalırlardı. Sokak tenha idi. Evine doğru yürüdü. Nişantaşı'nın daha bir şeyden haberi yoktu. Komşu konaklarda vur patlasın, çal oynasın, saz âlemleri devam ediyor; uzak yakın piyano sesleri işitiliyordu. Ahmet Bey o gece hiç uyuyamadı. Böyle âli, böyle mesut bir günü bu kadar hasretle, bu kadar iştiyakla beklediğinin şimdiye kadar niçin farkına varmadığına şaşıyordu. Bu müjdeyi ilk haber alan kendisi olduğu için sonradan duyacaklara karşı ruhunda büyük bir faikıyet duyuyordu. Bütün İstanbul halkına, bütün Türkiye'ye, hâsılı herkese bugün faikti. Yarın hürriyeti kabul eden bütün Osmanlılar arkasından geleceklerdir. Bunları düşüne düşüne sabahı dar etti. Siyah bonjurlarını giyindi. "Tam resmî olmayayım." dedi. Beyaz eldivenler taktı. Her günkünden daha şık oldu. Soluğu kalemde aldı.

Arabada gelirken İkdam'ı baştanbaşa okumuştu. Kanun-u Esasî tebliğinden başka bir şey yoktu. Fakat kendi kendine.

—    ... Kanun-u Esasî demek kâfidir! diyordu.

Kalemdekiler daha Kanun-u Esasî tebliğinden bu mesut manayı çıkaramamışlardı. Çünkü... Çünkü... Evet, haberleri yoktu! Hâlbuki o, İşte, tam yerinden haber almıştı. Bir senedir gayet büyük bir adama mensup görünmekle zımnen tehdit ettiği köse mümeyyize tekrar sordu:

—    Demek mümeyyiz Bey, siz bunun hürriyet olduğunu anlayamadınız ha?

"O vakit ki Babıâli zihniyetinden hariç" hiç bir şeye ihtimal veremeyen mümeyyiz:

—    Bu tebliğden ben hürriyet gibi şeyler anlamam, dedi, Kanun-u Esasî zaten vardır. Onun tatbikini tekrar tebliğ etmek yeni bir tensikat hareketine delâlet etse gerektir. Fakat başka şeye... Asla...

Mümeyyiz, Kanun-u Esasinin zaten mevcut olduğunu, her sene resmî salnamenin  en başına basıldığını söylüyorken kalemin müdürü girdi.

Bu şişman, esmer, fikri son derece mahdut bir beydi. Kaleme bugün nasılsa erken uğramıştı.

Zira yaz kış Büyükada'da oturduğu için öğle paydosundan on dakika evvel gelir, öğle paydosu daha bitmeden kalkar giderdi. Mabeyne mensup bir adama mensup bir kadının sütkardeşine mensupluk sayesinde devamsızlığı bir kusur sayılmıyordu. Ahmet Bey onunla, diğer kâtiplerden daha ziyade teklifsizdi. Onu da yokladı. Zavallının haberi yoktu. Hatta gazete okumak âdeti olmadığı için tebliği bile görmemişti. "Hürriyet lafını işitince kızardı. Sonra sarardı. Morardı. Beyazlaşan dudakları titremeğe başladı. Ahmet Beye yüzünü çevirerek:

— Rica ederim, böyle şeylerden bahsetmeyelim. Bizim vazifemiz her şeyden mukaddestir! dedi.

Maiyeti kâtipler müdürlerinin ne mükemmel, ne gaffar adam olduğunu zaten bilirlerdi. Onlara da dönerek:

—    İşlerinize bakınız, beyler! emrini verdi, ben âmirinizim, benim gibi vazifeperver olunuz. İnsanın en büyük saadeti vazifesinin ihmalsiz icrasıdır!

Haftada bir iki defa günde on dakika kaleme gelen bu herifin vazifeden bahsetmesi Ahmet Beyin canını sıktı. Ayağa kalktı, İşte hepsi uyuyorlardı. Lâkin yarın... Hepsi uyanacaklardı. Kendisi için bu budalaların arasında bir dakika geçirmek artık b: r asır kaybetmeğe müsaviydi. Fesini giydi. Tek gözlüğünü tekrar elledi. Jimnastikle kabarmış göğsünü daha ziyade kabartarak, kollarını bir idman taliminde imiş gibi hususî bir ahenkle sallayarak kapıya doğru yürüdü. Çıkmadan durdu. Bütün kaleme:

—    Acele etmeyiniz. Yarın görürsünüz! diye haykırdı. Dışarı atıldı. Babıâli'nin koridorları her vakit kinden daha tenha gibi duruyordu.

Hariciye tarafına geçti. Orada biraz hayat vardı. Kapıları önünde kalem beyleri dolaşıyorlar, "âdetleri veçhile" Fransızca konuşuyorlardı:

—    Jö no kuruva pa... 

—    Set ön blag. 

—    Didon... 

—    Se biyen, sö ne pa posibl. 

Ahmet Bey birisini arıyormuş tavrını takındı. Aralarında gezindi. Hepsine kulak misafiri oldu. Konuştuklarını işitiyor, amma pekiyi -yani hiç-arılamıyordu. "Hürriyet"in Fransızcasını hatırlamağa çalıştı. Bu kelimeyi çok işitmişti. Ama zekâsının tuhaf bir hususiyeti vardı. Çok işittiği şeyi pek çabuk unuturdu, "leblebi" gibi bir isimdi... '

Leblebi, leblebici, lâbada... Hayır!

Elleri cebinde hürriyetin Fransızcasını böyle derin derin ararken "kahramanlık, gösteriş" damarlarının birdenbire kabardığını duydu. Kendini dinledi. Yanaklarından başlayan bir sıcaklık şakaklarına, başına çıkıyor, saçlarının arasına dağılıyor, sonra ensesinden sanki kaynamış bir su gibi belkemiğinin hizasından akıyor. Belinden aşağısını tutuşturuyordu. Ah, bir şeyler oluyordu. Sarhoş gibi gözleri dumanlanıyor, kalbi göğsünü çatlatacak gibi çarpıyor, çeneleri kilitleniyordu. Evet... Şimdi, şurada:

—    Yaşasın hürriyet! diye bağırsa ismi tarihe geçecekti. Düşünüyor, tir tir titriyordu. Babıâli'de birinci defa bu mukaddes kelimeyi çınlatmak... Birden, kendisini tutamadı. Gözleri daha ziyade dumanlandı. Adetâ karardı. Kendi iradesinin haricinde, ne olduğu bilinmez bir kuvvet içine girmiş, onu kımıldatıyordu. Ellerini kalçalarına koydu. Göğsünü şişirtti. Gözünü dumanları içinde sayısını göremediği bu müstebitler ordusuna karşı avazı çıktığı kadar bir nara attı:

—    Yaşasın hürriyet!

Bir an herkes sustu... Kalem kapılarından vücutsuz başlar göründü. Yaptığı deliliğin dehşetinden birdenbire ödü kopan Ahmet Bey narasını tekrarlayınca koridorlardan herkes kaçıştı. Bunu mabeyn tarafından kurulmuş bir tuzak sanıyorlardı. Ahmet Bey Babıâli'de birinci defa olarak bu kelimeyi haykırabildiği için ruhunda öyle bir büyüklük, öyle bir fevkalâdelik duydu ki hükümetin bütün ordusu önüne çıksa "bir hamlede yere geçireceğim." sandı.

Artık katiyen ne yaptığının farkında değildi.

Dâhiliye tarafına, Sadaret'e koştu. Merdiven başlarında, meydanlarda, nazır odalarının önlerinde haykırdı:

—    Yaşasın hürriyet!

Kapıcılar onu delirmiş zannıyle polise gönderiyorlardı. Ahmet Beyin tutulmadığını, boyuna "Yaşasın hürriyet!" narasını bastığını gören kâtipler yavaş yavaş onun etrafında toplanmağa bağladılar. O coşuyor, deliriyor, bir arteziyen şiddetiyle taşıyor, fışkırıyordu:

—    Geliniz, vatandaşlar, geliniz! Benim yanıma koşunuz. Hürriyetin kollarına atılınız. Eski idareye lanetler: Lanetler olsun...

Öyle küfürler savuruyor, öyle dehşetli laflar söylüyordu ki... Yarım saat içinde bütün Babıâli yerinden oynadı. Bu zelzele sokağa aksetti. Köprüyü geçti. Beyoğlu'nu karıştırdı.

Bir saat sonra...

Evlerine kaçan vükelânın daima toplandığı büyük meclis salonundaydı. Etrafına müsteşarlar, müdürler, Şûrayı Devlet azaları filan toplanmıştı. Ahmet Bey kendini kaybettikçe kaybediyor, kendini bir daha bulamayacak derecelere geliyor, bu ilân ettiği hürriyetin yegâne faili kendini sanıyordu.

Hem... Bunda asla şüphesi yoktu. İşte bütün hükümetin erkânı rükûa yakın bir vaziyette karşısındaydı. Yirmi dört saat evvel hiç düşünmediği, aklına bile getirmediği hürriyeti şimdi tamamıyla benimsiyor, onun için çalışmış görünüyor, kendine hakikî bir kahraman süsü veriyordu.

Herkes de buna inanıyordu.

Herkes inandıkça onun iddiasında artık hiç bir şüphesi kalmıyor, hakikaten kendisinin bir kahraman olduğuna iman ediyor, bu imanın hayaline ika ettiği tedailerle  korkunç bir roman uyduruyordu, meclis odasının içi, dışı dolmuştu. Herkes bir def acık olsun onu uzaktan görmek istiyordu.

Halk niçin olduğunu bilmeden avluda toplanıyor, İstanbul'un otuz senedir hiç bir maskaralıkla bozulmamış sükûnu tehlikede kalıyordu. Ahmet Beyin sesi kısılmıştı.

Meclis içindekiler:

— Ey kahraman-ı hürriyet! İstibdadı nasıl devirdin? Bize anlat! diye haykırıştılar.

Ama Ahmet Bey yalnız "hürriyet" in lafını biliyordu. Bunun nasıl istihsal olunduğundan, müstebidin nasıl Kanun-u Esasi'yi verdiğinden filan hiç malumatı yoktu. Avrupa'da Jön Türkler bulunduğunu biliyordu. Lâkin bunlar kimdi? Haberi yoktu. Hatta bir "Jön Türk" ismi bile tanımıyordu. Fakat İşte herkes, bu binlerce hükümet memuru, bu müsteşar, bu müdürler, mümeyyizler, hulefalar , kâtipler ondan "Jön Türklerin kimler olduğunu" sormuyorlar; kendisinin, bizzat kendisinin hürriyeti nasıl istihsal ettiğini anlamak istiyorlardı.

Hissi, idraki, bir saat evvelkinden tamamıyla başka bir mahiyette kendine geliyor, yavaş yavaş düşünmeğe, hükmetmeğe başlıyordu. Oturduğu koltuktan kalktı. Hemen ona yol açtılar. Açılan yoldan ağır ağır yürüdü. Ağır ağır oradaki masanın üzerine çıktı. Salonun kapısından hâlâ birbirlerini ezerek giriyorlar, sıcağa rağmen kalabalıktan düşmemek için pencerelerin camlarını indiriyorlardı. Bir elini kalçasına dayadı. Öteki eliyle tek gözlüğünü sımsıkı tutarak bağıra bağıra anlatmağa başladı:

—    Vatandaşlar! Bize "Jön Türk" derler. Bizi kimse tanımaz. Bizim kimse ismimizi bilmez. İşte bu Jön Türklerden birisi benim! Ben onların reisiyim! Benim ismimi kimse bilmez. Beni kimse tanımaz.

Kapının yanından bir ses haykırdı:

—    Ben sizi tanırım efendim.

—    Kim o?

—    Kim o, kim o?

Salondakiler bu mesudun kim olduğunu sorarak o tarafa baktılar. Bu bir odacı idi. Ahmet Beyin kalemindeki Arapkirli saf bir ihtiyardı. Bu kadar büyük bir adamı tanıdığı için son derece seviniyor, tekrar:

—    Ben sizi tanırım! Sizin isminiz Ahmet Beydir!' diye haykırıyordu. Ahmet Bey masanın üzerinden topuklarım kaldırdı, daha ziyade yükseldi. Protesto etti:

—    Hayır, yalan söylüyor. "Ahmet" benim müstear ismimdir. Asıl ismi m değil. Beni kimse tanımaz.

Odacı "Bir senedir tanıdığını" haykırdıkça Ahmet Bey doğduğundan beri taşıdığı, babasının koyduğu bu "Ahmet" ismini inkâr ediyordu.

Hürriyet hikâyesini dinlemek isteyen ekseriyet birdenbire hiddetlendi. Odacıyı tokatlayarak dışarı attılar.

Ahmet Bey sözüne devam etti:

—    Bu cahil adam, benim müstear ismimi asıl ismim sanıyor. Fakat kabahati yok. Bugüne kadar kalemdeki beyler de, mümeyyizler de, müdür de, hatta nazır da, hatta İstanbul ahalisi de. Hatta ben, hatta evimdeki ailem de beni "Ahmet Bey" tanıyorlardı. Hâlbuki... Yanılıyorlardı. Ben bu nam altında asıl şahsiyetimi, asıl ismimi saklıyordum. Bizim cemiyetimizin merkezi Patagonya'daydı. Fakat her sene kongremizi İstanbul’un tenha bir köşesinde, Sulukule'de bir çingene evinin eşek. ahırında yapardık. Düşündük, taşındık; bizim istediğimiz, kan dökülmeden hürriyeti elde etmekti. Ben bir proje yaptım. Sulukule'den ta Yıldız Sarayı'na kadar bir tünel kazmak. Sonra bu tünelden geçerek bir gece müstebidi sarayının bir odasında yapayalnız yakalamak... Kafasını tabanca altına alarak hürriyeti ilân ettirmek... Yüz muhalif reye karşı on bin beş yüz muvafakat reyiyle benim projem kabul olundu.

Ta masanın dibinde duran köse mümeyyiz kendisini zapt edemedi:

—    Affedersiniz Ahmet Bey, dedi, pardon, müstear isminizi söyledim. Kahraman Bey! Kongrenizde on bin altı yüz âza olduğu anlaşılıyor. Bu kadar kişiyi içine alacak bir ahır Sulukule'de değil, İstanbul’da bile yok. Sakın rakamda bir yanlışlık olmasın...

—    Hayır, hayır...

—    Fakat...

—    Ne fakatı be?

—    Nasıl olur bu?

Mümeyyiz vaziyeti tayin edememişti. Hâlâ Ahmet Beye madun muamelesi ediyordu. Kahraman, kızardı.

—    Hayır, hayır, dedi, itiraza lüzum yok. Kongre için bütün azanın toplanması icap etmez. On kişi, beş kişi, hatta iki kişi kâfi... Diğerleri reylerini bunlara havale ederler. Karbonari gibi nice siyasî cemiyetler vardır ki kongrelerini binlerce âza ile yapmışlardır. Hâsılı.. Lafı uzatmayalım. Susunuz, dinleyiniz.

Mümeyyiz sararan yüzünü ekşiterek güldü. Cevabın katiliğinden yumuşamıştı:

—    Zaten dinlemek, anlamak için soruyoruz.

—    Hayır, siz asla hürriyete alışamayacaksınız. İtirazı, suali bırakınız. Yoksa şimdi sizi deminki -münasebetsiz kapıcı gibi dışarı attırırım. Hem kapıdan değil ha...

İcraattan hoşlanan salondakiler merakla sordular:

—    Kapıdan değilse, nereden, nerden attıracaksınız?

—    Pencereden, evet... Pencereden! Altı yedi metrelik bir yükseklikten avluya atılınca itirazın ne demek olduğunu anlar. Hürriyet serbestlik demektir. Kanun-u Esasi demektir. Buna ait bir söze itiraz etmek "istibdat" cinayetinden başka bir şey değildir. İstibdadın cezası bütün hür milletlerde birdir.

—    Nedir? Nedir? diye bağırıştılar. 

'— İdam!

Ses seda kesildi. Bütün salonun üstünde bir ölüm havası dalgalandı. Köse mümeyyiz daha beter sarararak önüne baktı. Dışarı kaçacak bir yol yoktu. Ahmet Bey cevabının yaptığı uhrevî sükûn içinde hikâyesine devam etti:

—    ... Evet, benim projem kabul olundu! Tüneli kazmağa başladık. Çıkardığımız toprakları Sulukule deresine atıyorduk. Bu topraklar denize yakın araziyi beş metre kadar büyüttü. Bu kadar büyük bir tebeddül karşısında bile hafiyeler bizim vücudumuzdan şüphe etmediler. Tuhaf değil mi?

—    ... İstanbul'un bir sahili denize doğru büyüyordu da bunu kimse görmüyordu. Hâlbuki Nil nehrinin getirdiği kumlarla, çamurlarla İskenderiye sahillerinin gittikçe denize doğru genişlediğini maarif bütün mektep çocuklarına öğretiyordu, nihayet yirmi senede bu tüneli tamamladık. Yirmi sene! Bu size uzun gelir değil mi?

Hayretten kimse tasdik edemedi.

—    ... Hayır, bir inkılâpçı, bir ihtilâlcı için bu zaman, yirmi dakika kadar kısadır. Ne eziyetler çektik. Saçlarımız ağardı. Şairlerin hayatta bahar farz ettikleri gençliğimiz dar, güneş görmez bir delik içinde kazma vurmakla geçti. Dişlerimiz döküldü...

Feci, yorgun, perişan bir tavırla bu yirmi senelik uğraşmayı; Sulukule'nin, Yenibahçe'nin, Fatih'in, hatta Halic'in.. Beyoğlu'nun, Nişantaşı'nın, altından gecen nihayetsiz tünelin nihayetsiz karanlıklarını Ahmet Bey anlattıkça masanın dibinde köse mümeyyiz fenalaşıyordu. Ah şimdi hürriyet olmasa, eski istibdat zamanı olsa ona kaç yaşında olduğunu soracak; "Yirmi dört yaşındayım!" cevabını alınca, projesini kaç yaşındayken yaptığını tekrar soracaktı... İşte dayandığı şu geniş masanın üstünde dimdik duran bu genç kazmayla değil, daha bir topluiğne ile bir toprağa dokunmamıştı. Bunu görüyordu. Elleri pek pembe, pek temizdi.

Adeta bir kadın eli gibi. Saçları simsiyahtı. Beyaz olan yalnız dişleriydi. Hem içinde bir tane eksik yoktu. Demek bu Jön Türk tüneli dört yaşında kazmağa başlamıştı. Sual boğazından dilinin üstüne geliyor, dudaklarına dayanıyordu. Fakat köse mümeyyiz yutkundu. Sualini karnına indirdi. Çünkü artık hürriyet devri içine girilmişti. Bir kahramana itirazvarî sual sormak tehlikeli bir kabahatti. Kulağında bu korkunç kelimenin çınladığını duydu.

—    İdam! İdam!

Pencere ile avlunun arasındaki mesafe gözünün önüne geldi. İçini çekti. Sustu. Müstear ismi Ahmet Bey olan kahraman hikâyesini anlattıkça salonun içindekiler titriyorlar; hayret, takdir sedaları çıkarıyorlardı. Hiç kimsenin inanmazlık aklına gelmiyordu. Cumhur... Bu dinleyen, dinleyerek susan yığın asla köse mümeyyiz gibi rakama ehemmiyet vermiyor, "zaman, mekân" umdeleriyle düşünmüyordu; en atmasyon vakaları, en esassız bir masalı, en büyük bir hakikat gibi dinleyip inanmak istidadını haizdi. Evet.. Bu tünel nihayet bir gece bitmişti. Masanın üzerinde canlı bir heykel gibi muhteşem bir vaziyet alan kahraman hikâyesinin burasına gelince göğsüne vurdu:

 -- İşte vatandaşlar! dedi, bir gece kazmamızı vurunca yıldızla dolu semayı gördük. Burası sarayın bahçesiydi! Ben başımı çıkardım. Etrafı dinledim. Biraz ileride nöbetçiler geziyordu. Mabeynin mükemmel bir haritası yanımızda hazırdı. Tekrar tünele çekildik. Hususî bir ihtilâl aletiyle mevkiimizi tayin ettik. Müstebidin yattığı köşkten yüz metre uzaktaydık. Arkadaşlarıma veda ettim. "Haydi, siz gidin. Beni yalnız bırakın." dedim. Onlar tünele girdiler. Yeraltından Sulukule'ye doğru gitmeğe başladılar.

Siz o vakit, o gece, o saat, o saniye kim bilir ne kadar rahat, ne kadar asude, sıcacık yatağınızda mışıl mışıl uyuyordunuz. Hâlbuki... Ben ne heyecanlar geçiriyordum.

Bütün salon bir kulak kesilmiş; nefes almıyor, dinliyor, vakanın dehşetinden herkesin dizleri titriyordu. Kahraman, hareketlerini, vücuduyla tekrarlayarak yerde nasıl sürüne sürüne gittiğini, iki dakika içinde yirmi üç tane nöbetçi neferini nasıl zehirli hançerle öldürdüğünü, nihayet müstebidin yanına giriverince nasıl tabancasını alnına dayayıp sakalından tuttuğunu anlattı.

—    ... Müstebit: "Aman, Jön Türk! Benden ne istersen İşte, vereyim. Yalnız canıma dokunma!" deyince ben: "Senden bir şey istemem. Yalnız şimdi hürriyeti ilân edeceksin. Yoksa karışmam." dedim. Can korkusuyla hiç düşünmedi. Huzuruna giremeyen mabeyncilere sakalı elimde yazdığı iradeyi gönderdi. İşte bu sabah gazetelerde okuduğunuz tebliğ benim ona yazdırdığım satırlardır.

Kahraman anlattıkça hikâyesi kulaklardan geçerek ağızlardan çıkıyor, ağızdan ağza yayılarak kapıdan, Babıâli'nin avlusundan dışarı savruluyordu. O gece bu vakayı İstanbul’da duymayan kalmadı. Sokaklara fırlayan binlerce kâtip Jön Türk'ün kahramanlığım anlatıyor, işitenler. Henüz işitmeyenlere -kendilerinden de bazı şeyler karıştırarak- tekrarlıyorlar, kadınlar evlerde, ihtiyarlar mahalle kahvelerinde, askerler kışlalarında, yirmi dört saat evvel bütün dünyaya hükmeden müstebidin nasıl sakalı ele verdiğini tahayyül ediyorlardı.

Ahmet Bey o akşam Nişantaşı'ndaki annesinin evine büyük bir zafer alayıyla gitti. Babıâli'ye getirttiği arabanın atlarını çıkarmıştı. İkindiye doğru hürriyetin sahiden ilânına inanan tıbbiyeliler, hukuklular, darülfünunlular, medreseliler Babıâli'ye üşüşmüşlerdi. Hepsi, Ahmet Beyin arabasına koşuldu.

—    Yaşasın hürriyet! Yaşasın hürriyet' Nakaratıyla çekmeye başladılar. Babıâli Caddesi cülus günü gibi donanmıştı. Köprüden geçerken Ahmet Bey:

—    Artık Köprü parası alınmayacak, bu vahşîliktir, hürriyete yakışmaz, diye haykırdı. Mektepliler kendi hürriyet mabutlarının bu narasından coştular. Galeyana geldiler. Para toplayan memurları boyunlarındaki kutularla beraber denize fırlattılar. Memur barakalarını parçaladılar. Alay köprünün ortasına gelmeden Aziziye karakolunu   boşaltan askerler, takım kumandanları, yani onbaşıları önlerinde olduğu halde Galata'ya doğru kaçışıyorlardı. Jön Türk'ün arabasını çeken mekteplilerle medreselilere katılan halk on bini geçmişti. Bu muazzam ayalin başı Karaköy'e geldiği halde Zülfikar  gibi iki kuyruklu ucunun biri Bahçe -kapı'sında, biri henüz Yenicami muvakkithanesinin   önündeydi. Birkaç dakika içinde bütün Galata'da dükkânlar kapandı. "Patrida"  lan olan Türkiye'yi ateşinden yanacak derecede şiddetli bir muhabbetle seven sevgili sadık "yerli Yunanlı" kardeşçiklerimiz de hemen Jön Türk'ün alayına katıldılar. Yahudiler Balat'tan ayrı bir alay yapmış koşuyorlar, hürriyet nümayişine yetişmek istiyorlardı. Belki İstanbul şimdiye kadar böyle sevinçli, böyle umumî bir hareket görmemişti. Alay Beyoğlu'na geldi. Fakat büyüdü. Büyüdü. Büyüdü. O kadar büyüdü ki Caddeikebir bu kalabalığı almadı. Sıkışanın, üzülenin, ezilenin haddi hesabı yoktu. Bu anî tuğyandan şaşıran sefarethaneler tuhaf bir şaşkınlıkla bayraklar çekmişler, daha ne olduğunu iyice anlayamadıkları bu hâdiseyi selâmlıyorlardı. Genç mekteplilerin kalın enseli, ince fikirli, son derece hürriyetperver medreselilerin sevinç gözyaşları dökerek çektikleri arabada küçük dağları yaratmış bir Allah yavrusu gibi kurulan Ahmet Bey Rus sefarethanesinin önüne gelince insandan atlarına "çüş!" manasına gelir garip bir ses çıkardı:

—    Durrrr...

Araba durdu. Alay durdu. Naralar, alkışlar durdu. Bu lâhutî  sükût içinde Jön Türk'ün, hürriyet mabudunun sadası işitildi:

—    Ey vatandaşlar! Bizi dünyada en çok seven mukaddes komşumuzun, sevgili çarlık Rusya'sının sefarethanesi önündeyiz... Onları selâmlayalım. Eski hain istibdat idaresi en sevgili kardeşlerimiz olan Ruslar, hürriyetperver Rus Çarını bize düşman bildirmişti. Hayır, hayır, hayır... Hiç bir devlet kendi komşusuna düşman olamaz.

Olamaz. Bu mantıka muhaliftir. Her ne kadar mantık yoksa da, yine muhaliftir. Bizim düşmanlarımız olsa olsa İspanya, Portekiz, İsveç, Norveç, Monako, Liberya, Arjantin, Panama hükümetleridir.

Biz bunların hücumundan korkmalıyız. Dünyanın en büyük hürriyetperveri olan Carın hükümeti hür bir Türkiye'ye düşman olamaz... ... Bu nutuk uzadı. Kendi memleketimizi bizden daha çok sevdiklerinden hiç kimsenin şüphe edemeyeceği sadık yerli Yunanlı kardeşlerimiz ellerinden kıvılcımlar çıkacak derecede bu nutku alkışlıyorlar:

—    Zito, zito, zito!  diye avazları çıktığı kadar haykırışıyorlardı. İngiltere seferathanesinin önünde de Ahmet Bey bir nutuk söyledi. Bütün Osmanlılar anladı ki bizim en hakikî dostumuz, hatta müttefikimiz Rusya imiş...

... Alay Harbiye Mektebinin önüne gelince o kadar çoğalmıştı ki... bir tek hareket imkânı kalmadı. Hava kararıyor, akşam oluyordu. Ahmet Bey sabahtan beri hiç bir şey yemediğinin şimdi farkına vardı. Arabanın üstünden dedi ki:

—    Artık alayımız hareket edebilmek istidadını kaybetti. Bari bana bir kişilik yer açınız da evime gideyim.

Mektepliler hep bir ağızdan bağırdılar:

—    Asla, ey "kahraman-ı hürriyet!" Asla! Senin ayağın toprağa lâyık değildir. Caddeler, sokaklar seni görmek isteyenlerle dolu... Onların başlarına basarak yürü, istediğin yere git...

Arabanın içinde biraz doğruldu. Nişantaşı tarafına baktı. Hakikaten yer hiç gözükmüyordu. Kımıldamayan bir halk sürüsü bütün yolu doldurmuştu. Sabahleyin bol bol geçtiği sokak şimdi bir buçuk metre kadar yükselmiş, kırmızı tuğla kaplanmış gibiydi. Kalktı. Düşünmedi. Bir eliyle tek gözlüğünü tutarak bu kırmızı, fakat yumuşak tuğlalar üstünde yürümeğe başladı. Alkışlayan eller ayaklarını okşuyordu. Yumuşak tuğlaların altından birtakım canlı yuvarlaklar kımıldıyor, nihayetsiz bir uğultu semaya yükseliyordu:

—    Yaaşa.. sın.. Hür... riyet!

Ahmet Bey düşe kalka evinin önüne geldi. Ama kapıya inmek ihtimali yoktu. Halk sıkışmış kımıldayamıyordu. İkinci kat pencerelerinden bakan hizmetçiler beylerini herkesin başında, elleri üstünde yürüyor görünce koşup Hanımefendiye haber verdiler. Hanımefendi otuz senedir İstanbul’da oturduğu halde Türkçe konuşmasını öğrenmemiş bir Çerkezdi. Kızların laflarını iyice anlayamadı. Lâkin sevgili Ahmet'inin ismini duyunca "Acaba bir kaza mı oldu?" diye pencereye koştu. Balık istifi gibi sokağa dolan halkın başlan üzerinde gezinen oğlunu görünce şaşırdı. Pancuru aralık etti:

—    Ayol ümmeti Muhammed'imin başında yürümeye böyle utanmıyor musun, Ahmet?

Ahmet Bey başını kaldırdı. Müstear isminin hâlâ kullanılması birdenbire onu hiddetlendirdi. İçeri girmek istediğini unuttu.

—    Affedersin anne! Benim adım Ahmet değil... dedi.

Zavallı kadın yanlışlık olmasın diye oğluna dikkatli dikkatli baktı. Hayır, hiç şüphesi yoktu. İşte oydu! Tam kendisiydi. Doğurduğu, meme verdiği, büyüttüğü, ismini koyduğu oğlu... Ahmet Beyciğiydi. Kızdı:

—    Halt etmişsin. Adın senin Arae...

—    Değil İşte...

—    Hayır, Ame, Ame...

—    Ahmet değil, İşte.

—    Sus, aklını mı kaybettin? İçerime fenalık gelecek.

—    Hayır, Ahmet değil diyorum. Sen benim asıl ismimi bilmezsin... Bu münakaşa ana oğul arasında âdeta şiddetlice bir kavga halini aldı. Zavallı kadın oğlunun ismi "Ahmet" olduğuna evdeki bütün hizmetçileri, ihtiyar dadısını, şahit getirip pencereden gösteriyor, rahmetli babasının Şeyh Efendisi, doğduğu vakit kulağına avazı çıktığı kadar ezan okuyarak "Ahmet" ismini koyduğunu, hatta ezanın şiddetinden küçükken kulağı ağrıyıp da akıl baliğ oluncaya kadar aktığını anlatıyordu. Ahmet Bey bütün hatıralara, şahitliklere kargı inkârında inat etti. O kadar ki, annesinin sinirleri tuttu. Zavallı kadın oğlunun ismi kaybolur yahut değişirse onu bütün bütün elden kaçıracakmış gibi bir vehme kapılıyor, haklı olduğunu ispata çalışıyordu. Fakat muvaffak olamadı.

—    Hayyyy... diye bir çığlık kopardı. Arkasındaki hizmetçi kızın kucağına düştü. Bayıldı. Ahmet Beyin üzerinde gezindiği yumuşak tuğlaların altındaki canlı yuvarlak taşlardan çıkan fısıltılar, sakin bir göl dalgası gibi, birbirine karışıyor; "müthiş Jön Türk'ün hakikî ismini annesinin bile bilemediği" uzaklara, İstanbul’un tâ en ücra köşelerine yayılıyordu. Ahmet Bey annesini merak etti. Aile içinde "deli saraylı" şöhretini taşıyan bu kadıncağız en ufak şeye hiddetlenir; elleri, çeneleri kitlenir, bayılınca saatlerca ayılmazdı. Ahmet Bey son gayretle, kapının önündekilerin! biraz aralık edip aşağıya inmeğe çalıştı. Olacak iş değildi. Nümayişçiler bir granitin ecza-yı ferdiyesi  gibi sıkışmışlardı. Eve nasıl girecekti? Galatasaray'ın jimnastik dersleri onu mahir akrobat yapmıştı. Sinemalarda aktörlerin, hırsız, apaş rolüne çıkanların duvarlardan atladıklarını, en üst pencerelerden binalara daldıklarını gördükçe hep içinden: "Ben daha çeviğim, ben olsam bu kadar yavaş tırmanmam!" iler, yanındakilere kendisinin bir el ile barfikste tam mihver döndüğünü söylerdi. İşte şimdi münasip bir fırsat... Herkes onun çevikliğini, marifetini görecekti. Akrobatlığı, cambazlığı şöhretine şöhret, şanına başka bir şan ilâve edecekti. Diyeceklerdi ki:

—    Aman bu Jön Türk! Düz duvarı kedi gibi çıkıyor. Yüksekten, tehlikeden hiç korkmuyor, ne cesaret, ne cesaret!

Evet, mademki fırsat düşmüştü. Cesaretini göstermek lâzımdı. Sokağı dolduran bu kalabalığın sebebini anlamayan, kalabalığın kafalarında gezen beyini gayet eğlenceli bir palyaço gibi seyrederek gülen Anadolulu arsız evlâtlığa: 

—    Kız dadımı çağır, diye haykırdı. Evlâtlık hemen pencereden kayboldu. Bir dakika sonra tekrar aynı pencerede göründü.

—    Dadı gelmiyor.

—    Niçin?

—    Hanımefendiyi koku ile ovuyor.

—    Mehveşi çağır.

—    Mehveş ablam da Hanımefendinin kollarını ovuyor.

—    Peyken çağır.

—    Peyker ablam da Hanımefendinin ayaklarını ovuyor.

—    Pesend'i çağır.

—    Pesend ablam da hepsinin eline kolonya döküyor.

—    Despina nerede?

—    Bilmem.

—    Git çabuk, bak...

Evlâtlık yine pencereden kayboldu. Aradan çok geçmedi. Yine aynı pencereden görünerek haykırmağa başladı.

—    Geliyor mu?

—    Saçlarını düzeltiyor. Gelecek.

.. . İkinci kat pencerelerinin birinden Despina göründü. Şeytan, maskara, güzel bir Rum kızı... Hürriyetin ne olduğunu çapkın pekâlâ biliyordu. Sokakta gürültüden, bağrışmalardan hiç bir şey anlamayan Bolulu ahçıbaşıya demin hürriyetin manasını: "Sizin hanımlar da bizim gibi olacak artık! Hürriyet bu demek!" diye anlatmıştı. "Tuh, tuh, töbe... Sus gopeğin kızı..." diye hürriyeti anlamayan koca Türk hâlâ bu gürültüleri, bu kalabalığı bir yangın sanıyor, "Ateş buralara gelinceye kadar ben yemeği verir, bulaşıkları bile yıkarım" düşüncesiyle hiç istifini bozmuyordu.

—    Ne istiyorsunuz Beyefendi?

—    Görüyorsun ya, içeri gireceğim. Sokak kapısına inecek yer yok.

—    Ne yapayım?

—    Git çamaşır iplerinden getir. Sarkıt. Ben tırmanarak pencereye çıkayım.

Bu kadar alaylı bir manzara Despina'yı gülmekten katıltıyordu.

—    Simdi, simdi küçük Bey, diye kahkahalarla sıçrayarak ipi getirmeğe gitti. Ahmet Bey pazılarını elleriyle yokluyor, altındaki cumhura bakıyor, mektepte imtihanlara girerken duyduğu heyecana benzer bir ürperme kalbini biraz fazla çarptırıyordu. Sabahtan beri yorgunluktan, açlıktan hisleri körleşmişti. Altındaki cumhur bir şeyler bağırıyor, fakat artık o manasını anlamıyordu. Kulakları derin şimşekli bir uğultu ile dolmuştu.

—    Hürriyet!

—    Yaşasın!

—    Jön Türk!

Bu kelimelerin anlaşılmaz bir surette karışmasından hasıl olma bir uğultu... müthiş, muazzam bir gürültü...

Despina elinde ip, ikinci kattan görününce Ahmet Bey:

—    En üst kata, en üst kata çık! diye haykırdı.

—    Düsezeksiniz, beyim.

—    Haydi sen karışma. En üst kata çık diyorum.

Ahmet Beyin, fırsat düğünce muvaffakiyetinin âzamisini elde etmek âdetiydi. En üst katın pencereleri dururken ikinci kattan girmek hakikaten abesti. Çapkın Despina'yı dördüncü katın pencerelerinde bekliyorken, tavan arasının penceresinden ipi sarkıttığını görünce öyle sevindi ki...

—    Sarkıt, sarkıt...

—    İşte.

—    Biraz daha...

Ahmet Bey ipin ucunu tuttu. Despina yukardan haykırdı:

—    İpi nereye bağlayayım?

—    Orada bir yer yok mu?

—    Pancurun demir mandalı var.

—    Pekâlâ. İşte ona bağla.

İp bağlandıktan sonra cumhurun alkışları arasında yavaş yavaş Ahmet Bey çıkmağa başladı. Kollarının müthiş kuvvetini göstermek için ayaklarını hiç ipe dokundurmuyordu. İkinci katı geçmişti. Birdenbire Despina'nın çığlığıyla beraber demir mandal koptu. Ahmet Bey ahalinin tepelerine yuvarlandı. Bu yuvarlanıştan şüphesiz başları çok acıyan, beyinleri sarsılan halk hiç bir şikâyet sadası çıkarmadı. Bilâkis yine olanca kuvvetleriyle:

—    Yaşasın Jön Türk, yaşasın! diye haykırıştılar.

Ahmet Bey başını yukarı kaldırdı:

—    Despina, Despina... diye avazı çıktığı kadar haykırdı. İşittiremedi. Tavan arasının penceresinden yarı beline kadar sarkan, ellerini çırpan Rum; kızı alkışı hezeyana uğramış sıçrayıp duruyordu. Elini salladı:

—    Despina, Despina... Be!

Efendisinin harikulade vaziyetinden galeyana gelen kız ince sesiyle haykırdı:

—    Ti ehi vire Beyimu?

—    Tekrar ip sarkıt.

—    Ne yapazaksınız?

—    Göreceksin...

—    Kala, kala...

—    İpleri balkona bağla. Ucunu aşağı uzat.

—    Kala, kala...

Tavan arasının balkonundan eve girmeği pek hoş bulan kız yine tekrar keskin bir kahkahayla halkın gürültüsünü çınlattı. Ahmet Bey Despina'-nın sarkıttığı ipi tutunca tırmanmağa başladı. Birinci, ikinci kat hizasına kadar çıktı. Müthiş bir gürültü:

—    "Yaşasın! Yaşasın Jön Türk!" Gürültüsü camları sarsıyordu. Fakat Ahmet

Bey İşte ne vakitten beri ipe çıkmamıştı, idmanı kaçmıştı. Sileri acıyor, kolları kesiliyordu. Aklına tekrar aşağı kayıp ikinci katın penceresinden içeri girivermek geldi. Ama muvafık değildi. Tükürdüğünü yalamaktı, İşte mademki ipi balkondan sarkıttırmıştı, oradan girmeliydi. Maksadından yarı yerde dönmek azimsizlikti. Hâlbuki kendisi? Jön Türk!... Ulvî bir kuvvet bütün vücudundan taştı. Dişlerini sıktı. Son bir gayretle ipe sarıldı. Santimetre santimetre yükseliyordu. Sokağı dolduran halk:

—    Y'aşasın, yaşasın! diye haykırıyor, karşı tarafında açılan pancurlardaki çoluk çocuk kafaları da alkışlara karışıyor, yarı beline kadar sarkan Despina ince sesiyle:

—    Gayret Beyimu, gayret... diye onu teşci ediyordu. Neyse zorla balkonun kenarına yapıştı. Kollarını kendisine uzatan Despina'yı, kucakladı. Mevkiinin sevinciyle bu siyah, bu gülen gözlerde derin bir aşk güneşinin yakıcı aydınlığım görür gibi oldu. Halk, Jön Türk'ün muvaffakiyetinden deliriyor, coşuyor, taşıyordu. Bu-beyaz yanakların üstündeki iııce kumral kaşların arasını öpmek istedi. Birden içinden ilâhî bir şada:

—    Senin aşkın hürriyettir! Ne yapıyorsun? dedi.

—    Evet, ne yapıyorum? diye mırıldandı. Despina kollarından kurtularak cevap verdi:

—    Çok büyük ayıp yapıyorsun, herkes karşısında böyle...

—    Haydi, sen aşağı in.

—    Baş üstüne!

Kızı aşağı savunca balkona yaslandı. Artık tamamıyla akşam olmuş, sakin semada yıldızlar, bu nümayişin azametinden mahzuz oluyor gibi, pırlanta gulleleriyle titremeğe başlamışlardı.

—    Haydi vatandaşlar! Yarına, yarına! diye haykırdı; yarına... Şimdi evlerinize gidiniz. Çoluğunuzu çocuğunuzu tebrik ediniz. Onlara söyleyeniz ki artık bedbaht olmalarının ihtimali yoktur. Çünkü hürriyet güneşi doğdu. Bu güneşin altında bütün sefaletlerin, rezaletlerin nasıl eriyeceğini size mufassalan anlatacağım. Yarın. Yarın. Evet yarın. Zira bugün çok yorgunum. Hem yarın size öyle bir şey söyleyeceğim ki.. Bunu işitince hayatınızın en büyük bir saadetini idrak etmiş olacaksınız.

—    Ne söyleyeceksin? Ne söyleyeceksin?

— Size şimdiye kadar kimsenin bilmediği hakikî ismimi söyleyeceğim. Evet, yarın bunu işiteceksiniz !

Bu vaat, bu müjde halk arasında öyle müthiş, öyle korkunç, öyle tarif olunamaz derecede şiddetli bir sevinç husule getirdi ki... Manası anlaşılmaz bir uğultu, dar bir nehrin yatağına akmış bir umman, bir tufan gürültüsünü yükseltiyor, her taraftan açılan pancurlardan kadın, kız, erkek, çocuk basları uzanıyor, bu umumî tahassüse her taraftan iştirak olunuyordu. Bu uğultu büyüyor, dalgalanıyor, anatın  değiştiriyor, yavaş yavaş bir musiki haline giriyordu.

Ahmet Bey balkondan ayrılamıyordu.

Ruhundaki azametin göklere sığmayacak derecede irileştiğini, âdeta bütün kâinata inkılâp ettiğini duyuyor, kendini bu ulviyet karşısında bir nokta gibi ufacık görüyordu, ipten sıyrılarak kanayan •ellerine, kabarık göğsüne, yukarı kıvrılmış siyah bıyıklarına bakıyor, burnunun gölgesinde pembe, manevî bir nurun parladığını fark ediyordu. Büyük sokaktan geniş caddeye kadar uzanan manzaraya dalıyor, hangi imparatorun bu kadar sadık tebaası •olabileceğini düşünüyordu. Hayır, hayır... Onun şimdi imparatorların fevkinde bir kuvveti vardı. Ne dese şu halk, şu biribirini ezen, bağıran, haykıran, teganni eden halk ne dese hemen yapacaktı! İmparatorlar değil, hatta hiç bir peygamber hayatında bu kadar sadık, bu kadar meftun bir ümmete sahip olmamıştı. Allah'la Tur-ı Sina'da   görüşen Musa'nın müminleri kaç kişi idi? Kız oğlan kız anasından babasız doğan, doğuşuyla mucizelerin en büyüğünü gösteren İsa'nın kaç mümini vardı? Topu topu on iki kişi değil mi? Bu on iki kişinin içinde de bir hain çıktı. Zavallı peygamberin çarmıha gerilmemek için şeklini değiştirerek genç yağında göğe kaçmasına sebep oldu. Hâlbuki şimdi bütün İstanbul, yani bir milyon kişi ona tâbiydi, ondan doğan güneşe tapıyorlardı. Sokakta uğultu büyüyor, büyüdükçe musikileşiyordu. Ahmet Bey bir an, eskiden tanıdığı bir ahengin yükselir gibi olduğunu zannetti.

Evet, evet... Bu havayı tanıyordu. Halk, hayır halk değil; halkın "deha" sesi otuz üç sene evvel hürriyet rüyasından kalma bir nağmenin, veznini bozmadan, güftesini değiştiriyor, düzeltiyor, bağırıyordu:

Kalkın, ey ehli vatan! Biz de sodan olalım. Bu "Jön Türk" ün uğruna Biz de kurban olayım...

Gök iyice karardı. Havagazları, gelip gitme kesildiği için yakılamamıştı. Sokaktaki kalabalık seyrekleşe seyrekleşe caddeye aktı. Ahmet Bey balkonun tırabzanına dayadığı kolunun uyuştuğunu duydu. Derin tefekkürlerden uyanan dalgınlara has cevval bir mahmurlukla doğruldu. Balkon kapısını açtı. Üzerinde yatak yığınları duran sandıkların arasından geçti. Merdiven kapkaranlıktı. Parmaklıkları tutarak indi. İkinci kata gelince annesinin odasına doğru yürüdü. Hâlâ ayılmamış olacaktı. Zavallının kollarını, göğsünü kolonya ile ovan hizmetçilere kapıdan sordu

—    Daha açılmadı mı? Kızlar:

—    Hayır... dediler. Annesinin hizmetçi kıtlığına kıran girmiş gibi Kastamonu'dan getirttiği arsız evlâtlık ilâve etti:

—    ... Hep kulağına "İsmi Ahmet Beymiş. Şaka yapmış." diye bağırdık. Duymadı.

Ahmet Bey, bu tedavi tarzına fena halde hiddetlendi. Kan beynine fırladı. Yüzü kızardı. Yumruklarını sıkarak:

—    Bir daha bana "Ahmet Bey" dediğinizi duyarsam vallahi hepinizi döver, bu evden kovarım! diye haykırdı.

Baygın annesinin uzandığı kırmızı kadife kanepenin başı ucunda ayakta duran ihtiyar dadısı, böyle birden bire değişen beyinin haline feci feci baktı:

—    Öyle ise artık size ne diyelim?

—    Asıl ismimi söyleyiniz.

—    Asıl isminiz ne?

Bunu henüz Ahmet Bey de bilmiyordu._?

—    Yarın söylerim, dedi, aceleden patlıyor musunuz? Daha dünyada kimse asıl ismimi öğrenmedi!

İnce, beyaz Mısır hasırı döşeli sofadan yürüdü. Yatak odasına girdi, esvapları, kitapları, kâğıtları hâsılı her şeyi bu geniş odadaydı.

Havagazı lambasını yakmışlardı. Açık pencerenin yanındaki Şam kumaşı kaplanmış alçak koltuğa kendini attı. Bir an daldı. Kımıldamadı. Ansızın tek gözlüğü düştü. Onu yerden alırken karşısında Despina'yı gördü. Haberi olmadan içeri girmişti.

—    Servi,  Müsyü, servi...

—    Haydi, git, yemek filân istemem, diye onu kovdu.

İşte bir anda halkın mabudu oluvermişti. Bunu hissediyordu. Evvelâ sırf boş bir tefahurdan, emelsiz bir cakadan, dipsiz bir gösterİşten ibaret olan "hürriyetperverlik" iddiasını "halk" denen yığın sahih sanmıştı. O şimdiye kadar bütün tanıdıklarım âdeta bir sanat edindiği "satışı" sayesinde aldatırdı. Meselâ her ay annesinin verdiği on beş lira ile kalemden aldığı iki bin beş yüz kuruştan başka on para bir geliri olmadığı halde kendine bir zengin, bir milyoner süsü verir; tanıştıklarının hepsi de onu zengin tanırlardı. Zamanenin ne kadar büyük adamı varsa hepsini tanır ve evlerine gider, sofralarında kalır... gibi görünürdü. Kalemde daima şöyle söze başlardı:

"... Başkâtip Paşanın konağında o gece sabaha kadar eğlendik. Bir saat uyumamışım, kalkınca..."

Yahut:

"... Tam yatacaktım. Kapı çalındı. Mabeynden bir yaver gelmiş, Darüssaade ağası  beni istemiş!

— Gidemem, hastayım... diyecektim, amma.. Beni çok sever. Hatırını kırmak istemedim.. Bu soğukta kalktım gittim. Yanıma şeyi... Evet, neyse.... onu yanıma aldım. Dışarı fırladım..."

Yahut da:

"... Fehim Paşa arabasını o gün bana vermişti. Margrit'e iki yüz elli liralık bir çek gönderdim. Hemen geldi. Arabaya, sahibinin metresiyle binerek öyle bir eğlendik ki... Tarif edemem..."

İlâh, ilâh, ilâh..."

Hâlbuki bunların hiç birisinin aslı yoktu. Yalnız büyük adamlara mensup görünmekle kanmaz; cesur, sair, edip, feylesof, âlim, derviş, pehlivan, tanburacı, damacı filan... görünmek ister, hem de görünürdü. Kalemde küçüklerin yanında hep kendine "Esraralût   bir Jön Türk" süsü verir, bir satırını görmediği halde Namık Kemal'in bütün eserlerini okuduğunu söyler, aklında kalmayan bazı şiirlerini bile ezberden okurdu. Hatta şehit Mithat Paşanın kanlı gömleğinin evinde saklı olduğunu rast geldiğine bir sır olmak üzere söyler, bu sırrı saklayacaklarına peşinen yeminler ettirirdi. Herkesi inandırmakta son derece mahirdi. Çünkü görünmek, caka satmak istediği şeyin aslına hiç ehemmiyet vermezdi. Onun ehemmiyet verdiği şey: Yalnız öyle görünmekti... İşte bütün kuvvetini bu tarafa sarf ettiği için muvaffak olurdu. Görünmek istediği şeylerden birisi de zenginlikti. Zengin olmayı aklından bile geçirmezdi. Haddizatında zenginliğin de onca hiç bir ehemmiyeti yoktu. Yalnız zengin görünmek ehemmiyeti vardı. Bir zengin gibi hareket eder, daima aslı olmayan yüz bin liralardan, çeklerden, madenlerden, apartmanlardan bahsederdi. Gayet hasis olan annesinin ne kadar iradı olduğunu da bilmiyordu. Babası nesi var nesi yok, bu kadına bırakmıştı. Lisanı gibi tabiatını da değiştirmeyen bu köylü Çerkez, sineği sıkıp yağını çıkaracak derecede muktesitti. Daima sofrada kendisine:

—    Ah, paranın bereketi kalmadı. Boğaza yetiştiremiyorum, diye sızlanırdı.

—. Anne! Yemekte para, masraf lafı etme! diyen Ahmet Bey yarın mirasa konunca satın alacağı gümüş takımları, vereceği ziyafetleri düşünerek dalar giderdi, İlmi, fazlı, kuvveti, kibarlığı, şıklığı, hâsılı her şeyi biraz kabuk, biraz renk, biraz boya idi. Neye kıymet verilirse o kıymete sahihten sahip olmağa çalışmaz, o kıymet kendisinde eskiden varmış gibi görünmeğe uğraşır, muvaffak da olurdu.

Fakat bu son muvaffakiyeti...

... O kadar büyüktü ki... Şimdi düşünürken kendisi bile şaşıyordu. Evet, büyük bir cesaret göstermiş, Babıâli'de, daha herkes korkuyla şüpheden uyuşuk dururken:

—    Yaşasın hürriyet!... diye haykırmıştı. Sonrasını pekiyi hatırlıyordu. Çorap söküğü gibi gitmişti. O "Cemiyet" in de "fert" gibi, belki fertten ziyade hayalperver bir isterik olduğunu bilmezdi. Fertlerin inanamayacağı ne kadar kaba yalanlar vardı ki cemiyet bunlara hemen kapılır, fakat... Fakat çabuk ayrılır; hayali, fertten çabuk, inkisara uğrardı.

Şimdi koltuğunda derin bir hülyaya dalan Ahmet Bey cemiyetin ruhundaki bu oynak temayülden haberi olmadığı için hâlâ dışarıdan gelen sesleri, nümayiş gürültülerini dinleyerek halkın kendine verdiği ehemmiyete kendi de ehemmiyet veriyor; hayalinde şanla, şerefle, altınla çerçevelenmiş pembe, nihayetsiz bir ufuk açılıyordu.

Varın ne olacaktı?

İsmi duyulunca şöhreti bir anda, telgraflarla dünyanın her köşesine yayılmayacak mıydı?

Fakat ismi?

Evet, sabah olmadan ismini, asıl kendi ismini bulmalıydı. Düşünmeye başladı. Aklına "Edebiyatı Cedide"   romanlarında okuduğu isimler geliyordu; "Bülent, Nevin, Nahit, Fahir, Şükran, Şadan, Kâmuran, Süha, Neriman, falan..." hayır, bunları beğenmiyordu. Öyle bir isim olsun ki... hiç işitilmemiş, hiç kullanılmamış olduktan başka kendi mevcudiyetine, büyüklüğüne, ehemmiyetine uysun! İki saattan ziyade aradı. Bulamadı.

Ne kadar isim varsa hepsi kullanılmıştı. Kullananların hepsini kendinden aşağı, kendini onların hepsinden yukarı, yüksek görüyordu.

— Yeni bir kelime uydurmalıyım... dedi. Amma bu nasıl olacaktı.

Bestekâr Verdi'nin   ismini hatırladı. Tokatlıyan'da anlatırlarken işitmişti. Bu bestekâr, kiralından mükâfat olarak ismini istemiş, kıral da ona kendi isminin her kelimesinden yalnız birer harf vermişti.

"Viktor Emanuel (Ruva d'İtali)" v,e,r, d, i, İşte "Verdi" ismi! "Verdi" ismi böyle doğmuştu. Hâlbuki o kimin isminden harf alabilirdi. Abdülhamit Han Hazretlerinden mi? Hayır! Hâşâ, onu yarın belki yerinden düşürecekti. Korkar gibi etrafına bakındı. Dolabın aynasında kendisini gördü. Fesi bile hâlâ başında duruyordu. Çıkardı. Karşıki kanepeye fırlattı. Parmaklarıyla alabros saçlarını düzeltti. Hâlâ sokakta nümayişçilerin, hürriyetçilerin sadaları dalgalanıyordu. Tek gözlüğünü eline aldı. Göğsündeki cebinden çektiği ipekli mendille silmeye başladı. Mutlaka bir hükümdar isminden mi harf alınabilirdi? Birkaç hükümdarın isminden de pekâlâ alınabilirdi?. Meselâ Avrupa hükümdarlarının isimlerinden...

Ayağa kalktı. Lavabonun yanındaki küçük akaju yazıhaneye oturdu. Yazıhanenin sağında yüksek bir turnant vardı. Raflar eski "Frou Frou" nüshalarıyle dolu idi. Ahmet Bey Türkçe cinaî roman tercümeleriyle bu açık Paris gazetelerinden daima alırdı. Romanları sabahleyin okur, Culotte-Rouge'un, Şans Genc'in yatmazdan evvel resimlerine bakardı. Son okuduğu cinaî romanlardan bir tanesi turnantın ta üstünde idi.

Uzandı. Onu aldı. Kabını açtı. Boş sayfaya cebinden çıkardığı kırmızı mürekkepli bir kalemle aklına gelen Avrupa hükümdarlarının isimlerini yazdı: Nikola, Vilhelm, Edvard Viktor Emanuel, Alfons, Yorgi Jorj, Fransuva Jozef, Albert, Hakon... Bu isimlerin başlarından birer harf topladı. Yazdı:

—    Nveveayjfjah..

Yazdığına baktı. Telâffuz etti. Bağırdı. Hoşuna gitmedi. Bu harflerin birkaç defa yerlerini değiştirdi:

—    Hafyavjevn,

—    Fanvejavah,

—    Vajnohfa,

—    Jafnahevv...

Yavaş yavaş okudu. Ağır okudu. Hızlı okudu. Bağırdı. Hayır, hayır... Beğenmedi. Hoşuna gitmedi.

—    Vay anasını, dedi, beni ya Hintli ya Çerkez sanacaklar, hep Hintli, hep Çerkez ismi çıkıyor.

Sonra hürriyetin üç meşhur şiirinden birer harf almayı düşündü. Onu da tecrübe etti: Hürriyet, müsavat, adalet, uhuvvet! Yazdı:

—    Humma...

Hastalık ismi! Beğenmedi. A'yı ortaya aldı:

—    Ham... Yüzünü buruşturdu.

Bir kere daha değiştirdi:

—    Amh...

Geceyarısı geçti. O hâlâ romanın kenarlarına isimler yazıyor, başlarından birer harf topluyordu. Meşhur kahramanların, meşhur inkılâpçıların isimlerinden çıkardığı kelimeler biribirinden münasebetsiz, biribirinden biçimsiz oluyordu. Nihayet bu usulü' bıraktı. Yazıhanenin üstündeki romanlarda rast geldiği bazı kelimelere bakmak için daima bir "Lügat-ı Osmaniye" dururdu. Ona el attı. Önüne açtı. Karıştırmaya başladı. Gözü ansızın bir kelimeye takıldı, kaldı:

Efruz...

Manasını okudu:

"Ziyalandırıcı, ruşen edici olan."

Tekrarladı:

—    Efruz,

—    Efruz,

—    Efruz,

Hoştu. Ahenkliydi. Hele manası tamamıyla kendine uyuyordu, istibdat, zulüm karanlığını o aydınlatmamış mıydı? Bundan başka, evet, şimdiye kadar hiç kimse bu ismi taşımamıştı.

—    Efruz, Efruz...

Gece gündüz terkip düzmek için lügatlerde Arapça, Acemce kelime arayan şairler, edipler nasıl olup bunu bulamamışlar, kendilerine mahlas diye kullanmamışlardı. Buna şaşıyordu. Bu, tama-mıyle büyüklük, ulviyet, yükseklik, harikuladelik ismiydi.

—    Efruz Bey, Efruz Beyefendi, Efruz Paşa, Efruz Han, Efruz Sultan, Efruz Şah...

Ayağa kalktı. Bir aşağı, bir yukarı gezinmeye başladı. İsmini telâffuz ediyordu. Asıl kendi ismini telâffuz ediyordu.

Efruz Bey, Efruz Bey...

... Artık sabah oluyor, yıldızları silinen göklerin menekşe rengindeki ziyaları camları parlatıyordu. Efruz Bey yirmi dört saattir ne yemiş, ne içmiş, ne de uyumuştu. Vücudunda his yorgunluk duymuyordu. Sinirlerinde, hayalinde öyle şiddetli bir faaliyet vardı ki, oturamıyor, duramıyordu, bu sefer asıl ismini öğrenen halk kim bilir nasıl onu alkışlayacaktı:

—    Yaşasın Efruz Bey! diye bağıracaklardı, isminin aksiyle İstanbul'un yedi tepesi, dünyanın bütün tepeleri, dağları, nehirleri, bataklıkları, gölleri, çölleri, ormanları, yanardağları, hatta, hatta cümudiyeleri çınlayacaktı. Zihni o derece hayal ile dolu idi ki... Fikirlerini seçemiyor, bugün ne yapacağını tayin edemiyordu. Hakikaten çok yapacak şey vardı. Fakat bunlar neydi? Bunları henüz tasavvur bile edemiyordu. Durdu. Yorulmamış bir azmin bütün kuvvetiyle gerildi. Ellerini kalçalarına koydu. Avazı çıktığı kadar bağırdı:

—    Yaşasın Efruz Bey!

Bütün ev halkı, annesi, dadısı, hizmetçi kızlar, evlâtlık "Ne oluyoruz?" diye yataklarından fırlayarak onun odasına koştular. Efruz Beyi bu kadar erken giyinmiş, dışarı çıkacak gibi hazırlanmış görünce şaşırdılar. Bilmiyorlardı ki o bu sabah daha giyinmemiş, fakat dün gece hiç soyunmamıştı. Kenarı gümüşî yollu beyaz bir yemeni ile saçlarını sımsıkı bağlamış olan annesi:

—    Ahmetçiğim, neye bağırdın? Sana bir şey mi oldu? Ödümüzü kopardın. Ne var? diye boynuna sarılmak istedi. Efruz Bey hiddetli hiddetli haykırdı:

—    Hâlâ bana, hâlâ bana "Ahmet" diyorsunuz ha?

—    Ne diyelim?

—    Asıl ismimi söyleyiniz.

—    Asıl ismin "Ahmet" değil mi? Sen deli mi oldun?

—    Sen deli olmuşsun, anne! Benim ismim "Ahmet" mi?

Bu kadar büyük bir iman, bir katiyet karşısında şaşalayan, ağzı açılıp içinden dili birkaç santimetre dışarı çıkan zavallı kadın gözlerini kırparak tekrar sordu:

—    Ya ne?

—    Efruz...

—    Ne?

—    Efruz...

Pek uzun süren birkaç saniye içinde anne, kızlar, dadı, hepsi biribirlerine bakıştılar. Sofu kadın böyle isim değiştirmeyi en büyük bir cinayet sayıyordu. Sarayda "kapı yoldaşları"ndan bazısının güzel isimleri olurdu. Yeni gelen halayıklara vermek için bu güzel isimlilerden birisinin ismi alınır, kendisine başka bir isim verilirse, ismin eski sahibi kız yıllarca ağlar, bedbaht olurdu. Hatta bir arkadaşını hatırlıyordu. On bir senelik ismini alıp yeni gelen bir kıza verdikleri için inat etmiş, günlerce yemek yememiş, açlıkla kendini öldürmüştü. Efruz Bey... Hem bu nasıl isimdi?

—    Oğlum, sen Müslümansın, böyle gâvur isini takınmaya utanmaz mısın?

—    Bu gâvurca değil Farisice...

—    Nece olursa olsun, hiç böyle isim işitilmemiş!

Efruz Bey o kadar kati söylüyordu ki, annesi, dadısı, kızlar, nasıl olduğunu bilmedikleri halde, onun asıl isminin "Efruz" olduğuna inanır gibi oluyorlardı.

... Ortalık tamamıyla aydınlanmıştı. Hürriyetçiler hezeyana uğramış bir çılgın sürüsü halinde sokağa birikmişlerdi. Bu sefer ellerinde allı beyazlı hürriyet bayrakları da vardı. Bağrışıyorlardı.

Efruz Bey camı açık pencereden başını çıkardı. Bu vatanperverlere baktı. Beş on bin kişi vardı. Aralarına irili ufaklı mektep çocukları da karışmıştı. Üç kalabalık bando, dün halkın güftesini değiştirdiği marşı çalıyor, çocuklar, büyükler, hepsi avazları çıktığı kadar haykırıyordu:

Kalkın ey Osmanlılar! Biz de sodan olalım, Bu Jön Türk'ün uğruna Biz de kurban olalım...

Zavallıların asıl kendi isminden haberleri yoktu. Bu umumî cehalete acıdı. Azıcık daha gözleri yaşaracaktı, eliyle sükût işareti etti.

Bütün bandolar, bağıranlar sustular.

—    Ne istiyorsunuz vatandaşlar?

Halk bir ağızdan cevap verdi:

—    Seni, seni...

—    Ben kimim?

—    Jön Türk'sün, Jön Türk'sün...

—    İsmim ne?

—    Bilmiyoruz, ismin ne? İsmin ne?

—    Efruz...

—    Efruz...

Halk bu ismi işitince hakikaten çıldırdı. Sanki hepsi sarhoştu. El şakırtıları, yaşasın sadaları arasında tekrarladıkları bu isim pek hoşlarına gidiyordu.

Efruz Bey her sabahki tıraş âdetini bile yapamadı. Yalnız lavabonun önündeki aynaya yaklaştı. Siyah bir pomatla çabuk çabuk bıyıklarını kıvırdı. Merdivenleri dörder dörder atlayarak aşağı indi. Kapıyı açtı. Dışarı çıktı. Dışarı çıkar çıkmaz halk onu yakaladı. Omuzlarına aldı.

Hareket başladı.

Harbiye Mektebi, Taksim Bahçesiyle, Cadde-i kebir; her taraf hürriyet bayraklarıyla donatılmıştı. Sokak başlarında yeni bandolar cemiyete takılıyor, halk dün bozduğu güfteyi bugün bir kat daha bozuyor, haykırıyordu:

Kalkın ey hür kardeşler Biz de şadan olalım, Efruz Beyin uğruna Gelin kurban olalım...

... İlk defa Babıâli'de bağırarak ilân ettiği bu hürriyeti idare etmek için bir merkez lâzımdı. Efruz Bey alkışla bağırıştan başka bir şey düşünmeyen halkın elleri üstünde bunu düşündü. Köprü'yü geçerken daha böyle bir merkez kararlaştıramamıştı. Yenipostahane binası aklına geldi. Bu muş-küldü. Hem birkaç gün posta muamelesi durabilirdi. Hükümetin haricinde bir yer aklına gelmiyordu. Düyunu Umumiye dairesi.. ' pek güzeldi.

Ama altından çapanoğlu çıkmak ihtimali vardı. Büyük bir yer, demir kapısıyla, kemerli pencereleriyle gözünün önüne "Sahavet Hanı" geldi.

Emretti. Bütün halk hanın yolunu tuttu. Hanın içinde ne kadar tüccar varsa sokağa atıldı.

Efruz Bey kendisine muavin seçmekte güçlüğe uğradı. Herkes hürriyetperverdi. Aralarından bazılarını seçip ayırmak müsavata muhalif bir hareketti. Sahavet Hanına bir saat içinde yerleşildi. Efruz Bey tellâllarına hatipleri çağırttı, binden ziyade hatibin hizmetine hazır olduğunu anladı. Bunları yüzer yüzer hana topladı, İstanbul'un dört bir tarafına saldırdı. İlk teşebbüs ettiği icraat zabıta ile polis teşkilâtını lâğv, hapishaneleri boşaltmak oldu. Fikrince polis hürriyetin en birinci mâniiydi. İlmin tanıdığı ahlâkta kanun: hürriyetti. Bir insan ne kadar hür olursa o kadar düşünür, ne kadar düşünürse o kadar ahlâklı olurdu. Hükümeti de kaldırmayı kurdu. Ama bu birdenbire yapılamazdı. Sabır lâzımdı.

... Efruz Bey merkez ittihaz ettiği handa İstanbul'un dört bir tarafına taze taze hatipler gönderir, terfi edeceklere tavsiyenameler yazar, hürriyetperverlere vesikalar verirken ismi, şöhreti, dünkü ifşaatı yayılıyor, mübalâğalanıyordu. Öğleden bir saat sonra çıkan ilâveler bir gün evvelki nümayişler esnasında alınan resimleri basıyor, "Sulukule - Yıldız" tünelinin haritası onar kuruşa her sokakta satılıyordu. Bu tünelin Jön Türklerden alınması için Beyoğlu'nda levantenlerden   mürekkep büyük bir anonim şirket teşekkül etti. Yenimahalle'de, Zincirlikuyu'da, Yenibahçe'de, Sulukule'de, Edirnekapısı'nda arazi fiyatı birdenbire fırladı. Hele Sulukule'de Jön Türk tünelinin varlığı duyulduktan sonra arşını on paraya olan arsaların metre murabbaı  iki yüz liraya çıktı. Fakat Çingeneler bu tebeddüle ehemmiyet vermediler.

"Sulukule - Yıldız" tünelinin İstanbul'da ani olarak uyandırdığı İktisadî hareketin o kadar ehemmiyeti yoktu. Duyulan şeylerin doğru olduğuna tıpkı halk gibi inanan Yıldız Sarayında da şimdi büyük bir heyecan hüküm sürüyordu. Müstebit daha sabahleyin erkenden en sadık mühendislerini, bahçıvanlarını, kuşçularını toplatmış, sarayın bahçesinde Sulukule tünelinin deliğini arattırıyordu. Bütün tarhlar bozuldu. Sık ağaçlar kesildi. Bu deliği bulmak mümkün değildi. Müstebit oturduğu köşkün küçük bahçesini kapatmak için binlerce çelik levha satın almaya en sadık yaverlerini gönderdi. Köşkünün pencerelerine mitralyözler koydurttu. Mabeyin tünelin deliğini ararken halkın meraklıları da oradaki deliği bulmaya çalışıyorlardı.

—    Yıldız'a giden tüneli bize gösteriniz? diye bahşiş vermeye kalkıyorlar, bu tekliften bir şey anlamayanlar hücum edenleri sarhoş sanarak ellerinden biraz mangiz koparmak hülyasıyla keriz atıyorlar, "hampur..." çekiyorlardı.

... Sahavet Hanının önü ikindiye doğru mahşer gibi olmuştu. Lâkin bu mahşer, dünkü gibi karman çorman değildi. Sınıflara, milliyetlere göre ayrılmıştı. Mektepliler, softalar, papazlarla kumru gibi ağız ağıza öpüşen hocalar... Kürtlüğü temsil eden hammallar, Rumlar, Araplığı temsil eden Tahtakaleliler, Ermeniler, Yahudiler, Arnavutluğu temsil eden bozacı, mahallebici, esnaf... bahçıvan Bulgarlar, Tophane kahvelerinin canlı demirbaş eşyası makamında olan büyük kalpaklı, gümüş kamalı -bilaistisna asil, bey olan- Çerkezler.. hep ayrı kümeler halinde gelmişlerdi. Efruz Bey çıkacak, Sultan Ahmet Meydanında "hürriyet nutku" nü verecekti. Beş altı saat içinde etrafında yirmi kadar mukarreple  birkaç yüz kadar yaver peyda oluvermişti. Mukarrepleriyle beraber aşağı indi. Beygirsiz büyük bir lastikli araba kendisini bekliyordu. Tam bineceği sırada dehşetli bir arbede koptu. Mukarrepler, yaverler meseleyi anlamak için halkın içine koştular. Niçin bu hür kardeşlerin boğaz-boğaza geldiklerini anlamayan Efruz Beye Araplar, Arnavutlar, Rumlar,

Bulgarlar, Kürtlerle Çerkezlerin arabayı çekmek için kavga ettiklerini, Çerkezlerin:

—    Efruz Bey bizim cinsimizdendir. Arabasını çekmek bizim hakkımızdır!, diye kamalarına davrandıklarını anlattılar. Efruz Bey öğleden beri büyük adamlara mahsus "az lâf söylemek" seciyesini iktisap etmişti.

— Pekâlâ, ben üçüncü katın penceresine çıkıyorum. Bana baksınlar. Beni dinlesinler, dedi. ismini bilmediği samimî mukarreplerinden bir ikisiyle geri döndü. Hana girdi, merdivenleri dörder, beşer aşarak yukarı çıktı.

Üçüncü katın penceresine!

İki dakika sonra Efruz Bey pencereden göründü. Yine bir alkış tufanı koptu. Bir eli kalçasında, bir eli tek gözlüğündeydi. Kıvrık bıyıklarını yukarı kaldırarak kalabalığa bakıyordu.

Biraz gürültü gevşeyince söze başladı:

—    Vatandaşlar! içinizde bazı cahiller bana Çerkez diyorlarmış!

Hayır. Ben Çerkez değilim. Ben hiç bir milletten değilim. Ben Efruz Beyim! Ben hürüm! Ben herkesle müsaviyim! Siz daha hürriyeti anlamamışsınız! Hürriyet demek Kanun-u Esasî demektir! Kanun-u Esası "bilâ tefrik-i cins ü mezhep" demektir! "bilâ tefrik-i cins ü mezhep" ne demektir? Biliyor musunuz?

—    Hayır.

—    Hayır, hayır!

—    Bilmiyoruz! diye bağırıştılar.

—    Pekâlâ, Söyleyeyim. "Hiç bir cins, hiç bir mezhep yok!" demektir. Sükûtun şaşkınlığından istifade eden Efruz Bey bütün kuvvetiyle hürriyet felsefesini bağırmaya başladı:

—    ... İnsan "hür" olunca müsavi olur. Müsavi olunca kardeş olur. Din farkı, millet farkı kalmaz. Hürriyet karşısında böyle şeylerin hiç ehemmiyeti yoktur. Hele "milliyet" kadar budalalık olamaz. Sakın böyle bir iddiada bulunmayınız, insanların hepsi hürdür. Kardeştir. Müsavidir. Artık ayrılmaya mana var mı? Biribirlerinizin lisanını bilmiyorsanız "ispiranto" dilini öğreniniz. Haydi hepiniz birlesiniz. Sevişiniz, "bilâ tefrik-i cins ü mezhep" bayrağının altına gelmeyenler müstebitlerdir. Onlar bizim düşmanlarımızdır. Bırakınız onlar mabetlerine gitsinler. Bizim cinsimiz, bizim mezhebimiz birdir: insanlık... Haydi öpüşünüz. Vahî fikirleri, batıl itikatları vahşîlere, yamyamlara bırakınız. Medenî olmaya çalışınız...

Bu nutuk biraz fazla uzadı.

Efruz Bey, izdivaç, aile, milliyet, hukuk, falan gibi ne kadar İçtimaî müessese varsa hepsinin birtakım batıl cahilane münasebetsizlikler olduğunu birçok delillerle anlattı. Halkı ikna etti. Hiç bir milliyeti benimsemeyen yerli İstanbullular Rumların, Arapların, Arnavutların, Yahudilerin, Kürtlerin, Bulgarların, Ermenilerin boğazlarına atıldılar. Hepsini öpmeye bağladılar. Yüz binlerce öpücüğün şapırtısından hasıl olan büyük bir şakırtı bütün havayı sarsıyordu.

Efruz Bey, yalnız kendi cinslerinden olduğunu inkâr ettiği ince kafalı Çerkezleri kandıramamıştı. Onlar Rum, Bulgar, Yahudi, hâsılı hiç bir milleti öpmeye tenezzül etmeyerek:

—    Kendi cinsini inkâr eden Çingeneden alçaktır! diye söylene söylene Tophane tarafındaki kahvelerine döndüler. Hiç bir şey olmamış gibi yine birbirlerine kabadayılıklarını, cesaretlerini, doğmamış oğlak derisinden kalpaklarını, memleketteki atlarını, Kafkasya'daki eğerlerini, gümüşlü kamçılarını anlatmaya başladılar.

Efruz Beyin arabasına "bilâ tefrik-i cins ü mezhep" bütün insanlar koşuldu.

Tâ gece yarılarına kadar nümayiş, nutuk, hutbe gürültüleriyle İstanbul inledi.

Boğaziçi'nden, Terkos'tan, Polonez köyünden, Çekmece'den bile meşaleli alaylar geldi.

Her tarafta:

—    Yaşasın Efruz Bey! Sadası yükseliyordu.

İstanbul kadınları on iki saat içinde bu muhterem kahramanın ismini bozdular:

—    Afaroz Bey... yaptılar.

Bu gece sabahlara kadar her evde, ücra mahalle kahvelerinde Afaroz Beyin hikâyesi anlatıldı. Hatta bu kahramanın padişahzadeliği de söylendi. "Sultan Murat'ın hapishaneden kaçıp ismini değiştirerek yaşamış bir şehzadesi!" dendi. Bin üç-yüz yirmi dört senesi temmuzunun on birinci, on ikinci, on üçüncü gecesi doğan erkek çocukların isimleri "Efruz" yazılıp "Afaroz" okundu. Bu üç gün, bu üç gece esnasında doğan kız çocukların isimleri Efruz Beyinkine son derece benzetildi, "Firuze" konuldu.

Efruz Beyin artık "nüfuzu, iktidarı" son noktasına gelmişti. Müstebit, kendisini görmek için sarayına çağırıyor, o:

—    Ben gidemem! O benim ayağıma gelsin... diye küstahça haber yolluyor; kendini hakikaten bu inkılâbın yegâne âmili, yegâne müsebbibi, yegâne kahramanı sanıyordu. Etrafında yüzlerinin şekillerini, isimlerini hâlâ hatırlayamadığı birtakım mukarrepler kaynaşıyor. Asker, sivil, birçok hürriyet-perverler arkasına takılıyor, arabasına koşuluyor, o ne dese bir papağan gibi tekrarlıyorlar, bir aygır-gibi bağırıyorlardı.

Efruz Bey, üçüncü gününü de alkış, gapaş,   -nümayiş, azil, nasp, hitap içinde, -halkın mabudu, olarak- tıpkı rüya gibi geçirdi. Gözlerinde yine bir-duman vardı. Sanki sarhoştu. Hiç bir şey görmüyor, gördüklerini hatırlayamıyordu.

Gece yarısından sonra hürriyetperverler arabasını evinin önüne çektiler. Sağında solunda bandolar müthiş bir ahenkle uğulduyordu. Artık pek yorgundu. Mukarreplerini selâmladı.

—    Şimdi biraz istirahat edelim. Yarın erken gelirsiniz! dedi.

—    Hayır, biz gitmeyiz efendim... diyen mukarreplerine sordu:

—    Fakat niçin?

—    Sabaha dört beş saat var! Biz burada hem mızıka çalarız, hem nutuklar veririz.

Efruz Bey bunu muvafık görmedi.

—    Ama, ben uyuyamam, dedi, biraz uyuyup» yarın erken kalkmalıyım?

—    Pekâlâ... susalım, sizi öyle bekleyelim. Canı sıkıldı.

—    Hayır canım, diye bağırdı, gidin başka yerde nümayiş yapın, beni biraz rahat bırakın..

Kahramanın öfkesinden korkan mukarrepler:

—    Başüstüne, başüstüne diye eğilerek, "yaşasın, yaşasın!" diye haykırarak uzaklaştılar. Efruz Bey kapıyı çaldı. Tekrar çaldı. Yine çaldı... nihayet duyurdu. Bodrum katında uyuyan aşçı Durmuş ağız bir tarafta, burun bir tarafta, bir elinde şamdan kapıyı açtı. Annesinin hem uşak, hem aşçı diye kullandığı bu hissiz herife kızdı:

—    Ulan, bu ne uyku!

Durmuş eliyle gözlerini ovuşturarak:

—    Daha sabah namazı okunmadı ki... dedi.

—    Sana namazı soran yok.

—    Peki efendim.

—    Hürriyet neye derler?

—    Bilmem efendim.

—    Tuh Allah belânı versin.

Şamdanı elinden aldı. Yürüdü. Kendi gibi hürriyeti vaz'edenin evinde hâlâ onun ne olduğunu bilmeyen vardı. "Ayı..." diye mırıldandı. İki gündür dünyayı yıkan nümayişlerin ne olduğunu bile merak etmemişti. Hasır döşemeli merdivenleri çıktı. Odasına gireceği zaman Despina'yı gördü. Yüzü kızarmıştı. Geziniyordu.

—    Ne bekliyorsun? dedi,

—    Sizi bekliyorum!.

Tatlı tatlı yüreği çarptı. Ama pek yorgundu! Parmağını kaldıracak hali yoktu. Kızın gülen şuh gözlerine dikkatle baktı. Şamdanın şulesi bebeklerinde altın alevler parlatıyordu.

Burnunu kaşıdı. Tek gözlüğünü yerleştirerek sordu:

—    Annem uyuyor mu?

—    Evet...

Annesiyle aynı katta yatarlardı. Odaları karşı karşıya idi.

—    Dadımla öbür kızlar beni beklediğini biliyorlar mı?

—    Biliyorlar.

—    Yarın anneme söylemezler mi?

—    Zaten hanımefendi, sizi bekleyeyim, dedi.

—    Ne?

—    Hanımefendi dedi.

—    Annem mi?

—    Evet.

Efruz bıyığını tuttu. Düşündü. Bu ne tebeddüldü? "Deli Saraylı" denen annesinden yılmıştı.. Bu kadın son derece kıskançtı. On dört yaşından beri oğlunu hizmetçilerden kıskanırdı. "Hangi çamlar bardak oldu" dedi. İşte bu mutlaka hürriyetin tesiriydi. Demek ki annesi bu güzel Despina'yı ona. oda hizmetçisi tayin etmişti. Kapıyı açtı.

—    Gel bakalım, dedi. Kız içeri girince:

—    Şu gece kandilini yak! diye gerindi. Kandil yakılırken kızın hareketlerine bakıyor,

şimdiye kadar onun güzelliğine dikkat etmediğine şaşıyordu. Ah yorgun olmasaydı...

—    Artık her gece beni bekleyecek misin?

—    Hayır.

—    Niçin?

—    Bu gece isi var da...

—    Ne işi?

—    Size bir telgraf var. Azeleymiş. Hanımefendi "gelinceye kadar bekle. Eline ver!" dedi.

—    Nerede o telgraf

—    İste...

Kızın cebinden çıkarıp uzattığı kâğıdı aldı.

—    Şu mumu da dışarda söndür... dedi.

Odasında ölü gözü gibi yanan kandilinin başında yalnız kalınca telgrafı açtı Pek merak etmiyordu. Okudu. Bir şey anlamadı:

NİŞANTAŞI'NDA KAHRAMAN-I HÜRRiYET EFRUZ BEY KARDEŞİMİZE

Bası mesail-i muallâka-i mühimme-i âli-ye-i inkılâbiye ve meşrutiyeti bera-yı tezkâr ve müzakere Nuruosmaniye'deki muvakkat kulübü teşrifiniz ehemmiyetle rica olunur, efendim.

İttihat ve Terakki İstanbul Heyet-i Merkeziyesi

—    Tuhaf şey! Bu ne demek? dedi... Bu cemi-.yet, bu kulüp nereden çıkmış?

Fakat hayretinde son derece samimîydi. İki gün evvel hürriyetperver gibi "unvan" satarken tutulduğu cereyan içinde kendini kaybetmiş, hatta bir gazete bile okumamıştı. Hemen herkesin mevcudiyetini duyduğu İttihat ve Terakki Cemiyetinden onun henüz haberi yoktu. Bu üç gün zarfında o, yalnız söylemiş, fakat asla dinlememişti!

Etrafındakiler, arabasını çekenler, alkışlayanlar, hatta yaverleri, mukarrepleri bile onu, İşte bu.. daha henüz ismini bilmediği İttihat ve Terakki Cemiyetine mensup sanırlardı. Telgrafı bir kere daha okudu. Dudağını büktü, tek gözlüğünü çıkardı, düşünür gibi gözlerini ufalttı.

—    Bunlar mutlaka bizimkiler olacak! Fakat benden habersiz nasıl kulüp falan açıyorlar. Ne ise... yarın görürüz! dedi.

Acele soyundu. Al pijamalarını giydi. Karyolasına uzandı. Daha gözlerini kapar kapamaz uyumaya, tatlı, doyulmaz rüyalar görmeye başladı. "Bizimkiler" diye hiç ehemmiyet vermeyerek kendi hürriyetperverleri sandığı İttihatçılar ilk gün onun hareketinden, şöhretinden bir şey anlayamamışlar, fakat ertesi gün Selanik'teki Merkez-i Umumîlerinden bu Efruz Beyin salâhiyetini, kim olduğunu sormuşlardı. Daha ertesi gün Merkez-i Umumîden gelen cevap "komitanın bu namda bir mensubu olmadığı gibi İstanbul'da vasi salâhiyeti haiz hiç bir ferdi bulunmadığına, bu Efruz Bey denilen şahsın süratle tevkif olunarak sükûnetin, asayişin tehlikeden kurtulmasına" dairdi.

Efruz Bey bu sabah pek erken uyandı. Geç yatınca erken uyanmak onun âdetiydi. Kahvaltısını yaptı. Tıraş oldu. Giyindi. Atsız arabasını çoktan kapının önüne getirmişlerdi. Kendini alkışlayanları selâmladı. Bindi:

—    Kulübe çekin... dedi.

Çalmaya başlayan bandoların ağır gürültüleri içinde mukarrepler sordular:

—    Bizim kulübe mi efendim?

—    Sizin kulüp hangisi?

—    Bizim kulüp İşte...

_ ?

Üç gündür en ziyade gözüne görünen, bahriye korvet kâtipliğinden vatanperverliği için tart olunduğunu vakit bulup kendine anlatan genç bir mukarrep bilgiçliğini göstermek için arkadaşlarının arasından ilerledi. Arabaya yaklaştı.

—    İttihat ve Terakki kulübü efendim... dedi.

Efruz Bey nümayişler içinde hürriyet, müsavat, adalet uhuvvet kelimeleriyle işittiğini hatırladığı halde bu kelimeleri ilk defa duyuyordu. Bozuntu vermedi.

—    Evet, bizim İttihat ve Terakki kulübüne! diye bağını salladı.

—    Alesta......

—    Ama çabuk.

Genç mukarrep avazı çıktığı kadar bir nara bastı:

—    Yaşasın İttihat ve Terakki!

Bando gürültülerini söndüren halkın sadası bu sözü tekrarladı. Yine bir alkış tufanı koptu. Efruz Bey bir şey anlamıyor, anlamış görünerek düşünmeye lüzum görmüyordu. Her günkü alayla bayraklar, alkışlar, nutuklar, hitabeler, çiçekler, çelenkler arasında, kulüp denen yere geldi. Burası mavi soluk boyalı eski b:r konaktı. Arabadan tek gözlüğünü tutarak, kurula kurula indi.

Fakat daha kapıdan girer girmez şaşırdı.

Çünkü kendini karşılayacaklar sanıyordu. Kır bıyıklı bir adam ne istediğini sordu:

—    Ben Efruz Beyim!

—    Kim olursan ol... Ne istiyorsun?

—    Burası İttihat ve Terakki kulübü değil mi?

—    Evet.

—    Git, kime lazımsa haber ver, ben geldim. Kır bıyıklı adam, onu baştan aşağı bir süzdü.

—    Pekâlâ, hele sen şuraya gir, diye onu eski kaba hasır döşeli, pis, küçük bir odaya soktu. Mukarrepleri, alay, bandoları dışarıda kalmıştı.

"Yaşasın İttihat ve Terakki" avazeleri, içinde bulunduğu odanın kirli badanalı duvarlarını sarsıyordu. Oturacak bir yer yoktu. Gezine gezine bekledi. Bir saat kadar bekledi. Alayı, bandoları uzaklaştılar. Gürültü kesildi. Artık hiddetleniyordu. Bu nasıl hareketti? Kendisine, Efruz Beye karşı ha... Hiddeti kabarıyor, kabarıyor topuklarının hizasına çıkıyorken kır bıyıklı herif geldi.

—    Haydi bakalım... diye onun önüne takıldı.

Geniş bir merdivenden çıkardı. Bir odaya soktu. Burası küçükçe bir evvel zaman salonuydu. Duvarlar nakışlıydı. Ortada yeşil örtülü büyük bir masa vardı. Bu masanın etrafında tanımadığı birkaç kişi toplanmıştı. Ne selâm verdiler, ne de ayağa kalktılar. Yalnız hayrete benzer bir nazarla kendisini baştan aşağı süzüyorlardı. Sabredemedi. Hiddetle, hiddetinin bütün celâdetiyle onlara:

—    Siz kimsiniz? Beni ne sıfatla çağırabiliyorsunuz? diye kabardı. Kendilerinin "Heyet-i Merkeziye" olduğunu söyleyerek heyecanlı sualine hiç cevap vermeyen bu adamların en genci onu âdeta istintak etti:

—    Asıl isminiz ne?

—    Efruz.

—    Müstear isminiz var mı?

—    Var.

—    Nedir?

—    Ahmet...

—    Babanızın ismi?

—    Mustafa Tevfik...

—    Sağ mı?

—    Hayır, beş sene evvel öldü.

—    Neciydi?

—    Defterdardı. Mutasarrıflıklarda gezdi.

—    Nerede oturuyorsunuz.

—    Nişantaşı'nda...

Bu mavi gözlü, iri boylu bir zattı. Tatlı tatlı gülümseyerek soruyordu. Efruz Bey manyatizma olmuş gibi, iradesinin haricinde bir itaatle cevaplar veriyordu. Üç gün evvelki hayatının her tarafını ona söylettiler. Sonra onun "hiç bir şeyden haberi olmadığını" sırf gösteriş, sırf nümayiş, sırf satış için bu kadar gürültüye sebebiyet verdiğini anlayınca hepsi birden kahkahalarla gülüşmeye başladılar.

—    Olur iş değil...

—    Olur iğ değil... diyorlardı.

Kendilerine mensup tahlifli   bir jandarma neferiyle onu hapisane-i umumîye gönderdiler.

Bu idarî hapis keyfiyeti vakıa çok sürmedi. Efruz Bey yine serbest bırakıldı, ama daha bırakılmadan "halk" denen kütle atmasyonlarına aldanıp üç gün taptığı mabudunu üç saniye içinde unutmuştu.

Foyası meydana çıktıktan sonra Efruz Bey de üç büyük gününü mühim bir bahar rüyası gibi kolaylıkla unuttu.

—    Acaba sahiden rüya mı idi? şüphesiyle düşünürken hiç bir şey hatırlayamaz oldu. Unuttuğu bu tatlı rüyasında kendi arabasını çeken coşkun hürriyetçilerin arasına katıldı. Atlara binmiş, elleri kırbaçlı iki hatibin, Selim Sırrı  ile Rıza Tevfik'in  peşinde günlerce koştu.

—    Yaşasın, yaşasın! diye bağırmaktan sesi kısıldı. Alkıştan avuçlarının içine kan oturdu. Yaralar açıldı. Yorgunluktan hastalandı. Fakat sesinin kısıklığı, ellerinin yaraları, hastalığı... Her şey, her şey, şanlı, şöhretli, şerefli, kahramanlı günler her şey, her şey gayet parlak bir hayal şimşeği çabukluğuyla geçti. Yalnız bu nur, bu emel, bu hülya, bu ümit kıyametinden ona emsalsiz, işitilmemiş bir yadigâr kaldı!

—    Bu neydi? Biliyor musunuz?

—    İsmiydi! İsmi...

—    Asıl kendi ismi: Efruz Bey.

Vakit gazetesi, 10.12.1919 - 23.12.1919 ASİLLER KULÜBÜ

—    Monşer, asalet olmazsa bu memleket batar.

—    Evet, ben de bu fikirdeyim.

—    Ben de bu fikirdeyim.

—    Ben de.

—    Ben... diye başlayıp lafını, her nedense, tamamlamayan Efruz Bey yalnız "bu fikirde" değil, hatta fazla olarak bizzat kendisi hâlis bir "asilzade" idi. Kökten, silsileden, anadan, babadan, ecdattan, taştan, topraktan asildi... Asalet yalnız kanında değil; etlerinde, sinirlerinde, lenf alarmda, rie   lerinde, böbreklerinde, hatta kemiklerinde, kemiklerinin içindeki iliklerinde kaynıyordu. Çaya davet ettiği bu dört asil dostuna bugüne kadar kendi asaletinden hiç bahsetmemişti. Dördünü de mektepten tanıyordu, ikisi galiba Nişantaşı'nda oturuyordu. Hepsi zengindi.

İçinde en beğendiği "Azizüssücufüz-zırtaf'di. Bu, ismini kendi gibi İstanbul'da hiç kimsenin bilmediği gayet meşhur, gayet büyük bir Arap şeyhinin oğluydu. Bu şeyh bir prensten büyüktü. Hemen hemen bir krala yakındı. Azizüs-sücuf babasının sarayını, altın mahfeli fillerini, içi civa dolu havuzlarda yüzen ödağacından sandalları, Hint'ten, "İran'dan, Turan'dan, Kafkasya'dan getirilmiş kızları anlatırken Efruz Bey kendini hayalî bir Elhamra 'nın semavî bahçelerinde sanırdı.

İşte bu, bir kral kadar büyük şeyhin oğlu tekrar:

—    Asalet olmazsa bu memleket batar! diyordu. Bunda şüphe mi vardı? Bunda şüphesi olan birtakım avam güruhu, reziller, fakirler, baldırı çıplaklardı. Efruz Bey, çay fincanını küçük masanın üzerindeki tabağa koydu. Ayağa kalktı. Gözlerini büyülttü. Sağ kaşının ucunu biraz kıstı:

—    Ben asil olduğum için tamamıyla bu fikirdeyim, dedi, arıların, karıncaların, hâsılı cemiyet halinde yaşayan bütün hayvanların bir beyleri var. Hayvandan başka hiç bir şey olmayan avam insanların da beyleri olmalı. Olmazsa...

Dizanterici Salih Paşazade Nermin Bey lafını kesti:

—    Meşrutiyet denilen hezeyan olur.

—    Fakat asalet meşrutiyete zıt mıdır, Sör?  

Bu suali soran Müzekki Bey bıyıklarını İngilizvari tıraş ettirmiş, iriyarı, Türkçe dahil olduğu halde on üç lisanın yazılarını yazar, lâkin hiç birinin kitaplarını okuyamaz bir gençti. Dünyada ne kadar futbol kulübü varsa hepsinin fahrî âzasındandı. Babası Sabir Paşa henüz ne sürülmüş, ne de tekaüde sevk edilmişti. Nermin Bey:

—    Şüphesiz. Efruz Bey:

—    Zannetmem!..

Münakaşalarda kaç taraf olursa o kadar tarafa tarafgir olmak sanatını bilen Kâmuran Kara Tanburin Bey de:

—    Asaletle meşrutiyet birbirine hem zıttır, hem değildir! dedi. Annesinin otuz sene evvel Mısır çarşısından alınan gelinlik takımlarıyla döşenmiş bu yarım alaturka, yarım alafranga odaya Efruz Bey "salonum!" der, her perşembe öğleden iki saat sonra kibar, asil dostlarını kabul ederdi. Perşembe "kabul • günü" idi. Evine asillerden, paşazadelerden başkasını kabul etmezdi. Kibar, zengin, asil bir aile içinde alafranga terbiye alarak büyümeyenler salonlara kabul edilmeye lâyık değildiler. Çünkü bunlar ne kadar yüksek mevkilere geçseler, hatta mebus, milyoner olsalar, yine-"âdabı muaşeret" denilen kaidelere, usullere kendilerini uyduramazlar, çizgili pantalonun altına sarı potin giymek nezaketsizliğini irtikâp ederlerdi. Hele başlarından feslerini çıkarıp kapının yanındaki portmantoya bırakmamaları, salona, sokağa çıkar gibi fesle girmeleri tahammül olunur rezaletlerden değildi. Çayı tıpkı Şehzadebaşı'ndaki çayhanelerdeki Türklerin tavrıyle içerlerdi. Likör kadehini tutmasını, bisküit almasını bilmezlerdi, l emek yemesini, çay içmesini, reverans yapmasını bilmeyen insan mıydı? Hâlbuki bir salona ancak medenî sayılabilecek alafranga beyler girebilirdi. Efruz Beyin çocukluğunda Galatasaray Sultanisinde tanıdığı arkadaşlarının hemen hepsi böyle "dİştenge",  böyle medenî idiler. Hususuyle bugünkü davetli arkadaşları; hepsi asildi. Bir krala yakın bir prens, diğerleri de kont, marki sayılabilirlerdi. Hepsi terzi Mir'de giyinirlerdi. Küçük parmaklarındaki uzun tırnaklarla o kadar bedi  bir tarzda saçlarının yanlarını, burunlarının uçlarını kasırlardı ki... Kendilerini görüp asaletlerine hükmetmemek mümkün değildi.

Salon sahibinin ikram ettiği Havana sigaralarım içiyorlar, elleri ceplerinde, ihtiyar koltuklara uzanmışlar, asil bir dalgınlıkla münakaşalarına devam ediyorlardı. Dizanterici Salih Paşanın oğlu meşrutiyetin esaslarından biri "müsavat" oldukça: "asalet" için bir hak kalmayacağını ispata çalışıyordu. Tek gözlüğünün zinciri, yaka, kol düğmeleri, yüzükleri, saat kordonu, kravat iğnesi, hâsılı dişlerinin kuronlarından, potinin düğmelerini ilikleyecek âlete varıncaya kadar üstünde madenden ne varsa hep altın olan Nermin Bey müteassıp bir asalet taraftarı idi. İnce, sarı, narin yüzünün, müphem bakışlı gözlerinin öyle baygın, öyle nezih bir hali vardı ki... Buna ancak "asalet" denebilirdi. Babası çok zengindi; okuyup yazması yoktu. Bununla beraber doktordu, ilaçlarından yarım kutusu İstanbul halkınca kırk elli lira ederdi. Bu büyük adamın nereden, ne vakit geldiği pek malum değildi. Yalnız Nişantaşı'ndaki kâşanesi, Boğaziçi'ndeki çifte-korulu yalıları, çatanaları, Beyoğlu'ndaki apartımanları biliniyordu. Hürriyetin ilânı akabinde kim olduğu şimdi tamamıyla unutulan bir gazeteci "Dizanterici Salih Paşa vaktiyle ne idi?" unvanlı gayet merak verici bir hikâyeye başlamış, birinci kısmını neşretmişti. Bu makalede otuz sene evvel Salih Paşanın Tunus'ta dilencilik ettiği, İstanbul’da evvelâ falcılığa girişerek sonra dizanteriye ilaç vermeye başladığı, dizanteri ilâcı sayesinde saraya mensup bir akağasıyle  bir haremağasının yirmi beş senelik memelerini iyi ettiği, mahareti duyulunca saraya alınıp o günden itibaren dizanteri tedavisine siyaset karıştırdığı ifşa olunuyordu. Ertesi gün herkes makalenin mabadını bekledi. Fakat bu mabat çıkmadı. Salih Paşa birkaç kutu ilaç bahanesiyle bu gazetecinin ağzını kapatmış, o da yapacağı münasebetsiz müverrihlikten vazgeçmişti. Daha sonra diğer serseri gazeteciler de Salih Paşaya bentler uydurup şantajlar yapmaya kalkmışlardı.

Paşanın davası hepsini mahkemeye sürükledi. Hakikati tafsilâtiyle bilmedikleri için mahkûm oldular. Tabiî sustular.

Müzekki Bey:

— Asalet için ilk lâzım olan şey meşrutiyettir! dedi. İşte size İngiltere büyük bir misal! Meşrutiyet sayesinde İngiltere, nüfusu üç yüz milyona yakın Hindistan'a hâkimdir. Daha hesaba, gelmez binlerce müstemlekeye hâkimdir. Demek bir kere meşrutiyet sayesinde İngiltere, Hindistan'ın, Mı-.sır'ın, daha birçok yerlerin efendisi olmuş, dünyanın en yüksek "asalet" mevkiini almıştır. Asıl İngiltere'ye gelince meşrutiyet sayesinde orada her şey asillerin, lordların elinde demektir. Hatta arazi bile... İskoçya, İrlanda, Britanya, hâsılı bütün İngiltere birkaç bin lordun malikânesi demektir.

Halk arasında zekasıyle, dehâsıyle hükümette yükselenler yeni baştan lord olurlar. Asalet kesbederler. Sonra yüksek mevkilere geçerler. Eğer İngiltere'de meşrutiyet olmasaydı, iki yüz elli seneden beri "avam" denilen herifler ayağa kalkar, lordların canına okurlardı.

Müzekki Bey eski devirde olduğu gibi yeni devirde de babasının daima ikbal mevkiinden inmeyeceğini bilirdi. Her şey gibi meşrutiyet telâkkisini de değiştiriyor, âdeta bu tarzın istibdattan daha müthiş bir idare olduğunu zannettirecek tarihî misaller getiriyordu. Babası İngiliz taraftarıydı. Sefaret tercümanı her hafta evlerine gelir, siyasetin yeni safhalarından onlara malumatlar telkin ederdi. Hakikatte Müzekki Bey İngiltere’yi vatanından ziyade severdi. Bunu hiç saklamaya lüzum görmez, herkese çekinmeden:

—    Biz İngilizler sayesinde yaşıyoruz, derdi, yoksa ne Abdülhamit(1) bizi rahat bırakırdı, ne de İttihatçılar'5' çetesi... Başımız sıkıya geldi mi hemen. onlara koşacağız. Tabiî onları severiz.

Efruz Beyin en hoşuna giden onun bu haliydi.

—    Ne karakter, ne karakter! Sanki anadan doğma bir İngiliz... derdi. Fakat Azizüssücuf Müzekkiden pek hazzetmez:

—    Yalnız kendini asil zannediyor diye omuz; silkerdi.

Misafirlerinin asalet, meşrutiyet münakaşasını dinleyen Efruz Bey meşrutiyete hiç ehemmiyet vermiyor, hep asalete ait sözlere dikkat ediyordu. Otuz Bir Mart inkılâbından sonra onun ruhunda da birden derin bir inkılâp tutuşmuş, yine birden sönmüştü. Böyle politika gürültülerinin, şakşakların, adilik, cahillik olduğunu anlamıştı. Şimdi ne meşrutiyet taraftarıydı, ne de istibdat.

—    Ben kibarım, ben asilim. Böyle şeylerle uğraşmak bana yakışmaz! diyordu.

Kahramanlıklarını, verdiği nutuklarını, nümayişlerini mevkilerini -hiç vaki olmamış gibi- unuttu. O kadar unuttu ki memlekette siyasî bir tebeddül olup olmadığının bile farkında değildi. Hep Beyoğlu'nda geziyor, Tokatlıyan'da arkadaşlarıyle buluşuyor, şık, mükemmel, temiz bir hayat geçiriyor, yeni metreslerden, son âşıklardan dem vuruyordu.

Politika avama, âdi adamlara mahsustu.

Bu âdi, bu ne oldukları belirsiz adamlar birbirleriyle boğazlaşa boğazlaşa nihayet didinmelerinden vazgeçecekler, memleketi idare etmek için mutlaka bir gün asilleri çağıracaklar, "gelin! Bize emredin..." diye yalvaracaklardı.

Rusya'da Çarın meclisindeki azalar, ayanlar hep asildi. Almanya'da asil olmayan hatta bir süvari zabiti olamazdı. İşte meşrutiyet ilân olunalı hemen hemen iki sene oluyordu. Hâlâ Türkiye uyanmamıştı. Hâlâ asiller aranmıyordu. Hâlâ "bizim köylümüz arazi sahibidir. Anadolu'da hiç arazisiz esir yoktur. Esir olmayınca tabiî arazisiz asla do olmaz" diye mantık yapılıyordu.

Kendisi, dostları asil değil de ne idiler?..

Beyoğlu arkadaşlarından bir Yusuf Pinko vardı ki, hâlis muhlis asil bir prens, hatta bir kıraldı. Arnavutluk'taki çatısız şatosunda hâlâ dedesi Büyük İskender’den kalma heybeler, çuvallar bulunduğunu görenler söylüyorlardı. Hele şu Azizüssücu-füzzırtaf... Bir prensliğe, bir krallığa değil, hatta bir imparatorluğa lâyıktı. İsmindeki o tarihîyet,  o kadimiyet  ne ahenkli, ne derin, ne ulviydi!.. Onu daha küçükken, Galatasaray'ın ilk sınıflarından tanıyordu. Asaletten, tarihî kıdemden anlamayan Türkler onunla alay ederler, "Hacı Zırt" diye lakap takmaya cesaret ederlerdi. Sonra Ebülhüda Efendi Hazretleri tarafından bu kadar asil bir prensin, ne olduğu belirsizler içinde bulunması münasip görülmemişti. Mektepten çıkartıldı. Hususî muallimler tutuldu. Mabeyne  alındı, İstanbullu çocuklar onun hakkında bin türlü iftira uydurmuşlardı. Sözde Aziz bir köle imiş. Efendisi Avrupa'ya gideceği için onu leylî olarak mektebe koymuş. Avrupa'dan gelmeyip Jön Türklere   karıştığı mabeyinde işitilince emlâki haczedilmiş. Bu yağma esnasında küçük köle Aziz de Ebülhüda Efendi hazretlerine düşmüş.... imparatorluğunu içinde bulunduğu durumdan kurtarmak için kurulmuş gizli dernek ve onun üyeleri (1865).

Efruz Bey bu yalanların hiç birisine inanmazdı.

—    Meşrutiyet falan laflarını bırakalım, dedi. Böyle âdi şeyler konuşmak bize yakışmaz. Mademki biz asiliz. Düşüncelerimiz de, musahabelerimiz de asilce olmalı.

—    Evet.

—    Evet.

—    Evet, evet, dediler.

Hepsi bu fikirdeydi. Efruz Bey ayağa kalktı. Ellerini pantolonunun ceplerine soktu. Ayaklarını biraz açtı. Güzel laf söyleyeceği zaman daima bu vaziyeti alırdı.

—    Bu memlekette asalete o kadar ehemmiyet verilmiyor. Niçin? Buna hepiniz cevap veriniz.

Azizüssücufüzzırtaf:

—    Millet bozulmuş da ondan... Nermin Bey:

—    Meşrutiyet sebebinden. Müzekki Bey:

—    Meşrutiyet daha iyice anlaşılmadığından! Kara Tanburin Bey de:

—    Henüz mükemmel tarih, hukuk kitapları yazılmadığından ! dedi.

Efruz Bey başını salladı. Hayır... Bunlar ciddî sebepler değildi. Asıl sebebi, hiç biri bulamıyordu. Vakıa asildiler. Fakat asaletin ruhî, içtimaî mahiyetini bilmiyorlardı.

—    Bakınız, ben bu sebebi size söyleyeyim. Biz asil olduğumuz halde ismimize ehemmiyet vermiyoruz. Ecdadımızın namlarını taşımıyoruz. Asalet unvanları kullanmıyoruz. Biz kendi kendimizi tanımazsak halk bizi tanır mı?

—    Doğru.

—    Evet, doğru.

—    Hakikaten doğru.

—    Hakikaten çok doğru...

Efruz Bey en doğru sebebi bulabildiği için sevindi. Gözleri parladı.

Tek gözlüğü düşecekti. Hızla, cebinden çıkardığı eliyle bu mühim aleti tuttu:

—    Evvelâ kendimizi, sonra birbirimizi bilelim. Birbirimize unvanlarımızla hitap edelim. Toplanalım. Birleşelim. Kuvvetlenelim. Birleşmekten kuvvet doğar!

—    Şüphesiz.

—    Evet, şüphesiz.

—    Evet, seksiz şüphesiz.

—    Evet, katiyyen seksiz şüphesiz...

Efruz Beyi tasdik ederken misafirlerin dördü de sari, mihaniki yeni bir hareketle ayağa kalkmıştı. Ortadaki fesrengi ipek örtülü yuvarlak masanın başına toplandılar. Mühim bir müzakerenin mukaddemesini hisseden Efruz Bey:

—    Altımıza birer sandalye çekelim! dedi. Hepsi birer sandalye aldı. Oturdular. Dirseklerini masanın kenarına dayadılar. Konuşmak için bir ruhu çağıran ispirtizmacıîar gibi ciddî oturuyorlardı.

Efruz Bey:

—    Evvelâ kendimizi biliyor muyuz bakalım! dedi.

İçlerinden "kendisini bilmeyen" çıkmadı. Hepsi prensti. Hepsi silsilelerini, cedlerini, tarihlerini tanıyorlardı. Müzekki Bey bundan altı yüz sene evvel birinci Sultan Osman'a Britanya adasından sefaretle gönderilen ceddinin, İngiltere’de eski cedlerini bile tanıyor, su gibi ezberden sayıyordu. Sultan Osman'ın yanına gelen "Lord Conson Sgovat" isminde ceddî tam iki bin senelik bir ailenin son goncasıydı. O vakit "hukuk-u düvel" (1) kavaidini hükümetin hariciye nezareti kabul etmediğinden, Sultan çok beğendiği lordu tekrar memleketine göndermemiş ve... gözlerinin önünde çatır çatır sünnet ederek Müslüman yapmıştı. Amelî bir surette hidayete erdirilen bu zata, maatteessüf tarihlerin ismini söylemediği bir prenses, Prens Orhan'ın küçük sütkardeşi verilmişse de Britanya hükümeti bu lütfü bir tecavüz addetmişti. Türkiye'ye hemen ilânı harp etti. O vakit Osmanlıların daha hiç sahili yoktu. İngilizler, Türklerin sahile inmelerini belki yarım asır beklediler. Nihayet sahile gelen Türklerin donanmaları yoktu. Donanma tesis: etmelerini yüz elli sene beklediler. Sonra bir gün Edremit önünde ilk rast geldikleri bir Türk yelkenlisini hatırdılar. İçindeki Rum balıkçıları esir aldılar. Bu iki yüz senelik harp halinden bugünkü tarihler gibi o vakit ki hükümet adamlarının da haberleri yoktu. İngiltere intikamını almış farz etti. Kendik kendine, tek başına bir sulh aktederek muahedenameyi Rodos açıklarında yine tek başına imzaladı. Bu muahedenamenin aslı şimdi kiralın kütüphanesinde saklıydı. Dünyada yegâne tek bir devlet tarafından tek başına yapılmış bir muahede olduğu için tarih nazarında baha biçilmez derecede bir vesikaydı. Lorda, Türkler, evvelâ "Damat Con Paşa" demişlerse de "Con" kelimesinden mana çıkaramayan halk bunu "Civan Paşa" ya tebdil etmişti.

Müzekki Bey:

—    İşte, dedi, onun için bizim ailemize "Civanzadeler" denir.

Efruz Bey sordu:

—    Niçin bu kadar eski, bu kadar asil ailenizin ismini taşımıyorsunuz? Müzekki Bey başını sallayarak:

—    İki sebepten! dedi. "Civanzadeler" desem "Razakizade" gibi pek karagözvarî oluyor. Çok alaturka bir isim. Sonra kendime "Müzekki Civan", yahut "Civan Müzekki" desem bıyıklarımı tıraş ettiğim için halk bundan kötü bir lakap telmihi çıkarıp aile ismim olduğunu anlamayacak. Kâmuran Kara Tanburin Bey: "Müzekki do Civan" deyiniz. Ezzırtaf:

—    Evet, meselâ "Marki Müzekki do Civan..." dedi.

Müzekki Bey:

—    Fakat azizim, marki diyorsunuz. Hâlbuki ben prensim, diye reddetti. Nermin Bey itiraz etti:

—    Nasıl prens oluyorsunuz? Ceddiniz lord imiş! Hiç hükümdarlık etmemiş.

—    Hayır. Prensim! Ceddim lord damat Con Paşa, sonradan pek büyük bir imparator olan Orhan'ın süt kardeşini almış. Orhan ilk zapt ettiği eyalete ceddimi hükümdar yapmış.

—    Bundan emin misiniz?

—    Ben söylemiyorum azizim, tarih söylüyor. Efruz Bey:

—    O halde mükemmel bir prenssiniz! Hatta biraz daha çalışsanız ceddinizin eyaletini bile elde edebilirsiniz, dedi.

Müzekki do Civan'a prens unvanı verilince Kâmuran Bey aslını, ecdadım anlatmak için acele etti. Bu bey Rusya'nın Orenburg beldesindendi. Babası orada küçük bir köyün mescidinde müezzinlik eder, civardaki açlıktan ölen müterakki  medenî tatarcıkları yıkar, kefinler, gömer, böylece geçinip giderdi. Babası bir gün açlıktan ölünce öksüz kalan Kâmuran'ı, yedinci defa Hicaz'a gitmek üzere olan katmerli bir hacı yanına hizmetçi gibi aldı.

Bu adam da, İstanbul'da Türk hacılarına otel olan selâtin camileri  avlularından birinde mermerlerin, poyrazın tesiriyle hastalandı. Altı defa tahammül ettiği bu seyahat hayatına bu sefer dayanamadı. Öldü. Cennete gitti. Kâmuran'ın o vakit ismi "Cihanyan" idi. Küçük Cihanyan aç kalınca dilenmeye başladı. Sonra onu zabıta bir şüphe üzerine tuttu. Darülacezeye koydu. Küçük Cihanyan gayet zekiydi. Tatar olduğuna inanılmayacak derecede güzeldi. Orada bir kâtip, haline acıdı. Darüşşafaka'ya naklettirdi. Orada bir muallim, zekâsına hayran oldu. Meccanen Galatasaray'a geçirtti. Galatasaray'a gelirken Cihanyan kendi ismini değiştirdi. "Kâmuran" yaptı. O vakitten beri zekâsı sayesinde her şeyi buluyordu. Bilhassa en lâzım olan iki şeyi: Para, iltimas...

—    Ben Kara Tanburin ailesindenim! dedi, fakat Prens Müzekki do Civan gibi cedlerimi birer birer sayamam.

Efruz Bey sordu:

—    isimlerini bilmiyor musunuz?

—    Biliyorum.

—    O halde?

—    Fakat o kadar çok ki... Saymak mümkün değil!

—    Demek son derece eski?

—    Son derece! On bin sene evvel... Efruz Bey tekrar sordu:

—    Bundan on bin sene evvel mi?

—    Hayır.

—    Hicretten mi?

—    Hayır.

—    Milâttan mı?

—    Hayır.

—    Tufandan mı?

—    Hayır.

Başka tarihî bir mebde tanımayan Prens do Civan hayretle:

—    Ya neden ? dedi.

—    Hilkatten!

—    Hilkatten mi?

—    Evet, hilkatten on bin sene evvel ilk ceddim nurdan bir sütun içinde "kutlu Yeşim dağı" üzerine inmişti. Yeşil, alacalı bir geyik oralarda geziniyor, arkasına düşen çapkın bir bozkurt onu kovalıyordu. Ceddim Kara Gök Kaan bu kurdu öldürdü. Geyiği tuttu. Nur sütunu ile gökten indi ineli ağzına bir şey koymamıştı. Karnı zil çalıyordu. İlâhî bir sevk-i tabiî ile geyiğin memelerine sarıldı. O saatta bu memelerden mavi bir süt gelmeğe bağladı. Ceddimin karnı doydu. Dünya üzerinde bir kendi, bir bu alageyik vardı. Gezmek için bu alageyiğin üzerine biner, geceleyin üstünde yatar, acıkınca sütünü emerdi. Yavaş yavaş ilâhî, nâsûtî  her ihtiyacını bu geyikle teskin etmeğe başladı. Nihayet geyik gebe kaldı. Dokuz ay on gün sonra sabahleyin beş, öğleye doğru üç, akşamüstü bir tane olmak üzere üç defada dokuz Kaanzade doğurdu. Dikkat ediniz. Beş, üç, bir, dokuz! Bu dört sayı İşte bunun için bütün insanlarca mukaddestir! Fakat bu prenslerin hepsi boynuzluydu. Ceddim sekizinin boynuzunu kırdı. Yalnız bir tanesini boynuzlu bıraktı. Boynuzları kırılan prensler hemen öldüler. Tek kalan boynuzlu yaşadı. Babasından kendine miras kalan alageyik ile birleşti. Evlâtlarının ötesini berisini kırmadığı için hanedan çoğaldı. Hükümet teşkil etti. Bu aileye "Kara Tanburin" denir ki, bütün Şark kavimlerince mukaddestir. Oğuzlar, Cengizler, Hülagûlar, Timurlar, Selçuklar, hâsılı ne kadar şark hükümdarları varsa hep Kara Tanburin ailesinin aylıklı uşağı mesabesindeydi.  Henüz Türk tarihi Türkçe olarak yazılmadığı için bunları tabiî bilmezsiniz!

—    O halde siz de prenssiniz? Kara Tanburin Bey güldü:

—    Eğer tenezzül edersem, düşününüz.

Hepsi düşünüyorlardı. Kâmuran padişahlardan, imparatorlardan büyüktü, semavî bir aileye mensuptu. Allah'ın torunlarından biriydi.

Nermin Bey sükûtu ihlâl etti:

—    Bu semavi aileye mensup başka prensler var mıdır?

—    Hayır, yoktur. Vakıa Rusya'da bir iki kişi biz de "Kara Tanburin ailesindeniz!" iddiasında bulunmuşlardı. Fakat yalanları meydana çıktı.

—    Sizin kardeşleriniz, akrabalarınız yok mudur?

—    Hayır, kimsem yoktur. Efruz Bey dayanamadı:

—    Fakat evlenseniz... Kazara hayatınıza bir şey olursa semavî, ilâhî bir aile kaybolacak.

Diğerleri de ilâve ettiler:

—    Bu kadar eski, semavî bir aile olmazsa etrafında toplanılacak bir asalet kâbesi kalmayacak. Netice olarak asalet bitecek.

—    İhtimal bu semavî ailenin fenâsıyle  beraber kıyamet kopacak

Kâmuran hepsini temin etti:

—    Merak etmeyiniz, dedi. Ben kırk yaşma gelince evleneceğim. Bir erkek çocuğum olunca hemen kendimi iğdiş yaptıracağım.

—    O niçin? diye sordular.

—    Kıymetin bir hikmeti de azlıktadır. Ben Kara Tanburin ailesinin çoğalmamasını isterim. Daima bu aileden bir kişi bulunmalı. Evlâdıma da bu prensibi talim edeceğim. Ancak, ancak, ancak o vakit...

İğdişliğe kadar varan bu büyük fedakârlığın ulviyeti karşısında gaşyoluyorlardı. Efruz Bey:

—    Size bir unvan bulmak mümkün değil! dedi.

—    Evet.

—    Evet.

Hepsi tasdik etti. Prens, Ruva,  Emperör...  Bunlar nihayet dünyevî şeylerdi. Nermin Bey:

—    Eğer kabul ederseniz size Semavî Prens! diyelim, teklifinde bulundu.

—    Başka kimseye bu unvan verilmemek şartiyle.

—    Elbet.

—    Elbette...

Prens Eternel  do Kara Tanburin!..

Hepsi bu muhteşem ismi tekrarladılar. Prens Etemel'in badem gözleri hazdan parlıyor, yüzü daha ziyade aylaşıyordu. İşte nihayet bir prens telâkki olunuyor, ismi teyit ediliyor, tasdik ediliyordu, o, efendisi hacının cami avlusundaki mermerler üzerinde öldüğü dakikadan beri tuhaf bir ru-hiyet ile, dilenmek için elini uzattığı İstanbul Türklerinden kendini çok yüksek görürdü. Dilenirken bile onlara hakaretle bakardı. Darülâceze'de, Darüşşafaka'da kendine, kendi kendine hususî bir ehemmiyet vermiş, muhitine bu vehmî  ehemmiyeti ibram etmişti . Son derece mağrur, son derece kibirli idi. Kendisiyle konuşanlar, karşısında gayri ihtiyarî bir hürmet duyarlar, kendilerini gayet büyük bir adam huzurunda sanırlardı. Hiç bir muayyen fikri yoktu. Bugün pantürkist,  yarın politürkist...  döner dururdu. Edebiyat, ilim âleminde de -hiç bir eseri olmadığı halde -sırf gösteriş, sırf satış sayesinde kendini tanıtmıştı. Nazırları ziyaret eder, politika fırkalarının   hepsiyle müsavi derecede münasebette bürünür, hepsine kendilerinden tarafa imiş hissini verirdi. Hem Yunan hükümetinin, hem Türkiye'nin pençesinden kolaylıkla kurtulan Kefalonyalı   Rum kasa hırsızları gibi iki pasaportu vardı. Rus sefarethanesi onu Rus tebaası tanır, bizim siyasî düşünmek eziyetine katlanamayan zavallı nüfus memurlarımız ona "Osmanlı tâbiiyetini haiz müslim" diye nüfus kâğıdı verirler, yol tezkeresi doldururlardı, İstanbul'un Ruslar tarafından alınacağına iki kere iki dört eder kadar kaniydi. Onun için Rus pasaportuna, Rus sefarethanesinin teveccühüne ehemmiyet verir, Türkiye nazırlarının kendine teklif ettiklerini söylediği mevkileri -muvakkat olduğu için- kabul etmek budalalığında bulunmazdı! Her sabah başka bir fikirle uyanır, öğleye kadar birkaç defa bu fikri değiştirir, fakat her gün, her dakika, her saniye yalnız "asaleti" hususunda sabit kalırdı. Bu asalet tamamıyla Efruz Beyi tanıyor, arkadaşlarının muhitine giriyordu, İstanbul'da bütün edebiyata intisap iddia eden kadınlarla, vezir torunları, paşa akrabaları, ne kadar "Biz asiliz efendim!" iddiasında bulunan hanımefendi varsa hepsiyle dosttu. Onları ziyaret eder! Siyasî dedikodulardan, son iktisadı dalaverelerden gayet müstehziyane bahsederdi. Hâsılı tam bir salon adamıydı.

— Yirmi sekiz yaşındayım! derdi.

Ablak çehresi o kadar sakin, o kadar ciddî idi ki, yalan mı, samimî mi söylüyor anlaşılamazdı. Herkese her vakit, her fırsatta ailesinin, Kara Tanburin kökünün eskiliğini anlatır, iftihar ederdi.

Nermin Bey, asaleti kadar hakikati de severdi. Altın tabakasından çıkardığı bir sigarayı altın ağızlığına taktı. Altın kibritliğinden bir kibrit aldı, çaktı. Sigarasını tutuşturdu. Sonra altın kibritliği cebine koyan eliyle altın saatini çıkardı. Baktı.

—    Dostlarım! Gecikmişiz, saat beş! dedi, fakat benim tarihî hikâyem yok. Hem ben prens olamam. Çünkü cedlerimden birisinin hükümdarlık ettiğini bilmiyorum.

—    Bununla beraber asilsiniz.

—    Şüphe yok. Fakat prens değilim. Belki bir marki, bir kont...

—    Marki, marki...

—    Evet, marki.

Nermin Bey:

—    Pekâlâ, marki olabilirim. Cedlerim hep hükümdarların dizanterilerini iyi etmişlerdir. Dizanterinin sırrı tâ Lokman Hekimden beri bizim ailemizin malıdır. Sizin kadar asil değilsem de hepinizden zenginim.

Bu iddia biraz Efruz Beye dokundu:

—    Hepimizden zengin olduğunuzu söylemek biraz ciddî değil... Vakıa ben çok iktisat yaparım. Fakat ne kadar iradım olduğunu biliyor musunuz?

—    Hayır.

—    O halde kendinizi hepimizden zengin addetmeniz muvafık değildir. Kıvırcık saçlarının arasına koyu patalumba renginde parmaklarını sokmaya çalışan Azizüssü-cufüzzırtaf tasdik etti:

—    Efruz Bey, ben sizin servetinizi biliyorum. Siz gizli milyonersiniz. Efruz Bey bunun üzerine iratlarını, çiftliklerini saymaktan vazgeçti. Azizüssücufa gayri ihtiyarî minnettarlığını göstermek ihtiyacını duydu:

—    Azizim Prens Zırtaf, siz cidden asilsiniz! dedi, evet siz hâlis prenssiniz. Bize kendinizi tanıtınız. Fakat rica ederim mütevazı olmayınız.

Zırtafm gözleri parladı. Bu, hakikatte kaşerlenmiş bir serseri, gayet mahir bir şantajcıydı. İttihad-ı İslâmla Arap imparatorluğu mefkûrelerinin   ikisine de aynı miktarda malikti. Gördüğü oldukça iyi tahsile rağmen iptidaî bir zihniyetle dünyadaki insanları "İslam, hıristiyan" diye iki basit kısma taksim eder, ne kadar İslâm varsa hepsine Arap nazariyle bakardı. Ebülhüda'nın yetiştirmesiydi. Eskiden mabeyne nasıl girip çıkarsa, şimdi de, Babıâliye, sadarete, teşkilâtı mahsuslara, cemiyeti hayriyelere, edebî kulüplere, siyasî mahfillere öyle girip çıkardı. Gayet şıktı. Beyoğlu'nda birinci sınıf bir apartmanda yaşıyor; kumarda, sefahette harcettiği paraların membamı, kimse değil, hatta kendi bile bilmiyordu.

—    Benim ailem, İslâmiyet sayesinde Kureyşler  iktidarı elde ettiğinden beri siyasî mücahedesinde devam eden minimini gizli bir kabileciktir iddiası bütün Araplardan büyük bir imparatorluk teşkil, Afrika ile beraber Asya'yı, Çin, Hindistan, Türkistan, Silezya, Türkiye dahil olduğu halde tamamen Araplaştırarak tekrar Cebelüttarık'ı geçmek İspanya’yı, Fransa'yı, Almanya'yı, Avusturya'yı, İtalya'yı, hâsılı bütün Avrupa'yı ezerek İngiltere ile Amerika'yı zaptetmektir. Ceddimiz Kays'üssücufüzzırtaf'tır.

Müzekki Bey, zihninde birden uyanan mazinin sem'i hatırasıyle:

—    Zannedersem Zırtaf değil, Zırt... dedi.

—    Hayır, efendim, Zırtaf... Siz mektepte çocukların bana "Hacı Zırt" dediklerini hatırlıyor, ihtimal diğer münasebetler gibi bu mektep lakabını bozarak kendime aile ismi yaptım sanıyorsunuz. Hayır, yanılıyorsunuz. Benim ceddim Kaysüssücu-füzzırtaftır!.. Bu ismin bütün Araplar indinde meşhur bir hikâyesi vardır. Bu hikâye binlerce âşıkane şiire mevzu olmuş, hatta muallekata   bile telmih olunmuştur.

Efruz Bey:

—    Rica ederim, şu şairane hikâyeyi anlatınız, dedi.

— Peki anlatayım. Hicretten binlerce sene evvel ceddim Kaysüssücufüzzırtaf on buçuk yaşında bir çocuktu. Daha kimse onun büyük bir şeyh, büyük bir hükümdar, büyük bir cihangir olacağını bilmiyordu. Zayıftı, sıskaydı. Biraz, biraz değil, epeyce karnı şişti. Çenesinin altında bir davul gibi kabarıyordu. Bu esnada kabilesi, civardaki kabileler üzerine gazve yapmış, sayısız ganimetler yağma etmişti. Bu ganimetler vahada denk denk birbiri üstüne yığılmıştı. Ekserisi setrelerden, kumaşlardan ibaretti. Gece bütün kabile halkı uyurken ceddim uyumuyor, ileride yapacağı cihatları düşünerek yığının dibinde geziniyordu. O, böyle küçük mikyasta gazvelere tenezzül etmeyecek, şarkı, garbı birleştirecek, yani dünya durdukça arza hâkim olacaktı. Tam bu sırada dehşetli bir fırtına çıktı. Ganimet yığınları devrildi. Ceddim bunların altında kalıp ezilince karnındaki gazlar o kadar şiddetle intişar etti ki... Havan topu gibi patlayan bir şada ile bütün kabile halkı uyandı.

Ganimetlerin yanına koştular. Denkleri kaldırdılar; altından küçük kahraman Kays'ı çıkardılar. Zaman geçti. Bu Kays büyüyüp bütün Arabistan'a hâkim olunca bu vaka da kendi kadar şöhret kazandı. Arapça sücuf "secf' in cem'idir, setreler, örtüler demektir. İşte örtü, gömlek denkleri tazyikiyle ceddimin karnından çıkan bu şada "Sücufüzzırtaf' diye evvelâ kendine, sonra ailesine, ondan sonra beş yüz bin sene var ki, hanedanına alem olmuştur.

Efruz Bey:

—    Oh, ne romantik menkıbe! dedi. Prens Eternel Kâmuran do Kara Tanburin şiirle de iştigal ettiği için bunu pek şairane buldu:

—    Pek bedi bir levha... Düşününüz. Çölde bir vaha. Tüyleri dökülmüş kamış yelpazeler halinde sakin, nazenin duran hurma ağaçları... Saf, asude, dumansız, lekesiz, yıldızsız bir sema... Susuz bir kuyunun başında ince mugaylan   fidanları arasında kurulmuş çergeler...  Herkes uyuyor. Hurmalar, sema mugaylanlar; her şey, her şey uyuyor. Yalnız kahraman Kays uyanık! Ganimetlerin dibinde, birden çıkan rüzgârla denkler yıkılıyor. Müthiş bir şada, bütün bu sakin ufku dolduruyor:

Zırrrrt... diye! Herkes uyanıyor, koşuyor, denklerin altından birkaç sene sonra tanıamıyle küre-i arza hâkim olup Zuhal, Utarit, Zühî e gibi küreleri de zapt için projeler yapan cihangiri çıkarıyorlar... Dünyada bundan nefis bir trajedi, bir destan, hatta bir opera mevzuu olamaz.

Vakanın şiiri, tabiati, hepsini teshir ediyordu. Zırtafın tarihine bu hadise ile başlanmasını münasip buluyorlar. Oğuldan evlâda, evlâttan toruna uzayıp gelen bu büyük kahramanlık tarihinden bir destan, bir opera yapılınca besteleyecek bestekâra mukaddime olarak ne nefis, ne tabiî bir şada hazır olduğunu söylüyorlar, bu tabiî sesten ilâhî bir melodi çıkarmak için bir Verdi, bir Wagner, bir Beethoven doğmasını temenni ediyorlardı. Prens Azizüssücufüzzırtaf ceddinin daha birçok hikâyelerini anlattı. Artık hava kararıyordu. Nermin Bey:

—    Asaletmeaplar! dedi, vakit geçti, artık dağılsak...

Fakat Efruz Bey kendi asaletini, kendi cedlerini anlatamamıştı. Saat altıyı geçiyordu. Bu beş asil genç birbirlerinden ayrılamadılar. Hemen oracıkta, aceleyle "Asiller serkli"  namıyle bir kulüp tesisine karar verdiler.

Oraya bütün asiller toplanacaklar, şarkta da, garpta da olduğu gibi asaletin hakkını arayacaklar, milletlerin idaresini ellerine alacaklar, avamı -asillerin iddiasızlığından fırsat bularak- sıçradıkları yüksek mevkilerden indirecekler, lâyık oldukları kovuğa sokacaklardı. Ayrılırken ev sahibinin ellerini samimiyetle sıktılar.

—    Yarın Perapalas'ta...  diyorlardı.

Orada bir odada toplanacaklar, nizamnamelerini, duhul şartlarını, unvan, derece meselelerini müzakere edeceklerdi. Ev sahibi tâ kapıya kadar misafirlerini teşyi ediyordu. Prens Zırtaf:

—    Efruz Bey, sizinle bir dakika yalnız kalmak isterim, dedi.

—    Emredersiniz prens... Emrini icraya hazırım, cevabını veren Efruz Bey, misafirlerinin arkasından kapıyı kapadıktan sonra Prens Zırtafla kapının sağındaki salona döndü.

—    Buyurunuz efendim?..

Prens sıkılıyor, ellerini ovuşturuyordu. Gayrete geldi. İnce, parlak potinlerinin narin uçlarına bakarak:

—    Portmone mi düşürmüşüm! dedi.

Efruz Bey çok zengin olduğu için para meselelerine ehemmiyet vermeyi asalete mugayir görürdü:

—    Ne zararı var efendim?

—    Sizden yarın akşam vermek üzere küçük bir meblâğ isteyeceğim. Zırtaf, Efruz Beyin doğru bir mazeret uydurmasına meydan vermeden ilâve etti:

 — Bin lira, kadar bir şey!

... Bu, Efruz Bey için vakıa çok ehemmiyetsiz bir para idi. Lâkin aksi şeytan, şimdi vermek mümkün değildi. Çünkü mazeretini Efruz Bey saklamadı:

— Kasamın anahtarları annemdedir. İki hafta var ki nasırlarını kestirmek için profesör Verşinker'in yanına Viyana'ya gitti... Üç ay sonra gelecek... Burada olsaydı vallahi billahi, namusum, asaletim, üzerine tekrar tekrar yeminler ederim ki şu bin lirayı hemen size verirdim.

Prens Zırtaf teşekkür etti, sonra başını eğdi:

—    Şimdi yüz lira verseniz?

—    Aksi şeytan! dedi... O da yok.

—    Bir lira lütfetseniz?

Efruz Bey, binden bire yıldırım gibi inen prense dikkatli dikkatli baktı. Ne diyecekti. Fakat mazereti pek makbuldü:

—    Bugün yanımda ne kadar bir lira varsa sizin gibi bir dostuma verdim. Elime ancak yarın para geçecek.

—    Şimdi bir mecidiye olsun veremez misiniz? Kurtulamayacağını anlayan Efruz Bey parayı asil dostunun avucuna koyarak:

—    İşte bir çeyrek! Daha fazla veremediğim için beni affediniz, dedi, hayatta bazan öyle münasebetsiz, öyle aksi anlar oluyor ki...

Prens çeyreği cebine koydu. Teşekkür etti. Konuşarak para üzerine, aksi tesadüfler üzerine, zenginlik üzerine felsefeler yaparak Efruz Bey, misafirinin elini sıkıyor, veda ediyordu. Ansızın, arkada, mermer döşeme methalde dehşetli bir gürültü oldu. Çığ gibi yuvarlanan al yanaklı şişman, yuvarlak bir evlâtlık sanki birkaç kilometre ötede birisine söylüyormuş gibi nefes nefese, avazı çıktığı kadar:

Küçük bey! Küçük bey! diye haykırdı. "Anneniz beni görmeden gitmesin!" dedi. Size çarşıdan burnunun kıllarını çekmek için cımbız aldıracakmış!

Efruz Bey, Zırtafın arkasından kapıyı kapayınca annesinin yanına koştu. Burası beyaz dokuma sedirli, Uşak halısı döşenmiş, Şam perdeli, gayet alaturka bir oda idi. Duvarları hep âyet, hadis levhalarıyle örtülüydü. Eğer bir "Allah", bir de "Muhammed" levhası olsa mükemmel bir mescit sayılabilirdi.

—    Anne! Niçin o münasebetsiz kızı misafirlerin yanına gönderiyorsun? diye karşısına dikilen hiddetli oğlunu bu sert Çerkeş hemen yatıştırdı. Acele ile o rast gelmişti. İşte onun için göndermişti... Münakaşadan ziyade iş yapmasını seven Efruz Bey lafı pek uzatmadı. Hemen evde yeni bir tensikata girişti. İki İslâm, bir Rum hizmetçi kızla küçük evlâtlığı, dadısını çağırdı:

—    Şimdiden sonra "Despina" dan başka hiçbiriniz bana lakırdı söylemeyeceksiniz! dedi.

Dadısı mahzun mahzun baktı:

—    Küçük beyim! Niçin bize darıldın?

—    Bak hâlâ "Küçük Bey" diyor.

—    Ne diyeyim a beyciğim?

—    İsmimi söylemeğe hacet yok. Yalnız unvanımı telâffuz edersin.

Hiç bir şey anlamayan dadı, hanımefendisine, kızlara "ne diyor?" gibi baktı.

—    Kaim kafalı Çerkeş! Laf anlamazsın ki... Efruz Bey tekrar hiddetlendi, köpürdü. Hepsine ayrı ayrı sordu:

—    Benim unvanım ne? Sonra annesine döndü:

—    Söyle anne, benim unvanım ne?

Hiç birisinden bir cevap alamayınca daha ziyade ateşlendi. Ana oğlunun, hizmetçiler efendilerinin unvanını bilmiyorlardı. Bu memleket batmasın da neresi batsın?.. Bu ne idraksizlik, bu ne kabalık, bu ne hayvanlıktı.

—    Benim unvanım: Prens... Ben prensim! Beni artık prens diye çağıracak, medeniyete girmeğe alışacaksınız. Hain vahşîler...

Hanımefendi yine oğlunu, geçen seneki gibi ismini değiştiriyor sandı:

—    A oğlum, bari kendine bu sefer bir İslâm ismi taksan... dedi.

—    Sus anne! Cahilliğini meydana vurma. Bu isim mi? Unvan.

—    Her neyse... Bari İslâmca olsa.

—    İslâmcası Han, amma böyle söylerseniz insanı Acem zannederler. Hanımefendiyi yine bayılmaktan kurtarmağa çalışan dadı:

—    Başüstüne, öyle deriz efendim. Artık hepimiz size "Prens Bey" deriz.

—    "Prens" dedikten sonra "Bey" demeğe hacet yoktur.

Efruz Bey, Despina'ya döndü:

—    Söyle beni nasıl çağıracaksın?

—    "Müsyü lö Prens" diye.

—    Yalnız o kadar mı?

—    "Müsyü lö Prens zenapları" diye.

Efruz Bey memnun oldu. Annesi, Bolulu aşçı ile fingirdeyen bu kızı ay nihayeti savmak istiyordu. Fakat oğlunun tensikatı niyetinin aksine çıktı. Despina'nın maaşına bir lira daha zammolundu.

Erkek misafir geldiği zaman Despina'dan başka kimse salona, kapının yanına uğramayacaktı.

Efruz Bey yarım saat içinde hizmetçilerin meselesini bitirdikten, küçük evlâtlığın misafir kargısında bağıra bağıra yalan söylediğine ceza olarak iki gün tavan arasında hapsine hükmettikten sonra yatak odasına çekildi. Yemek yemeğe gelmedi. Düşünmek istediği akşamlar yemeği hazf eder:

"Boş mide, dolu zihin, parlak fikir!" derdi. Koltuğuna uzandı. Hava tamamıyla kararmıştı. Gölgeler, karanlıklar içinde düşünmeğe başladı. Evet, kendi bir prensti! Fakat hangi aileden? Bunu, hakikatte, ancak tarihler biliyordu. Hâlbuki Türklerin tarihi henüz yazılmamıştı. Annesi Osmanlı asaletine akıl erdirecek zihniyette değildi. Tabiî hiçbir şey bilmiyordu. Ama yalnız kendi... yalnız kendisi ailesini biliyor, ruhundaki derunî bir sadanın, bir tahaddüsün,  bir ilhamın ismini haber verdiği asil ailesini bütün tarihiyle, bütün ananatiyle  biliyordu. Babası ölmezden birkaç sene evvel Kastamonu vilâyeti defterdarlığında bulunmuştu, ihtimal bu adamı gizli bir "sevkitabiî" son günlerde ecdadının payitahtına çekmişti. Ecdadı ihtimal ki... Hayır, "ihtimal ki" değil, muhakkak surette "Kızıl Ahmet" illerdi.

— Prens Efruz do Kızıl... dedi.

"Ahmet" ismi âdi idi. Hazfetmek icap ediyordu.

Odanın yalnızlığı içinde ecdadının mazisini tahayyül etmeğe başladı, o cenkler, o saraylar, o atlar gözünün önüne geliyor, Kızıl Ahmetli bayrağının dalgalandığını, altından armaları, elmaslı tuğları görüyor gibi oluyordu.

Kalktı. Soyundu. Aç açına yatağına yattı.

Rüyasında Kastamonu'daki muhteşem şatosunun büyük salonunu gördü. Bu altın kanape, billur avizeli salonda asil dostlarına, av için kendini ziyarete gelen Prens Eternel do Kara Tanburin, Prens Sücufüzzırtaf, daha birçok Marki, Kont, Lord, Veliaht nevinden asillere ziyafet veriyordu. Şampanyalar içildi. Sofrasında şimdiye kadar haremlerin gölgeli kafesleri arkasında mahpus, meçhul kalan Şark Prensesleri de çırılçıplak hazır bulunuyorlardı.

Hele Prenses Zırtaf...

Efruz Bey tabiî asil bir şövalye serbestliği ile sofrada, kocasının, bütün davetlilerin önünde bu çırçıplak güzel prensesin beline sarılıyor, şampanyalı dudaklarından öpüyordu. Fakat Prens Zırtaf kıskandı. Afrikalı bir maymun çevikliğiyle sofranın tâ ortasına atıldı. Efruz Beyin üzerine hücum etti. O anda bir kargaşalık koptu. Kadehler, sürahiler, avizeler devrildi; silâh, kılıç, kalkan, mızrak, tabanca, top; mitralyöz; bomba sesleri işitildi. Karanlıkta salonun eski büyük kubbesi çöktü. Efruz Bey can havliyle gözünü açınca kendini yatağında dimdik buldu. Sabah olmuş, hızla kapıyı açan Despina sütlü kahvesini getirmişti.

—    Buyurunuz Müsyü lö Prens zenapları... Müsyü lö Prens cenapları derhal yataktan fırladı. Tersine giyilmiş pijamasının hiç bir düğmesi iliklenmemişti. Hâlâ rüyasında kucakladığı Prenses Zırtafın aşkıyle ruhu, kalbi, sinirleri gergindi. Şakadan Despina'nın üzerine atıldı. Belinden yakaladı. Karyolanın içine attı. Sütlü kahve dökülmüş, fincanlar odanın ortasına yuvarlanmıştı.

—    Ah Prenses, Prenses...

—    Vire duyazaklar şimdi... Olazayiz rezil...

Bu esnada sofadan geçen Hanımefendi fincanların şangırtısını duymuştu. "Ne oluyor!" diye vurmadan, habersizce kapıyı itince öyle' müthiş bir çığlık kopardı ki... Herkes yukarı koştu. Manzara müthişti! Prensin elinden kurtulan Despina, saçı başı karmakarışık, tıpkı iffetine tecavüz olunmuş masum bir kız oğlan kız gibi hıçkıra hıçkıra, derin derin ağlıyor, yanmamak için hemen kazı çeviren Prens:

—    İşte sütümü döken beceriksizi ben böyle döverini! diyordu.

Ama hanımefendi yutmadı. Bağırdı:

—    Dışarıda ne haltı yersen ye... Burası bildiğin yer değil... Benim boynuzlarımı takmağa vaktim yok...

Despina'yı hemen kovdu.

Ana oğul işi azıttılar. Kavga azıcık daha dövüşe dönecekti. Hanımefendi her vakit ki gibi bayıldı. Prens Efruz bu aralık çabucak giyinerek kendisini sokağa attı. Serin, rüzgârsız bir eylül günü, tatlı güneşiyle her tarafı parlatıyordu. Tek gözlüğünü taktı. Yürüdü. Yanından geçenleri görmüyordu. Harbiye'nin önünde bir arabaya atladı. Perapalas'ın önünde indi. Prens Eternel do Kara Tanburin, Prens Zırtaf, Prens Müzekki. Marki Nermin otel kapısının karşısında, yaya kaldırımında ayakta durmuş, konuşuyorlardı. Onu görünce:

—    İşte Efruz Bey, diye döndüler.

Efruz Bey asillere yakışmayan bu hitaptan müteessir oldu. Elini onlara uzatmadı. Dargın bir tavırla:

—    Asaletmeaplar beni tanımıyorlar, dedi. Tanıyorlardı. Fakat ismini bilmiyorlardı. Prens

Zırtaf hemen intikal etti:

—    Prens hazretleri dün bize ailelerinin ismini söylemedi.

—    Hakkınız var. Unuttum.

—    O halde simdi lütfediniz.

—    Prens Efruz do Kızıl...

Hepsi bu ismi tekrarladı. Prensin elini sıktılar,

—    Beni mi bekliyordunuz?

—    Evet, evet...

—    O halde niçin girmiyoruz?

—    Marki Nermin Bey makul bir şey düşündü. Perapalas'ta içtimaimiz münasip değil.

—    Niçin?

Marki cevap verdi:

—    Çünkü bu otele âdi politikacılar da girebiliyor. Ondan başka iktisat serserileri de burada toplanıyor. Bizi bilâhare tanıyacak olan asiller ilk içtimaimizi burada yaptığımızı duyarlarsa protesto ederler.

Prens do Kızıl, arkadaşlarını evine, kendi salonuna davet edecekti. Ama henüz sabahki vaka aklında olduğundan teklife cesaret edemedi.

—    İyi? Fakat nerede toplanacağız? dedi. Prens Eternel:

—    Nerede olursa olsun, hususî bir yerde... Kendi evi pek uzakta, Fatih'te olduğu için

dostlarını davet şerefinden mahrum kalacağına dair samimî, hakikî teessüfler izhar etti.

Prens Zırtaf:

—    Benim apartmana buyurun! dedi.

Kabul ettiler. Yavaş yavaş Caddeikebir'e   doğru yürümeğe başladılar. Zırtaf yirmi senedir İstanbul'da umumhaneler, kumarhaneler işletmekle milyonerleşmeğe yüz tutmuş bir Rum'un geçen sene yaptırdığı büyük "Megalo Idea"  apartmanında, ikinci kattaki dairede oturuyordu. Burası son derece muhteşem, son derece süslü idi. Kapısında beyaz fistanlı, Karadağ tabancalı iri, ince belli efzunlar duruyor, gelene geçene bir kral sarayı bekliyorlarmış gibi dehşetli dehşetli bakıyorlardı. Bu esatir kahramanlarının önünden geçerken Prens Efruz do Kızıl, asil kalbinin gururla titrediğini duydu. İşte arkadaşı prens, nasıl ismiyle unvanına lâyık bir ikametgâhta yaşıyordu. Geniş mermer merdivenleri çıktılar. Kapının düğmesine Prens Zırtaf bastı. Açılan kapıda kesik kır bıyıklı ihtiyarca bir uşak göründü. Sadece, yani âdeta kabaca:

—    O! İşte! dedi.

Prens Zırtaf, asil arkadaşlarının hepsini kendi önünden geçirdi. Salonuna götürdü. İhtişama, mobilyelerin zenginliğine hepsi şaşıyordu. Duvarlarda kıymetli açık saçık resimler asılıydı. Köşelerdeki sehpalarda beyaz mermerden heykeller parlıyor, nefis vazoların içindeki taze çiçek kokularına, sanki ağır bir tütün kokusu karışıyordu. Ortadaki masa salona göre biraz büyüktü. Üzerinde ağır neftî çuhadan bir örtü vardı. Kumaş koltuklara oturdular.

Prens Zırtaf:

—    Evimde ulvî bir vesile için toplandığımıza çok memnunum, dedi. Bütün içtimalarımız için bütün apartmanım, uşaklarım, kendim emrinize tâbiyim.

—    Teşekkür ederiz.

—    Ben size teşekkür etmeliyim. Çünkü ilk içtimai benim evimde yapmak şerefini, bana... müşerref olmaklık... Çünkü...

—    Teşekkür ederiz.

—    Bin teşekkür...

—    Mersi.

—    Asaletiniz...

Zırtaf, cümlesinin nihayetini getiremedi. Prens Eternel:

—    Vakit nakittir.. diye söze başladı. Şimdi boş durmayalım. Biliyorsunuz ki maksadımız pek âlidir. Kendi asaletimizle beraber köşede bucakta kalmış asaletleri de meydana çıkaracağız. Onlara evvelâ unvanlarını vereceğiz. Sonra haklarını aramağa, bulmağa çalışacağız.

—    Haydi, çalışmağa başlayalım.

—    Evet.

—    Haydi.

—    Hemen...

Prens Eternel:

—    Acelemiz teşekküre şayandır. Fakat evvelâ bir reis intihap etmeliyiz ki müzakerelerimiz muntazam olsun.

—    Evet.

—    Evet.

—    Rey-i hafi ile mi?

Marki Nermin:

—    En iyisi kura ile, dedi, vakıa içimizde en asil, en eski aileye mensup sizsiniz, azizim Prens Eternel, bu teklifimi kabul buyurursanız asaletinizden daha büyük bir tevazu fazileti göstermiş olacaksınız.

—    Hay hay... Kabul ederim. Teşekkürler.. takdirler, hayretlerden sonra

Prens Zırtaf kâğıt kalem istemek için uşağını çağırdı. Bir elektrik düğmesine bastı. Hemen açılan kapıdan deminki alkolik ihtiyar uşağın girdiği görüldü. Elindeki iki üç deste açılmamış oyun kâğıdiyle, büyük bir fiş kutusunu, abanozdan bir para küreğini masanın üzerine bıraktı. Prens Zırtaf:

—    Götür bunları, dedi, şimdi oynamayacağız, çabuk kâğıt kalem getir. Kumar âlâtını geri götüren uşak birkaç dakika sonra kâğıt kalem getirdi. Zırtaf; prenslerin, markinin isimlerini yazdı. Kâğıt parçalarını bir mendile koydular. Tam çekecekleri zaman dışarıda bir gürültü oldu. Efruz yan gözle ev sahibine baktı. Zırtaf sapsarı kesilmişti, ayağa kalktı:

—    Ne var?

—    Hiç...

—    Bu gürültü...

—    Uşak bir şey devirmiş olmalı...

—    Fakat...

—    Bu sesler...

Zırtafın çıkmak için yürüdüğü kapı birdenbire açıldı. İki iri adam bir anda göründü. Ellerinde rovelverler vardı:

—    Ellerinizi yukarı kaldırın!

Prens Efruz do Kızıl'ın aklından bin bir ihtimal bir anda geçti. Acaba asalet teşkilâtı yapacaklarını haber alan demokratlar, hayatlarına karşı bir suikast mı tertip etmişlerdi? Zırtaf uçacakmış gibi zayıf kollarını havaya kaldırmıştı. Arkadaşları da şaşırmışlar, onu taklit etmişlerdi. Efruz Bey soğukkanlılığını kaybetmiyordu. Fakat ah, keşke rovelveri yanında olsaydı... O da ekseriyete uydu. Pantolonunun cebinden çıkardığı ellerini, inanılmaz bir mabuda dua edecekmiş gibi istemeye istemeye yukarıya kaldırdı. Kendilerine kumanda edenlerin arkasında iki de polis duruyordu.

En öndeki memur, bu polislere üzerlerini aramak için emir verdi. Prens Efruz soğukkanlılığını bozmuyor, hiç sesini çıkarmıyordu. Evet, anlaşılıyordu ki işe hükümet de karışmış! Demokrat hükümet asilleri yakalamak, programlarını, filan elde etmek istiyordu. Ama bir şey bulamayacaklardı.

Komiser olması icap eden memur: "Fiğleri, kâğıtları filan hep getiriniz" dedi. Anlaşıldığına göre işi kumar baskını halinde idare etmek istiyorlardı. Hay kurnazlar hay...

Sivil komiser, elleri havadaki Prens Zırtafa sordu:

—    Aziz! Bu seni kaçıncı yakalayışım? 

Ben "Bu Beyoğlu'nda sana kumar oynatmam demedim mi?

—    Biz burada kumar oynamıyorduk ki...

—    Ya ne yapıyordunuz?

—    Hiç...

—    Onu sen babana yuttur. Beş gündür seni takip ediyoruz. Kumarcıları toplayıp toplayıp buraya getiriyorsun. Mihal'i de şimdi götüreceğim. Onunla ortak olmuşsunuz. Sizin işleteceğiniz kumarhane değil, batakhane...

—    Vallahi komiser bey, burada şimdi kumar oynamıyorduk.

—    Ya ne yapıyordunuz?

Zırtaf cevap vermiyordu. Prens Efruz'un ödü koptu. Ya hakikati söylerse... İşte o vakit işleri yamandı, ihtilâlcilikle, inkılâpçılıkla itham olunacaklardı. Prens Efruz bunu çaktı. Gülümsüyordu.

—    Söyle Aziz, ne yapıyordunuz?

—    Konuşuyorduk.

—    Ne konuşuyordunuz?

—    Şuradan buradan...

—    Bana yutturamazsın. Dün gece, evvelki gece, pazar sabahı hep buradan şuradan mı konuştunuzdu ?

—    Hem Mihal'le ortak olmuşsun.

—    Hâşâ...

—    Bu apartmanı o tutmuş.

—    Olabilir.

—    Mademki ortak değilsin, sen burada ne arıyorsun?

—    Burada kira ile bir oda tutuyorum. Efruz gülümsüyordu. Cepleri arandığı halde hâlâ hepsinin kolları yukarıdaydı. Kara Tanburin, Müzekki Civan hiddetten kıpkırmızı idiler. Prens Efruz ilk defa ağzını açtı:

—    Memur efendi, affedersiniz, kollarımız ağrıdı. Müsaade ediniz de aşağı indirelim.

—    İndiriniz, indiriniz.

Sonra; Prens Zırtaf saçmalayıp da sırlarını meydana vermesin diye işi kısaca kesti:

—    Evet, komiser efendi. Biz burada kumar oynuyorduk.

Komiser hemen Zırtafa döndü:

—    İşte arkadaşın itiraf ediyor.

—    Yalan.

Siyasette yalan caizdi. Efruz Bey bu iftirayı hakaret telâkki etmedi. Tekrar

—    Yalan değil! dedi.

Komiser biraz tereddüt ediyordu:

—    Hepinizin üzerinden beş lira çıkmadı. Paralar nerede?

Para lafı Efruz'un kibrine dokundu. Sert bir cevap verdi:

—    Biz üzerimizde para taşımaya tenezzül etmeyiz.

—    Vay beyim vay! Y;a ne yaparsınız?

—    Paralarımız bankada durur.

—    Ha İşte, ben de o bankayı soruyorum.

—    Size söylemeğe bir mecburiyetim yok.

—    Karakolda bülbül gibi söylersin.

Sonra komiser. Mihal diye adını bildiği uşağı sıkıştırıyor, paraları nereye sakladığını soruyordu.

Efruz Bey asıl tahkikatı kumar meselesine çevirebildiği için memnundu. Hiç mukavemet etmedi. Karakola gitti. Bir gece yattı. Ertesi gün kefaletle tahliye olundu. Uzun müddet asil arkadaşlarına rast gelmedi. Böyle asırlarca asalete ehemmiyet vermemiş bir muhitte resmî asalet iddiasına kalkmak hakikaten oldukça tehlikeli bir şeydi. Gazetelerde "Prans Uzun Hasan" in nasıl kartı teşhir edilerek maskaraya çevrildiğini hatırladı. Aziz Zırtafın Beyoğlu'nda meşhur sabıkalı bir kumar kılavuzu olduğunu bir türlü öğrenemedi. Altı ay hapse mahkûm edildiğini işittiği zaman:

—    Zavallı Prens! dedi, asaletin kurbanı oldu! Sırrımızı hükümete vermemek için yalancıktan kumarcılığı kabul etti. Haysiyetini kaybetti; ama, denklerin altında kalan büyük ceddi Kaysüzzırtafin "azametli ruhu" şüphesiz yine ruhunda yaşıyor.

Politika, asalet teşebbüsleri cılk çıktıktan sonra Efruz Bey için yapılacak yalnız bir şey kalıyordu: Milliyetperverlik! O, öyle bir köşede oturacak, şöhretten, şandan uzak yaşayabilecek bir tip değildi. Hareket, inkılâp, gürültü, harıltı adamıydı. Koştu. Gitti. Bucağa yazıldı. Oranın geceli gündüzlü bir müdavimi oldu. Artık evine pek geç vakit gelir, güneş doğmadan kendini sokağa, yani Bucağa atardı!..

Vakit gazetesi, 1.7.1926 - 10.7.1926

 


 

BİLGİ BUCAĞINDA

Ama epey zamandan beri Efruz Bey hiç bir tarafta görünmüyordu. Bucakta verdiği son konferansları hatırlayanlar onu Kâşgar'a gitmiş sanıyorlardı.

Ah hakikaten onlar ne konferanslardı! Bu meşhur konferanslar sayesinde değil miydi ki İstanbul'da yeni bir âlem doğdu. Yüz bin "Arnavut-köy akıntısı" kuvvetinde şedit bir cereyan başladı. Herkes anladı ki biz, yani İstanbul, biz Türkiye ahalisi, Türk değilmişiz!.. Bucağın salonu hıncahınç doluyordu. Efruz Beyin şaşaası içinde Capakçurlu, Manayof gibi en büyük, en dâhi Bucaklıların namı söndü. Türklerin millî büyük şairleri Emin Beyle,  gayri millî "Dâhi-yi Azimüşşan" ları Abdülhak Hâmid'in resimleri indirildi. Yerlerine Efruz Beyin, yollar kapalı olduğundan henüz gidemediği Petersburg etnografya müzelerindeki derin derin tetebbüleri neticesinde bulduğu hayır, bulduğu değil, keşfettiği millî Türk kıyafetiyle çıkarılmış-resimleri asıldı. Bu resimler tabiî büyüklükte idi. Bucağın reisi bunlara göre Efruz Beyin bir de heykelini yaptırmak istemiş, fakat o vakit Efruz Bey razı olmamıştı.

Her ne kadar Türkçülük mahfeline yeni girmişse de korkunç mucit zekâsı sayesinde yine onların siyasetini çakmıştı. Biraz akıllı, biraz istikbali parlak bir adam gördüler mi içlerinden "İşte bir rakip!.." derler, hemen onun fotoğrafını büyülterek salonun duvarına asarlardı. Sanırlardı ki fotoğrafı asılan Bucakçı artık en büyük mevkii ihraz ettiğine inanacak! Enayiler buna kanardı. Fakat Efruz Bey... Efruz Bey gibi bir dâhi budala mıydı? Resmi asıldıktan sonra da konferanslarına devam etti. Bucağın gayet nazik reisi:

—    Biraz fasıla versek, azizim korkuyorum ki Bucaklılar derslerinizden bıkacak, dedikçe o başını sallar, gülümserdi. Hangi Bucaklı onun derslerinden bıkacaktı? Her cümlesinden sonra daima bir alkış tufanı koparanlar mı? Kıvırcık kirpikli iri siyah gözlerini kırpıştırarak monoklünü düzelterek tekrar gülümser:

—    He, he aziz reisim, derdi, işi tabiata bırakınız; maksat onlara bir şey öğretmektir. Benden çalışmak! Bıkarlarsa bıksınlar. Dünyada zaten neden bıkılmaz? Bonboncunun çırağı birbiri üstüne iki bonbon yiyebilir mi? Fakat işi tabiata bırakalım. Ben derslerimden vazgeçmem. İsteyen gelsin, dinlesin, istemeyene tün aydın.."

Bu lafları söylerken içinden de derdi ki: "Ah Tıain reis! Beni bilmiyor mu sanıyorsun? Bütün Bucaklıların bana taptıklarını anlıyorsun. İhtimal gelecek intihapta beni reis yapacaklar. Sen iyot gibi açıkta kalacaksın. İstiyorsun ki şimdiden beni biraz unutsunlar."

Resmi duvara asıldıktan sonra artık reis onu dolaylıkla Bucaktan uzaklaştıramazdı.

Artık her sabah erkenden damlıyor, öğle yemeğini bile Bucakta yiyor, akşama kadar çay içiyor, konuşuyor, kendi ilmine, fiiline, malumatına dair propaganda yapıyordu. Onun bütün hayatını Bucakta geçirdiğini hizmetçilerden öğrenen reis, şaşar:

—    Fakat azizim, konferanslarınızı ne vakit hazırlıyorsunuz? diye sorardı.

—    Geceleri!

—    Hangi gecelerden bahsediyorsunuz?

—    Her geceden.

—    Fakat azizim, her gece, gece yarısına kadar burada konferans veriyorsunuz.

—    Gecelerin, yarısından sabaha kadar süren kısımda.

Reis bütün bütün şaşardı:

—    Öyle ise ne vakit uyuyorsunuz?

—    Ne uykusu?

—    Bayağı uyku, gece uykusu...

—    Aziz reisim, sen beni bir gümrük hamalı sanıyorsun. Ben dimağıyle yaşayan bir adamım. Ben geceleri hiç uyumam.

Reisin şaşması değişir, gözlerinin beyazı büyür, ağzı açık kalırdı:

—    Aman yarabbi bu nasıl olur? Hiç uyumamak, bu nasıl olur?

—    Pek tabiî. Yalnız gündüzleri on dakika kadar uyurum.

—    Her sabah erkenden Bucağa geliyorsunuz. Akşama kadar bir dakika uyuduğunuzu gören yok.

—    Tabiî böyle uyanık bir mahfelde uyuyamam. Evet, tramvaya bindiğim zaman Taksim'den geçerken dalarım. Galatasaray'da bilet kontrolcüsü uyandırır. Köprüye kadar tekrar dalarım. İşte benim uykum! Hâlbuki konferans hazırlamaya onun hiç ihtiyacı yoktu. O cahil miydi? Kitabı açıp okuyup söyleyenler pek cahillerdi. Kitaptan okuyup söyledikten sonra konferansçılığın ne ehemmiyeti kalırdı?

Kitaptaki olan şey zaten söylenmiş demekti, isteyen alıp okur yahut her kim isterse bu kitabı verir, okutturur, dinlerdi. Marifet, okumadan söylemekti. Fakat Bucakta bu hakikati bilen olmadığı için, Efruz Bey hep çok okuyor, derin derin tetebbu ediyor gibi gözükür, kataloglardan ezberlediği filozof, âlim namlarını sık sık tekrarlayarak daima "asıl kendine ait fikirler" söylerdi. Meselâ bir meseleyi izaha başladı mı evvelâ derdi ki: "Efendiler, işiteceğiniz ders asla benim fikrim değildir, Dün gece tamamıyla okuduğum kitapları şimdi size sayacağım. Mehazım bu kitaplardır. Ben yalnız bu fikirleri terkip ettim. Zaten bir âlimin vazifesi de yalnız budur." Sonra en aşağı yirmi kitap ismi sayardı. Bucaklıların ona o kadar itimatları vardı ki içlerinden hiç biri, bir gece içinde tanesi en aşağı üçer yüzer sayfalık yirmi kitabın, yani altı bin sayfanın okunamayacağına akıl erdiremezdi. Efruz Beyin kütüphanesinde kataloglar hemen hemen büyük iki raf işgal ederdi. Her gece yatmazdan evvel bu kataloglardan birkaçını açar, tetebbu ettiği müelliflerin, eserlerinin ismini yazar, diğer defa yine bu müelliflerden bahsetmemek için katalogdan isimlerini iyice silerdi. Hatta bazan yevmî gazetelerde kendine reklâm yaparken: "Ben şimdiye kadar dört yüz bini mütecaviz tarih kitabı okudum, ilâh..." diye istemeye istemeye, her vakit iddia ettiği tevazuuna rağmen, kendinden başka Türkiye'de âlim bulunmadığını söylemeğe mecbur olurdu. Ah, fakat kıskançlık... İşte insanlığın en kötü bir kusuru... her âlim gibi onu da kıskanmağa başlamışlardı. Kıskananların başı, birincisi, reis, aynı zamanda Bucağa reis olandı. Onun derslerine mani olmak için mütemadiyen planlar kuruyor, sanki bir darülfünun, bir lise imiş gibi Bucakta da yaz tatilini kabul ettirmeye çalışıyordu.

—    Yaz tatili ne demek? diye Efruz Bey hemen itiraz etmiş; dört gece sıra ile yaz tatilinin fenalığına, lüzumsuzluğuna, dine mugayir olduğuna dair serbest dersler yermişti, beşinci gece birçok âyet, hadis, Arapça cümleler okuyor, derin derin tefsirler yapıyordu. Meselâ: "Utlub-ül ilme velev bissîn" diyordu.

—    Evet, bu ne demektir? "ilim, Cinde bile olsa gidip bulunuz, isteyiniz, öğreniniz." değil mi? Pekâlâ Çin'e gitmek için iki yol vardır. On sene evvel okuduğum otuz bin sayfalık kocaman ve "siyah kaplı bir coğrafya kitabında bu yollara ait pek mühim malumat edindim. Biri İstanbul, Erzurum, Tahran, Kaşgar, Tibet, Mançuri yolu! Diğeri İstanbul, Marsilya, Cebelüttarık, Liberya, Ümit Burnu, Madagaskar, Zengibar, Avusturalya, Filipin, Formoza, Şangay yolu. Laf arasında unutmayayım, size fazla malumat olmak üzere söyleyeyim; Filipin'de pek derin fıkıh, ilahiyat âlimleri bulunduğunu müsteşrikler müttefikan beyan ederler. Bahsimize gelelim: Bu yollar ancak yazın işler. Kışın fırtınalar, tayfunlar münasebetiyle seyahat mümkün değildir. Hâlbuki biz yaz tatilini kabul edersek zımnen Çin'e gitmek imkânını da kaldıracağız. O halde ne olacak? "İlim Çin'de olursa, yaz tatili münasebetiyle gidip onu aramayınız. Bulmayınız. Cahil kalınız!" değil mi? Düşününüz efendiler, bu ne müthiş bir küfürdür. Bundan başka...

Bucaklıların alkış tufanından salonun havası sarsılıyor, elektrik lambaları titriyor, duvarda meşhur dâhilerin resimleri sallanıyordu:

—    Lanet olsun yaz tatiline! Lanet...

Reis, Efruz Beyin galebesinden sapsarı kesilmişti. Bu Türklerin Çiçeron'u idi. En tabiî bir fikri küçük bir ima ile dâhiyane bir mantık ile silip süpürüyor, en basit hakları korkunç cinayetler gibi gösteriyordu. Efruz Bey monoklünü çıkarmış, önüne bakıyor, alkışın nihayetini bekliyordu. Fakat bu alkış durmadı. Aynı zamanda müthiş§ bir hatip olan reisin sesi işitildi:

—    Muhterem arkadaşlarım, efendilerim. Burada biz pek ziyade hissiyatımıza tâbi oluyoruz. Parlak sözlere kapılıyoruz. Hâlbuki hakikat parlak sözler değildir. Mantıktır, muhakemedir. Efruz Bey:

—    Sözümü kesmeyin Reis Bey, diye haykırdı. Ben bitireyim, sonra kürsüye çıkınız. Burası hürriyet ve serbesti Bucağıdır. Burada herkes söz söyleyebilir. Yalnız mantıktan, hakikatten ayrılmamak lâzımdır. Kimse kimsenin sözünü kesemez. Burası sizin eviniz yahut mektebiniz değildir. Siz reissiniz, yalnız o kadar...

Reis bu feveran karşısında korkup susuverince Efruz Bey yine ilmî itirazına devam etti:

—    Reis Bey diyor ki: "Parlak sözlere kapılıyoruz. Hakikat parlak sözler değildir." Ben de bunu tasdik ederim. Fakat benim sözlerim asla parlak değildir. Benim sözlerim kurudur. Mantıkîdir, İlmîdir, fennîdir; fakat asla parlak değildir. Onun için safsata ile susturulamam. Beni mantıkla, ilimle cerh etmeli. Evet ne diyordum?..

Bucaklılar Efruz Beye mevzuunu hatırlattılar:

—    Lanet olası yaz tatilinden bahsediyordunuz.

—    Ha... Evet, yaz tatili..- Tabiî siz hepiniz talebe genç olmak itibariyle benden iyi biliyorsunuz ki "Utlub-ül ilime min el lâhdi ilel mehd" değil mi?

—    Evet, evet......

—    Şüphesiz.

—    Yaşayın. Yaşayın...

—    Sükûnet ister! Hissiyatınızı nidalarla dışarı vurmayın! Bu, hayvanlara mahsus bir zihniyettir.

Sakin olun. Evet bunun manası "Daima mezardan beşiğe kadar ilmi isteyiniz" demektir. Eğer yaz tatili meşru olsa "yaz tatilleri müstesna olmak üzere mezardan beşiğe kadar ilmi isteyiniz" demek icap ederdi. Sobanın yanında oturan Reis Bey birdenbire hiddetlendi; ayağa kalktı. Herkes deli oldu sandı. Hızla kürsüye doğru koştu. Bucaklıları eziyor, bazan kendi yere yuvarlanıyor, kalkınca sıçrayarak omuzlarından aşarak Efruz Beye atılıyordu. Bir suikaste maruz kaldım zanneden Efruz Bey hemen eğilmiş kürsünün içine saklanmıştı. Reis boş kalan kürsüye fırladı. Ağzını açtı. Artık Efruz Bey görünmüyordu.

—    Efendiler, kardeşler, muazzez Bucaklılar, şarlatanlık oluyor, bir şarlatan, evet Bucaklılar bir şarlatan tâ Turfan tepelerinden kopan Altayî bir çığ gibi bizim üzerimize çökmüş, bizi aldatıyor. Bucaklılar, bizi aldatıyor.

Kürsünün içinden, derin derin "Haşa! Haşa! Haşa!" sesleri geliyordu. Reis devam etti:

—    Evet, aldanıyoruz, Bucaklılar, aldanıyoruz. Meselâ bu şarlatan "Utlub-ül ilme min el mehdi ilel lâhd" diyecek yerde "Minel lâhdi, ilel mehd" diyor. Bu haşa huzurunuzdan uzun kulaklı bir mahlûka yakışacak derecede ağır bir hitaptır. Bundaki mana farkını anlıyor musunuz?

Bucaklıların en ön sıralarda oturan en ateşlileri:

—    Hayır, anlamıyoruz. Biz Arap mıyız? diye mukabelede bulundular.

—    Vakıa değilsiniz. Anlamak vazifeniz değildir. Fakat ders vermek iddiasını güden bir âlim bunu bilmelidir. Bu şarlatan evvelâ bunu yanlış söyledi. Hiç olur mu efendim, "mezardan beşiğe kadar?..." Hayır, "Beşikten mezara kadar..." olacak. Yani "İnsan doğduğu zamandan öleceği âna kadar" demektir. Bizi hemen iki seneden beri aldatan bu şarlatanı nihayet İşte böyle cürmü meghut halinde yakaladım. Arapça bilmiyor. Sonra "mezardan beşiğe kadar" yani "ölümden doğmaya kadar" diyecek derecede mantıksız bir cahil..

Bütün salon bu "cürmü meşhut" karşısında sessiz kaldı. İki senedir tapındıkları mabutları İşte böyle kazara devriliyordu. Bucağın bu anda ruhuna, hissiyatına ancak Frenklerin "muvman kritik"  dedikleri terkibi tercüman olabilirdi. Reisin gözleri parlıyordu, İşte nihayet hasmını yere sermişti. Fakat.

Fakat yere serdim sandığı hasmı yavaş yavaş bacaklarının arasından yükseldi. Kafasını meydana çıkardı. Bir eliyle reisin omuzunu tuttu. Diğer elini Bucaklılara uzattı:

—    Hiç biriniz kımıldamayın. Ey reis, sen de kımıldama. Artık sen manen öldün.. Çünkü cehaletin fena halde meydana çıktı. Ey Bucaklılar, iki dakika beni dinler misiniz? Bunu vadediyor musunuz?

Reis omuzundaki Efruz Beyin eline şiddetle vurdu:

—    Hâlâ şarlatanlık, hâlâ şarlatanlık.

—    Şarlatan sensin!. —Sensin.

—Sensin. —Sensin.

—    Artık bu kürsüde laf söylemeye senin hakkın yoktur.

—    Senin hakkin yoktur.

Efruz Beyle reis birbirlerinin boğazlarına sarıldılar. Bucaklıların kürsüye çıkmaları "dahilî nizamname" ile menolunduğu için gidip ayıramıyorlardı.

—    Bu, beni tahkir!

—    Asıl beni tahkir!

—    Düello...

—    Tenezzül etmem..

Bucağın kahvecisi reisi kurtarmak için hemen arkadan fırladı. "İki çay parasını inkâr etti" diye Efruz Beye zaten garezi vardı. Kürsüye koştu. Efruz Beyi boğazından yakaladı, yere indirdi. Yere inen Efruz Bey hâlâ metanetini muhafaza ediyordu. Avazı çıktığı kadar:

—    Hak, hakikat boğuluyor, ey Bucaklılar. Bana müsaade ediniz. Çıkayım haklı olduğumu söyleyeyim. Eğer reis haksızlığına emin değilse buna mani olmasın. Ben söyleyeyim, o da söylesin. Siz hükmediniz. Siz hakem olunuz, burası Engizisyon olmasın. Viktor Hugo hazretlerinin dediği gibi "Müsademe-i hakikat barika-i efkârdan doğar."

Salonda büyük bir gürültü koptu. Ekseriyet Efruz Beye taraftardı. Zaten reİşten bıkmışlardı. Bu adam her şeye karışıyor, kendisinden başka söz söyleyene meydan vermiyor, konferansları kesiyor, her şeyi piç ediyordu. Daima fikri "Hep ben hâkim olayım" idi. Hem demek onun maksadı orada, köşede, büyük beyaz sobanın dibinde sakin sakin oturup konferans dinlemek, istifade etmek değilmiş. Pusuda imiş! Efruz Beyin küçük bir hatasını yakalar yakalamaz aç kurt gibi atıldı. Evet, ekseriyet Efruz Beye taraftardı. Çünkü Bucağın daimî misafiri olan Rusyalı talebe Efruz Beye "Bizgim Tolstoygumuz!" derlerdi. Efruz Bey gündüz fikirlerini propaganda ederken onlara: "Asıl Türkler sizsiniz. Türkiye Türkleri Türk değildir. Dejeneredirler. Biz medeniyeti sizden alacağız. Hepimiz Tatar olacağız. Kazgan'da, Orenburg'da çıkan âlimlerin bir tanesini Türkiye yetiştirebilmiş mi? Hatta Rusların terakkisi bile sizin yüzünüzdendir." derdi. Sonra bu ilim fikrine gayet amelî bir proje de ilâve ederdi:

"Ben Bucağa reis olursam evvelâ burasını resmî bir akademi gibi hükümete kabul ettiririm. Sonra size yalnız oda, yatak değil, günde dokuz defa da yemek verdiririm. Hepinizi millî akademiye maaşlı tabiî âza yaparım." İşte böyle propagandalarla Bucağın Tatar kısmını, şimal kuvvetini kendine temin eden Efruz Bey öyle, şüphesiz bir cahilliği meydana çıktı diye kürsüden vazgeçemezdi. Bağırdı, çağırdı. Salonda belki cinayetler olacaktı. Nihayet reisle Efruz Bey ayrı ayrı dinlenilmek şartıyle musalâha yapıldı. Herkes yerine oturdu. Efruz Bey:

—    Evvelâ ben söyleyeceğim, sıra bendedir, diyerek kahvecinin darbesiyle beş dakika evvel yuvarlandığı kürsüye tekrar muzafferane çıktı:

—    Dinleyiniz, dikkatle dinleyiniz. Eğer ben şarlatan isem beni bir daha bu Bucağa koymayınız. Fakat reis şarlatan ise... ben ondan bir şey istemiyorum. Yalnız onun şarlatanlığını, bana haksız hücum ettiğini ispat edersem bana tarziye verir mi?

Reis hakkından emin olanlara has bir tereddütsüzlükle:

—    Veririm, veririm, ispat et bakalım, diye haykırdı.

Bütün salonun üzerinde ne kesif bir "ezmine-i tenkıdiye"   havası dalgalandı. Herkes merak ediyordu. Bu kadar sarih bir hatadan Efruz Bey nasıl yakayı sıyıracaktı?

—    Dinleyiniz, dikkatle dinleyiniz. Benim için reis "Arapça bilmiyor" diyor. Bunu reddederim. Vakıa bir Türk için bu bir kusur değildir. Fakat ben mükemmel Arapça biliyorum. Araplar benim kadar Arapça bilmezler.

Reis kendini tutamadı, güldü:

—    Bu nasıl olur?

—    Bayağı olur. Çünkü Araplar benim gibi İbranîce bilmezler. Ben İbranîce de bilirim. Sair lisanların hepsini bilirim.

Reis yine kendini tutamadı:

—    Ne malum?

—    İsteyen imtihan edebilir. Benim bu lisanları bildiğim her ne kadar Türkiye'de meçhul ise de Avrupa'da öyle değildir. Herkes beni tanır. Hatta Max Nordau  müşküllerini hal için bana mektup yazar. Yarın onun İbranîce mektuplarını getirir hepinize gösteririm.

Ne ise sadede gelelim. Evet, ben Arapça pek iyi bilirim. Söylediğim sözü de biliyorum. "Min-el lâhdi ilel mehd" dedim, yani "mezardan beşiğe kadar." Bu sözde reis bir yanlış var zannetti. Sonra inkâr etmemesi için tekrar bunu kendisine soracağım, cevabını hepinizin huzurunda tekrar aldıktan sonra benim doğru söylediğimi, onun bu sözümü anlayamayacak kadar cahil olduğunu ispat edeceğim. İşte reis bey, size soruyorum. "Min-el lâhdi ilel mehd" yanlış mı?

—    Evet yanlış.

—    Sonra pişman olacaksınız. Buna emin misiniz ?

—    Herkes gibi eminim.

—    Pekâlâ! Bucaklılar. Ey Darülfünunun sıralarında dirseklerini çürüten, geceleri dağ gibi büyük kitaplar üzerinde gözlerinin nurlarını solduran gençler! Size hitap ediyorum. Çünkü reis söyleyeceklerimi anlamaz. İşittiğime göre hiç mektep görmemiştir. Mantıkta bir "tahlil, terkip" vardır. Biliyor musunuz?

Bucaklıların zaten bundan başka bildikleri şey yoktu: bağrıştılar:

—    Biliriz.

—    Bir de "istidlal, istikra" vardır. Biliyor musunuz?

—    Biliyoruz.

Reis aptallaşıyordu. Çünkü o, vaktiyle mantığı inkâr etmiş olan bir nesle mensuptu. Mantık, hep laf, hep boş sözdü.

Cevabına güzel bir zemin hazırlamak için -mutadı veçhile- yanında duran genç bir Robert Kolejli'ye yavaşça sordu:

—    Bu "istidlal, istikra" ne demek?

—    Galiba "gitmek, dönmek" olacak. Efruz Bey yumruğunu kürsüye vurdu:

—    Pekâlâ... İstidlal mebdeden neticeye doğru yürümektir. Bu, riyaziyata mahsustur. Riyazi meselelerde bir mebdeden kalkarız, derece derece neticeye ineriz. Fakat tabiî ilimlerde iş değişir. Tabiat sahasında usul "istikra" ya istinat eder. İstikra neticeden "mebde" e çıkmak demektir. Anlıyor musunuz?

—    Anlıyoruz.

—    Anlıyoruz.

—    Su gibi anlıyoruz.

—    Pekâlâ; gürültü yok! İçtimaî hadiselerin ilmine "içtimaiyat" derler. Bu ilim, tabiî ilimlerden sayılır. Demek bunda usul, istikra, yani "netice"-den "mebde" e doğru çıkmaktır. Ben zaten bahsediyordum. Yaz tatilinden! değil mi? O halde bu riyazî bir hadise değildir. Ya nedir? Şüphesiz içtimaî, yani tabiî bir hadise! Pekâlâ demek ki içtimaî ve tabiî bir usulü takip etmekliğim icap ediyordu. Eğer "beşikten mezara kadar" demiş olsam "mebdeden neticeye doğru" yürümüş olacaktım. Sözüm büsbütün cahilane olmazsa da tam ilmî bir mahiyeti, haiz bulunmazdı. Çünkü ben riyaziyattan bahsetmiyordum. Onun için "mezardan beşiğe kadar" dedim. Yani neticeden mebdee doğru yürüdüm. Reis Bey cahil olduğundan bunu anlamadı. Fakat ben onun cahilliğini affederim. Çünkü bu hal pek tabiî, pek içtimaî bir hadisedir. İnsan ne kadar tabiî kalırsa o derece cahildir. Bizde ne kadar tabiîlik varsa hepsi cahillikten gelir.

Bucakta ıstılahların büyük bir icazı vardı. Evvel zamanda nasıl âyet, hadis olmayan bir Arapça cümle müthiş bir kuvveti haiz ise bugün de -hatta hiç tarifine ihtiyaç gösterilmeyen- rastgele bir ıstılah aynı korkunç, müthiş kuvveti haizdi. Kalbur samanda iken âyet, hadis: olmayan bayağı Arapça bir cümlecik ile koca bir padişah bir imparator nasıl kesilirse bugün de hakikatte manası olmayan atmasyon bir ıstılah ile en mufassal mesele halledilir, en meşhur bir adamın cehaletine hükmedilir. Yani manen kafası kesilirdi. Efruz Bey İşte bu ıstılah cellâtlarından biriydi, münakaşaya girişti mi ıstılahlar atmaya başlar, bu atılan şeylerin karşısında kırk ikilik gülleler gibi hiç bir mantık, malumat blokhavzı dayanamazdı. Reis de artık söyleyeceğini bütün bütün şaşırmıştı. Ne cevap verecekti? Yapılan "ilmî istikra" imiş! Ellerini ovuşturmaya başladı. "Evet, Ocaklılar, evet kardeşler... muazzez refiklerim." Yutkunuyor, fakat arkası gelmiyordu. Göğsünü hemen otuz santimetre daha kabartan Efruz Bey tekrar kürsüye vurdu:

—    Ey Reis Bey tarziye ver bakalım.

Derin bir sükût! Bütün gözler kürsüden Reis Beye, Reis Beyden kürsüye... Hiç ses, şada yok. Mağlûbiyet müthiş! Ezici! Ani....

—    Ey Reis Bey, tarziye ver bakalım.

Bucaklılar arasında tehditkâr bir fısıltı... "Ne demek! Vermeli, vermeli ya... Bu haysiyet meselesi.."

Efruz Bey, Reisin feci haline dayanamadı. Gayet âlicenaptı. Bu âlicenaplığı İstanbullular tarafından maskara edilen o hakikî asaletinden ileri geliyordu. Bir anda ecdadı, Kızıl Hanlar gözünün önünden geçti. Büyük babası Tanrı kendinden daha küçük ilâhları, olanları affetmez miydi?

—    Ma'raz-i hacette sükût ikrardan gelir, diye haykırdı. Reis Bey sizi tarziye vermiş addediyorum. Sıkılmayınız, bir daha bir âlime itiraza kalkmayınız.

—    Teşekkür ederim.

—    Estağfurullah.

Yine bir alkış tufanı koptu. O gün celseye böyle nihayet verildi. Bucak yaz tatilini reddetti. Temmuz, haziran aylarında da içtimalar olacaktı. Reis Bey bu kahkarî hezimetinden sonra Efruz Bey tehlikesini anlamıştı. Efruz Bey, duvara resmi asılmakla iktifa edecek bir tip değildi, İşte o vakit onun heykelini yaptırmak emeline düştü. Bu heykel eski çini taşlarının dökülmesinden hâsıl olma bir sima ile yapılacaktı. Enliliği, boyu Türklerin mukaddes âdetlerine müsavi olacaktı; eni beş, boyu dokuz metre..

Bunu işittiği zaman Efruz Beyin monoklü tam on dört büyük adım, yani beş ile, dokuz metre ileriye fırladı.

—    Ne?

—    Bu, en büyük şan, en büyük şeref! deniliyordu.

—    Ne?

Efruz Bey budala mıydı? Başını salladı. Alkışçıların yerden alıp kendine verdikleri monoklünü gözüne iyice yerleştirdi.

—    Yaşayan adamın heykeli yapılmaz! diye haykırdı.

O aptal mıydı? Kurnaz reis onu sağken taş haline getirecek, donduracaktı. Ürktü, manevî, sebepsiz bir korku, soğuk bir ürperme rüzgârı gibi topuklarından yukarı yürümeye başladı. Safa ile Cefa masalında Cefa'nın nasıl taş kesildiğini hatırlıyordu. Evvelâ dizlerine kadar, sonra göbeğine kadar, sonra boğazına kadar... Sonra...

—    Yaşayan adamın heykeli yapılmaz.

Efruz Bey şiddetle bu şerefi reddetti. Bir an gözünün önüne heykeli geldi. Demek artık Bucak'ta kendisi bir zâir mesabesinde kalacaktı. Herkes gibi mahcubane girecek, yavaş yavaş heykeline yaklaşacak, herkesle beraber kendini seyredecekti ha. Bu ne korkunç bir haldi! Öldükten sonra, ruhumuzun havaya uçarken bir kere dönüp yatakta kalan soğuk ve sarı nâşımıza yabancı bir nazarla bakması gibi.

* * *

Efruz Bey, Bucaktan yaz tatilini kaldırmaya muvaffak olduktan sonra haziran, temmuz, ağustos aylarında geceli gündüzlü konferanslarına devam etti. Bu konferanslara Bucakta serbest dersler denilirdi. Bunlar birkaç seriden ibaretti.

Efruz Bey tamamıyla değişmişti. Bugün, dün söylediklerinin zıddını anlatıyor, yarın büsbütün başka fikirler ortaya atıyordu. Hareli bir kumaş gibi mütemadiyen rengini değiştiriyor, ama muayyen iki üç renkten harice çıkamıyordu. Bucaklılar:

—    Efendim, dün buyurmuştunuz, deyince:

—    Evet, inkâr etmiyorum. Fakat bugün de böyle buyuruyorum, diye mukabele ederdi: "Dün gece okuduğum kitaplar fikrimi değiştirdi. Ben eşek miyim, sizin gibi daima bir fikir üzerinde ısrar edeyim!.."

İlk derslerde yeni lisancılarla eski lisancılara hücum ediyordu:

—    Türkçe, Türkçedir, diyordu, birtakım türediler, (affedersiniz Bucaklı kardeşlerim, bu türedi tâbiri benim değil, en büyük bir Türkçünündür. Ben yalnız tekrarlıyorum.) evet birtakım türediler bir vakit ortaya bir iddia fırlattılar. Hakikî canlı lisan, konuşulan usanmış! İstanbul Türkçesi imiş! Bu konuşulan tabiî lisanla yazmak kâfi imiş! Düşününüz böyle bir ihtimal kabul olunursa herkes muharrir oldu demek! Herkes kalemi eline alınca yazmaya başlayacak! Fransızlar, Almanlar, Bulgarlar gibi... Ayrıca lügat öğrenmeye, kaideler öğrenmeye lüzum yok. Âlâ terkib-i vasfî, vasf-ı terkibiler, Arapça, Acemce zarflar, edatlar, o güzelim cemi mükesser kaideleri hep cicos ha? Böylesi olmaz! Yeni li-sancılar işin kolayına gitmek isteyen birtakım tembel cahillerdir. Bir şey öğrenmesinler, kulaktan, hayattan öğrendikleriyle iktifa etsinler!.. Bununla beraber ben eski lisancılarm da aleyhindeyim.

Onların işi de, yeni lisancılarınki kadar değilse de, yine kolay... Alâ kafiye lügatleri... Koca koca vasf-ı terkibi, terkib-i vasfı defterleri! Bir şey icap etti mi hemen defterlerini açarlar, parlak terkiplerden her cümlenin içine birkaç tane atarlar. Alaşağı! İşte sana mükemmel bir eser... "nahüda-yı hüda naşinas, ahkümekâr, nahcir, şiriyetken, yed-i ahenin" ilâ ahırıhi vel-baki ve gayrihim.

Eski lisancılarm en âlimlerinden merhum Ahmet Şuayb'in metrukâtı içinden büyük bir "Arapça, Acemce terkip" defteri çıkmıştır. Anlaşılıyor ki yazıları kendisi yazmadan birkaç sene evvel, Gaston Deschamps tarafından çalınıp "La vie et leş livres" yani "hayat ve kitaplar" unvanı altında neşrolunan, büyük âlimimiz o parlak terkipleri hep bu defterinden çıkarıyormuş. Diğer eski lisancılarm da böyle mükemmel, büyük terkip defterleri olduğu rivayet olunuyor. O halde meslek zannolunduğu kadar güç değil. Ben de, siz de pekâlâ yapabiliriz. Ne derin bir say, ne nihayetsiz bir tetebbu ister!.. Ah, hele o yeni lisancılar... Bunların ismini anınca sinirlerim oynar. Söylendiği gibi yazmak kolaylığın adını "tabiîlik" koymuşlar. Hâlbuki sanat sunîdir. Tabiatın gayrıdır. Haricîdir. Her "tabiî şey" âdi demektir.

... Ders devam ettikçe Bucaklılar "Yaşasın, yahut kahrolsun lügat" diye haykırışırlardı. Efruz Beyin lisan hakkındaki fikirleri onlara pek mülayim, pek ilmî geliyordu: Asıl Türkçe, en eski Türkçedir!.. "Her lisan kendi cezirlerinden değil, tasarruflarından mürekkeptir." düsturu reddolunuyor, "Her lisan kendi cezirlerinden ibarettir." hakikati kabul olunuyordu. Efruz Beye göre Türkçedeki lahikaların hepsi "edat"di. Bunları artık serbest serbest kullanabilmeliydik. Meselâ "eldiven" kelimesi... Buradaki "diven" bir edattı. Çoraba pek güzel "ayakdiven" diyebilirdik. Lisana, hatta konuşma lisanına ne kadar Arapça, Acemce, Frenkçe kelimeler girmişse hepsi atılmalıydı. Türkçesi olmayan, Tatarcadan, Moğolcadan alınıp Türkçe lahikalarla birleştirilmeliydi. Meselâ geceye tün, merkebe bingeç denmeliydi. Birkaç ders içinde Efruz Bey lahikalarla yüzlerce kelime uydurmuştu. Bucaklıların bunları kabul edip ezberlemesi kâfiydi. Sonra Efruz Bey bunu hükümete asıl resmî, millî lisan diye kabul ettirecekti. Hükümet emreder etmez bütün ahali bülbül gibi beş bin sene evvelki Kıpçak, Uygur Türkçesini konuşmaya başlayacaktı. Bucaklılardan biri:

—    Bu mümkün olabilir mi? diye bir şüphe gösterince Efruz Bey taştı:

—    Niçin olmasın? Sizin imanınız yok. Hâlbuki her iğin başı imandadır. İnsan uçacağına iman etse serçe kuşu gibi uçar. Nitekim Aynaroz'daki papazlar uçacaklarına iman ettikleri için uçarlar. Hazreti İsa Efendilerinin yanına giderler. Hâlbuki ne kanatları vardır, ne de uçkuçları...

—    Ne efendim, ne?

—    Uçkuç..

—    Uçkuç ne?..

—    Tayyarenin Türkçesi.. Hatta ben seyahatim esnasında Aynaroz'da bir papazın havaya uçtuğunu, şu size bakan gözlerimle, gördüm. Yemin ederim. Elinde teşbihi vardı. Salladı. Derin bir haç çıkardı. Göğe baktı. Tıpkı bir esir gibi yavaş yavaş havaya yükseldi. On dakika sonra havada bir sinek gibi görünüyordu. Yarım saat sonra bir nokta kadar bile görünmedi.

İşte orada siz imanın kuvvetini görmeliydiniz.

Şimdi siz de Türkçenin en eski Türkçe olduğuna iman ederseniz iş bitti demektir.

Bütün Bucaklılar asıl Türkçenin en eski Türkçe olduğuna hemen iman ediyor, şehadet getiriyorlardı. Uygurca, Yakutça, Mongolca kelimeler havayı dolduruyor. Herkes beş on bin sene evvelki lehçelerle şakıyordu. Manaya kimsenin ehemmiyet verdiği yoktu. Fakat sesler, sadalar oldukça iptidaî idi. Eğildi, kürsünün yanında bir grupun konuşmasına dikkat etti. Pek lâtifti:

—    İskacı itgam mağay?

—    Tangırgiz garcudağez..

—    Minkir taçgam orakza minkütati.

Atılbik kişinin tura kütardilar.

Tışka çıkalgım.

Tukima birsayı nodon birla tüzletim.

İşte Türkçe buna derler. Efruz Bey hemen kürsüden atladı. Arzu ettiği eski Türkçeyi konuşan Bucaklıların ellerini sıktı:

—    Kut itargam, kut itargam.. (tebrik ederim, tebrik ederim.)

Boyunlarına sarıldı. Hepsini öptü. Öyle yanık bir milliyetperverdi ki milliyetinin bu ani, bu mu-cizekâr tezahürü ona inci gibi gözyaşları döktürdü. Ağlıyordu. Evet, demek ki herkes hiç olmazsa her Bucaklı asıl lisanını biliyormuş! Tarihî Türk grameri hepsinin sinesinde gömülü imiş!. Henüz kendisi (z) lerin (s), (e) lerin (g) olduğunu, yirmi sekiz harfin asıl esası "ga, gu, ti, giz, yiğ, gaç" hecelerinden, iştikaklarından ibaret olduğunu anlatmamıştı. Ama buna hacet var mıydı? Pekâlâ, doğru olarak konuşuyorlardı. Tekrar kürsüye fırladı. İki yumruğunu birden sıraya vurdu. Çıngırağı kaptı. Hızlı hızlı salladı. Asıl eski Türkçe fırtınasının çakıllı çukullu gürültüsü dinince aynı lisanla:

—    Buğcağlılar! dedi.

Fakat Bucaklıların hepsi lafını anlamadı. Bunu pekâlâ sezdi. Çünkü kendi daha eski, gayet eski bir şive ile söylüyordu. Bir kere de bugünkü İstanbul Türkçesiyle tekrarladı:

—    Bucaklılar! Şimdiden sonra derslerimize bu eski Türkçe ile devam edeceğiz. Yarına kadar hepiniz bilmediğiniz sigaları, lügatleri öğrenmelisiniz.

Zavallı Bucaklıların hepsi, hatta o gece, tıpkı Efruz Beyin tetebbuatını yaparken sarf ettiği cent gibi fevkalbeşer bir kuvvet, bir dikkat sarf ederken yüz binlerce kelime, siga falan öğrendiler. Fakat yazık ki bu korkunç zahmetleri pek boşuna gitti. Çünkü ertesi akşam Efruz Bey değişmişti. Dün geceki basit fikri bu akşam mürekkeplisinin aksa-sını geçmişti.. Kürsüye çıkınca bermutat:

—    "Yaşayan değişir" hakikatini savurdu; evet Bucaklılar, ben sizden ayrıldıktan sonra dün gece ölmedim. Yani uyumadım. Yaşadım. Yani okudum. Tamam yüz yirmi cilt kitap okudum.

Arka taraflardan:

—    Anlamıyoruz, anlamıyoruz. Türkçe söyleyin!

İtirazları işitildi.

—    Pekâlâ anlarsınız. Şimdiye kadar eski Türkçe ile konuşmuyordunuz ya? Bu akşam onu size söyleyeceğim ki asıl cezirlerinden mürekkep bej bin sene evvelki Türkçe, tasfiyecilerin mefkûresi olan bu mübarek lisan artık bugün konuşulamaz. "Niçin" diye soruyorsunuz?

Seciyeleri, mütemayiz vasıfları "iman, itikat" olan Bucaklılar yine hiç seslerini çıkarmadılar.

—    Sormuyorsunuz, susuyorsunuz. Ama ben size söyleyeceğim. Niçin? Çünkü asıl Türkçe basittir. "Basit" hakikat olamaz. Hayaldir. Hakikat mürekkeptir. Öyle ise hakikat olabilecek lisan mürekkep olan lisandır. Biz fevkalâde mürekkep bir lî-sana taraftar olmalıyız.

—    Evet, evet...

—    Bu çok doğru...

—    En doğrusu buydu...

—    Yaşasın Efruz Bey!

—    Varolsun..

Ve ilâh...

Şimdi bütün Bucaklılar "mürekkep lisan" taraftarı idi. Efruz Bey fahrî talebelerinin bu temayüllerini keşfettiği için sevindi. Mürekkep Türkçe için bütün umdelerini birkaç derste anlattı. Yine evvelâ yeni lisancılardan ayrılıyordu. "Onlar her ne kadar şimdiye kadar lisana girmiş Arapça, Acemce, Frenkçe kelimelerin ipkasına taraftarlar ise de Türk harfinin haricindeki ecnebi kaideleri kabul etmiyorlar. Millî Türk harfinin tamamiyetini istiyorlar. Hâlbuki bu da bir cihetten basitçilik sayılır." diyordu. Onun fikrince Türkçe: "Arapça, Acemce, Frenkçe, Almanca, Rumca, Latince" lisanlarından mürekkep mükemmel bir lisan olmalıydı. Ecdadımız Arapça, Acemce kaideleri çok kullanmışlardı. Her ne kadar bunlar konuşulan lisana geçmemişse de hükümet şimdiden sonra gayret ederek, ahaliyi cebrederek pekâlâ geçirebilirdi. Fakat bu Arapça, Acemce kaideler Türkçe kelimelerde de kullanılmalıydı. Meselâ "evimin kapısı" denecek yerde Farisî kaidesiyle "kapıyı evim" denilmeliydi. Sonra Türkçeye birçok Frenkçe kelimeler de girmişti. Bu zavallı kelimeler için hiç olmazsa lütuf makamında birkaç Fransızca gramer kaidesi kabul etmemek en büyük bir haksızlıktı. Öyle ya, Arapça, Acemce kaideler vardı. Niçin Frenkçeler için olmasın? Meselâ niçin "istasyon direktörü" denilmeliydi? "Direktör do stasyon" en haklı en mantıkî bir telâffuzdu. Hem de "do" edatı Farisî "i" edatından daha kullanışlı bir izafet edatı idi. "Hokka-i gülbeşeker" diyecek yerde "hokka do gülbeşeker" demek daha iyi değil miydi?

... Efruz Bey, lisana dair son verdiği dersten sonra kâtip tarafından yapılan "Compte rendu" ye baktı. Şu idi:

1    — Türkçe, esasen Arapça, Acemce, Frenkçe, Almanca, Latince, Rumcadan mürekkeptir. Diğer lisanlardan kelimeler de alabilir.

2    — Türkçede aslen Türkçe olmayan bütün ecnebî kelimeler kendi millî gramer kaidelerine tâbidir.

3    — Arapça, Acemce, Frenkçe, Almanca ilâh, terkip cem kaideleri aslen Türkçe olan kelimelerde de kullanılır; misal:

Elmasunül karım — Karımın elmaslar. Atan kırmızı — Kırmızı atlar. Le vazife do me biraderler — Biraderlerimin vazifeleri ilâh...

4    ... Ecnebi edatların hepsi, bilhassa Farisî "ya-yı nisbet" Türkçe kelimelerde kullanılır, pek güzel yeni sıfatlar teşkil olunur. Misal:

"Hayalî, ezelî, edebî, ilmî" gibi "güzeli, çirkini, hüzî, dikî, inişî, yokuşî" denilir. Eski lisanla: "Ziraî, mimarî, irfanî, terakkıyat-i ameliyemiz gayri kabil-i red-d-i inkârdır" demek mürekkeptir. Ama az mürekkeptir.

Türkçe kelimelerle de bu mürekkepliği muhafaza edebiliriz: "Ekim, yapıî, bilgiî ilerlemeiyat-ı yüksekiyemiz gayri kabili yok demek ve red-detmeklir."

Efruz Bey:

—    Tam İşte bizim müstakbel sarfımız! diye haykırdı, fakat dört madde. Bu adet mukaddes değildir, bir madde daha lâzım... yazınız:

Kâtip kâğıdı aldı. Dinleyenler son maddenin ne olacağı için hep kulak kesilmişlerdi. Efruz Bey yavaş yavaş, tane tane söyledi:

"Madde beş: Yukardaki maddeleri gerek konuşurken, gerek yazarken, gerek okurken bütün millet tatbik etmeye memurdur."

Yine bir alkış tufanı... bir alkış tayfunu, bir alkış zelzelesi, hayır, bir alkış kıyameti... Hemen herkes bu beş maddeyi yazdı. Hemen bu maddelere göre konuşmaya başladılar. Efruz Beyin "yayı nisbeti" Türkçe kelimelerde de kullandırmak eskiden beri en birinci emeliydi. Bunun için aylarca propaganda yapmış, yorulmamış, bıkmamıştı. Bu fikrini ne yeni lisancılar, ne de eski lisancılar kabul ediyordu. Nihayet bugün İşte dersinde bunu umuma kabul ettirmeye muvaffak olmuştu. Bucaklıların mecmuu iki üç yüzü geçmezdi. İstedikleri şeyi millet namına kabul ederler, kendileriyle beraber aynı fikri herkesin kabul ettiğine samimî bir iman ile kani bulunurlardı. Efruz Bey de bir Bucaklı gibi aynı kanaatte idi. Tasfiyecilikten, lisandaki basitçilikten, "en eski Türkçe" taraftarlığından bir gece içinde böyle son derece mürekkep, karışık bir mürekkepçiliğe-dönen Efruz Beyin edebiyata dair verdiği dersler vakıa daha ilmî, daha mükemmeldi. Lâkin mürekkep bir lisanla söylenilmişti.

Ancak Bucaklılar anlayabiliyordu. Hariçten birisi işitse mümkün değil neden bahsolunduğunun farkına varamazdı. Efruz Bey yine kürsüye çıkar çıkmaz:

—    "Yaşayende dar tebeddül ederest" hakikatini savurur, sonra monoklünü güzelce gözüne yerleştirirdi; edebiyat bir gayet ter güzelest ol bir cihanı bîdibest. Senbolizmiyat, kılâsike-i eskiyan ve sairun pek karma karışıkiyeti harikulade ve lâhav-arz eder, elhak, ammaki bu dahi bir yamanlıkıyet, bir faikiyettir ki edebiyatı diğer budun anda bulunmayan bir yed-i yesarı irfan sayılır. Hatta.. Cebel-i esved padişahı Nikolay Amimüşşim vaktiyle yazdığı piyes-i merkâmerkte, ilâh...

Bu dersler, lisan derslerinden daha çok sürdü. Efruz Bey terakki, teali ancak geriye dönmekle mümkün olabileceğini ispat ediyordu. Nedim,

Baki, Nefî opera haline geçirilmeliydi. Hele "Nailî-i Kadim!" "Bu bir haliktir" diyordu. Her gazelinden bir trajedi çıkabilirdi. Süruri ile

Aristofan arasında münasebetler buluyor, Sully Prodhomme'un, eser-rini Ahmet Neylî'den intihal etmiş olduğunu meydana çıkarıyordu. Efruz Beyin edebiyattaki bu derin vukufu herkesi hayretler içinde bıraktı. Vezin meselesinin halli, artık tamamıyla ona kalmıştı. Eski lisancılar Acem aruzu, yeni lisancılar millî aruz taraftarıydı. Efruz Bey "tarz-ı benan" dediği parmak hesabından nefret ederdi. Eski lisancıların "efail tefail" ini de kabul etmeği kibrine yediremiyordu. İkisinin haricinde bir şey... Öyle bir şey ki ne Acem aruzu, ne de parmak hesabı! Daima:

—    Arıyorum, hem buldum. Bunu size bir gün göstereceğim, derdi.

Bu iki ahvalin haricindeki icadını Bucaklılar çok beklediler. Fakat Efruz Bey gösteremedi. Hain, garezgâr muterizler:

—    Elkimya, elkimya, bu olacak şey değil..

Diyorlardı. O meyus olmuyor, "bulduğunu söylediği şeyi" bulmaya  çalıştıkça evvelden olan malumatlarını da kaybediyor, tıpkı –Türkçeye  yedi yüz sene evvel ilk defa Acem aruzunu sokmaya çalışan Sultan Veled  gibi- bahri remel vezinleriyle şiirler yazıyor, müzehanedeki Asurî tabletleri kadar "taze ve ter" yenilikler gösteriyordu.

* * *

Fakat Efruz Beyin asıl ilmi, serbest tarih derslerinde belli oldu. Bucaklılar, ulema, edipler, müverrihler, bütün Türkiye, Avrupa'daki bütün müsteşrikler derin bir hayrete düştüler. Pastör nasıl tababeti değiştirmiş ise Efruz Bey de şimdiye kadar bilinen tarihi öyle değiştirmişti. (Yaşayan değişir!) demek bu canlı bir tarihti! "Amasya Tarifti" müellifi pek eski zamanlara ait sandığı masallarının daha dünkü vakalar olduğunu anladı. Efruz Bey Türklerin Amerika'dan geldiklerini ispat •ediyordu. Hilkatten biraz sonra büyük bir zelzele neticesi olarak Amerika Asya'dan ayrılmıştı. Yalnız Kamçatka bir köprü gibi kalmıştı. Türkler İşte bu toprak- köprüden geçmişler, tarihin haber verdiği devletleri kurmuşlar, muharebeler yapmışlardı... Bütün bu derin tarihin devirlerini cam akisleriyle gösteriyor, bir satırda en aşağı on ıstılah kullanıyordu. Herkes anlayamıyordu. Fakat dinliyorlardı ya... Bu kâfiydi. O, ıstılahlarına devam ediyordu. Zoolojik, jeolojik... İlâh, hep Latince kelimeler... Ne yapalım. Henüz bizim lisanımız ilme tercüman olamazdı!

Efruz Bey o hatırdan çıkmaz tarih dersleriyle anlattı ki biz Türk değiliz; asıl Türk olanlar Amerikalılardır. Tarihte bazı milletler vardı. Lisanlarını kaybettikleri halde, hatta bazan millî dinlerini de değiştirdikleri halde milliyetlerini muhafaza ediyorlardı. Meselâ Yahudiler... Lisanlarını kaybetmişlerdi. Bugün Türkiye'dekiler İspanyolca konuşuyorlardı. Fakat

Yahudilik bakiydi. Asıl Türkler, yani Amerikalılar lisanlarım kaybetmişlerdi. Bugün İngilizce konuşuyorlardı. Fakat milliyetleri bakiydi. Bu milliyet öyle bir şeydi ki şuurlu olmasına ihtiyaç yoktu.

Bu tarihî keşif ilim âleminde hakikaten büyük bir gürültü hâsıl etti. Efruz Bey Ressam Dersimî'-ye yaptırdığı "asar-ı atika" resimlerinin fotoğraflarını gösteriyor, duvara aksettiriyor, hiç kimsede şüphe bırakmıyordu.

Efruz Bey tarih derslerine nihayet verirken şu sözleri ilâve etmişti:

—    Bucaklılar! Ahmet Mithat Türkiye'de saltanat hanedanından başka Türk olmadığını ispat ettiği halde yine Afrika zencilerinin Türk olduklarını meydana koymaktan geri durmamıştı. Amasya Tarihi müellifinin buluşları da az değildir. Necip Asım Beyi de unutmamalı. Müverrih -Ahmet Refik Sümer- Akad, Hititlerin Türk olduğunu, diğer millî bir müessesede anlattı. Fakat benim bulduğumu kimse bulamadı. Ben Amerikalıların Türk olduklarını buldum!.

Efruz Beyin şöhreti bu serbest derslerle o kadar büyüdü, o kadar büyüdü ki Bucağın bacalarından taştı. Bütün şehre, bütün memlekete, bütün arza yayıldı. Cenubî Amerika gazeteleri bile resimlerini bastılar, İstanbul'da artık onun resminin bulunmadığı yer yok gibiydi. Bütün fotoğrafhanelerde ayrı ayrı vaziyetlerde resmini çıkaran Efruz Bey pazarlıkta daima şu şartı tekrarlardı: "Fakat resmim üç sene camekânmızda duracak!" Fotoğrafçı bunun sebebini anlamayıp yüzüne bakınca hiç aldırmaz, devam ederdi:

—    Bu şart niçin? Biliyor musunuz? Fotoğrafımı iyi yapman için bir garanti... Çünkü fena yaparsan camekânına asamazsın. Bundan başka...

—    Bundan başka, fazla bir para da vereceksiniz tabiî...

—    Hayır canım; fazla para değil. Sen benim kim olduğumu bilmiyorsun? Meşhur adamların resimleri fotoğrafçılar için bir "reklam" sayılır. Herkes "Mademki bu büyük adam fotoğrafını burada çıkarmış, burası mahir bir sanatkâr atölyesi olacak!" der. Hemen resmini çıkarmaya karar verir. Hatta siz benim gibi meşhur adamların resimlerini bedava çıkarıp kartpostal yapmalısınız.

Efruz Bey lafını uzatır, fakat fotoğrafçının merak edip hâlâ ismini sormadığını görünce dayanamazdı:

—    Azizim siz beni tanıyor musunuz?

—    Hayır efendim.

—    Ciddî mi söylüyorsunuz?

—    Pek ciddî.

—    Beni tanımıyorsunuz ha?..

. Hayretler içinde kalırdı. Gazeteler okunmuyor, resimli risalelere bakılmıyor muydu? Hakikaten insanların hayvanlığına nihayet yoktu. Yaşadıkları memleketin en meşhur simalarını tanımıyorlardı.

—    Ben Efruz Beyim...

—    Pekâlâ.

Pekâlâ ha... ne hayret, ne hürmet... Hiç bir şey! Efruz Bey meşhurluğunu uzun uzadıya anlatır, dünyada kendisini bilmeyen bulunmadığını söyler, fakat fotoğraf ücretini on para aşağı indiremezdi. Bilâkis kapının yanındaki camekâna konulması için fazla bir ücret, kira gibi fazla şey de verirdi. Daha kendisi şöhret kazanmadan evvel büyük, harikulade feylesof Doktor Rıza Tevfik'i çok kıskanırdı. Çünkü nereye gitse, hangi kitabı yahut gazeteyi açsa, hangi fotoğrafhaneye girse onun resmini görürdü.

"Ah, benim de resimlerim böyle her tarafa asılacak mı?" diye içini çekerdi. Fakat İşte o da beş altı senedir Rıza Tevfik gibi şöhret kazanmış, umumî, kâinatî, manevî, maddî, ilmî, fennî bir şöhret kazanmıştı. Fotoğrafçılarla yaptığı "kombinezon"lar sayesinde her fotoğrafhanede büyütülmüş bir resmi girene çıkana, gelene gidene gülümserdi. Sağında, solunda en aşağı yarım düzine yerli "dâhi" resmi bulunurdu. Efruz Beyin de onlardan aşağı kalır yeri yoktu. Onlarla müsaviydi. Belki... belki biraz daha onlardan yüksekti. Beş altı sene kadar az bir zaman içinde kim kendi gibi meşru, hakikî bir şöhret kazanmıştı? Hele son günlerde tabiî hacminden dört misli büyüklükte bir resmi bütün İstanbul'un duvarlarına yapıştırılmıştı. Bu, bir ilândi. Öyle bir ilân ki Amerika'da bile eşine rast gelinemezdi. Dört metre boyunda, iki metre eninde çarşaf kadar bir kâğıt:

"GAYET MÜHİM BÎR MÜJDE-İ EDEBÎ BEKLEMEYİNİZ, DURMAYINIZ, ALINIZ!"

Acaba yeni bir sinema mı diye bakanlar tek gözlüklü, başı açık, ablak çehreli bir resmini görürler, birden bire ne Rigaden'e, ne de Maks Linder'e benzetemezlerdi. Bu, Efruz Beyin resmi idi. Yaklaşırlar, altındaki şu tafsilâtı okuyunca işi anlarlardı:

"Memleketimizin en büyük edip ve muharriri tarihşinas, meşhur, allâme-i bimedanî, muharrir-i bilmisil Efruz Beyefendi Hazretleri tarafından keşide-i silk-i tahrir buyurulan bu eser lisaniyat, bediiyat, edebiyat, hayvaniyat, hayatiyat, nebatiyat, pedogojiyat. İlâh, ilimlerinden bahseder. Bu kadar esaslı bahisler ancak yüz yirmi sayfa içinde mükemmelen tafsil edilmiştir. Beş kuruştur. On birinci tab'ı yani dört yüz elli bininci nüshası basılmaktadır. Acele edip alınız. Sonra bulamayacaksınız..."

Bu ilânın küçük kıtada örnekleri, yine resimli olarak, Babıâli'de her kitapçının camekânına perde olmuştu. Hakikaten bir hafta içinde İstanbul'un bir milyon ahalisi içinde Efruz Beyin resmini görmeyen yüz kişi kalmamıştı. Cami duvarlarından viraneliklere, mahalle kahvelerinden en büyük gazinolara, bulvarlardan en çıkmaz sokaklara kadar bu "resimli müjde-i edebî" çarşafı yapıştırılmıştı. Efruz Beyin bu mühim eseri iki ay içinde satıldı. Ancak Hamiyet kütüphanesinin mahzenlerinde "bin dokuz yüz elli" nüsha kalmıştı. Eserin tab'ı tarihinden üç ay geçmeden kütüphane sahibi Acem bu "bin dokuz yüz elli" nüshayı bir kâğıtçı Yahudiye okkası iki kuruştan satmıştı. Babıâli'nin helvacıları, bakkalları, manavları hep sattıkları şeyleri Efruz Beyin eserine sarıyorlardı. Bunu hakaret sayan arkadaşları Efruz Beye bu münasebetsiz hali anlattılar:

—    Sanki eserini dört yüz elli bin defa niçin bastırdın? diye itiraz edecek oldular.

Efruz Bey bağını salladı:

—    Bunda bir garez var. Benim eserimden hiç kalmamış, hepsi satılmıştı. Düşmanlarım namımı kirletmek için bir plan yapıp tekrar bastırmış olmalıdırlar. Hem malum ya insanlar fenadır! Fenalığın önüne geçilmez. Bu bir kanun, tabiatın kanunu!. Allah belâsını versin. Hayır, hayır vermesin. Benim neme lâzım...

Ah bu ne felsefe, ne ulvî felsefeydi! Büyük Efruz hatta hakarete, gareze de aldırmıyordu. Lâkin arkadaşları onun gibi mütevazı bir feylesof değildiler. Kendine haber vermeden intikamını almaya karar verdiler. Evvelâ bu münasebetsiz tecavüzün nereden geldiğini anlamak lâzımdı. "Hamiyet" kütüphanesine gittiler. Zebani gibi bir Acem karşılarına çıktı:

—    Ne istersüz? Böyle encümenle gelüpsüz? diye kabardı. Hepsinin hiddeti gözlerinden belli oluyordu, içlerinden en soğukkanlısı işi anlattı. Acem çürük dişlerini göstererek gülüyor, kahkahayı atıyor, ellerini oyluklarına vuruyordu:

—    Ne diyorsuz? Dört yüz elli min nüsha... Bunu size kendisi söylemüştür ki?

—    Evet, ilânlarda yazıyor...

—    İlânları kendüsü yazmış, kendüsü basturmuştur. Biz kitaptan iki min nüsha basup (otuz beş nüsha) tahrir hakkı olarak kendine vermüşüz. Amma Perverdigâr bilür, üç ay içinde tamam on beş tane satabilmişüz. Ne yapalım? Sonra geri galan min dokuz yüz elli nüshayı kise kâğıdı yapmak için Yahudiye satmaya mecbur olmuşuz.

... Efruz Bey arkadaşlarının teşebbüslerinden haber almamıştı. Bucakta, gazinoda, hususî mahfellerde o kadar çok basılan eserlerinden piyasada ancak bin dokuz yüz elli nüsha kaldığına iftihar edip duruyordu.

Eserindeki fikirler o kadar parlak, o kadar bariz hakikatlerdi ki, henüz şimdiye kadar hiç itiraz eden olmamıştı.

Şöhreti arttıkça artıyor, büyüdükçe kâinatı kaplıyordu. Bucakta her türlü meseleyi ona sormak âdet olmuştu.

Meselâ bazı gün Bucaklılar:

—    Efruz Beyefendi şiir nedir? Bize anlatınız, derlerdi.

Efruz Bey hemen:

—    Gayet basit!, diye başlardı; size ilmî bir lisanla anlatacağım: Şiir görüştür. Hissettiğini, hiç olmazsa bir kişiye olsun hissettirmektir. İşte size psikolojik bir misal; sigaranızı yakınız, elinize dokundurunuz.

Cızz... "Oh" dersiniz. İşte bir elem duydunuz. Şimdi bu sigarayı sevgilinizin yanağına dokundurabilir misiniz? Cızz... Bu sefer o "Oh" diyecektir. İşte demin duyduğunuz elemi başkasına da hissettirdiniz. Bu da asıl şiirdir. Hayır, hayır, artık cehalet zamanları geçti. Şiir, "mevzun-ü mukaffa söz" değildir, dikkat ediniz, diye ağzını açar, saatlarca kapamazdı. Bucaklılar içinde bazı ilim, malumat açgözlüleri o söylerken not tutmak isterlerdi. Efruz Bey buna çok kızardı. "Ben yazar, sonra size veririm. Siz not tutmayın, yalnız dinleyin" derdi. Hayvanın boynuzundan, insanın sözünden tutulacağını bilirdi. Herhalde bu yuları ele vermemek hikmete muvafıktı. Söylenen söz havaya kaçardı. Efruz Bey bunda çok cesurdu. Lâkin yazmağa gelince.. Bundan korkardı. Kendisi de bilirdi ki bugünkü şöhretini bu korkuyo, bu "açıkgözlük" e borçlu idi.

Söylediklerini yazdırsaydı şimdiye kadar ne teviller, ne itirazlar, ne ihtiraslar, ne garezler doğacaktı! Şöhretin yolu "şifahî bir kehkeşan" idi: yoksa "tahrirî uçurumlardan aşan bir keçiyolu" değil... Hatta eserinin son kalan bin dokuz yüz elli nüshasının kesekâğıdı yapmak için Yahudi'ye satıldığı hakikatinden de için için memnun oluyordu. Artık itiraz için kimse bulup okuyamayacaktı. Yalnız "harf meselesi" ne dair söylediklerinin not edilmesine müsaade ederdi. Ona kim itiraz ederse etsin, korkmazdı. Hakkından emin idi.

—    Harflerimiz mi? derdi, bunlarda hiç tereddüde hacet yok; Milaslı'nın harflerini kabul etmeliyiz. Yalnız biz değil, Avrupa, Afrika milletleri de kabul etmeli. Çünkü Milaslı ilmen, fennen Arap, Latin harflerinin hıfzıssıhhaya mugayir olduğunu itiraz götürmez bir surette ispat etmiştir. Bu yeni harflerin mucidi, hakikaten büyük bir dâhidir!

Bucaklılardan farz-ı muhal olarak birisi:

—    Dâhi diyorsunuz, fakat kimse onun teklifini kabul etmemiş, kimse onun harflerini yazmamış, yalnız kendisi meşgul... diyecek olursa Efruz Bey:

—    İyi ya, diye yine Milâslı'nın dâhiliğini ispat ederdi; Abdülhak Hâmit ne? Bir dâhi değil mi? Söyleyiniz, buna itiraz eden var mı? Hayır, yok, değil mi? Pekâlâ...

Abdülhak Hâmit niçin dâhi? Onun vasıflarını arayalım. Bu zatın eserlerini kimse okumaz, kimse anlamaz. Ahaliden kimse Hâmit'in eserlerini okumamıştır. Okusa da tabiî anlamaz. Hâmit'in eserleri öyle "La Dame aux Camelias, Manon Lescault, Rafael filan.." gibi avama mahsus yazılmış âdi şeyler değildir. Tiyatrolarına gelince kimse yine bir şey anlamaz. Hâmit öyle Shespeare, Moliere gibi âdi, aşağı bir piyes muharriri değildir ki eserleri sahnede anlaşılsın, alkışlansın. Hâmit'in dâhi olduğuna sebep eserlerinin hiç yokmuş gibi hiç kimse tarafından tanınmamasıdır. Yalnız edebiyat muallimleri, birkaç şair dostları, perestişkârları bilir. Bir dâhiye "âmme" olarak on beş kişi çoktur bile.. Mi-lâslı'nm sıhhî, nefis harflerini de bütün büyük adamlar kabul etmişlerdir. "Herkes" denilen bu cahil halkın ne ehemmiyeti var? Milaslı dâhidir, harflerini kabul ettiklerine dair Arap, Türk bütün büyük adamlardan birer senet, birer imza almıştır. Cenap Şehabettin, Abdülâziz Çaviş, Halit Ziya gibi birçok "yarım dâhi"ler de harflerinin en doğru, en mükemmel harf olduğuna dair Milâslı'ya imza vermişlerdir, icadını herkesin kabul etmediği, herkesin anlamadığı içindir ki Milaslı dâhidir.

Efruz Beyin bu takdirinden Milaslı pek çok istifadeler etmiş, bizzat gelmiş, söylerken Bucakta notlar tutmuştu. Tramvaylarda, köprüde, vapurda, dairede, sokakta, caddede, çayırda mesirelerde, garda, gazinoda, herkese bedava dağıttığı broşürlerinin başında Arap harfleriyle yazılmış "EuzübiUâhi mineşşeytanirracim, bismillâhirrahmanirrahim" ibaresinin altına Efruz Beyin şu beyanatını kendi iri harfleriyle ilâve etmişti: "Huruf-u çedide-i munfasıla-i Milâsi'ye dünyanın en sıhhî göz ağrılarını geçirir mucizekâr harflerdir. Bu huruf sayesinde yalnız Türklük, İslâmiyet değil; beşeriyet, Hıristiyanlık bile kurtulacak, Latin harflerinin sebebi yegâne olduğu cehalet sönmez nurlara tahavvül edecektir."

Efruz Beyin şöhreti arttıkça, şahsiyeti güneş gibi bütün fikirlerin, bütün hislerin üzerinde parladıkça kıskançlık denilen o korkunç burkan da etrafında derin derin uğultular, homurdanmalar, zelzeleler hasıl ediyor. Bucağın bu dâhi hatibini düşündürüyordu. Onu en ziyade hiddetlendiren şey serbest derslerine devam ede ede birkaç söz öğrenmiş genç yeni Bucaklıların kendini kıskanmaya kalkmalarıydı. "Bunlar kim oluyor?" diye dişlerini gıcırdatırdı. Edebiyata dair bütün malumatlarını kendinden almamışlar mıydı? Ondan evvel Bucakta Omiros, Virjil, Aristofan, Pan, Temistoklis,. Paul Fort namlarını kimse biliyor muydu? Sembolizm, natüralizm, romantizm, karmakanşıkizmin (Electisme mukabili. Bu tâbiri bizzat Efruz Bey bulmuştu) ne gibi mezhepler olduğunu Reis bile bilmiyor, o anlatırken alık alık ağzını açıyordu. Hele Rabelais, bu büyük adamın ismini şehir ismi zannedip haritalarda arıyorlardı. İşte o kadar şeyler öğretti ki şu Bucaklılar şimdi sıkılmayarak onu kıskanıyorlardı. Ona itiraz ediyorlar, onu çekiştiriyorlar, onun aleyhinde bulunuyorlardı. Vakıa onun şöhreti artık yıkılmaz bir derecede idi. Ah keşke heykelinin yapılmasına müsaade etseydi! Fakat yine emniyet edemiyordu.

Meşrutiyeti ilân ettiği zaman üç dört günde yükseldiği mevkiden birdenbire nasıl düştüğünü hatırlayınca azıcık daha ödü kopacaktı. Cemiyetin daha tanılmamış birçok kanunları vardı. Bu cemiyet öyle berbat bir şeydi ki dün peygamber diye göklere çıkardığını yarın indirir, çarmıha gererdi. Hiç bir şeye güvenmemek en doğru bir hikmetti. Nihayet bir gün Reis kendisine:

—    Efruz Bey, heyet-i idare karar verdi; vereceğiniz dersleri evvelâ yazıp Bucağa göndereceksiniz. Ancak heyet tasvip ederse verebileceksiniz, dedi. Bu âdeta bir tahkirdi. Efruz Bey dudaklarını ısırdı. Bir dakika düşündü. Tek gözlüğünü çıkardı. Başını kaşıdı. Dersleri evvelâ yazmak... Ha?

—    Vereceğim dersi yazdıktan sonra artık gelip onu okumaya ne lüzum var? dedi, siz kürsüye •çıkın okuyun.

Bu serzenİşteki manayı anlamayan Reis:

—    Heyet-i idareye arz edeyim, nasıl tasvip ederlerse öyle yapılabilir.

—    Yıa?..

—    Evet..

"Heyet-i idare" ha?.. Efruz Bey başım salladı. İçini çekti. Evvelâ kızardı. Sonra sarardı. Heyet-i idare kimdi? Kendi şöhretini çekemeyen aleyhinde ittifak etmiş birkaç kişi değil mi? Maksatları ona yazı yazdırmaktı. Onun el yazısını ele geçirdikten sonra kim bilir neler yapmayacaklardı. Fakat Efruz Bey yazının şöhret için en büyük bir tehlike •olduğunu bilmiyor muydu? O, bu kadar yüksek şöhretini yazmakla mı kazanmıştı? Hayır, söylemekle.. Pek büyük bir şair olduğu halde şiirlerini yazmaz, Omiros zamanındaki gibi yalnız söylerdi. Hayır, hatta şiirini bile söylemez, yalnız şiiri olduğunu söylerdi. Şimdi onu faka bastırmak istiyorlardı. Fakat soğukkanlılığı bozmamak lâzımdı. Hiç renk vermemeli, bu müşkül mevkiden münasip bir Tîurnazlıkla kurtuluvermeliydi.

' — Pekâlâ, pekâlâ, dedi. Ben de zaten derslerimi yazmak, kitap şeklinde çıkarmak niyetinde îdim.

Ertesi günü hastalandı Bucağa gitmedi. Her şeyi tadında bırakmalıydı. Meşrutiyetin ilânında ikinci, üçüncü günler o Tîadar ileri gitmeseydi şimdi ayan değilse bile bir gün en aşağı bir mebus, yahut, yahut... herhalde İşte bir "quelque chose"  du. Şöhretinin çokluğu siyasî sukutuna en hakikî bir sebep olmuştu. İlmî, edebî şöhretini de zıvanasından çıkarmamak lâzımdı. Hayat ne dehşetli bir darülfünundu! İnsan bu darülfünunda bir yaprak, bir sayfa açmadan ciltlerin, kütüphanelerin öğretemeyeceği ilmi kazanırdı. Evet, artık Bucaktan çekilmek icap ediyordu. "İtiraz, tenkit" başladı mı en rasin, en müthiş, en granit kuvvetler bile bahar sabahlarındaki nazik kırağı tabakası gibi birkaç saniye içinde eriyebilirdi. Şan, şöhret yolunun kapısı yalnız Bucak mıydı? Hayır, hayır... Hem bu kadar kalabalık bir kapı! İyi olduktan sonra (ama hangi hastalıktan?) bir gün Bucağa uğradı, Reis gördü.

—    Derslerinizin müsveddelerini mi getirdiniz Efruz Bey?

"Ah hain ah... Nasıl kapan da kaçan mı?" Efruz Bey enayi miydi? Meşrutiyet ilânı gibi en buhranlı dakikalarda otuz sekiz kırk milyonluk bir devleti mükemmelen idare etmiş bir adam bir maymuna aldanır mıydı?

—    Yazdım, fakat getirmedim, dedi.

—    Vah, vah!... Niçin efendim?

—    Çünkü...

... Efruz Bey, kendisinin kıskanıldığım, böyle küçüklüklere tahammül edemeyeceğini, artık şimdiden sonra yüz binlerce lira verseler Bucakta gelip bir kelime söylemeyeceğini anlattı!

—    Ben çok samimî idim, beni anlamadılar, dedi. Beni kıskandılar. Zannettiler ki şöhret peşinde geziyorum. Hâşâ... Ben şöhrete tenezzül etmem. Şöhret öyle bir şeydir ki kendi kendine gelir, insanın İşteyip istememesinin ehemmiyeti yoktur...

Sonra hayat hakkında gayet acı felsefeler yaptı. İnsanlar nankördü. Kıymet bilmezlerdi. O söylerken Reis içinden gülüyor, "Oh, İşte bir belâyı atlattık" derken dışından:

—    Vah, vah... Cidden meyusum, bedbahtım, sizin gibi fâzıl bir refiki kaybettiğimiz için cidden bedbahtım, diyordu. Reisin hüznü Efruz Beye de sirayet etti. Azıcık daha ağlayacaktı. Ondan ayrıldı. Kütüphaneye girdi. Birçok Bucaklılar önlerinde kitapları açmışlar, hiç okumuyorlar, bermutat gevezelik ediyorlardı.

—    Allaha ısmarladık arkadaşlar! dedi.

Bu vedaın sebebini anlamayan Bucaklılar hemen onun etrafına üşüştüler. Onlara da "şahsiyat olmasın" diye ismini söyleyemeyeceği dostları tarafından kıskanıldığını, böyle küçüklüklere şiir, edebiyat, tarih, biyoloji ile yükselen ruhu tahammül edemeyeceğini, artık Bucak'ta ders vermemeye katiyen karar verdiğini söyledi.

—    Burada ahlâk bozulmuş. Bucakçılık Turan'in merkezinde olur. Oraya gitmeli, orada çalışmalı?.

Hazır bulunanların hepsinin elini ayrı ayrı sıktı. "Beni unutmayınız, eserlerimi okursunuz!" diyor, gayet uzak bir diyara gidecekmiş gibi hareket ediyordu. Kütüphaneden çıktı. Salonu geçti. Yavaş yavaş büyük filozoflara has bir sükûnetle merdivenden indi. Yağmurlu bir gündü. Sokakta şakır şakır seller akıyordu. Kapıdan çıkmazdan evvel o kadar alkış, şapaş, şöhret, şan topladığı bu mukaddes binaya bir kere daha baktı. Gözlerini bahçeye çevirdi. Meydan bomboştu. Ah razı olsaydı, şimdi orada heykeli yükselecek, değil kıskançların, çekemeyenlerin, hatta asırların 'eli bile dehasının, ilminin bu müebbet abidesini yıkamayacaktı! Başını salladı. Titreyen dudaklarından gayri ihtiyarî "Türkün aklı sonradan başına gelir" hikmeti döküldü. Açık kapıyı atladı. O kadar dalgındı ki sanki son çıkışı olduğunu biliyormuş gibi kapıcının kendisine ehemmiyet vermediğini, önünden geçerken ayağa bile kalkmadığını istemeye istemeye gördü.

Sokağın şakırtılı çamurları üstünden fani bir hayal gibi kaydı, gitti...

... İşte o vakitten beri Efruz Beyi hiç bir tarafta görmeyen Bucaklılar, onun kendilerine son hitaplarını hatırlarlar, salondaki büyük Turan haritası üzerinde, arifane ile aralarında para toplayıp mahsus Almanya'dan getirttikleri coğrafya aletleriyle bir merkez tâyinine çalışırlar:

—    Ah Kâşgara gitti, Kâşgara galiba... diye ağlaşırlardı.

Vakit gazetesi, 19.7.1926 - 1.8.1926


 

AÇIK HAVA MEKTEBİ

Efruz Bey Bilgi Bucağı'ndan  çekildikten sonra evinde derin tetebbüatına dalmış, uğraşıyordu! Fakat kitap tedariki biraz müşküldü. Avrupa postası bir ayda gelmiyordu. Bir gün sıkıldı.

—    Ben kitapların olduğu yere gitsem, dedi. Hem Avrupa'da tahsilini de ikmal etmiş olurdu. Annesine bu fikirlerini açtı... Bin dereden su getirdi. Nihayet kandırdı. Lâkin ne tahsil edecekti.

—    Müfat Beye  danışırım, diye mırıldandı. Bu zat Efruz Beyin dünyada en beğendiği bir adamdı. Hemen hazırlandı. Ne vakitten beri bir kürek mahkûmu gibi odasında kapalı yaşıyordu.

Sokağa çıkınca halkı, gelenleri, geçenleri o kadar şen, o kadar şatır gördü ki.. "Ne tuhaf, bütün dünya mesut!" dedi. Rüzgârsız, parlak bir sabah her tarafı parlatıyor, apartmanların pencerelerinden hizmetçi kızlar öteberi silkiyorlardı. Yaya kaldırımlarında beyaz esvaplı dadılar çocuk arabaları sürüyorlar, mektebe geç kalmış yaramazlar itişerek, kakışarak koşuyorlardı. Harbiye Mektebinin önünde bir arabayı durdurdu, içine atladı:

—    Aksaray! dedi.

Müfat Bey gece gündüz Aksaray'daki "Tıfıl Kovuğu" denilen mektebinde bulunurdu. Burası eski bir konaktı. Dört yüksek duvar arasında gayet rutubetli, dar, çukur bir bahçenin içindeydi. En üst kattan bile duvarların öbür tarafı gözükmezdi. Altmış sene evvel, doksan yaştan sonra on dört yaşında bir kızla evlenen kıskanç bir ihtiyar tarafından yaptırılmıştı. Mal sahibi bahçenin duvarlarını yapan ustaya mütemadiyen "içerisini kargalar bile görmesin!" demişti. Uçan kargalar değil, hatta kenarlarına konan serçeler bile içerisini görmüyorlar; bostan kuyusu zannederek kaçıyorlardı. Halk mektebe, bu mimarî vaziyeti için "Kovuk" namı verilmiş sanıyordu.

Hâlbuki bu namın sebebi mektebin çukurluğu, kapanıklığı filân değildi. Müfat Bey her ne hususta olursa olsun intihalin aleyhinde bulunanlardan biriydi. Şiirlerini perestiş derecesinde sevdiği Fikret'in  bile yirmi beş senede yazdığı eserin ismini "Emil Berjera"  dan çaldığına şaşıyordu. Emil Berjera'nın eseri "Lyre Brise"  idi. Fikret yarım Türkçe kitabına bu terkibi Farı-sîye tercüme ederek bir isim bulmuştu: "Rübab-ı Şikeste". Kitabının ismini Emil Berjera'dan çalan bu şairin evine "Aşiyan" diyorlardı. Birisi bu ismi aldı, gazetesine unvan yaptı. Sonra diğer bir mektepçi kalktı: "Çocuk Aşiyanı" diye bir mektep ismi çıkardı. Bir intihal zinciridir, gidiyordu. Müfat B'ey bunlara kızar: "Zavallılar hiç manayı düşünmüyorlar" derdi. Çocuk aşiyanı manasız bir şeydi. Çünkü aşiyan "yuva" demekti. Yuva en çok havada uçan hayvanlar hakkında kullanılabilirdi. Kuş yuvası, karga yuvası gibi. Hâlbuki yerde yaşayan hayvanlar için "in" kelimesi kullanılırdı. Tilki ini, kurt ini gibi insanlar kuştan ziyade dört ayaklı hayvanlara yakındı. Çocuk aşiyanı yerine "çocuk ini" denilmiş olsa daha mantığa muvafık hareket edilmiş olacaktı.

İşte Müfat Bey, insanları kanatlı hayvanlardan ziyade dört ayaklı hayvanlara benzettiği için mektebine "Tıfıl Kovuğu" demişti. Kovuk İstanbul'un en meşhur bir müessesesi sayılırdı. Alafranga, gayri millî terbiye taraftarları çocuklarını hep buraya verirlerdi.. Zira Müfat Bey "Türk, Türklük" diye bir milletin vücudunu kabul etmiyordu. Millî terbiyenin en büyük aleyhtarı idi. Türk milliyetperverliğinin muhtelif cereyanları karşısında "din var, millet yok!" şiarlı bayrakların sallandığını görmüştü. Fakat Müfat Bey için şiar "din de yok, millet de yok" tu. Onun mefkûresi yalnız alafrangalaşmak taklit, Avrupalılara benzemekti, İstanbul gibi terakkiyi sever bir muhitte bu mefkûre çok terakki buluyordu. Kovuğun çocukları için en büyük küfür "Türk!" kelimesiydi. Bu kelime ile arkadaşına küfreden çocuk hemen mektepten kovulurdu. İşte Efruz Bey bu kadar büyük, bu kadar ilmî hareketin serdarı olan bu zata "Avrupa'da ne tahsil edeceğini" sormağa geliyordu. Arabadan inince kocaman duvarın dibinde hakikaten bir kovuğa benzeyen küçük kapının önünde durdu. Aralıktan baktı; karanlık bahçede muallimler, çocuklar geziniyorlardı. Yavaş yavaş; önüne çuha şalvarlı bir kavas dikildi. Elhamdülillah tabancasıyle yatağanı yoktu.

—    Ne istiyorsun?

—    Müdür beyi göreceğim.

—    Sen kimsin?

Efruz Beye bu kaba istintak dokundu. Acaba onu milliyetperver bir maarif müfettişi mi zannetmişti. Bu zannı düzeltmek lâzım geliyordu:

Ben Efruz Beyim..

—    Evet..

—    Kendisine haber verelim.

Zavallı Efruz Bey kırk dakikadan fazla bekledi. Çocuklar derse girdiler. Nihayet kavas geldi. Deminki muamelesinin aksine, çok nazikleşmişti:

—    Buyurunuz efendimiz, müdür beyefendi sizi bekliyorlar.

—    Haydi...

Efruz Bey kavasla yürüdü. Bu anî tahavvülün manasını bir türlü bulamıyordu, içinden: "Bütün insanlar ayrı ayrı bir muamma!" dedi. Rutubetten çürümüş, küflenmiş merdivenlerden geçtiler. Kavasın bir adım ilerleyerek açtığı geniş bir odaya girdi. Büyük yeşil çuha örtülü masanın kenarında Müfat Bey oturuyordu. Ayağa kalktı. Zairini selâmladı:

—    Buyurunuz, diye sağındaki küçük bir koltuğu gösterdi. Kendi de oturduğu sandalyeyi çevirdi. Efruz Beye, birkaç sene evvel bir konferansta takdim olunmuştu. Biraz gözü ısırdı:

—    Evvelden teşerrüf ettik galiba? — Estağfurullah, evet efendim.

—    Nasılsınız?

—    Çok şükür, iyiyim. Siz?

—    Biz de elhamdülillah..

Susuyorlardı. Efruz Bey bu kadar büyük, bu kadar âlim bir adamın kendisine söyleyecek bir laf bulamamasına şaştı. Şaşkın şaşkın etrafına bakındı. Duvarlar meşhur büyüklerin resimleriyle doluydu. Bir köşede koca bir küre duruyordu. Kütüphaneler ağzı ağzına kitapla doldurulmuştu. Böyle bir odada oturan adam ömründe kitap açmasa âlim olabilirdi.

—    Siz Türkçü müsünüz?

Efruz Bey hemen protestoyu bastı:

—    Asla! Bunu kabul etmem efendim. Bendeniz de zatıâliniz gibi Türk milliyetperverliğinin aleyhindeyim.

—    Fakat Ocak'ta konferanslar verdiğinizi işitiyordum.

—    Veriyordum, fakat samimî değil._?

—    Orada da iktidarımı göstermek için.

Mahdumunuzu mektebimize mi vereceksiniz?

—    Hayır, benim mahdumum yoktur.

—    Kızınız var mı?

—    O da yok.

—    O halde ne arzu buyuruyorsunuz?

Efruz Bey birdenbire esas meselenin karşısında kalınca şaşırdı. Ellerini ovuşturdu:

—    Kendime ait bir şey sormaya gelmiştim.

—    Buyurunuz.

—    Bendeniz Avrupa'ya tahsile gidiyorum. Ne okuyayım ?

—    Ne okumak istiyorsunuz?

—    Daha bir şey tasarlamadım. Yaşım otuza yakın. Öyle bir tahsil istiyorum ki, gayet kolay olsun, kısa olsun. Hatta...

—    Hatta?

—    Kitap bile olmasın. Şöyle şifahî bir ilim! Zira gözlerim artık yoruldu. Müfat Bey gülümsedi. Mektepçi oldu olalı okumak istediği halde gözlerini yormaktan korkan, kitapsız ilim arayan bir adama ilk defa rast geliyordu. Şifahî bir ilim... Evet, gramofonlar bu kadar terakki etmemişti. Plaklar harikulade bir tekâmüle uğrayıp cilt haline geçirilirse okumadan âlim olmak mümkündü. Fakat Müfat Bey çok misafirperver olduğu için bir ilim âşıkını meyus bırakmak istemedi. Dünya bu... Aşıka maşuk mu bulunmaz!

—    En ziyade neye istidadın var? diye sordu. Efruz Bey için bu suale cevap vermek pek müşküldü:

—    Her şeye efendim.

—    Ama en çok neye?

Biraz düşündü. Onun her şeye en çok istidadı vardı. Şair, riyazî, musikişinas olduğu gibi ressamdı da...

—    Resme.

—    Resme mi? Çok iyi öyleyse. Elişlerine çalışınız.

—    Elişlerine mi?

—    Elbet, bu da bir ilim.

—    Fakat mekteplerde de okutulur mu?

—    Elbet, şimdi hemen her mektepte. Eskiden resim bile günahtı.

Çocuklar bir resim yaparlarsa yarın ahrette "bunun canını ver bakalım!" teklifine maruz kalacakları söylenirdi.

—    Demek elişleri bir ilim ha... Efruz Bey şaşıyordu.

Müfat Bey izahat verdi:

—    Elişleri sayesinde çocuklar küçükken büyüklerin yaptığı en mühim işleri öğrenirler, kurnazlaşırlar. Neyi tutsalar bir şeye benzetirler, kendilerinde beceriksizlikten eser kalmaz. "Oyun, mekteptir!" diyen feylesof çok haklıdır.

—    Elişi her çocuğa gayet az bir masrafla gösterilebilir. Biraz zamk, biraz kâğıt...

Müfat Bey, Efruz Beyin: "Aman efendim zahmet etmeyiniz, lütuf buyurunuz. Bendeniz pekiyi bilirim." demesine bakmadı. Kalktı, kütüphaneden birçok elişleri çıkarıp gösterdi. Elişlerinin bütün tarihini, mucidini, en muvaffak olan sanatkârları, fabrikaları, hepsini, hepsini anlattı, işte bizim memleketimizde hakkıyle elişlerine aşina kimse yoktur. Mademki Efruz Beyin istidadı vardı, o halde mutlaka elişlerine de istidadı olacaktı. Müfat Bey: "Elişleri muallimliğinin yanında Darülfünun müderrisliği, iptidaîye hocalığı gibi gelir!" diyordu.

Yarım saat sonra Kovuk'tan çıkarken Efruz Bey, âdeta bir elişi kahramanı, bir elişi fedaisi olmuştu. Evet, şöhrete, şaşaaya bakmamalıydı. Lafa lüzum yoktu, işe ihtiyaç vardı, elişine, elişlerine!

Efruz Bey bir türlü Avrupa'ya gidemedi. Zaten gidenler ne öğrenmişti? Yalnız kuru bir yaldız, iki gönül bir olunca samanlık nasıl seyran olursa, okuyan için de kitapları elde ettikten sonra kendi evi, kendi odası Haydelberg, Oxford, Sorbonne  olurdu! Efruz Bey elişlerine dair birçok modeller, kitaplar, metotlar getirtti, kütüphanenin bir tarafını atölye haline koydu.

—    Avrupa'ya gitmiş gibi üç sene sokağa çıkmayacağım, tahsilimi odamda ikmal edeceğim, diyordu.

Bununla beraber herkese kendini Avrupa'ya gitmiş bildirmek isterdi. Bir hafta tanıdıklarını ziyaret etti:

—    Size vedaa geldim.

—    Hayırdır inşallah... diye şaşıyorlardı.

—    Bir haftaya kadar Avrupa'ya gidiyorum.

—    Niçin canım?

—    Niçin olacak. Burada kalıp cehaletten patlayayım mı? Tahsile gidiyorum.

—    Ne tahsiline?

Efruz Bey yalnız tanıdıklarının bu sualine doğru cevap vermiyordu:

—    Gelince ne tahsil etmiş olduğumu görürsünüz, diyordu.

Efruz Bey ortadan kaybolunca dostları hep Avrupa'ya gitmiş sandılar. Eve uğrayanlara:

—    Londra'da... Mektup almadık! cevabı veriliyordu. Fakat Efruz Bey odasında, kitaplardan kurduğu darülfünunda iki aydan ziyade duramadı. Azıcık daha can sıkıntısından patlayacaktı. Nihayet kendini sokağa attı. Arkadaşları ona rast gelince şaşıyorlar:

—    O!.. Hoş geldin. Ama ne çabuk! diyorlardı.

—    Hoş bulduk.

—    Yahu kuş mu kaçırdın? Gitmenle gelmen bir oldu.

—    Kâfi!

—    Ne kâfi?

—    Tahsil için iki ay...

Sonra hepsine nasıl tahsil ettiğini, iki günde koca bir darülfünunun bütün imtihanlarını vererek diploma aldığını anlatırdı. Evet, Efruz Bey Avrupa'da pedagoji tahsil etmişti. Şimdi memleketin en büyük pedagoguydu, ilk hareketi mevcut pedagogları yıkmak oldu. Konferanslarında hiç ilimden, ıstılahtan bahsetmiyor, yalnız yeni meslekdaşlarına hücum ediyordu. Evvelâ Kovukçu Müfat'a saldırdı. Zavallı Müfat bunu görünce azıcık daha aklını kaçıracaktı. Gelip kendisinden elişinin ismini ömründe ilk defa işiten bu züppe onun ilmine, fazlına:

—    Şarlatanlık! diyordu.

Efruz Bey Müfat'ı yıkınca kargısında Terbiyeci İsmail Hakkı'yı buldu. Bu adamı tanımıyordu. Fakat darülfünunda falan dersleri olduğunu biliyordu. Onunla münakaşa güçtü. İhtimal bir pot kırabilirdi. İşi siyasete vurdu. Ortaya bir fikir fırlattı:

—    İsmail Hakkı  terbiyeci değildir!

—    Ya nedir? diyenlere:

—    Bir "nazariyatçı!" cevabını veriyordu. Hâlbuki asıl terbiyeci kendisiydi. Terbiye, nazariye demek değildi. Terbiye amelî idi. Evet, Efruz Bey terbiyenin nazariyelerinden hiç bahsetmemek için her konferansının nihayetinde:

—    Vallahi, billahi, tallahi, diye yemin ediyor; dinleyenleri de, nazariye söyleyenleri bir daha dinlememeleri için yemine davet ediyordu. Bu sayede İsmail Hakkı azıcık daha sâmisiz kalıyordu. Efruz Beyin "amelî terbiyeci" ligi bütün mahafilce duyuldu. Ne yapacağını söylemiyordu:

—    Ben, yaptıktan sonra görürsünüz! diyordu. Mektepçiler, terbiyeciler, muallimler, müdürler toplanıyorlar: "Acaba ne yapacak?" diye düşünüyorlardı. Efruz Bey susuyor, cevap vermiyor, esrarengiz niyetine dair tasavvur ettiği projeleri söylemeden dinleyenlere ihsas etmeye çalışıyordu. Bir gün:

—    Ben, Pastör'ün  yaptığını yapacağım. O, nasıl tıbbı değiştirmişse, ben de maarifi kökünden değiştireceğim, dedi.

Sonra ilâve etti:

—    Ama İsmail Hakkı falan gibi kitap içinde, kâğıt üzerinde değil... Amelî olarak, amelî... Amelî.. A....

Efruz Bey "terbiye mütehassısı" gibi önüne gelen resmî, hususî mektebe dalıyor, sınıfları geziyor; muallimleri, muitleri  lafa tutuyor, çıkıp giderken hepsine birer resimli kart yadigâr bırakıyordu. Kasımpaşa'da "Maşrık-ı Envar-ı Maarif-i Osmanî  mektebi en ziyade nazar-ı dikkatini celbeden bir müesseseydi. Müdürü tam filozof, malumatlı, kıymetli bir gençti. Uzun saçları eski redingotun yağlı yakasına dökülüyor, ona dünyadan vazgeçmiş sarhoş bir şair hali veriyordu. Mekteple uğraşalı Fransızcayı unutmuştu. Ona Efruz Bey ilk gördüğü zaman:

—    Hangi mektepten mezunsunuz? diye sormuştu.

—    "Mekteb-i Tabiat" tan!

—    Ne demek?

—    Yani kendi mektebimden! Ruso  gibi...

—    A.....

Efruz Bey bu cevaba bayılmış, içinden: "İşte emsalsiz bir adam. Meçhul bir dâhi!" demişti. İsmi pek uzundu: "Mehmet Mustafa Tahsin Nidaî..." Amma herkes bu uzun ismi söylemiyor, yalnız "Müdür Bey" diyorlardı. Kupkuruydu. Koyu esmerdi. Köse olduğu için çok saçlarının altında yüzü daha minimini görünüyordu. Efruz Bey bu kıymetli gence meftunluğundan her gün mektebe gelmeye başladı. Onunla kafadaş oldular. Müdürün en bariz hasleti amelî olmasıydı. Hiç nazariyat bilmiyordu. Hatta:

—    Okumam efendim, diyordu, okutan okumaz!

"Okutan okumaz!" Efruz Bey bu hikmeti içinden tekrar ediyor, yine içinden "demek bende okutmak seciyesi daha galip!" hükmünü çıkarıyordu. Mektebin binası pek haraptı. Pencerelerin camları kâğıtlarla yapışıktı. Hele müdürün odası görülecek şeydi. Çökük bir yazıhane, duvarda büyük bir Alasonya  haritası...

Yazıhanenin karşısında eski bir kanape! Kanapenin üstünde Müşir Ethem Paşanın  Acem matbaalarında basılmış müthiş bir resmi!..

Efruz Bey bu kadar mükemmel bir adamın, bu kadar tahammül olunmaz çirkinlikler arasında nasıl oturduğuna bir türlü mana veremezdi. Bir gün:

—    Azizim Mehmet Mustafa Tahsin Nidaî Bey, dedi. Ben, sizin iktidarınıza hayranım.

—    Tabiî.

—    Evet, tabiî olarak hayranım. Lâkin sizde bir noksan görüyorum.

—    Ne gibi?..

—    Bediiyata, bediî terbiyeye hiç ehemmiyet vermiyorsunuz.

—    A.....

Müdür bu laftan hiç bir şey anlamadı:

—    Bediiyat ne demek?

—    Estetik.

—    Maliye nazırı değilim ya... —• Ne demek?..

—    Öyle ya, estetikle maliye nazırları uğraşmalı. Bizim ne vazifemiz?.. Efruz Bey yine bir şey anlamıyordu. Bediiyat ile maliye nazırları niçin uğraşsın?

—    Fakat anlamıyorum.

—    A canım, şunu bunu rakamlarla cemedip rakam neticeler çıkarmak değil mi, bizim ne vazifemiz?

Efruz Bey gözlerini açtı:

—    Hayır canım.

—    Ya ne?

—    Estetik...

—    O da ne? Ayrı bir şey mi?

—    Bediiyat İşte...

—    Bediiyat ne efendim?_A

Efruz Bey, bakından' fakından karıştırarak bediiyatı tarif etti. Gaye: Güzellikti, insanın oturduğu, yattığı, okuduğu, hâsılı yaşadığı muhit güzel olmalıydı. Sonra samimî bir münekkit gibi mektebin haline geçti. Pisliğe itiraz etti. Yağmur günlerinde her taraf akıyordu. Sonra müdür odasının bu mobilyesizliğine geldi. O söyledikçe sıska müdür gülümsüyordu. Nihayet:

—    Görüyorum ki Efruz Bey, dedi. Siz de bütün iddianıza rağmen bir "nazariyatçı" siniz.

—    Neden bildiniz?

—    Söyledikleriniz hep nazariye mahsulâtı, hiç ameliyatla münasebeti yok.

Efruz Bey izah etmesini rica etti:

—    Lütfen.

—    Pekâlâ, evvelâ mektebe itiraz ediyorsunuz. "Niçin harap, perişan?" diye, değil mi?

—    Evet.

—    Size söyleyeyim. Ahalinin dörtte üçü fakirdir. Bunların çocukları yıkık, harap evlerde yaşadıkları için mahfuz, mükemmel mektepler sıhhatlerine dokunur.

—    Ya zengin çocukları?

—    Mektebin haraplığı onların istifadesine başka türlü hizmet eder.

—    Nasıl?

—    Eğer babalarından kalacak mirasları, hesapsız yerlerse en nihayet böyle harap binalarda soğuktan, rüzgârdan ıstırap çekeceklerini düşünürler, peşinen akıllanırlar.

Efruz Bey bu amelî felsefeye hayran kaldı. Müdür pisliğin faydasını da anlatıyordu.

Hıfzıssıhha kendimizi soğuktan, sıcaktan  hafaza değil, belki bu soğuğa, sıcağa alıştırma Bugün hastalıkların esası mikroptu, hastalıkdan korunmak için mikroplardan kaçmak  onlara alışmak, onlarla anlaşmak icabediyordu.Temizlik tabiatta vardı. Temizlik bid'at  icabı bir şeydi. Bütün hastalıklar medeniyetlerini temizlikle başlamıştı. Temizlik ne olduğunu bileyen iptidaî insanlar, bugünkü vahşîler niçin hastalanmıyorlardı?.. Çünkü mikroplarla, yani pisle ünsiyet peyda etmişlerdi.  Efruz Bey müdürün izahatını dinliyor, yakasındaki yağlara, kalıpsız fesindeki dört santimetre kadar yukarı doğru ilerleyen kirlere bakıyordu. Evet, bunlar ne basit hakikatlerdi! Fakat ne kadar orijinal, ne kadar yeni hakikatlerdi! Müdür pislikten sonra lüksün aleyhinde ağzını açtı, yumdu gözünü...

Dünyada felâketlerin en baş sebebi lükstü! Süslü ev, süslü esvap, süslü muhit... Bu süs iptilâsı insanları kudurtuyor, fakirlerin zenginler aleyhine kalkmasına sebep oluyordu! İhtimal bir gün bütün fakirler birleşecek, süse dair ne varsa ev, apartman, gazino falan... hepsini yağmaya verecekler, hepsini harap türap edeceklerdi. Mektepte mobilya aleyhtarlığını amelî bir surette tatbik etmişti. Muallimler adî hasır kahve sandalyelerinde oturuyorlardı. Pencerelerde tek bir perde yoktu. Mademki hava yahut ziya için açılmışlardı, bu menfezlere perde takmanın manası var mıydı?

Efruz Bey "Maşrık-ı Envar-ı Maarif-i Osmanî" müdürünün bu prensiplerini dinledikçe talihin kendisine daha bir arkadaş çıkardığına seviniyor, "İşte amelî terbiye ufuklarında benimle çalışabilmeye müsait bir arkadaş" diyordu. Evet, bu tam amelî bir adamdı. Şeniyeti olduğu gibi görüyordu. Ekseriyetin fakir olduğunu bildiği için bu fakirliğin de zenginleşmek arzusunu veren yegâne âmil bulunduğuna kanaat getirdiği için mektebi sefil bir dilenci kulübesi sisteminde tertip etmişti. Fakrin, zaruretin "ibretengiz" levhaları her köşede nazara çarpıyordu. En büyük buluşu "amelî adalet" ti.

Efruz Bey:

—    Bu ne?, diye sordu. "Amelî adalet" mi?

—    Evet. Gayet tabiî bir şey. Yani hakikî adaletin ta kendisi...

—    Aman izah ediniz. Müdür Bey:

—    Başüstüne, diye başladı, insanlar tabiati bozarak hayatı hafifleştirmek için kendi felâketlerini 'elleriyle hazırlamışlardır. Meselâ "hak, adalet" gibi tabirler uydurmuşlar, yaşayışın revişin-deki ahengi bozmaya kalkmışlardır. Sözde mücerret bir hak varmış. Asırlardan beri onu ararlar! Asırlar içinde; Nasrettin Hoca'dan başka "hakk" ı anlayan gelmemiştir.

—    O, nasıl anlamış?

—    Hikâyesini biliyor musunuz?

—    Hayır.

—    Bir gün Nasrettin Hoca, yolda birkaç çocuğun kavga ettiklerini görmüş.

—    Ey?..

—    "Niçin dövüşüyorsunuz?" diye sormuş; çocuklar da "Şuradan ceviz topladık. Pay edemiyoruz." demişler. Hoca: "Ben size pay edeyim mi?" diye sormuş. "Et" demişler. Fakat Hoca çocuklara tekrar "Hakça mı, kulca mı pay edeyim?" diye sormuş. Çocuklar düşünmüşler, hakça pay edilmesini istemişler. Nasrettin Hoca rastgele kimine bir, kimine üç, kimine beş ceviz vermiş. Geri kalanını da kendi heybesine doldurmuş.

—    Sonra!..

—    Sonra, çocuklar: "Bu nasıl pay, Hoca?" diye şaşırmışlar. Hoca: "Hakça pay buna derler. Rastgele! Kimine az, kimine çok, kimine hiç..."

—    Ey sonra?

—    İşte bu kadar... Yani müsavat hülyasının insanlara mahsus bir vehim olduğunu Hoca daha o vakit çakmış. Evet, tabiata bakarsak adaletin gayrı mantıkî bir fantezi olduğunu sarahaten görürüz.

İnsanların bir kısmı fakir, bir kısmı zengin, zenginlerin içinde hiç çalışan olmadığını, budalaların, aptalların ekseriyet teşkil ettiklerini düşünürsek, sâyin, zekânın ne kadar hayalî bir kıymeti olduğunu anlamakta bir güçlük çekmeyiz. Evet, saadet, felâket bir işin muayyen mukabili değil, öyle gelişi güzel üzerimize düşen, bir talihtir. Yegâne kanunu...

—    Nedir?..

—    Mantıksızlık! Azizim Efruz Bey, âdeta bütün hayat mantıksız bir temadidir.

—    Fakat...

Bu esnada müdür odasının tek kanatlı rezeleri kopuk kapısı açıldı. Kısa boylu, perişan, zayıf bir muallim içeri girdi, arkasında iki çocuk vardı. Bunlar ağlıyorlardı. Birisinin burnu kanıyordu.

Müdür sordu:

—    Ne oldu?.. Muallim:

—    Efendim, dedi. Bunlar hiç rahat durmuyorlar. Yine muslukların bağında kavga etmişler. Yetmiş altı, doksan ikinin burnunu kanatmış.

Artık bu efendilerden bıktık.

—    Ben onlara şimdi gösteririm, dedi. Sonra tekrar muallime emir verdi:

—    Sen git, bana muslukların civarında dolaşan "meccani”  lerden iki tane yakala, getir.

—    Başüstüne!

Muallim çıkınca, müdür çocuklara, kapının dışarısında adalete muntazır bulunmalarını söyledi. Odada yalnız kalınca, Efruz Beye döndü:

—    Tam tesadüf! İşte şimdi size amelî adaleti göstereceğim...

—    Nasıl?

—    Göreceksiniz. Sabrediniz.

—    "Meccani"ler kimler?

—    Maarif yüzde yirmi talebeyi ücretsiz okutmamızı şart koymuştur. Her sınıfta birkaç tane "meccani" vardır. Bunlar mektepte ayrı bir cins teşkil ederler. Hani Hindistan'daki paryalar gibi.

—    Ey?..

—    Ben mektepte ne vukuat olursa cezalarını meccanilere veririm.

Efruz Bey âdeta galeyan etti:

—    Bu olur mu ya? Bu olur mu ya?

—    Mis gibi... Cızıltıya meydan vermez. Malûm ya, mektepte dayak resmen yasaktır. Hâlbuki bu dayak müessesesi cennetten çıkmıştır. Kim ne derse desin onsuz terbiye olmaz. Tabiî bizim mektepte de resmen dayak yok... Amma "meccani"ler müstesna. Onlar şikâyet falan edemezler, hemen kovarız. Kim ne yaparsa dayağı "meccani"ler yerler. Kabahatli çocuklar "meccani"lerin yediği dayaklardan ibret alırlar.

—    Fakat...

—    İşte amelî adalet, azizim.

—    Ama "meccani"lerin kabahati yok ki...

—    Olmasına hacet yok ki... Maksat ibret için •ceza...

—    Fakat...

Efruz Bey itirazına devam edemedi. Muallim iki çocuk daha getirmişti. Bunlar hemen yalınayak, başıkabak denecek derecede perişan kıyafetteydiler. Müdür Bey:

—    Çağır öbürlerini de...

—    Başüstüne!

Kavga eden çocuklar da içeri girdiler. Müdür ""meccani"lerden birisine sordu:

—    Muslukların başında ne arıyordun sen?

—    Su içmeye gitmiştim.

—    Zehir iç, şimdi görürsün. Meccanilerden ikincisine döndü:

—    Ey sen? Sen ne arıyordun orada?

—    Hiç!..

—    Vay, inkâr mı ediyorsun?

—    Hayır efendim.

—    Söyle öyleyse...

—    Geçiyordum.

—    Geçecek başka yer yok muydu?

Zavallı çocuk titriyor, bir cevap bulamıyor, önüne bakıyordu. Müdür Bey yazıhanesinin altından bir değnek çıkardı... Ayağa kalktı. Bütün kuvvetiyle bu iki "meccani"yi dövmeye başladı. Çocuklar ağlıyorlar, kollarını yüzlerine siper ediyorlar:

—    Aman Müdür Bey, affediniz Müdür Bey! diye yalvarıyorlardı. Mehmet Mustafa Tahsin Nidaî Bey, hakikaten gazaba gelmişti. Efruz Bey bile müdahaleden korktu. Zayıf tüysüz çehresinde deminki donuk gözleri büyümüş, parlamış, birer alev parçası olmuştu, iyice dövdüğü çocukları tekmeleyerek dışarıya attı. Sonra asıl kabahatlilere:

—    Gördünüz ya... Bir daha yaramazlık ederseniz sizi de böyle döverim, dedi.

Muallimle onlar da odadan çıktıktan sonra tekrar yazıhanesinin başına oturdu. Hâlâ soluyordu. Efruz Bey şaşırmış, bembeyaz kesilmişti. Kabahatsiz çocukların acıklı feryatları onu müteessir etmişti. Dayanamadı

—    Bu "amelî adalet" hiç bir şeye benzemiyor,, dedi.

—    Ne diyorsunuz?

—    Evet, hiç bir şeye benzemiyor.

—    Siz azizim Efruz Bey, nazariyatçısınız.

—    Hâşâ...

Efruz Bey "nazariyatçı" ithamına çok kızardı.

—    Evet, nazariyatçısınız.

—    Niçin?

—    Çünkü amelî kaidelere akıl erdiremiyorsunuz.

—    İzah edin, rica ederim.

—    Şimdi ben "meccani"lerden birini dövdüm» Pekâlâ! Farz edin ki onlar kavga etmişler...

—    Farz olur mu ya?..

—    Olur ya. Cebir, riyaziyat, ciddî, esasî ilimler hep faraziyat değil mi? Faraziye hakikatin annesidir.

Efruz Bey bunu reddedemedi.

—    Evet, farz ediniz "meccani"ler muslukların başında birbirleriyle kavga ettiler. Birisinin burnu kanadı. Vakıa bu bir faraziye! Amma nasıl bir hakikat doğuracak?

—    Ben onlara sopayı çektim. Asıl kabahatliler bunu gördüler. Şüphesiz ibret aldılar. Hiç olmazsa kendilerinin lâyık oldukları cezanın ne olduğunu anladılar.

—    Doğru.

—    Hâlbuki mektepte dayak yasak.'

—    Evet..

—    "Meccani"lere gelince.. Kimsenin aldırdığı yok. Onların sayesinde "dayak" müeyyidesi mektepte zararsızca yaşatılabilir.

—    Vakıa doğru...

—    Hele şöyle azizim, "Amelî adalet" e akıl erdirebildiniz mi?

Vakıa Efruz Bey buna hiç akıl 'erdirememişti. Fakat bunu söylemek izzetinefsine ağır geldi. Gayri ihtiyarî:

—    Evet, dedi.

Böyle her gün, Efruz Bey Mehmet Mustafa Tahsin Nidaî Beyin hakimane hareketlerini gördükçe bütün büyük adamların meydanda değil, gölgede saklı olduklarına kanaat getiriyordu. Lüksün aleyhinde olduğu halde odasında Ethem Paşanın o berbat resmiyle Alasonya'nin topoğraf haritasını bulunduruşuna bir türlü mana verememişti. Bir gün bunu da sordu.

Müdür:

—    Bundaki manayı anlamayışına teessüf ederim, cevabını fırlattı. Zaten cümleleri, hele hitap halindeki lafları pek ağır, pek şiddetliydi. Efruz Bey bediiyat prensiplerinden kendine bir siper yapmaya çalışarak tekrar sordu:

—    Duvardaki levhalardan maksat sırf bir ziynet, bir süstü. Haritaya gelince, onda da bir kaide olmalı. Ethem Paşanın şu resmi son derece fena. Ne o öyle, atı şaha kalkmış, harpte başkumandanın böyle bir mevkide bulunması mümkün değil. Alasonya haritası ise küçücük bir kazayı gösteriyor. Ne faydası olabilir?

Müdür güldü:

—    Hep nazariye, hep nazariyat! dedi. Azizim Efruz Bey, senin ne vakit amelî düşündüğünü göreceğim?.

—    Canım bunda amelîlik, nazarîlik var mı?

—    Var ya?..

—    Neresinde?

—    Sorduğun şeyler hep nazariye.

—    Pekâlâ, bunların amelî bir cevabını veriniz bakalım...

—    Vereyim. Bizim millî ressamımız, hatta millî dâhimiz meşhur Hulusi Efendi dir! Bu levha da onun eseridir. Milletin ruhunu tanır, millet nasıl isterse öyle yapar. Cahil olmadığı için tabiî bir başkumandanı, maroken koltuğa kurulmuş ağır bir perdenin altında yapamaz. Münevverler hâlâ Avrupa taklidi eserleri sanat tanırlar. Cahilliklerinden... Ahaliden kim on para verse onların resimlerini alır. Hâlbuki Anadolu'ya falan gitmeye hacet yok, İstanbul'un kahvelerini gez. Hepsinde Hulusi Efendinin bir eserine mutlaka rast gelirsin.

Bu ressam o kadar amelî bir dâhidir ki gözü, karıncayı yormamak için resimlerinin altına ne olduğunu yazar. Topun altına top. Geminin altına gemi. Şimendiferin altma şimendifer... Efruz Bey dayanamadı:

—    Ya Alasonya haritası? dedi.

—    Bunu İşte anlamamak pek büyük bir ayıp. Dünyada son zaferimizin geçtiği yer! Yanya, Alasonya,  Mohaç'tan, Çaldıran'dan, Kosova  meydanından mühimdir.

Efruz Beyin dudakları titredi:

—    Doğru.

—    İşte Hulusi Efendinin eseriyle topografya haritasının manası!

—    Hakikaten siz gayet mühim bir şahsiyetsiniz, azizim Mehmet Mustafa Tahsin Nidaî Bey...

—    Hüsnü teveccühün demeyeceğim. Bu memlekete göre hiç şüphesiz en büyük bir adamım.

Efruz Bey kendi meziyetlerinin azameti için muhiti de kabul etmediği için arkadaşının bu tevazuunu lüzumsuz buldu:

—    Estağfurullah... Estağfurullah...

Sonra uzun bir hasbihale başladı:

—    "Ah bu memleket..."

.... Evet, bu memleket kördü. Hiç doğruyu görmezdi. Meselâ, hâlâ mektepler binaların içindeydi. Hâlbuki medenî memleketlerde... Müdür, küçük gözlerini Efruz Beye kaldırdı:

—    Medenî memleketlerde mektepler binaların içinde değil midir?

—    Değildir ya...

—    Ya nerededir?

—    Açıkta...

—    Açıkta mı?

—    Evet...

—    Doğru mu söylüyorsunuz?

—    Şüphe mi ediyorsunuz?

—    Yok, fakat...

—    Gözümle gördüm.

—    Yaz, kış mı açıkta?

—    Yaz, kış...

—    Nasıl?

Efruz bey, asılsız tafsilâta başladı mı coşardı:

—    Açık hava mekteplerini işitmediniz mi?

—    Senden bir kere duydum sanıyorum.

—    Evet, Avrupa'da açık hava mektepleri vardır. Tabiî papaz mektepleri falan buradaki gibi hâlâ binalar içinde... Fakat yeni terbiyeyi, yani teşebbüs-ü şahsîyeyi Anglosakson terbiyesini kabul eden kaya mektepleri hep açıktadır.

—    Kaya mektepleri ne demek?

—    Ekol do roş... Yani, kayalar üzerinde ders okunan mektep.

Mesele mühimdi. Müdür masanın başından kalktı. Efruz Beye daha ziyade yaklaşmak için önüne gitti.

—    Kayalar üzerinde mi?

—    Evet...

—    Niçin kayalar üstünde?

—    Pek, basit, çünkü rutubet yoktur. Kaya nakil olmadığı için yazın soğuk, kışın sıcaktır. Adeta Allah'ımızın bir kaloriferi...

—    Rica ederim Efruz Bey, bu açık hava mekteplerine dair tafsilât ver.

Çok mühim buluyorum.

—    Başüstüne...

—    Buyur!

Efruz Bey, tam bir buçuk saat buyurdu. "Maşrık-ı Envar-ı Maarif-i Osmanî" mektebinin mühürü öğrendi ki açık hava mektebi ilk insanlar gibi çocukları tabiî hayata alıştırmak için kurulmuş ilmî bir müessesedir. Yaz, kış, gece gündüz, muallimler, talebeler, hepsi hayatlarını kırlarda geçirirler. Okumak yazmak pek az! Yalnız ekip biçmek! Yol yapmak! Kanal açmak! Köprü kurmak! Nadas etmek! Hayvan yetiştirmek! Tavukların dil altlarını çıkarmak! Beygirleri nallamak! Güzel üvendire kullanmak! Falan filan...

Efruz Bey de ayağa kalktı.

İki şahsiyet karşı karşıya geldi, birbirlerinin gözlerine baktılar. Sıska müdür:

—    Ne duruyoruz? dedi.

—    Bizim gibi ilmî inkılâpçılara bu miskinlik yakışmaz.

—    Efruz Bey başını salladı:

—    Doğru, yakışmaz.

—    O halde ne duruyoruz?

—    Ne duruyoruz?

—    Yarından tezi yok. Hemen açık hava mektebini bu memlekette tesis edelim.

—    Edelim...

—    Hazırlığa falan...

—    Ne lüzum var, ne vakit.

—    Fakat...

Çocukların anası, babası duyarsa ihtimal razı olmazlar.

—    Sanki bir tenezzühe çıkıyormuşuz gibi kalkar, buradan gideriz. Bir daha gelmeyiz. Bizi kırlarda kim arayıp, kim bulacak?

—    Fakat...

—    Fakati, makatı yok... diye Efruz Bey, müdürün bütün tereddütlerini gevşetti. Hademeye falan da lüzum yoktu. Meccaniler hademelik edeceklerdi. Tedris ücretlerine gelince, kırda, açık hava mektebinde tesis olunacak çiftliğin varidatı milyonları bulacaktı, ihtimal talebeler aldıkları yüksek yevmiyeleri ailelerine gönderebileceklerdi. Efruz Bey zengin hayalinden açık hava mektebinin kârlarına dair tafsilât verdikçe müdürün küçücük dar muhayyileciği genişliyor, kocaman bir göl oluyordu. Saatlerin geçtiğini duymadılar. Masanın başına oturdular. Planlar çizdiler, yarın sabah çocuklar, bir günlük yemekleriyle beraber mektebe geleceklerdi.

Sonra erkenden Köprü'ye  gidecekler, vapurla Haydarpaşa'ya geçecekler, daha sonra öğleye kadar cebrî yürüyüşle  Maltepe'yi  tutacaklardı. Sonra?

Efruz Bey:

—    Sonra, diyordu, ertesi gün sabaha karşı bir mavna ile doğru Hayırsızada'ya...  Tabiî ilk Türklerin Gelibolu'ya çıkışları gibi!

Orada tabiatla yalnız kalacağız! Mücadele başlayacak. Angtosakson terbiyesi başgösterecek, her çocuk bir Robenson... Biz de birer Robenson! Müdür:

—    Ya ekmek? dedi.

—    Düşündüğü şeye bak. Acıkan ekmeğini taştan çıkarır.

—    Bu doğru; fakat su?

—    Zannederim ki Hayırsızada'da su vardır. Arayıp bulacağız, bulamazsak...

—    Ne yaparız?

—    Deniz suyundan tatlı su çıkarırız.

—    Nasıl?

—    İngiliz tayfalarının yaptıkları gibi.

Her şeyi müzakere ettiler. Artık mektebin akşam tatil zamanı yaklaşıyordu. Efruz Bey bir şey teklif etti. Bu açık hava mektebinin tesis şerefini yalnız "Maşrık-ı Envar-ı Maarif-i Osmanî" müdürüne bırakmak istemiyordu.

—    Ortaklaşa! diyordu.

—    Fakat nasıl?

—    Ben mektebin resmen ders nazırı olayım. Salâhiyetim sizinkiyle müsavi olsun.

—    Bir görevde iki baş olur mu?

—    Olur...

—    Nasıl?

—    Fevkalâde ejderhalarda olduğu gibi.

—    Ejderhaların masallarda kuvveti hep, yedi sekiz başlarından ileri gelir.

Müdür düşündü, taşındı:

—    Bu olamaz, Efruz Bey! dedi..

—    Olamaz mı?

—    Olamaz.

—    O halde ben yalnız başıma bu mektebi tesis ederim...

—    Talebe bulamazsın.

—    Bana iki çocuk kâfi..

—    Onu da bulamazsın.

—    O halde?

—    Gel beraber yapalım, ittihattan kuvvet doğar.

—    Ben de bu fikirdeyim. Fakat salâhiyetim olmazsa...

—    Resmen olmasın da... Hususî, ne istersen yap...

Efruz Bey düşündü. Bir kere koloniyi teşkil ettikten sonra müdürü aldatmak kolaydı. Bir ihtilâl kâfiydi. Hatta icap ederse denize bile attırır, her türlü! münasebetsizlikten birdenbire kurtulabilir. Vâsi, fakat hususî bir salâhiyetle mektebin nazırı oldu. Müdür:

—    Çocuklar gitmezden evvel seni takdim edeyim, dedi.

—    Muallimler nerede?

—    Mektepte yalnız bir muallim var.

—    Bir muallim mi?

—    Evet..

—    Eh, kaç sınıf var?

—    Yedi...

—    Diğer muallimler nerede?

—    İkisi hasta. Üçü izinli. Biri tebdilhavah... Altısı da mazeretli olmalı. Bugün gelmediler.

—    Bir muallim yedi sınıfı nasıl okutuyor?,

—    Geriye kalan altı sınıf müzakere eder. Eski derslerini pişirirler.

—    Çok iyi, zaten açık hava mektebinde eski muallimleri kullanmayız.

—    Ben yeni muallim almam. Bu, bir prensip meselesi.

—    Hayır canım, hiç muallim almayacağız. Bir ben kâfi. Ben her şeyi öğreteceğim.

—    Teşekkürler...

Müdür için için seviniyor, neşesini saklayamıyordu. Evvelâ mektep kirasından, sonra da muallim ücretinden kurtulacaktı. Dışarı fırladı. Çocuklar da dersten çıkmışlardı. Trampeti vuran hademeye:

—    Çabuk muallim beyi gönder. Efendiler çıkmasınlar. Beklesinler. Divan var! dedi.

Oda kapısında bekledi. Yan gözle içeriye bakınca yüreği hop etti. Efruz Bey kendi makamına oturmuştu. Dalgındı. Gözlerini sanki Ethem Paşanın şaha kalkmış küheylânına dikmişti. Acaba bu büyük şahsiyetin yanında kendi varlığı sönecek miydi? Müdür bunu muhakeme edemeden çağırılan muallim gelmişti.

-— Divan var, çocukları toplayınız.

—    Başüstüne.

—    Amma, çabuk..

—    Bir dakika...

Yıkık binanın alt kamdan kulakları paralayacak derecede şiddetli gürültü yükseliyordu. Çocukların en kızdıkları şey bu divandı. Müdürün yarım saat gevezelik edip kendilerini sokağa çıkmakta geç bırakmasını bir türlü çekemezlerdi. Zayıf muallim, müdür beye, çocukların hazır olduklarını söylediği zaman, bu gürültü daha ziyade azıtmıştı. Sokak kapısını kilitleyip önünde bir put gibi duran kapıcının etrafında çocuklar, Karagöz'deki "Başlar mısın, başlayalım mı?" bestesiyle bağrışıyorlardı:

—    Açar mısın, açtıralım mı?

Müdürle Efruz Bey eski konaklarda "ev altı" denilen bu loş meydana gelince gürültü birdenbire durdu. Müdürün ince, keskin, madenî sesi öttü:

—    Efendiler! Şimdiden sonra ders nazırınız Efruz Beyefendidir. Size takdim ederim.

Onun sayesinde neler öğreneceksiniz, neler...

Evvelâ o, sizi yoran, gözlerinizi ağrıtan kitaplar kalkacak, hiç kitapsız okuyacaksınız.

Deminden binayı yıkacak gibi haykıran çocuklar şimdi, hayretten nefes bile alamıyorlar, işittiklerine inanmıyorlardı. Kitapsız ders. Bu ne saadet! Gayri ihtiyarî itiraz ettiler:

—    Şaka ediyorsunuz?

—    Şaka mı?

—    Şaka... Şaka...

—    Müdürünüzün şimdiye kadar bir defa olsun şaka ettiğini gördünüz mü? Ciddî söylüyorum. Efruz Beyefendi kitapları, defterleri, kâğıtları, kalemleri, hatta siyah duvar tahtalarını, tebeşirleri, hepsini kaldırıyor. Artık vazife falan da yazmayacaksınız...

Çocuklar sevinçten uğulduyorlar:

—    Şaka...

—    Şaka...

—    Şaka söylüyorsunuz! diye haykırışıyorlar-dı. Müdür Bey uzun uzadıya, izahat vererek hepsini inandırdı. Mektep yeni terbiye usullerini kabul ediyordu.

Bu yeni usul hayat içindi. Hayatta kitabın ehemmiyeti yoktu. Kalkan yalnız kitap, yalnız okuyup yazmak, yalnız ezberlemek değildi...

Başka...

Çocuklar, tekrar:

—    Ne? Ne? Müdür Bey, ne? diye bağırıştılar.

—    Evet, Efruz Beyin sayesinde mektepten "ceza" da kalkacak, herkes müsavi. Meselâ ben de sizin gibi olacağım. Artık bana selâm vermeye mecbur değilsiniz. Hepimiz müsaviyiz. Muallimler size karışmayacak. Size kimse karışmayacak. Hatta ananız, babanız bile... İstediğinizi yapacaksınız...

—    Yaşasın Efruz Bey!

—    Yaşasın!...

Çocuklar öyle müthiş bir gürültü ile alkışlıyorlardı ki... Efruz Bey gayri ihtiyarî ilk hürriyet günlerini hatırladı. Müdürün yanında ayakta duruyordu. İki ellerini yukarı kaldırdı. Alkışçılara karşı:

—    Söz isterim, söz isterim! diye haykırdı. Kendilerine tasavvur edebilecekleri en büyük

saadeti getiren bu halaskarı çocuklar dinledi. O müthiş gürültü birdenbire kesildi. Efruz Bey nutkuna başladı:

—    Arkadaşlar! Evet, size "arkadaşlar!" diyorum. Çünkü benim talebem değil, arkadaşımsınız. Talebelik, muallimlik, amirlik, madunluk, büyüklük, küçüklük bugün öyle şey yok. Sabık müdürünüzün söylediği gibi, herkes müsavi...

Müdür birdenbire sarararak, Efruz Beyin sözünü kesti:

—    Sabık değil, hâlâ müdürünüz benim... Efruz Bey:

—    Hayır, sabık! diye devam etti. Hiç müdüre bakmıyor, doğrudan doğruya çocuklara hitap ediyordu.

".... Müdürünüz, eskiden müdürünüzdü. Kendisinin belki haberi yok.

Şimdi o sizin müdürünüz değil. Nihayet bir arkadaşınız. Artık kendisine "Müdür Bey" demek bir hakarettir.

—    Demeyiz... Demeyiz...

—    Evet, doğrudan doğruya ismini söyleyiniz. Fakat ismi de çok uzun!

Mehmet Mustafa Tahsin Nida"!.. Adeta dört kişilik bir isim!

Evvelâ bu arkadaşınızın ismini kısaltmalı. Bu acele çocukları çıldırttı:

—    Kısaltalım.

—    Kısaltalım.

—    Nasıl kısaltalım?

Müdür sapsarıydı. Gürültü o kadar şiddetli, Efruz Beyin tesiri o kadar kuvvetliydi ki...

İçtimai dağıtmaya cesaret edemedi. Yalnız bir kâbus içinde gibi dinliyordu

—    Bana kalırsa ona "Mistik" diyelim. Bu muhacir ismidir. Bu suretle vatanperverliğimizi, hamiyetimizi de göstermiş oluruz.

—    Mistik...

—    Mistik... Hey Mistik, diye bir gürültü koptu. Bu ismi herkes beğeniyordu.

Mustafa Mistik, Arabaya kıstık...

Efruz Bey, müdürün ismini düzelttikten sonra programa geldi:

—    Arkadaşlar! Yarın hepiniz daha güneş doğmazdan bir saat evvel buraya geleceksiniz, kitap falan getirmeyiniz. Yalnız bir günlük yiyecek... Ekmek, zeytin, peynir falan... Yarın ilk defa açık hava dersine çıkacağız. Gevezelik edip de evde ailenize bir şey söylemeyiniz.

—    Söylemeyiz... Söylemeyiz...

—    Haydi bakayım. Tabur mabur istemez, serbestçe dışarı çıkınız, paydos! Kapıcı anahtarı güç çevirdi. Bir çocuk tufanı taştı. Civardaki evler, yangın var, sandılar. En ziyade azanlar "Meccani"lerdi. Kapıdan çıkarken:

—    Allaha ısmarladık Mistik! diye bağırıyorlar, bazıları bu vedaı:

—    Çiroz Mistik!

Kitabiyle tamamlıyorlardı. Efruz Beyin on dakikalık telkiniyle eski zaptın, raptın, kaidelerin, nizamın, intizamın bir anda yıkıldığını gören müdür birdenbire ürktü. Gözlerini açtı. Ev altında çocuk kalmayınca Efruz Beye döndü:

—    Fakat azizim. Biz bunları zaptedemeyiz...

—    Niçin?

—    Böyle müsavat falan yapacağını bilmiyordum.

—    içeride konuşmadık mıydı?

—    Konuştuktu.

—    O halde artık itiraz etmezsiniz. Çünkü kabul ettiniz sayılır.

—    Fakat...

—    Fakat...

—    Evet, Mistik, görüyorum ki sen hürriyetten korkuyorsun. Çocuklara tabiî hürriyetlerini, tabiî zevklerini verince taştılar. Gürültüye başladılar. Bu, İşte onların "hayatiyet"leridir. Bu hayatiyet eski batıl itikatlarla bağlı duruyordu. Hiç istifade olunmuyordu. Şimdi onların hürriyetleri olacak. Hayatiyetlerini istedikleri gibi izhar edecekler. Bak bu -aşkın çocuklardan ne harikalar doğacak! Ne kadar dâhiler çıkacak.

Müdür ürkmüştü. Cevap veremiyordu. Beş dakikalık hürriyetin artık önüne geçilemeyeceğine kaildi. Kendine "Mistik" diye haykıran talebelere artık talebe namı verilemezdi, İşte on senelik mektep birdenbire yıkılmıştı. İçinden: "Ne yaptım da o adama kandım?" diyordu.

Efruz Bey dalgınlığından onu uyandırdı:

—    "Yanlış bir şey yemiş ispinoz gibi ne düşünüyorsun Mistik? dedi.

—    Hiç...

—    Cesaret, haydi hazırlan. Bu gece mektepte yat. Ben de gece yarısı geleceğim. Yarın ileri...

Ok yayından çıkmıştı. Zaten artık geri dönülemezdi. Zavallı Mistik:

—    Pekâlâ, yarın erkenden... diye başını salladı. Hele bu kısalmış ismi kendine ağır bir hakaret gibi geliyordu. Efruz Bey bu kendi eseri olan ismi sık sık tekrarlıyor, ne bey, ne efendi ilâve ediyordu.

Mistik zihninden: "Bari Mistik Bey" dese fikrini geçirdi. Hatta yüzünü kızarttı. Bu arzusunu söyledi. Efruz Bey bir kahkaha attı:

—    Azizim Mistik! Sen gayet mahdut bir adammışsın. Seni de açık hava mektebinde müsavata, hürriyete, yani demokrasiye alıştıracağım. Deli mi oldun? Hiç "Mistik Bey!" denir mi? Bu ismin tabiatında, âhenginde, telâffuzunda bile demokratlık vardır. Bey, paşa, efendi, ağa gibi elkapları kabul etmez.

Efruz Bey hakikaten gece yarısı "Maşrık-ı En-var-ı Maarif-i Osmanî" mektebine geldi. Kapıyı vurdu. İçeride galiba kimse yoktu. Cevap veren olmadı. Mehtap her tarafı aydınlatıyordu. "Biraz gezeyim, düşüneyim!" diye Kasımpaşa'nın sakin sokaklarına daldı. O da annesine üç sene için veda etmişti. Nereye gittiğini inat etti, söylemedi. Evet, üç sene, Hayırsızada'da büyük bir müstemleke yaratacaktı. Fakat vaktiyle İstanbul'da toplanıp oraya sürülen köpeklere dair duyduğu şeyler müthişti !, Bu hayvanlar aç kalınca birbirlerini yemeğe başlamışlar, en kuvvetlileri zayıfları yiye yiye azarak yırtıcı bir sürü olmuşlardı. Hatta denizlerde yüze yüze civardan geçen sandallara yaklaşıyorlar, içindekileri kaparak çatır çatır yiyorlardı.

Çocuklarla buraya çıkınca, mutlaka bir muharebe lâzımdı. Muharebe için de silâh! Silâhı nerde bulacaktı?

Fakat ihtiyaç her şeyi insana buldurur. Efruz Bey gülümsedi. "Buldum, buldum!" dedi.

Talebeleri silâhlandırmak için bir şişe "kloroform" kâfiydi. Küçük bir şişe kloroformla bir tabur teşkil edebilmek!.. Gülümsedi. Kendi kendine söylenmeğe, konuşmağa başladı:

"— Dâhiyim desem, herkes güler.

"— Hâlbuki...

"— Kim bir mecidiyelik kloroformla bin liralık silâh elde edebilir?

"— Şüphesiz, hiç kimse?

"— Ben yapacağımı söylesem...

"— Gülerler.

"— Ah budalalar.

“— Evet, bir gişe kloroform..."

Fakat bu şişeyi nerede bulmalıydı! Vakit geçirmeğe gelmezdi. Cebinde meşhur Doktor İsa Nazım'ın, annesine verdiği bir reçete vardı. Onu çıkardı.

Yazısını taklit ederek, imzasının üstüne "Kloroform" yazdı. Ay aydınlığında reçeteye dikkatli dikkatli baktı. Sahtekârlığı fark olunacak gibi değildi. Başladı, bir eczahane aramağa...

Rast geldiği bekçilere soruyor:

— Aşağıya in!

Cevabını alıyordu. Efruz Bey aksine yukarı çıktı. Perapalas'ın dibinden geçti. Koca Beyoğlu mehtapta sarhoş olmuş gibi uyuyordu.

İçinden: "Üç sene sonra benim müstemlekemin yanında köy halinde kalırsın!" dedi. Camekânında aydınlık gördüğü bir eczahaneye daldı. Kapının gürültüsünden uyanan çırak sersem bir tipti. Reçeteyi okudu. Hiç şüphelenmedi. Efruz Bey onun şüphesini bütün bütün gizlemek için: 

— Aman çabuk, bütün doktorlar evde bir ameliyat yapacaklar! dedi. Pamuk da aldı. Şişeyi cebine koyunca azıcık daha muvaffakiyet neşesiyle bir nâra atacaktı. İşte silâhlarım hazırlamıştı...

* * *

O daha adaya çıkar çıkmaz "kloroform" kullanmaya hiç hacet kalmamış, bütün sürgün köpekler sanki manyetize olmuş gibi iki geceli dizilmişler, salta durarak dillerini çıkarmışlar, onu ve talebesini büyük bir memnuniyet ve hürmetle karşılamışlardı.

Efruz Bey Hayırsızada'da "Açık Hava Mektebi" müessisi olarak kalmadı.

Adeta orada bir hükümet, bir müstakil prenslik kurdu. Adanın en tepesinde beş metre genişliğinde, dokuz metre uzunluğunda tanı yedi renkli bayrağı dalgalanıyor, gürbüz açık hava mektebi talebesi sahillerde çardakların altında yan gelip yatıyorlar, denize giriyorlar. Adanın kendine mahsus motorbotları vızır vızır İstanbul'a martı yumurtası taşıyor. Hayırsızada birdenbire en hayırlı ada olarak Efruz Beyle tebaasına nihayetsiz servetler temin ediyordu.

Bir gün Efruz Bey adanın en tepesine alacalı bayrağın dalgalandığı yere çıktı. Oturdu. A, ne oluyordu. Ada birden büyümeğe, şişmeğe başladı. Efruz Bey bağırmak istedi. Fakat sesi çıkmıyordu. Toprak beraber yükseldi, yükseldi, yükseldi. Belki Hazreti İsa'nın haram ettiği dördüncü kat göğe vardı. Birden başına gayet ıslak bir şey dokundu...

Gözlerini açtığı zaman, beyaz gömlek giymiş genç bir doktorun başucunda alnına ıslak soğuk bezler sarmakla meşgul olduğunu gördü. Kımıldamak istedi. Fakat her tarafı külçe olmuştu.

Yavaş yavaş hatırlar gibi oluyordu. Hain müdür onu aldatmış, ne kendisi gelmiş, ne de çocuklardan kimseyi yollamıştı. Fakat Efruz Bey azimkârdı. Fikret'in:

"Hak bellediğin bir yola yalnız gideceksin!" 

Mısraına iman etmişti. Bir sabah erkenden vapura binmiş, Kınalıada'ya (2) geçmiş, yanına öteberi de almıştı. Akşama kadar tepeden dürbünle Ha-yırsızada'yı tarassut etmiş, geceyi otelde geçirmişti.

(1)    Tevfik Fikret'in Halûk'un Defteri adlı kitabındaki Bir Tasvir Önünde şiirinin bir dizesi.

(2)    Kınalıada:    Marmara'da İstanbul'a en yakın ada.

Sabahleyin arka tarafta, in cin olmayan bir yerde boş bir sandal bulmuş, hemen içine atlamıştı.

Bundan ötesini bir türlü tahattur edemiyordu...

Şimdi bulunduğu yer "Yalova" idi. Demek bir felâkete uğramış, dalgalar onu istemeye istemeye Yalova sahasına götürmüştü. Fakat hayır, büyük işler yapmak, meşhur olmak emelindeydi. Her zaman olduğu gibi, düşünmeksizin aklına bir şey geldi. Buradan hemen İstanbul'a dönmek, oradan Yunanistan'a, Akropol'a(1) gitmek, sanat, edebiyat hocası olmak... Oooh, bu ne ilâhî bir mefkûreydi: Karyolasının içinde çırpınmaya başladı. Akropol'a, Akropol'a!..

Genç doktor hezeyanın yeniden başladığına sahip olmuş, Efruz Beyin alnına taze taze ıslattığı bezleri sarmaya çalışıyordu.

 


 

GAYET BÜYÜK BİR ADAM

"Safahat" dergisinde roman olarak duyurulan bu yazının sonu, derginin kapanması yüzünden, yayımlanmamıştır. Daha sonra yazar, "Şîmeler" adiyle bir hikâyesini yayımlamıştır.

BİRİNCİ KISIM

Hürriyet ilân olunduğu vakit ben İzmir'de idim. El şakırtıları, allı yeşilli bayrak dalgaları, birbiri üstüne binerek "yaşasın!" diye haykıran şuursuz halkın içinde beni arkadaşlarım buldular:

—    Ulan, hâlâ burada sen ne duruyorsun? dediler.

—    Durmayıp da, ne yapayım? diye ağzımı açtım.

—    Ne yapacaksın! İstanbul'a git! diye haykırdılar.

—    Senin gibi feylesof, muharrir, şair, müverrih, mütefennin bir genç payitahtta milletine hizmet edebilir, yoksa burada değil...

Ve beni omuzladılar. Havaya kaldırarak el üzerinde gezdirmeğe başladılar. Halk, hürriyet kahramanlarından biri sanarak, beni, onların elinden zorla aldı. Ayaklarımı ve pantolonumun paçalarım öperek saatlerce sokaklarda dolaştırdı. Ben, bu tezahürleri kendim için çok görmüyordum. Çünkü biliyordum ki, Türkiye'de benden başka ambryologi ilminde ihtisas kazanmış kimse yoktu. Ve halk, haberi olmadan, bu meziyetim için beni yükseklere kaldırıyordu, ilimsiz, irfansız,, fensiz, felsefesiz bir vatan yaşar mıydı? Eğer uykusuz kaldığım geceler ambriologi ile uğraşmasam, bu güzel ve aydınlık saadet gününü görebilir miydik? Rıhtımdaki Paris Kahvesi'nde yapayalnız bunu düşünüyordum. Artık gece yarısı çoktan geçmişti. Mersinlinin üstünde, menekşe, mor ve sincabi renkte bir fecir açılıyordu. Garsonlar uyukluyorlardı. Ve önümden hür ve insanlık hukukuna malik Osmanlılar geçiyorlardı. Kalktım. Onların arkasına takıldım. Galiba biraz sarhoştular. "Yeni bir âleme doğan bu yeni halk ne konuşuyor?" diye merak ettim. Kendilerine yaklaştığımı duymuyorlardı. Biri diyordu ki:

—    Bu eğlenmekse, eğlenmemek nedir?

—    Yatıp uyumak...

—    Sabaha kadar uyanık durmak bir şey olduğunu hileydik.

Abdülhamit'in devrinde de yapardık.

Gülümsedim. Kalbim çarpıyordu. Daha hürriyetin ilânından üç gün geçmemişti. "Dün" ayrılıyor, Abdülhamid'in devri oluyordu. Onları dinledikçe yetmiş dört birahane gezdiklerini, doksan iki şişe bira içtiklerini ve daha yüzümü kızartacak birçok şeyler işitiyordum. Biraz geriledim. Arkamdan yine hür Osmanlılar geliyordu. Ve kendileri gibi lâfları da kulaklarıma geliyordu:

—    Sabah oluyor, yahu...

—    Hürriyet bu... Gündüz uyku, gece keyif...

—    Eyy, para?

—    Allah kerim!

Onlar da yanımdan geçtiler. Ve Mısır Oteli'nin işkembeci dükkânına girdiklerini görünce, karnımın acıktığını hatırladım. Ben de girdim. Çorbayı içtikten sonra çıkarken elimi cebime soktum. Ancak bir çeyrek bulabildim. Ve işkembeci altı kuruş istiyordu. Sözde içine dört yumurta fazla kırmış...

—    Ne yapayım? Ne yapayım? diye başımı kaşıdım.

Pazarlık olmazdı. Hem bu millî şenlik içinde bir tatsızlık yapmak, artık vücutları görünmez olan polisleri yine meydana çıkarmak, benim gibi fâzıl ve uyanık, âlim ve muharrir bir gence yakışır mıydı? Fena olduğunu bildiğim halde yalan söylemenin faydasını inkâr edemem. Aklımda ismi kalmayan bir feylesof, "Yalan olmasa, dünya dönmez, yıkılır, giderdi." diyor. Kaşlarımı yukarı kaldırdım:

—    Eyvah! diye bağırdım, çantamı düşürmüşüm... ve hemen ilâve ettim: İçinde yedi İngiliz, dokuz Fransız, on bir Osmanlı, hatta bir tane de Fas lirası vardı. Mührüm altından idi.

Tezgâh başında hesap gören hür Osmanlılardan hiç bir kimse hür bir kardeşinin ziyanına eseflenmedi:

"Korkma Usta, şimdi paranı vereceğim," diyor, çantamı kim bulursa, Fas lirasından mâdasını kendisine hediye edeceğimi söylüyordum. Herkes başını sallıyor, en dikkatli dinleyen bile gülümsü-yordu. Çantamın kaybolmasından ancak işkembeci heyecana geldi:

—    İnşallah bulursunuz, dedi. Ama şimdi üzerinizde başka para yoksa, bana bir şey rehin bırakınız.

Üzerimde beş sene evvel iki kuruşa aldığım bir cep cüzdanı vardı. Bir de kurşun kalemi, iki forma Fransızca "Essai sur l'embryologie",  bu kâğıtları uzattım.

—    İşte, sana bir rehin! dedim. Bir liradan fazla eder.

Usta, gözlerime baktı:

—    Eğleniyor musun? diye sordu. Ve köşede yığılmış Rumca büyük gazete yığınını göstererek ilâve etti: Kâğıt para etseydi, biz dükkânları kapardık. İşte sana on okka kâğıt, getir beş kuruş, al hepsini git.

Mesele çatallaştı. Çorbasını bitiren tezgâhın başına geliyordu, içlerinden bazısı şüpheli nazarlarla beni süzerek:

—    Ayıp, ayıp! diye homurdanıyorlar.

Al aşağı, ver yukarı, sanki haberim yokmuş da, kazara buluyormuşum gibi, cebimdeki çeyreği çıkardım. Geriye kalan bir kuruş için de yeleğimi bıraktım. Kapıdan kendimi dışarı attım, îçimde bir acı duyuyordum, izzeti nefsim kırılmıştı. Hiç bir kuruş için adamın ceketi çıkartılır, yeleği arkasından alınır mıydı? Keski tütünü bırakmasaydım! Tütünü bırakmasam bu felâket başıma gelmeyecekti. Çünkü fakfon tabakamı da kaybetmeyecek, müşkül bir mevkide, bir kuruşa karşı rehin gibi onu kullanacaktım. Zaten adam, üzerinde kıymetli bir şey bulundurmalıydı. Bu âdeta içtimaî bir mecburiyetti. Fakat benim gibi âlimane, say ve tetebbu içinde hayat geçirenler, akıllarını öyle lüzumsuz şeylere sarf edemezler.

Spenser gibi büyük bir feylesof bile üzerinde elbette gümüşe dair bir şey taşımazdı. Büyük hakikatin herkes tarafından anlaşılması için aç açına kitaplar yazdı. On beş sene yazdıktan sonra otuz bin franktan, yani bin beş yüz liradan fazla bir para kaybetti. Yine yılmadı. Kendisine verilen mükâfatları, rütbeleri bile istemedi. 1882'de Paris "Ulûm-i Mâneviyye ve Esâsiyye Akademisi" ne âza tâyin olunduğu halde, tabiî, bir genç Osmanlı vatanperverliği ile hiç bir ecnebi müesseseye giremeyeceğini söyledi. Amerika'da kendini seven dostları ve okuyucuları bu feylesofun fakirliğini, açlığını düşünerek, aralarında kırk bin frank kadar para toplamışlar ve bir altın saatla göndermişlerdi. Spenser saati aldı, paraları da geri yolladı. Sonra Kraliçe Viktorya'nın kendisine verdiği rütbe ile Almanya imparatorunun madalyasını da geri çevirdi. Güzel ve küçük bir odasında yattığım Hacı Seymen Hanına giden sokaklardan geçiyordum. Kalabalık buralara bile taşmıştı. İstemeye istemeye:

—    Doğrusu bu Spenser biraz budala imiş... diyordum ve ne kadar büyük olursa olsun ona benzememeğe karar verdim. Hayatta niçin para ve menfaatten böyle nefret etmeli? Eğer ilim için bir budalalık lazımsa, ben bütün embryologiye ait notlarımı yırtar, meydana atılarak:

—    Cahilim, yahu, ben de cahilim! diye haykırmağa başlardım.

Hâlbuki İşte hürriyet ilân edildi. Bunu, şu, yahut bu zat, isimlerini bütün dünyaya telgrafların aksettirdiği Niyazi ve Enver yapmadı. Halk yaptı. Ahali yaptı. Uyanan Osmanlılar yaptılar. Tabiî şimdi bunlar gençliğe, ilme, fenne, hususuyle embryologi'ye büyük bir kıymet verecekler ve bizim gibi âlimleri, bu akşam bana yaptıkları gibi hep el üstünde gezdirecekler, mükâfatlar, paralar, maaşlar bahşedeceklerdi. Ve akademi açılacaktı... Embryologi mütehassısı ben, mutlaka ilk azadan olacaktım. Yarın nereden para bulabileceğimi hep bunlarla beraber düşünüyordum. Artık son parasız günlerimiz bu günlerdi. Yarın Meşrutiyet ve Hürriyet sayesinde şöhret cennetine girince gamlı bir mazi olan sefalet ve züğürtlüğümü nasıl hatırlayacak, hatıramı yazarken bir saat evvelki yelek vakasını nasıl ballandıracaktım.

Hanın kapısına geldim. Tuhaf! Hancı Mesut beni bekliyordu. "Hey gidi Hürriyet hey!.. İşte ilmin, âlimin kıymeti bilinmeğe başladı" diye sura-timi ekşittim. Mesut, kalın karakaşlı, kısa boylu, ters ve mendebur bir herifti.

—    Seni bekliyordum, dedi, feneri nerede söndürdün?

—    Heyhat, zavallı diye kabardım, fener söndürmedim. Bilâkis hezaran es bi eydi hisad hezaran eşi'a-i hürriyet ikad ettim.

—    Ne yaptın, ne yaptın?

—    Söylediğimi anlamadın mı?

—    Yoook...

—    Niçin?

—    Türkçe söylemiyorsun ki babam, boyuna lügat paralıyorsun.

—    Bu Osmanlıca, ilm-i lisandır. Sizin Türkçe ile söylenmez.

—    Öyle ise sus, hiç söyleme...

Fena halde surat astı. Gözlerini öbür tarafa çevirdi. Ben, sevgili vatandaşımın hatırını kırmamak için lafımı Türkçeye tercüme ettim:

—    Bak, ne diyorum: Fener filan söndürmedim. Bilâkis binlerce fikirsiz kafada yüz binlerce hürriyet alevlendirdim.

—    Ey, sonra buraya niye geldin?

—    Yatmağa...

—    Ben senin odana iki müşteri yatırdım. Hiddetlenecektim. Hâlbuki, iki aylık borcum vardı. Şimdi Mesut, biraz akıllı ve fikri açık bir adam olsa, benim gibi, tam şöhret ve samanın eşiğine gelmiş bir. âlime böyle eşekçe muamele eder miydi? Feylesofluğa vurmak istedim:

—    Ne ise zararı yok. Başka, cahil bir adam olsa, bu yaptığına kızardı...

—    Ben cahile kızmam ama... parasız biri elime geçse, anasını bellerim... Gayri ihtiyarî:

—    Yaaa... diye ağzım açıldı.

Gündüz oluyordu. Uyku gözlerimden akıyordu. Ayaklarım titriyordu. Acaba bu kaba herif benim parasızlığımı yüzüme vurmak, taş mı atmak istiyordu? Yine pişkinliğe vurdum. Feylesofların avam ile uğraşmaları ayıptı. Gülümseyerek '

—    Pek uykum var, bana başka bir yatak göster sen de, bir iki saat kestir sem... dedim.

—    Hiç boş yatağım yok.

—    Ey, ben şimdi ne yapayım?

—    Senin ne yapacağını ben ne bileyim? Artık herifin münasebetsizliğine dayanamadım, iki aylık borcumu vermeyeceğimi söyledim. Cevap olarak benim bütün eşyalarımı, yatağımı, kitaplarımı zaptettiğini söylemesin mi?.. Boğazına sarılacağım geldi. Lâkin artık Meşrutiyet'ti... Böyle vahşice ve barbarca bir hareketin benden çıkması, doğrusu gençliğe, Meşrutiyet'e, ilme, insaniyete leke olabilirdi. Ah, kendimi tutmak için nasıl dişlerimi sıktım. Gıcırdarken "çatt!" dedi. Üst sıra dişlerimin sağdan üçüncüsü kırılmasın mı? Hiddetimin dehşetinden kendim de korktum. Tekrar caddeye doğru kaçmaya başladım. Mesut arkamdan küfürleri basıyordu.

Salepçibaşı Hanının kıraathanesine girdim. Henüz kimse yoktu. Başımı, masanın mermerine dayadığım kollarımın üzerine bir güzel yerleştirdim. Kulaklarım uğulduyor, başım ağrıyordu. Evet, ben İstanbul'a gitmeliyim. Şan, şöhret, saman beni orada bekliyordu.

"Safahat" dergisi, sayı 2, mart 1330 (.1914)


 

ŞİMELER 

Herkesin: "Gayet büyük bir adam" dediği bu zat sahiden pek büyüktü. Boyu bir doksan beş santimetre idi. Yahut yürürken çok kabardığından öyle görünüyordu. Kuvveti, şiddeti çıplak resimlerindeki kabarık bazularından belli oluyordu. Hele bıldırcın avına gidecekmiş gibi başı açık, spor elbisesiyle çıkarttığı fotoğrafı... Elinde tuttuğu kaim ve korkunç kırbaç... Tüyleri ürperme-den kimse bu nefis, kahraman hayale bakamazdı. O kadar büyüktü ki nazırlar yanında pek küçük kalıyordu. Okuduğu birkaç milyon kitabın kafasına yığdığı o nihayetsiz malumat, okumayıp ha "okudum diye iddia ettiği birkaç milyon risalenin sayıları da ilâve edilecek olursa zekâsının... hayır, hayır, dehasının dehşetinden titrememek kabil değildi.

Bütün gençlik, bütün ihtiyarlık, bütün orta yaşlılık, dişilik, erkeklik, büyüklük, küçüklük, iyilik, fenalık hasılı bütün dünya onun adı anılınca ayağa kalkıyor; evvelâ rükûa, sonra secdeye varıyor, vardığı bu secdeden bir daha doğrulamıyor, bir daha kımıldanamıyordu.

Bu "gayet büyük adam" m en ziyade kızdığı şey millî, dinî mefkûrelerdi. "Ah bu serseriler, derdi, ellerinden gelse bütün insaniyeti mahvedecekler..." Evet, dünyada milliyet kadar çirkin, yırtıcı bir vahşilik iddiası olamazdı, İtalyanları yarım asır evvel Avusturya'ya karşı isyan ettiren, kurdukları müstakil hükümetleri birdenbire büyüterek, meşum tarihlerinden ilham alarak Trablus'a atılmalarına sebep olan "milliyet" hissi değil miydi? Rusya'nın Asya'yı benimsemesi, Japonya'nın sivrilişi, sarı tehlike, Pan' Cermanizm,  Pan îslavizm  tehlikeleri hep bu milliyet hissinden doğmamış mıydı?

Bulgarların iki hafta içinde İstanbul'a dayanmaları hangi uğursuz kuvvet sayesinde idi? Milliyetler, dinler olmasa insanlar bu arzın üzerinde kardeş gibi yaşayacaklardı. Türkiye'de olmayan bu tehlikeyi icat etmek en büyük bir cinayet değil miydi?

Büyük adam, aynı zamanda gayet büyük bir muharrirdi. Liberal gazetelerin baş sütunlarında Pan Türkizm, Pan İslâmizm, aleyhinde birçok yazılar yazdı. Hatta bir mecmua: "Yeni lisan, yeni hayat" hareketinin aleyhinde bulunuyor, millî cereyanı asker bozuntusu iki üç muharrire atfediyordu. Büyük muharrir sabredememişti. Hemen bir mektupla: "Ben de tamamıyla sizin fikrinizdeyim. Türklük cereyanı vatana, millete (!) çok muzırdır.”,diye takdirlerini saçıyordu. Onun fikrince felsefenin, ilmin, fennin gayesi fertleri cemaatlerinden ayırmak, onu hür, müstakil bırakmaktı. İlme, felsefeye yabancı kalmayan bir fert ne milliyetini, ne dinini tanır, ayrı dinlerin saliklerini hep kardeş tanırdı.

Bütün arz onların vatanı idi. Milliyetleri insanlıktı. Ancak bu nazik, medenî noktayı anlayan insan, insan olurdu... Yoksa milliyet gibi vahşet, karanlık zamanından kalma bir müesseseye bağlayan, bir cemaatin ruhuyle, iradesiyle hareket eden, kendi arzularını unutan bir adam asla insan addolunamazdı. Bu "insan addolunamayan güruh" halkı kendilerine benzetmeye çalışıyor, "Turan, Turan, Turan" diye tehlikeli bir gürültü koparıyordu.

Kırk sekiz yaşındaydı."Memeden kesilir kesilmez düşünmeye, yazmaya başladığı gayri matbu altı yüz bin sayfalık eserinde medeniyetin ferdiyete doğru yürümek olduğunu ispat etmişti. Milliyetler ölüme mahkûmdu.Cemaatler dağılınca millî vicdanlar da yaşamayacak, herkes umumî bir idare ile değil, şahsî arzularla hareket edecek, o vakit ortada yalnız "insanlık" kalacaktı. Fakat Avrupa'daki cemaat ruhlarının iflâsına daha çok zaman isterdi. Ruhsuz, idraksiz bir cemaat olan Osmanlı Türkleri İşte bu insaniyet gayesine yüzlerini çevirmişlerdi. -Politika ile uğraştığı zamanlar diğer Osmanlıları, yani Bulgarları, Sırpları, Rumları, Arnavutları pek iyi tanımıştı. O vakit ki bu gayri Türk Osmanlı arkadaşlarının milliyet, din hususundaki taassuplarına bakar, içinden:

—    Ne kadar kafalı herifler... derdi: Bununla beraber Kozmidi ile canciğer sevişirdi. İntihabat esnasında Boşo'yu halka "Sağlamdır... Benden hamiyetli, benden vatanperver bir Osmanlıdır." diye takdim etmişti. "Osmanlılık, müsavat, adalet, kanun, yine kanun, sonra yine kanun..." davasını şimdi Arnavut kırallığı nazırlarından olan eski fesatçılarla beraber ne güzel müdafaa etmişti! Artık "Elhamdül Bacon  ve Spencer  bu millî, taassup unsurları Osmanlılığın içinden çıkmışlardı. Araplar Arabistan'da, Türkler Anadolu'da hemen hemen yalnız kalıyorlardı. Türkleri yalnız İstanbul ahalisinden ibaret sanırdı. Ecnebî coğrafya kitaplarının adedini yazdığı on beş milyon Türk'ün varlığına inanmaz:

—    Bu Avrupalılar etnografya ilminde pek cahildirler, derdi. "Memaliki Osmaniye" ye haksız olarak Türkiye dedikleri gibi, Anadolu ahalisine de hep "Türk" diyorlar...

Faydasız mütalâayı sevmediğinden tarihe o kadar ehemmiyet vermemişti. Bütün tarihî malumatı mektepte öğrendiği şeylerdi. Bu malumatın verdiği katî itimat ile gülerdi.

— Anadolu'da on beş milyon Türk ha... Bunu yazan Avrupalılar hiç tarih okumamışlar. Türkler Anadolu'ya altı yüz sene evvel beş yüz çadır halkı olarak gelmişler. Ada tavşanı olsalar bu kadar üreyip çoğalamazlar...

Hâlâ mekteplerde okutulan, içinde "Türk, Turan" kelimesi geçmeyen küçük "Fezleke-i Tarih-i Osmanî" kitabından başka tarih görmediğinden Osmanlı Türkleri gelmezden evvel Anadolu'nun baştan aşağıya kadar Türk milletiyle dolu olduğunu bilmezdi. Selçukîleri Acem zannediyordu. Hele Aydın ahalisi tamamıyla Rum'du. Çünkü ora ahalisine verilen "Efe" ismi Rumca eski, genç kahramanlara verilen “Efe” kelimesinden çıkmamış mıydı?

Milliyetperverlerin "Türk" yapmaya çalıştığı Türk - Osmanlı nüfusu karmakarışık, kendi tâbirince "Mağşuşül-milliye" bir heyetti. Bunlara millî, dinî bir mefkûre vermek müşterek insanlığa karşı bir hıyanet idi.

Zira bu Türk - Osmanlıların damarlarında beş sene evvel Selanik'te çıkan milliyetperver bir paçavraya yazdıkları gibi: Rum, Bulgar, Sırp, Rus, Fransız, İngiliz, Alman, İtalyan kanı akıyordu. Asla "Türklük" ü kabul edemezlerdi, işte kendisi meşrutiyetin ilânından beri beş altı milliyete intisap iddia etmişti. Hatta Balat'ta verdiği bir konferansta:

— Bizzat bir siyonistim...  diye haykırmıştı. Lâkin yine Türklüğü kabul 'edemezdi. Çünkü kendisinin Türk olmadığını iyice biliyordu. Türk olmadığına zekâsı, dehası şahit değil miydi? Hiç Türklerin içinden kendisi gibi mütekâmil, âlim, fazıl, mütefennin, feylesof çıkabilir miydi?.

Kendisi olsa olsa "Osmanlı" olabilirdi. Öyle bir Osmanlı ki mazi ile "Memalik-i Osmaniye" haricindeki Türklerle, Türklükle, Turan ile katiyyen alâkası yok.

Yahşinin denize bakan en büyük odasını kütüphane yapmıştır. Yıllarca biriktirdiği, ciltlettirdiği kitapları birkaç sene evvel Türklük iddia eden Osmanlılara inat için-Hıristiyan, ecnebi bir müesseseye vermişti. O vakitten beri yine her hafta Beyoğlu'ndan bir küfe kitap alır, hammalla evine getirirdi. Bu zerzevat gibi küfe ile kitap almak onun eski bir âdetiydi. Osmanlılar küfe küfe alınan bu kitapların hepsini okur zannederek ondan ürkerlerdi. Hatta Abdülhamit Efendi bile padişahken onun şöhretinden, ilminden korkmuş, terbiyesini verememişti.

Yine dolmağa başlayan kütüphanesine bu sefer büyük büyük dolaplar da koydurmuştu. Akajudan yapılmış bu narin, şık dolaplar otuz âşıklı bir kokotun elbise dolaplarına benziyordu. Kapakların fildişi levhaları üzerinde yaldızlı harflerle: "Birinci sayfadan,

"Yüz on iki bin sekiz yüz kırk beşinci sayfaya kadar.

"Yüz on iki bin sekiz yüz kırk altıncı sayfa-

"Dört yüz otuz bir bin dokuz yüz yetmiş üçüncü sayfaya kadar.

"Beş yüz bin altı yüz elli üçüncü sayfadan, sekiz yüz bin üç yüz on birinci sayfaya kadar...' yazılmıştı. Bu dolaplar altı tane idi. Birisi görse bu gayet büyük adamın tavazu için yalan söylediğine, altı bin sayfalık eserinin birkaç milyon sayfalık olduğuna hükmedecekti. Fakat sıkı sıkıya kilitlenmiş olan bu dolapların içinde hiç kâğıt yoktu. Onun. eski spor elbiseleri, kırbaçları, kispetleri, tek, çifte gözlükleri, kemerleri, cübbesi, külahı, teşbihleri, neyi, tamburası dururdu.

Açık pencereleri indirdi. Hava çok güzeldi. Fakat soğuktu. Üstünde küçük kitap kaleleri yükselen yazı masasına oturdu. Her vakit ki meşguliyetine başlayacaktı. Bu masanın üzerinde asla yazı yazmazdı. Yalnız usturalarını bilerdi. Anahtarla çekmeceyi açtı. Bileyi taşını, küçük bir zeytinyağı şişesini, bir deste de ustura çıkardı. Büyük, âlimane bir dalgınlıkla işe başlayacaktı. Lâkin:

— Belki erken gelirler... diye durakladı. Düşündü. Tekrar çıkardığı şeyleri çekmeceye soktu, kilitledi. Sonra önüne büyük, İngilizce bir kitap açtı. Okuyormuş gibi bakmaya başladı. Bugün iki büyük adamı davet etmişti. Onları barıştıracaktı. Şair, âlim, mütefennin, feylesof, mutasavvıf ve kabalist   olduğu kadar hayalperverdi. Bu iki büyük adamın dargınlığında Osmanlılık için gayet büyük, hem gayet büyük bir tehlike görüyordu. "Mağşuş-ül-millîye" ve Türklükle, Turan'la münasebeti olmayan Osmanlıların en büyük adamı kendisiydi. Hatta üç dört aylık hükümeti esnasında vatana, millete ettiği büyük hizmetleri tarihin asla unutamayacağı "Büyük kabine" onun iktidarını, meziyetini' takdir 'ederek âyanlığa namzet göstermemiş miydi? Tuhaf, hayalî bir hezeyan içinde kendisini nazır zannetti. Yine yalnız hayalinde mevcut olan Osmanlı milletine bir hizmet edecek bu iki meşhur, büyük adamı barıştırarak ayana sokacaktı. O vakit ikiye ayrılan Osmanlılar birleşecekler, gayri millî, ferdî hayatlarına devam edeceklerdi. Bunlardan birisi "şîme-i muhabbet, birisi "şîme-i husumet" iddia ediyordu. Hayalinde büyüttüğü, hayalinde vücut verdiği gayri millî Osmanlı milleti şimdi şaşırmıştı. Husumete mi, yoksa muhabbete mi taraftar olsunlar? Bu iki âlemin, çıkardıkları davalarla şöhreleri cihana yayılmıştı. Eğer barışmazlarsa Avrupa'da değil, hatta bütün dünya yüzünde umumî bir muharebenin baş göstereceği iki kere iki dört eder kadar muhakkaktı. O vakit "şîme-i muhabbetciyle "şîme-i husumet" çinin namları tarihlere geçecekti. Bu ne muvaffakiyetti... Kendisi altı yedi yüz bin sayfalık bir eser yazmaya kalkmasına rağmen, fotoğraflarına, makalelerine, hususî mektuplarına, resmî istidalarına imzasını "feylesof' diye attığına rağmen, henüz onlar kadar baş döndürücü, anî bir şöhret kazanamamıştı. Bunu kıskanıyordu. Ah ne olurdu, o da bir "şîme-i bir şey uyduruverseydi... Lakin hayır, İşte kendisi nazırdı. Maddeten değilse bile manen nazırdı, mademki Türklüğü kabul etmeyen, milliyetperverlerin arkasından gitmeyen Osmanlıların en büyük adamıydı. Hakikatte hakkı nazırlık değil, sadrazamlıktı. Şîmecileri barıştırıp ayana koyacak, onların iddiasından kendisine mahsus vasati bir "Şîmei.." çıkaracaktı. Dünyada en nefret ettiği, sözüyle, kalemiyle, her fırsatta aleyhlerinde bulunduğu genç Türklerin en yırtıcı huysuzlukları, vahşetleri barışmamak, itilâf etmemekti.. Onlar "itilâf mesleğin ölümüdür." derlerdi. Biraz kendi imtinalarından, programlarından feda ederek muhalifleriyle, şantajcılarla anlaşmazlardı-Hâlbuki o "muhabbet" ile "husumet" i barıştıracaktı. Çünkü budala değildi, gayet zekiydi. Hem "muhabbet" ile "husumet" in arasında ne fark vardı? Hemen hiç... Beyaz ile, siyahın, tek ile çiftin,, altın ile suyun arasındaki fark kadar ehemmiyetsiz, bir başkalık... Bu başkalığa âdeta "müsavat" denebilirdi. Biraz tahlil istiyordu. Yoksa muhabbetin, husumetten, beyazın siyahtan, tekin çiftten, ateşin, sudan hiç farkı yoktu. Başını sallayarak:

—    Bütün yollar Roma'ya gider... dedi. Zaten o hissediyordu. Muhabbetçi ile husumet-

çinin yalnız nağmeleri değişiyordu. Bestelerinin, güftesi, bu güftenin manası hep birdi... Hep bir. Menfaat... Mademki fikirlerinin esası birdi, niçin dargın duracaklar, Turan düşmanı Osmanlılığı anarşi içinde bırakacaklardı.

Daldığı, cehennemdeki gayya kuyusundan daha derin mütalâadan hizmetçi kız uyandırdı... Rumca, şişman bir beyin geldiğini söyledi. O da Rumca, yanına getirmesini söyledi. On yedi lisan biliyordu, İngilizle İngilizce, Fransızla Fransızca, Rumla Rumca, Arnavutla Arnavutça, Yahudiyle İspanyolca, fakat Türklerle Osmanlıca konuşurdu.

Hizmetçi kızın arkasından giren "Muhabbetçi"' Bey idi. Biraz ayağa kalktı. Yer gösterdi.

—    Buyurun, oturunuz bakalım, dedi. "Muhabbetçi" nin mesut, şişman bir banker gibi dünya umurunda değildi. Güldü:

—    Geç mi kaldım? diye sordu.

—    Hayır, hayır...

—    Fakat matbaada işimi bıraktım. Zarar, ziyan olarak sizden bir makale almadan gitmem...

—    Pekâlâ, şeye dair yazdığım yazıları sana veririm...

—    Neye dair?

—    Şeye canım...

—    Neye?

Büyük adam öyle kaldı. Neye dair yazdığını bulamıyordu. Bazularım gerdi, dişini sıktı, attı:

—    Pestalojiye  dair canım, birden bulamadım.

"Muhabbete" sevindi:

—    Pestaloji... Evet, gayet mühim bir fen... Sekiz on senedir ben bu fenle uğraşıyorum. Osmanlılarca bilinmeyen bu ilimden ilk defa benim risalemle bahsolunması büyük bir şeref... Şerefin en büyük kısmı da size ait olacak.

Bir saat kadar Pestalojiye ait konuştular. Bu ilmin tarihinden, terakkisinden, tekâmülünden, bahsettiler. Hizmetçi kız, bir beyin daha geldiğini haber verdi. Büyük adam "Muhabbetçi" ye:

—    Sana bir sürpriz yayacağım, dedi. Mutlaka barışacaksın...

—    Ne? Beni onun için mi çağırdınız?

—    Evet.

—    Niçin!

—    "Husumetçi" ile barıştırmak için...

—    Mümkün değil.

—    Niçin?.

—    Çünkü o barışmaz. Yoksa bana göre hiç... Büyük adam hizmetçi kıza bu beyin getirilmesini yine Rumca emretti.

Muhabbetçiye:

—    Sen emin ol... dedi.

Beklediler... Biraz sonra kapı açıldı. Husumetçi büyük adama doğru yürüdü. Kendisine uzanan elleri sıktı. Yüzünü çevirip diğer misafiri görünce çehresi değişti. Bir an içinde kızardı, bozardı, sarardı, yeşilleşti, morardı, karardı. Adeta sathına bukalemun derisi kaplatmış bir husumet heykeline döndü. Gözlüğü titriyordu. Yumruklarını sıktı. Muhabbetçiye o kadar korkunç, ateşli bir gözle baktı ki... Büyük adam bile ürktü. Ayağa kalktı.

—    Ne oluyorsun yahu? dedi. Otursana... Tuhaf bir tesadüf. Hiddetlenmeye lüzum yok.

Birden Muhabbetçi de korkmuştu. Husumetçinin elinden bir kaza çıkacağından çekmiyorlardı. Fakat yavaş yavaş Muhabbetçi cesaret aldı. Arkadaş oldukları zaman onun ne kadar cesur olduğunu da öğrenmişti. Husumetçi:

—    Düşmanımın bulunduğu yerde duramam, mazurum, dedi. Tekrar kapıya doğru yürüdü.

Büyük adam fırladı. Onun belinden yakaladı:

—    Burası tekkedir. Gelmek sizin elinizde ama, gitmek değil... diyordu. İşitiyorlardı. Husumetçi kurtulmaya çabalıyordu. Ev sahibi bırakmıyordu. Muhabbetçi bedava sinematograf seyreden acemi bir polis hafiyesi kadar neşeliydi. Nihayet Husumetçinin gözlüğü yere düştü, büyük adam üzerine basınca tuzla buz oldu. 'Gözlüksüz kalan Husumetçi:

Teslim, teslim! diye bağırdı. Artık gitmeyecekti çünkü gözlüğü kırılmıştı. Artık hiç görmüyordu. Hatta şimdi kovsalar yine gidemeyecekti. Zira duvarlara çarpar, hendeklere düşse, denize yuvarlanırdı. Son nefesinde vasiyet veren bir hasta sesiyle:

—    Beni bir yere oturtunuz, dedi. Bir koltuğa oturttular. Elleriyle gözlerini ovuşturuyordu. Gayet büyük adam, feylesof, muharrir, âlim, şair,

' ilâ... olduğu gibi aynı zamanda doktordu. Husumetçiye gözlerinin miyop olup olmadığını sordu:

—    Ah ne miyopu, dedi. Hep kabahat bende... O kadar çok kitap okunur mu? İşte gözlerimi kaybettim. Gözlük olursa ne âlâ, görebiliyorum.

Yoksa körüm...

Büyük adam acıyor, ameliyat lâzım geldiğini söylüyordu. Bu gözlüksüz kalan gencin hali o kadar feci idi ki darılmazdan evvel onu birçok defalar gözlüksüz kitap okuduğunu hatırlamakla beraber Muhabbetçi bile acıdı. Husumetçi yumuşuyordu:

—    Görebiliyorum ama; pek az... Hayal meyal... Benden size nasihat, okumayınız. Deha, ilim okumakta değil, okumamaktadır.

Muhabbetçi sordu:

—    Peki okumayalım, fakat yazmayalım mı?

—    Feylesof, dargın olduğum bir düşmanın aczimden istifade ederek bana söz söylemesine müsaade etme. Ben sana hitap ediyorum. Evet, dostum, okuma. Yazmaya gelince, bunun için on beş, on altı yaşında bir çocuk bulur, onu kullanırsın. Sen söylersin o yazar. Tenkitleri o kadar mükemmel yazar ki...

Büyük adam dolapların birisinden büyük bir kutu gözlük çıkardı. Hiç biri Husumetçinin gözüne uymuyordu. Nihayet dört gözlüğü birbiri içine taktılar. Bağladılar. Artık Husumetçi bir parça görüyordu.

Yavaş yavaş konuşmaya başladılar. Yine bahis Pestaloji ilmine dayanmıştı. Bu ilim darülfünuna kabul olunmazsa, "Memalik-i Osmaniye" nin, belki bütün Osmanlıların mahvolacağını muhakkak addediyorlardı.

Husumetçi yazdırdığı yeni eserine Pestalojiye dair de bir fasıl ilâve ettiğini söyledi.

—    O kadar izahat verdim ki herkes şaşacak. Bütün "Memalik-i Osmaniye" halkı birbirine girecek. Sokaklarda nümayişler olacak... diyordu. Fakat "Pestaloji..."nin manasını bilmiyordu. O zaten ilimlerin kendilerini bilir, lâkin isimlerini bilmezdi. Hatta sipirtizm ile spiritualizm arasındaki farkı bilmediğini yüzüne vurmuşlardı. Cebinde "Larus do Poş"   cuğu duruyordu. Şimdi çıkarıp baksa Pestalojinin neden bahsettiğini birdenbire anlayacak, hatta buracıkta bir konferans bile verebilecekti. Fakat... Ayağa kalktı:

—    Biraz dışarı çıkacağım, dedi.

Yalının her tarafını tanırdı. Aptesaneye gitti. Kapıyı kapadı. Birbiri içine takılmış dört gözlüğü gözünden çıkardı, cebinden Larus'unu çekti.

Pestaloji kelimesine baktı. Hayret... Bu bin sekiz yüz yirmi yedide ölen İsviçreli bir terbiye mütehassısının ismi idi. Evet, bu bir insan ismiydi. Lâkin feylesofla Muhabbetçi ne kadar ciddiyetle ondan bahsediyorlardı. Gidip yalanlarını, cahilliklerini yüzlerine vurmayı düğündü. Hâlbuki kendisi Pestaloji'ye dair yeni eserine bir fasıl yazdığını söylemiş miydi. O halde onların yalanına iştirak etmişti. Tekrar oraya gitti. Hâlâ Pestaloji'nin son nazariyeleri konuşuluyordu. Sesini çıkarmadı.

Nihayet büyük adam dedi ki:

—    Bakınız, âlimlerin dargın durması millet için ne büyük felâket... Ben sizleri buraya barıştırmak için çağırdım. Vaktimiz ne kadar faydalı geçti. Pestaloji gibi Osmanlılarca meçhul bir ilim hakkındaki tetebbularımızı hatırladık. Birbirimizin malumatından istifade ettik.

Biz bir araya toplanmazsak cehalet karanlığını kim aydınlatacak? Hayır, hayır... Artık siz dargın duramazsınız. Barışmalısınız. Zaten iddialarınızın esası bir... ikinizin iddiasını kaynatıp bir meslek çıkarmak pek kolay. Husumetçiye döndü:

—    Meselâ siz "şîme-i husumet" diyorsunuz. Maksadınız milliyetperverlerinki gibi âdi, kaba, vahşiyane değildir. Bundan eminim. Meselâ siz zavallı Osmanlıları Türk yapmak, onları mazi, anane içinde, bir cemaat halinde toplayıp garbe intikam için, şarka ittihat için saldırmak istemezsiniz.

—    Tabiî... Hatta gayet büyük bir zata bu Türkçülük milliyet cereyanının vatan, millet için ne kadar muzır olduğunu söyledim. Katiyen milliyetperverlerin muhalifiyim.

—    Pekâlâ... Zaten bunu biliyorum. Senin kadar Avrupa'yı, Hıristiyanları ben bile sevemem. Senin maksadın Avrupalı dostlarımız senden korksun ve.,

—    Evet, evet...

—    Ve...

—    Evet, biliyorsunuz İşte maksadım o...

—    İşte o maksadınızın serbest adı "menfaat" tir. Yani şahsî menfaatiniz. Husumetten ürken ecnebîlerce siz şahsiyet olacaksınız. Yoksa her türlü şahsî menfaat fikrinden âri budala bir mefkûreci gibi:

"Vatan, ne Türkiye'dir, Türklere, ne Türkistan, "Vatan büyük ve müebbet bir ülkedir: Turan.."  demezsiniz.

—    Tabiî demem.

Büyük adam hâlâ koltuğunda rahat rahat gülümseyen Muhabbetçiye döndü:

—    Siz "şîme-i muhabbet" diyorsunuz. Avrupalılar ve Hıristiyanlar! ben de severim, lâkin niçin? Menfaatim için. Siz evvel zaman, kalbur saman dervişi gibi:

Vatan, ne Türkiye'dir, bizlere, ne Türkistan, Vatan büyük ve müebbet bir ülkedir: İrfan.... 

diye yuvarladığınız tekerlemeye sahihten inanıyor musunuz? Mücerret bir irfandan ne çıkar? Para vermeyen, menfaat getirmeyen mücerret, müsavi bir "irfan" emin olunuz "Turan" dan daha münasebetsiz, manasızdır, irfan: Gemisini kurtarıp kaptan olmaktır. Yani cahillerin gözlerini kamaştırmak, para, ihtiram kazanmak, rahat, mesut yaşamak, hâsılı irfan demek şahsî menfaat demektir. Ben başka türlü anlamam...

—    Ben de...

—    O halde Husumetçi dostumuzla sizin aranızda bir fark yok. Niçin dargın, muarız durup da birbirinizi çürütmeye çalışıyorsunuz. Kırılan şöhretiniz şahsî menfaatinize de dokunur.

Büyük adam susmuştu. İki muarız düşünüyorlardı. Söylediği laflar çok doğru idi. Dışarıda ötüşen martıların sesleri, geçen bir Şirket vapurunun düdüğü işitiliyordu. Mademki ikisinin de bir cemaate, bir mefkûreye ait fikirleri yoktu, gösterdikleri husumet, muhabbet hep şahıslarının, şahsî arzularının, menfaatlerinin tatmini içindi.

Mademki esas birdi. Niçin teferruattan ayrılıp kuvvetlerini dağıtmalı, milliyetperverlere matbuat âleminde fırsat bırakmalıydı?.. Husumetçi birbiri içine takılmış dört gözlüğünün altından baktı. Muhabbetçinin kalın dizlerini, kıllı ellerini görüyordu. Bu gözlüğün üstünden baktı. Ah, elbette eski samimî dostu gülümsüyordu. Onların ruhları, hisleri, fikirleri, idrakleri o kadar birbirine yakındı ki beş altı ay nasıl dargın durduklarına şaşıyordu.

Muhabbetçi de eski arkadaşına bakıyor, içinden "acaba bize büyü mü yaptılar?" diyordu.

Uzun bir sükûn dakikası geçti. Gayet büyük adam ayağa kalktı. Muhabbetçinin elinden tuttu. Gidip Husumetçinin eliyle birleştirdi:

SİVRİSİNEK

Bilsen Efruz'cuğum, kırk gündür burada ne rahat yaşıyordum. Ses yok, şada yok, dost yok, düşman yok! Gürültü yok! Yorgunluk yok! Bizi bitiren, benizlerimizi, dudaklarımızı sarartan, gür saçlarımızı vakitsiz döken ve ağartan hani o "hırs" dediğimiz sinir sıtması yok! Öyle bir rahat ki... Sanki adem!

Her sabah rüyasız, deliksiz uykumdan, penceremin yanındaki yüksek ağacın yanında tünemiş ak horozun "çat, çat!" diye kanat vurmasıyle uyanıyor, onun keskin, saf, mesut ötüşlerini dinliyorum. Bütün günüm erimiş bir billur gibi akan derenin başında geçiyor. Ah, bu billur akış... Sanki hemen şu top ağaçların arkasında sanılacak gizli bir cennetten sızarak nerede olduğu bilinmeyen uzak; toprakları dumandan peri memleketlerinin zümrüt sahillerine giden büyük akış... Gözlerimden tâ ruhumun içine aksediyor. Artık, bütün gün nereye bak-sam, ağaçlara, yerlere, gökte bulutlara, yoldan geçen davarlara... Her şey gözümün önünde bu billur dere gibi akıyor. Şehirde dost elleriyle kırılan kalbimden bütün kederler sızıyor, hepsi gözlerimden, muhitin hayaline karışarak, akıp gidiyor; mavi ziyalar, pembe nurlar, isimsiz renklerle billûrlaşıyor... İşte dün sabah yine derenin başında idim. O kadar derin bir rahat, o kadar derin bir sükûn içindeydim ki, biraz dikkat 'etsem, kalbimin akışlarını bile duyacaktım. Arkamdan bir ses: -

—    Hey Ahmet Ağanın misafiri! diye bağırdı. Döndüm. Gözlerimin önünde bir jandarma hayali aktı, kaynaştı.

—    Sana bir mektup getirdiler, al be...

—    Bana mı? Yanlışlık olacak, diye kalktım;: çünkü İstanbul'da kimse benim nerede olduğumu bilmiyordu. Hatta karım bile... Jandarmanın elinden mektubu aldım, baktım... Hakikaten bana.... Açtım, senin imzanı görmeseydim, hemen yırtıp atacaktım. Bu köyde bulunduğum kadar bir kelime okumamağa, bir harf yazmamağa ahdetmiştim. Ama, senin mektubunu, sevgili Efruz, mümkün mü okumayayım?..

Jandarma gidince tekrar derenin kenarına oturdum. Mektubunu okumağa başladım. Okudukça, kırk gündür ruhumdan gözlerime sızan o billur akış 'durdu. Karardı. Boşalmış sandığım kalbime yine bir elem ağırlığı ile doldu. Keşke anlattığın tesadüf bana bulunduğum yeri öğretmeseydi... Bu zehirler, bu şikâyetler, ömrümde birkaç gün dinlenmek için bir köye kaçmış bir zavallının önüne dökülür mü? Bu feryatlar, onun yalnız tabiatın nağmelerini işiterek teselli bulmağa yüz tutan kulaklarına haykırıhr mı?.. Hazırlan bakalım Efruz'cuğum, bu münasebetsizliğine ceza olarak seni şimdi biraz fazla hırpalayacağım...

Anladım ki, yine bir buhran geçiriyorsun. Büyük adamlara, muhterem üstatlara karşı savurduğun o küfürler ne? O ne şahsiyet? O ne sefil dedikodular? Ben sana her vakit:

—    Fertlere ehemmiyet verme! demez miyim? Tekrar uğraşmağa değmez. Fertler bir denizin dalgaları gibidir. Asıl olan denizdir; yani cemiyet... Dalgalar, yani fertler gelip geçici, muvakkat şekillerdir. Biraz felsefî fikri olan dalgaların bazan 'büyük olmasına, bazan taşkın olmasına hiç ehemmiyet verir mi? ilimce, fence, edepçe, malumatça, tahsilce senden pek aşağı olanların yüksek mevkiler ihraz ettiğini söylüyorsun. Fakat bu pek tabiîdir. Çünkü sende olmayan bir şey onlarda vardır: Liyakat... Liyakat kargısında senin ne ilmin, ne fennin, ne edebin, ne malumatın para eder, ne de tahsilin, iktidarın... Eminim ki şimdi şurasını okurken başını sallıyor, içinden:

—    Vay, bende liyakat yok mu? diyorsun. İstersen bana darıl, Efruz. Seni şüphede bırakmamak için serbestçe söyleyeceğim:

—    Sende liyakat yoktur!

—    "Ne malum?" mu diyeceksin? Dur sana ispat edeyim. Bizim Rüştiye'de iken bir Mantık hocamız vardı. Derdi ki:

—    İlim, tarif demektir, evlâtlarım, size bir şey söyleyenin "o söylediği şeyi" hakikaten bilip bilmediğini anlamak istiyor musunuz?

Kullandığı tâbirleri tarif, tahdit ettiriniz. O saatta ilmini yahut cehlini anlayacaksınız.

Ben çocukken öğrendiğim bu eski usulü İstanbul'da sana çok tatbik ettim. Sen her lafın arasında nakarat gibi kullandığın "medeniyet, fert, cemiyet, tarih, tahaddüs,) terkip, tahlil, ilâh.." gibi tabirlerin birisini bana —velev yanlış olsun— tarif edemedin. Hatta hiç unutmam, bir kere:

—    Şiirin ne olduğu asla tarif olunamaz, dedin. Hatırlıyor musun? Fakat "liyakat" böyle ilmî(!) bir tabir değildir. Bu âdeta altın gibi bir peydir. Kimde varsa ne olduğunu güneş gibi bilir, tarif eder. Meselâ bir bankere:

—    Lira nedir? desen, mutlaka:

—    Yuvarlak, sarı bir madendir! der.

Bu tarifi yapamayan ya hayvan, ya yamyamdır. Şimdi Efruz'cuğum, mademki —bak, nasıl biliyorum!— hâlâ başını sallıyor, içinden:

—    Vay, bende liyakat yok mu? diyorsun. Söyle bakalım: "Liyakat nedir?" Söyle, söyle, söyle!

Söyle!..

İşte bak Efruz'cuğum susuyor, hiç bir cevap, vermiyorsun... Çünkü bilmediğin, kendinde varlığını hissetmediğin bir şeyi tabiî tarif edemezsin. Merak etme, bu sefer de liyakatin ne olduğunu tarif edip sana "kulaktan ilim kazandırmak" cömertliğini göstermeyeceğim. Yalnız liyakatin olmadığına seni inandıracağım.

Liyakatin zıddı "aciz"dir. Kimde aciz varsa o şarlatandır, mütecavizdir. O âsidir, nümayişçidir, fertçidir. Bir kelime ile söyleyeyim, "gayri memnun" dur... Sakın bir kelime üzerinde oynama... Demek ki:

—    "Aciz" in mukabili "kuvvet" tir.

Hayır: Kuvvet "zaafın zıddıdır. "Liyakat" kuvvetten daha âli, daha ulvî, daha yüksek bir şeydir. Kuvvet vücutsa, liyakat ruhtur. Anladın mı Efruz'cuğum; ben sende liyakat olmadığını aczinden anlıyorum. Aczini de şarlatanlığından anlıyorum. Çünkü şarlatanlık aczin en bariz bir seciyesidir. Bu hakikati istersen sana, ispat etmeden, bir hikâyecikle öğreteyim; bazı akşamlar misafir olduğum evin çardağında toplanan ihtiyarlar öyle fıkralar anlatıyorlar ki... Adeta burası bir "kulak darülfünunu" yani kitapsız bir mektep! Tam, senin istediğin ilim burada var... Geçen akşam "Rüzgârla Sivrisinek" i anlattılar. Şimdi ben de sana bu hikâyeyi yazayım da maskara aczin ne müthiş bir şarlatan olduğunu gör. Gör de istersen anlama.

"Kuvvetin görünmez, elle tutulmaz bir ruhu •olan kahraman rüzgâr bir gün kırlardan, çiçeklerden, çamlardan, ormanlardan topladığı güzel kokuları etrafa dağıta dağıta gidiyor, tatlı tatlı esiyormuş. Herkesi sokup taciz ettiği mahut iğnesine büyük ehemmiyet veren sivrisinek onu görmüş; boyuna poşuna bakmadan:

"— Püf... pür... diye gülmüş. Kahraman rüzgâr "belki bana değil!" diye aldırmamış, yoluna devam etmiş. Fakat, sivrisinek arkasından daha ziyade gülmeğe, eğlenmeğe, hatta küfretmeğe başlamış. Rüzgâr liyakatli adamlara has olan o büyük ulvî soğukkanlılıkla, yavaş yavaş geri dönmüş, sivrisineğin önüne gelmiş. Hiddetlenmeden sormuş: "— Bana mı gülüyorsun? "— Evet, sana... "— Benimle mi eğleniyorsun? "— Evet, seninle... "— Bana mı küfrediyorsun? "— Evet, sana...

"Kuvvetli rüzgâr bu âciz sivrisineğin bu derece küstahlanmasına evvelâ şaşmış, sonra acımış. Şöyle konuşmağa başlamışlar:

"— Ne cesaret! Sen deli mi oldun? Ben bir kere esersem sen parçalanır, bir tarafa çarpar, hemen -ölürsün!

"— Ben mi? "— Sen...

"— Gülerim aklına! Ben bir uçmağa başlar, senin karşına çıkarsam, buralarda duramaz, uzaklara kaçar gidersin.

"— Ben mi?

"— Evet, sen...

"— Bu cirminle beni kaçıracaksın, ha?

"— Cirmimi beğenmiyor musun? Senin hiç cirmin yok ya...

"— Ben rüzgârım. Cirmim görünmez. Hızla estiğim, fırtına, bora, kasırga olduğum zamanlar en kuvvetli, en ağır şeyler karşımda çatır çatır yıkılır. Ummanları birbirine karıştırır, nehirlerin mecralarını değiştirir, dağları yerinden oynatır, balta girmemiş ormanları çayır biçer gibi yerlere sererim.

"— Puf, puf, puf... Beni korkutamazsın. Ben de seni kızarsam bir yaparım, bir yaparım ki..." diye sivrisinek öyle olmayacak laflar söylemiş, öyle küfürler savurmuş ki... anlatılamaz. O vakit âlicenap rüzgâr yine hiddetlenmeden ona küçük bir ders vermek istemiş, biraz hızlı esmiş, tabiî sivrisineği önüne katmış:

"— Buv, buuv...

"Tesadüfen bir çatının önünden geçiyormuş. Sivrisinek can havliyle bu çatıya atlamış, iki kirişin ortasına gizlenmiş, yine:

"— Puf, puf, puf... diye rüzgârla eğlenmeğe başlamış, rüzgâr kızmış, daha hızlı esmiş:

"— Buuuv, buuuuv...

"Daha hızlı: "— Buuuuuv, buuuuuuuv...

"Sonra daha hızlı:

"— Buuuuuuuv, buuuuuuuuuv...

"Fakat kirişin arasına iyice saklanan sivrisineği bir türlü yerinden sökememiş. Hiddetle fırtına olmuş. Sonra kasırga,' bora, nihayet tayfun olmuş. Başlamış çatıyı sarsmağa! Artık gülmeyi bırakan sivrisinek korkusundan yaptığı küstahlık için af dileyecek yerde:

"— Ulan terbiyesiz rüzgâr! Ne oluyorsun? Yoksa bana bu fakirin çatısını mı söktüreceksin? demiş..."

Anlıyorsun ya... Rüzgâr yıkamayacak da, sözde sivrisinek o incecik ayaklarıyle koca çatıyı söküp atacak! Kıssadan hisse: Aciz daima şarlatan... İşte, sevgili Efruz, senin manevî vaziyetin! Senin için yapılacak yegâne şey, evvelâ liyakatin ne olduğunu öğrenmek, sonra ona sahip olmağa çalışmaktır. Şikâyet, küfür faydasız bir şeydir. Bir şair insanlara:

— Kurbağalar gibi feryat etmeyiniz! diyor. Bu öğüt anlayan için ne kıymetli bir hazinedir. Dinle, sus.

Beni de, hiç olmazsa, şu köyde bulunduğum kadar, billur dereciğimin başında rahat bırak. Zira kuvvetli tabiatin güzel, muhteşem büyüklüğü karşısında yavaş yavaş yükseldiğini duyan ruh, aczin, küçüklüğün çırpınışlarını o kadar çirkin, o kadar âdi görüyor ki...


 

ASHAB-I KEHFİMÎZ;

BÎR ERMENİ GENCİNİN HATIRALARI 

İçtimaî Koman

Bu küçük romanı beş sene evvel yazmıştım. Maksadım edebî bir eser meydana koymak değildi. Sadece münevverlerimizin garip düşüncelerini içtimaî hakikatle karşılaştırmak istiyordum. Meşrutiyetten sonra büyük adamlarımızın çoğu ile görüşmüştüm. Hepsinin fikri, aşağı yukarı şu neticede toplanıyordu: "Osmanlılık, müşterek bir milliyettir. Osmanlılık ne yalnız Türklük, ne de yalnız Müslümanlık demektir. Osmanlı devletinin idaresinde yaşayan her fert (bilâ tefrik-i cins-ü mezhep) Osmanlı milletine mensuptur!" Hâlbuki bu fikir, gayri millî Tanzimat maarifinin yetiştirdiği dimağlarda doğmuş bir vehimden, bir ham hayalden ibaretti. Dini, lisanı, terbiyesi, tarihi, harsı, mefahiri ayrı olan fertlerin mecmuundan "müşterek bir milliyet" teşkil etmek imkânı yoktu. "Osmanlılık" hakikatte devletimizin namından başka bir şey miydi? Avusturya'da yaşayan Almanlara "Habsburg milleti, Avusturya milleti" denemezdi. Alman nereli olursa olsun, her yerde Almandı, Türkçe konuşan bizler de beş binlerce senelik bir tarihin, hatta pek eski bir esatirin sahibi olan bir millettik. Osmanlı devletinin memleketinde, Kafkasya'da, Azerbaycan'da, Türkistan'da, Buhara'da, Kâşgar'-ha, hâsılı nerede yaşarsak yaşayalım,, yine halis muhlis Türktük... Hâlbuki "Osmanlılık" kelimesine mevhum manalar veren münevverlerin siyasî fikirleri, içtimaî gayeleri ise insanın gözlerinden yaş getirecek derecede gülünçtü.

Bu muhterem efendiler; Balkan Muharebesinden sonra da hakikati göremiyorlardı. İşte o vakit bu kitabı yazdım. İçindeki fikirler sırf Tanzimat ilhamları olduğu için herhangi bir zata atfederek şahsî "enmuzec" ler çizmeğe çalışmamıştım. Türle köylüsü "dili dilime uyan, dini dinime uyan..." diye milliyetin hududunu pek- güzel anlarken münevver efendiler son inkılâp esnasında ne dile, ne dine ehemmiyet veriyorlardı. Nihayet, İşte zaman onlara yaman bir ders verdi. On sene içinde her biri bir asra sığmayacak vakalar basımızdan geçti. Artık umumiyetle milliyetin kıymeti bilindi. Konuşulan tabiî lisana, millî edebiyata, millî sanata, milliyet mefkûresine ehemmiyet verilmeğe başlandı. Bugün ihtimal şu kitaptaki kahramanların siyasî iddiaları, budalaca hareketleri müfrit birer "mübalâğa" gibi görünecek, fakat hâlâ milliyetperverliğe, Türkçülüğe aleyhtar geçinenlerin lisanda, edebiyatta, sanatta, siyasette —pek açıkça itiraf edemedikleri— gayeleri nedir? Eğer varsa hep bu boş hülyalar değil mi?

Sarıyer, 1918 Ö. S.


 

YENİ BİR DERNEK

30 Ağustos 1908 Moda

Şimdi gezmekten geldim. İçimde tatlı bir sevinç var. Pencereme oturdum. Komşumuz Ropenyanların yeşil iri papağanı kafesinin asılı durduğu balkondan bana bakarak:

— Hosegur, hosegur... diye bağırıyor.

Bahçenin gölgeli tarhlarında bir kedi oynuyor. Ağaçlar kuş dolu... Sanki sesleri güneşin yakıcı aydınlıklarını ürpertiyor. İçimde bir faaliyet arzusu kaynaşıyor. Kitap okuyamıyorum. Okumak abus, güneşsiz kış günlerinin mecburî eğlencesidir. "Ne yapayım?" diye düşünüyorum. Bir Ermeni ne yapar? Mutlaka faydalı, kârlı bir şey! Çocukken, daha Karabetyan idadisinde okurken Bağdaseryan isminde tuhaf bir coğrafya hocamız vardı.

—    Dünyada en birinci zevk ruzname  tutmaktır, derdi.

Ben bunu boş, manasız, pek münasebetsiz bulurdum. Kendi kendime: "Ruzname tutmak, tahrirî bir gevezeliktir", derdim. Daha pek gençken özendiğim şey "ciddî olmak" ti. Dersimi okurken, arkadaşlarımla konuşurken, yolda giderken böbreklerim sancıyormuş gibi yüzümü ekşitir, kaşlarımı çatardım. Bu âdetim yüzümde gayet derin, vakitsiz çizgiler bıraktı, "Söz gümüşse, sükût altındır" diyen ben, yazmak hususunda da perhiz ediyordum. Mektuplarım gayet kısa, gayet manalıydı. Ömrümde fazla bir şey söylemediğim gibi fazla şey de yazmadım. Bugün, ama bilemiyorum neden? Hep yazmak, hatıralarımı kâğıtlara geçirmek istiyorum.

Gözlerimi ağaçların baygın yaprakları arasında dinlendirerek hayalimi on beş senelik bir maziye çeviriyorum, İşte muallim Bağdaseryan... Şişman, kumral bıyıklı, kırmızı yüzlü, masum tavırlı bir adam.

Diyor ki:

—    Çocuklarım, siz her gün değişeceksiniz. Her gün siz büyürken, dimağlarınız, fikirleriniz de büyüyecek, her gün fazilete yaklaşacak, idraksiz, şuursuz geçen günlerimiz için teessüfler edeceksiniz. Düşündüklerinizi, duyduklarınızı beş on dakikaya acımayıp yazınız. Yarın yazdığınızı öbür gün bilmeyeceksiniz. Bir sene evvel yazdığınızı öbür sene okurken ne kadar değiştiğinizi anlayarak hayretler içinde kalacaksınız...

Üçüncü sıranın başında oturan Hayikyan gülümsüyor. Kocaman kafasını sallayarak "Öyle boş şeylerle uğraşacağıma faydalı bir şey okur, öğrenirim" diyor.

Zavallı dostum Hayikyan! O vakit hocanın sözüne inanıp ukalâlık etmeseydin bugün ömrünün, ruhunun manalı izleri elinde kalır, onların üzerinde, ne kadar feci olsa da uzaklaşıldıkça daha ziyade sevilen o muazzam maziye doğru gider, eğlenir, tatlı bir zevk bulurdun..

Şimdi İşte kalem elinde, böyle düşünüyorsun!

Şimdi evet, kalem elimde, düşünüyorum. Hatıram yıpranmış, hayalim yorgun... Kan lekeleriyle, kılıç gölgeleriyle kararan çocukluğumdan beri her an fikrim değişti. Okuduğum kitaplar, bozulan itikatlarım, kartlaşan masumluklarım bugünkü şahsiyetimi doğurdu. Bugünkü gözüm dünü, hakikate en yakın renkleriyle görmez. Bedbaht oldum. Lakayt oldum. Mesut oldum, meyus oldum. Ümit-var oldum. Muvaffak oldum. Fikirlerim gibi cisimlerimde de, talihimde de sabitlik yok. Her şey değişiyor. Eğer hakikatin ne olduğunu bilmeden her gün bin defa söylediğimiz bu kelimenin bir aslı varsa, artık bence şüphe yok ki, sabitlikte değil, değişikliktedir. Dünyada sabit ne var? Hayat bir fırtına ki bizi önüne katmış değiştirerek sürüp götürüyor. Bir dakika bir yerde, bir halde duramıyoruz. Olmayan şeyde hakikat mi olur? Evet, olan mütemadi değişikliktir. Bugün elimde bir ruznamem bulunsaydı belki hakikati anlayabilecektim. Şimdiden sonra da birçok fikirlerim, nişlerim, değişecek, unutulacak. Onları hatıramın, hissimin karanlığından kurtaracağım. Mademki doğru olarak dünü yazamıyorum. Bu günden itibaren yarını yazmağa başlayacağım.

On beş, yirmi gün içinde ne değişiklik ya Rab-bi! O kadar kardeşlerimizi Kürt cellâtlarına doğratan Kırmızı Sultanın kuvveti, iktidarı birdenbire söndü. İstibdat bahar sabahlarında uyanan bir adamın kâbuslu rüyası gibi tuhaf, gülünecek bir hatıra bırakarak silindi gitti. Dinler barıştı. Milletler kaynaştı. Papazlar, müteassıp hocalarla öpüştüler. Asırlarca birbirlerinin kanlarını emen, gözlerini oyan unsurlar kolkola oynadılar. Doğan hürriyet güneşini alkışladılar.

Her şeyi siyah gören bedbinler:

— Bu bir sıtmadır, geçer... diyorlar, güneşin altında yeni bir şey yoktur. Tanzimat hürriyetin aslı olamaz. Her millet bir millettir. Toplanıp bir millet gibi bir kanun altında bir vatan içinde rahat rahat geçinemezler. Fakat vakalar onları yalana çıkarıyor. Bugün Ermeni'nin, Rum'un, Arnavut'un, Sırp'ın, Bulgar'ın, Arap'ın, Türk'ün, Kürt'ün kalbi "Hür Osmanlılık" için çarpıyor. Beyoğlu'ndaki, Tepebaşı'ndaki nümayişler Rumların ne kadar Osmanlılığa müştak, ne kadar sadık olduklarını bariz bir surette gösterdi. Lisan meselesini, sair meseleleri açılacak mebusan meclisinde milletvekilleri adalet dahilinde halledecekler... iki ay evvel neler düşünüyordum; emindim ki Türkiye, bu hasta adam, artık düştüğü ecel yatağından kalkamaz. Bu hastayı böyle süründürmek-tense zehirleyerek çabucak içtinabı mümkün olmayan meşum neticeye götürmek... Ermenilere, hiç olmazsa, Rus himayesinde bir muhtariyet yapmak... Kürtlerle şehirlerde oturan Türkleri bir asır içinde Ermenileştirecek eski Ermeni imparatorluğunun temelini atmak...

Vakıa idealler "olan" değil, "olması istenilen" şeylerdir. Fakat ama münasebetsiz bir hülya... Niçin her millet ayrı bir zümre, ayrı bir hükümet yaparak yaşasın? İşte bir arada, menfaat, komşuluk bağlarıyle pekâlâ anlaşıyorlar. Amerikalılar mesut değil mi? Biz niçin Osmanlı olmayalım? Niçin bu otuz şu kadar milyonluk cemiyeti yıkalım? Mantıkla menfaat bizi hülya ile mefkûre peşinde koşmaktan menetmez mi?

Hâlâ devam eden alkışlar, nümayişler benim mantıkımda esaslı bir inkılâp vücuda getirdi. Şimdi pek vazıh, pek sahih düşünebiliyorum. Osmanlıyım. Osmanlı kalacağım.

Elveda ey eski ihtilâlci Hayikyan, elveda sana...

10 Eylül 1908, Moda

 

Ben tembelim! işte kaç gündür vapurda yolda yazacağım şeyleri düşünüyor, kendi kendime: — Bu akşam... diyorum.

Akşam, sabaha bırakıyorum. Sabahleyin de ertesi akşama... Meşrutiyetin, hürriyetin sarhoşlukları geçti. Şimdi hepimiz sersem gibiyiz. Memleketin dâhili karmakarışık! İşler pek öyle çabucak düzeleceğe benzemiyor. Vakıa meşrutiyeti alenen istemeyen yok. Ama yıkılan eski idarenin enkazı korkunç bir dağ gibi hâlâ üzerimizde duruyor, tatsız vakalar eksik değil. Beşiktaş'ta bir İslâm bahçıvanın kızı bir Rum'a kaçıyor. Herif karakola şikâyet ediyor. Kızla Rum'u tutuyorlar. Sonra halk karakola hücum ediyor. Kızla Rum'u o kadar dövüyorlar ki, Rum ölüyor. Rum'un ölüsünü alan Rumlar Beyoğlu'nda gezdirdiler, türlü türlü nümayişler yaptılar. Bu âdi zabıta meselesine millî bir şekil verdiler. Ben nümayişçilerin arasındaydım. Bir gün Türklerden intikam alacaklarını haykırıyorlardı. Patrikhaneler "Eski hukukumuz, eski imtiyazlarımız" diye kımıldanmağa başladılar. Hâlbuki Kanun-u Esasî bütün Osmanlılar için "bir" değil mi? Kanun-u Esasî karşısında hususî bir hukuk, hususî bir imtiyaz kalır mı? Hem kalması makul mu? Mantıkî mi? Bunun için birçok münakaşalar ettim. İtiraf ederim ki Türkler pek samimî! Tanzimat Kanun-u Esasî'si, Osmanlılık uğrunda kendi milliyetlerinden vaz geçiyorlar. Mektepte okuttukları kitaplarda, tarihlerinde, gazetelerinde, hatta bir tek "Türk" kelimesi ağızlarından kaçırmıyorlar.

"Biz Osmanlılar, hepimiz kardeşiz diyorlar, camilerin, kiliselerin dışarısında hiç bir ayrımız, gayrımız yoktur. Her şeyin fevkinde mukaddes, âlî Osmanlılık vardır!"

Bu fikre Türklerden hiç muhalif yok. Adeta Osmanlılık onlara mantık, münakaşa kabul etmez bir din gibi olmuş. Rumlar, Arnavutlar, Bulgarlar, bazı Ermeniler "Osmanlılık bizim milliyetlerimiz için bir tehlike teşkil eder." diyorlar. Ben bu sözü o kadar doğru bulmuyorum. Patrikhanelerin ektiği tohum... Papazlar siyasî kaynaşmanın, kuvvetlerini kıracağından korkuyorlar. Meseleye onların gözüyle bakılırsa hakları da yok değil.

Lâkin bugün papaz asrında mıyız... Kanun-u Esasî olan meşrutî bir memlekette "milliyet, kavmiyet" teşkilâtı ne demektir?

Kânunusani 1909, Moda...

 

Soğuk çok... Odun, kömür fiyatı pek pahalı! Evinde pansiyon oturduğum ihtiyar kadın:

— Dünyanın sonu! diyor.

Ömründe bu kadar soğuk, bu kadar pahalılık görmemiş. Elbiseyle odun parası bütçemi sarstı. Her ay üç yüz frankçığımı ayırıp bankaya teslim edemiyorum... işler kesat, kesat... Ticaret âlemini de terketmeyerek siyasîyata atılmağı canım o kadar istiyor ki! Evet, benim'kanımda bir kurt var. Ermeni fırkalarından birine dahil olmağı düşünüyorum. Fakat onların hiç birini Kanun-u Esasî'ye muvafık bulmuyorum. Zira "milliyet esaslarına müstenit siyasî fırkalar" Osmanlı Kanun-u Esasî'-sine muhaliftir. İttihat ve Terakkiyi düşünüyorum. Orası da benim için meçhul... işitiyorum ki Avrupalılar "Genç Türk" dedikleri bu adamlara Panislâmizm  gibi emeller atfediyorlar. Beklemek, acele etmemek lâzım... Hele bir yaz gelsin... Bakalım ne olacak?

17 Mayıs 1909, Moda

 

Yazı yazmakta o kadar tembelim, ki... Sözde hislerimi, hatıralarımı günü gününe yazacaktım. Nerde? İhmalci bir Türk gibi kendi kendimi "elim değmiyor" diye teselli ediyorum. Bugün İşte işim yok, zorla masamın başına oturuyorum. Kitapların gazetelerin altında kaybolan defterimi buluyorum. Dört aydır neler oldu, neler... Âdeta bir tarih... Düşmanımız kırmızı Sultan devrildi. Şimdi Selanik'te mahpus... Artık irticaın, istibdadın geri gelmek ihtimali yok.

İsyanın bütün safhalarında hazır bulundum. Bu irtica asla yeniliğe karşı millî bir isyan değildi, İstanbul'un bütün askerleri sanki kendilerine "Hıristiyansınız" diyen varmış gibi Müslüman olduklarım iddia ediyorlardı. Şapkalılara, hususiyle ecnebilere dokunmuyorlar, hatta onlara fazla ihtiram gösteriyorlardı. Genç Türk zannetmesinler diye ben de şapka giydim. Bütün dostlarım da şapka giydiler. Şapka ile ihtilâlcilerin arasında serbestçe gezilebiliyordu. Ne eğlenceli günlerdi... Hükümet falan her şey sönmüş, âdeta tebahhur etmiş, uçmuş gitmişti. Adi, küçük çavuşlar payitahta hükmediyorlardı. En meşhurları Hamdi çavuştu. Bu zavallıyı astılar. Kuvvetinin, iktidarının en şaşaalı zamanında Ermenice bir gazetenin muhabiri sıfatiyle kendisiyle mülakat etmek istedim. Taşkışla'nın muhteşem bir odasında beni kabul etti. Hâlâ çavuş forması taşıyordu. Belinde palaskası asılıydı.

—    Ne istiyorsun? dedi.

Muhabir olduğumu, Ermeni milletinin murahhası gibi kendisiyle görüşmek istediğimi söyledim. Vesika falan aramadı. Fakat oturtmadı da... Ayakta konuştuk:

—    Peki ne soracaksın, bakalım?

—    İhtilâlden maksadınız nedir?

—    Şeriatı çıkarmak...

—    Şeriat ne demektir?. Lütfen bana izahat verir misiniz? Bizim Ermenilerin bu hususta malumatı yok.

—    Şeriat ne demek olduğunu ulema efendilerimizden git öğren. Benim sana öğretmek haddim değil. Belki yanlış bir şey söylerim de günaha girerim.

—    Şeriati nasıl çıkaracaksınız?

—    Ne kadar mektepli zabit varsa hepsini öldüreceğiz, Jön Türk dedikleri dinsiz herifleri bir tane kalmayıncaya kadar mahvedeceğiz... Heyhat... Biz Jön Türklerin taassubundan, ittidah-ı İslâm   taraftarı olduklarından nefret eder, her fırsatta kendilerine hücum ederiz. Türkler de onlara "dinsiz" derler. Öyle bir tezat ki... Ama hangisi doğru...

—    Pekâlâ efendim, siz Türk müsünüz?

—    Hayır, Türk falan değilim...

—    Arnavut musunuz?

—    Hayır, hiç bir şey değilim...

—    Ya nesiniz?

—    Müslüman...

Dinin başka, milliyetin başka bir §ey olduğu bu çavuşa anlatılamazdı. Ayrıldım, dışarı çıktım. O gece Beyoğlu'nda kaldım. Gezdim. Bütün umumhaneler ihtilâlcilerle dolmuştu. Hepsi ölecek derecede sarhoştu. Alüfte lere sarılıyorlar:

— Şeriat isterük, diye avazları çıktığı kadar bağırıyorlardı.

Dünyada bu kadar maksatsız, bu kadar idealsiz bir ihtilâl olamazdı. Hareket Ordusu  gelince bir sabun köpüğü gibi isyanın ruhu söndü. Kahramanlar koyunlar gibi kışlalarda tutularak bağlandı. Rumeli'deki askerî yollarda çalıştırılmak üzere vapur vapur Selânik'e gönderildi. Abdülhamit'in huzurunda Kabuli Bey isminde bir kaptanı parçalayan bahriyeli neferler asıldı. Bir Türk - Osmanlı arkadaşımla asılacakları görmeye gittim. O gece Sirkeci'de otelde yattık. Sabahleyin erkenden darağaçlarının kurulduğu meydana geldik. Daha güneş doğmamıştı. Harbiye Nezareti tarafından bir gürültü koptu. Mahkûmları getiren arabalar ilerliyordu. Asılacak olanlar bütün kuvvetleriyle tekbir getiriyorlardı. Oradaki jandarma zabiti bize dedi ki:

— Bunlar gevezelik yapıyorlar. Öbürleri usluydu. Şimdi Derviş Vahdeti  teşvik ediyor. Zannediyor ki tekbir seslerini işiten halk gelip onu ipten zorla kurtaracak...

Son nefesinde bile halkı teşvik etmekten vazgeçmeyen bu adamı görmek istedim. Arkadaşımın tanıdığı zabitle beraber yanyana gittik. Bu ateş yüzlü, fakat vahşî azimli bir adamdı. Biraz sararmıştı.

Hâlâ genç Türklere küfürler ediyor, onların göreceklerinden filan bahsediyordu. Çok söylendirmediler. Astılar. Kafası düşünce bizim şehit olan fedakâr ihtilâlcilerimizi düşündüm. Türkler ne tuhaftır. Kendi milliyetleri gibi çok şeyi inkâr ederler. Gayet mükemmel âli, fedakârane olan Ermeni ihtilâllerine "isyan" bile demeğe tenezzül etmiyorlar, laf arasında geçerse yalnız "Ermeni gürültüsü..." diye gülümsüyorlardı. O kadar fedakâr veren koca ihtilâl... Evet bu memlekette buna adetâ bir "gürültü" deniyordu.

Derviş Vahdeti epeyce büyük bir rol oynamıştı. Fransızca bir isim ile çıkardığı dinî gazetesinin  sürümü otuz kırk bini bulmuştu. Adeta ben bile halkın inanmak için gayet büyük mantıksız budalalıklar aradığına kani oluyordum. Ali mektepten çıkan, en münevver gençler bile Derviş Vahdetî'nin yazılarını satırı satırına okuyorlardı.

Hele tanıdıklarımdan bir genç Türk vardı. Büyücek bir memurdu. İhtilâl günlerinde mebusanda idim. Onun cebinden yeşil, al iki bayrak çıkararak: — Ya bu kazanacak, ya bu... diye, şuh, hoppa, sevindiğini gözümle gördüm. Bu bir genç Türk'tü. Fakat ideal namına hiç bir şeysi olmadığından irtica, zulmetten, cehaletten de ona hoş geliyordu. Vakalarımı yazıyorum?... Gazetelerin yazdığı şeyleri yazmakta ne mana var? Ben kendi hislerimi, intibalarımı yazmak isterken haberim olmadan kalkıyor "vak'anüvis"lik ediyorum. Neyse... İşte o fırtına geçti... Şimdi rahat gibiyiz... Boyuna kabineler değişiyor. Vükelâya genç unsurlar giriyor. Talihimiz, Türkiye'nin talihi taayyün etmek üzere... Ben daha mesleği tayin etmedim. Ermeni fırkalarına mı gideyim! O vakit bir milliyetçi olmayacak mıyım? Hâlbuki ben Osmanlılığa itikat ediyor, iktisat bağlarının din, taassup, milliyet bağlarından daha kuvvetli olduğuna kani bulunuyorum.

 

11 Haziran 1909, Moda

Bugün bir Türk'le konuştum. Bende çok iyi bir tesir bıraktı. Mutlaka aramızda geçen lafları yazmalıyım. Bu zatın ismi Niyazi Bey... Meşrutiyetin ilânından sonra Avrupa'dan gelmiş. Gayet şıktı. Başında fes olmasa bir Avrupalıdan fark olunamayacaktı. Hukuk tahsilini Paris'te bitirmiş, birinci derecede diploma almıştı. Mebus Mizikyan'm evinde bana takdim olundu. Bahis politikaya dönünce ben "İttihat ve Terakki" hakkındaki şüphelerimi söyledim. Kendisi ne hükümet fırkasından, ne de muhalif, "müstakilim" iddiasında idi. O kadar değişmiş, o kadar medenileşmişti ki "Ah, her Avrupa'ya giden Türk böyle gelse..." diye düşünüyordum. Sözlerini büyük bir dikkatle dinledim:

— İttihat ve Terakki'den şüpheniz pek boştur! Diyordu, pantürkizm, panislâmizm, filan Avrupa hayalperverlerinin iftirasıdır. Bir de mesel vardır, biliyor musunuz? "Kişi kişiyi kendi gibi bilir." Avrupa'da meşum sunî bir cereyan yaşar: Milliyet, kavmiyet cereyanı! Orada her şeyi milliyet rengine boyarlar. Meselâ Fransızların ırkça bir vahdetleri olmadığı halde o kadar milliyetperver, o kadar milliyette müteassıptırlar ki Paris koketleri  bile Almanlarla münasebette bulunmazlar. Almanya'da her şey millîdir. Hatta sosyalizm bile...

Böyle bir muhitte "hüküm"ler de millî olarak verilir. Meselâ Rene Pinon bir kitabında "Türkler, aldıkları askerin içinden ırkça Türk olanları İstanbul'da, Edirne'de, Makedonya'nın mutedil, güzel yerlerinde istihdam ederler, gayri Türkleri Yemen'e, Fizan'a, en uzak yerlere gönderirler." diyor. Hâlbuki Osmanlı hükümeti tamamıyla bunun aksini yapmıştır. Arnavutlar, Araplar hep hassa ordusuna gelirler. Yıldız'ın rahat kısmalarında askerliklerim yaparlar. Yemen'e, Fizan'a, Makedonya'ya hep Türkler, yani Anadolu çocukları gider. Hatta Yemen'e "Türk mezarı" derler. Şimdiye kadar hastalıkla, harple bir milyondan ziyade Anadolulu Türk'ün Yemen'de öldüğünü rivayet ederler. Mösyö Rene Pinon yalan söylemek, bize iftira etmek istemiyor. Onun kendi mantığı Türklerin böyle yapmasını, yani İmparatorluğun fena, uzak yerlerine gayri Türkleri göndermesini kabul ediyor. Bizim de böyle yaptığımıza hükmediyor. Çünkü Fransa'da birkaç unsur olsa onlar mutlaka ilk peşin Fransızları düşüneceklerdir. Kezalik bu sırada İslav ittihadı, Cermen ittihadı, Latin ittihadı Avrupa siyasetinin ana hatlarıdır. Hep bu üç ideal etrafında onların politikası sabit, mütehavvil şekiller alır. Böyle ideallerin doğduğu muhitte insanî, necip bir siyaset düşünülebilir mi? Avrupalılar her milleti kendileri gibi sanıyorlar. Türklerin de "Türklük" diye bir milliyetleri, tarihleri, emelleri olduğuna ihtimal veriyorlar. Yanılıyorlar. Çünkü hisleriyle muhakeme ediyorlar. Bize dair hiç tetkikat yapmadan, hiç bir Türk'ün aklından geçmeyen "pantürkizm" hayallerini uyduruyorlar. Sonra sizin gibi içimizde yaşayan, bizim içimizi dışımızı bilen hıristiyan vatandaşlarımız da Avrupa hayalperverlerinin düzdükleri bu yalanlara inanıyorlar. Vatanımızda, yaşadığımız memlekete kim "Türkiye" der? Yalnız Avrupalılarla Avrupa gazeteleri bu manasız ismi çıkarmışlar, İşte Tanzimat maarifi meydanda... Hiç bir mektep kitabında, hiç bir coğrafya kitabında "Türkiye" diye bir memleket ismine rast gelmeyeceksiniz. Avrupa-yi Osmanî, Asya-yı Osmanî, Afrika-yı Osmanî, sonra hepsine birden "Memalik-i Osmaniye" deriz. Kendi tarihlerimizi tabiî bilirsiniz.

Bir de bizim mekteplerimizde okuttuğumuz tarihlere bakınız. Bir "Türk" kelimesi bulamayacaksınız. Bundan başka bizim tarihlerimiz bilhassa Türklük aleyhinde tertip olunmuştur. Hülâgû, Timurlenk gibi dünyanın en büyük cihangirlerini sırf Türk oldukları için, küfürler, lanetlerle tarihlerimizde yad ederiz. Sonra Sezar, İskender, Napolyon hakkında tarihlerimiz ihtiramda kusur göstermezler. Hatta bunlar için şairlerimizin bazıları şiirler bile tanzim etmişlerdir. Hele İskender, edebiyatımızda âdeta bir telmih olmuştur. Her milletin şairleri kendi milletlerini, tarihlerini, ananelerini terennüm ederler. Bizim şairlerden ne yenisi, ne eskisi, Türklük'e dair bir kelime yazmadıkları gibi kendi milliyetlerinden bahis icap-edince "Etrak-i bî idrak"  demişlerdir. Memleketimizin son şairi Tevfik Fikret  meşhur "Rübabı Şikeste" sinde ilâç için olsun bir "Türk" kelimesi geçirmemiştir. Mehmet Emin Bey  Osmanlılarca, bir fantezistten  başka bir şey değildir. İşte kendi milliyetini tarihiyle, maarifiyle, edebiyatıyle bu kadar inkâr etmiş bir millet kendi milliyeti esasına, müstenit bir "ittihat" ideali yapabilir mi? Avrupalılar bizi tetkik etmediklerinden böyle bir idealin vücuduna ihtimal verebilirler!... Aramızdakiler bu kadar saflık göstermemelidir. Memleketimizde "Türk, Türklük, Türkiyat", kelimelerinin medlulleri olmadığı gibi "Türkçe" diye de bir lisan yoktur.

Biliyorsunuz ki lengüistik ilmi "Her lisan bir lisandır" der. Biz Osmanlılar bu kaideyi asırlarca evvel bozmuşuz. Yeni, sunî bir lisan yaratmışız. Türkçe sarfını, Türkçe nahvini yalnız avamla kadınlar kullanırlar. Mütefekkirlerimizin, âlimlerimizin, ediplerimizin, ayrıca "Osmanlıca" namı tahtında üç lisanın ittihadından mürekkep bir tahrir lisanı vardır. Bu lisanda üç lisanın kelimeleri, kaideleri bulunur. Vakıa her lisandan her lisana kelimeler geçebilir. Meselâ İngilizcenin birçok kelimeleri Fransızcadır. Fakat İngilizleşmiş, İngilizce kaidelerine tâbi olmuşlardır. Osmanlıcada ise aksi... Arapça kelimeler Arapça, Acemce kelimeler Acemce kalmışlardır. Avam, kadınlar bunların telâffuzlarını bozarak Türkçenin selikasına tecvidine göre değiştirdikçe "galat" namı altında hemen ' Osmanlı âlimleri tashih ederler. Sonra dünyanın hiç bir lisanında olmayan bir hadise... Osmanlıcaya, Arapça, Acemce kelimeler, edatlar da girmiştir. "Bu lisana, tabiata muhalif, yabancı lisanlardan alınma sarf, nahiv kaideleri konulamaz. Çünkü lisanlar bir (müessese) olduğundan değiştirilemez" diyenlerin yalanları meydana çıkmıştır. Türkçenin esasında müzekkerlik, müenneslik yokken, Arapçanın bütün müzekkerlik, münenneslik kaidelerini, tetabularını Acemcenin terkip kaidelerini, edatlarını kabul etmişiz. Her ne kadar köylülerle avam, daha doğrusu halk bu sunî, bu zengin lisanı kabul etmemişlerse de şairler, edipler, hükümet bu mevzu "Osmanlıca" lisanını yazmışlar, konuşmuşlardır. Genç ediplerimiz lisanı daha ziyade muğlaklaştırıyorlar, bu hususta Fikret'in, Faik Ali'nin, Süleyman Nazif'in bilhassa Hüseyin Dâniş'in büyük hizmetleri sepkat etmiştir. Osmanlıca, ilk vâzıları-nın, eski şairlerin, Nerkisînin  lisanına doğru yaklaşmağa başlamıştır. Edebiyatta biraz daha faaliyet olsa birkaç seneye kadar, nasılsa kalan Türkçe kelimeler, sıfatlar, fiiller de tahrir lisanından kaldırılacak... "İttihat" için birinci vasıta lisandır. Kendi lisanını böyle öldürmeğe, katiyen millî edebiyatını satırlara geçirmemeğe ahdetmiş bir millet nasıl olur da millettaşlarıyle birleşebilir? Osmanlılar "Memalik-i Osmaniye"nin haricindeki Türkleri asla tanımazlar. Onlarla hiç bir münasebetleri yoktur. Hem olamaz da... Artık söyleyiniz "Türkizm" iftirası kadar budalaca bir iftira olur mu?

Bazı siyasî fırkaların Türkçülük gibi esassız, bir ideali olsa bile Osmanlı hükümeti daima Osmanlı kalacak, "Osmanlılık" haricinde hususî bir milliyet tanımayacaktır. Osmanlılık siyasî bir milliyettir. Tarihle, anane ile hiç bir münasebeti yoktur. Tanzimat ile beraber tesis edilmiştir. Bu vâki, bu tarihsiz milliyet son derece terakkiye, inkişafa müsaittir.. Muhtelit unsurlardan bir milliyet. Zaman, meşrutiyet bu hadiseyi doğuracak, tarihsiz olunca tabiî taassupsuz kalacak olan bu Osmanlı milliyeti yarım asır içinde dev adımlarıyle tealiye,, terakkiye yükselecektir. Şarkta henüz her şey hükümettedir. Babıâli'nin teessüs etmiş ruhu öyle kavi öyle dinçtir ki, İşte sizi temin ediyorum, ne ittihad-ı İslamcıların, ne de Türkçülerin hiç bir ideali-oraya hulul edemez. Osmanlı hükümetinin şiarı:  “bilâ tefrik-i cins ü mezhep” terkibinin içindedir. Hele bir Türk asla bir Rum, bir Ermeni, bir Arnavut, bir Bulgar, ilâh... gibi tarihî milliyeti namına en küçük bir hak bile iddia edemez. "Türk" lafzı kanunlardan, tarihlerden, coğrafyalardan, hatta bütün dimağlardan silinmiştir. Osmanlı, Osmanlı... Hükümetin güttüğü bu gaye o kadar necip o kadar insanîdir ki bunu anlamak için Tanzimat'ın insanîyetçi zihniyetini araştırmak ister. Tanzimat'ta tarih, kin, garez, milliyet yoktur. Eğer hakikî Osmanlılık teessüs etse dünyanın cenneti vatanımız olur. Ama buna yalnız Babıâli'nin ananesi muvaffak olamaz."

... Niyazi Bey iki saat söyledi. Osmanlılığın kıymetini anlar gibi oldum. Türkler hakikaten milliyet iddiasında değildiler. Dinî taassupları maarif ilerleyince, yani terakki başlar başlamaz uçup gidecekti. Bu görülüyordu. Hem bu ne âlicenaplıktı? Tarihinden, ananesinden vazgeçmek!... Şimdi hatırlıyordum. Sözde Türklerin içinde en demokrat, en milliyetperver olan Ahmet Mithat bile meşrutiyetin ilk günlerinde neşrettiği bir makalede padişahın hanedanından başka Türkiye'de hiç bir Türk aile bulunmadığını yazıyordu.

Ne tezat ya Rabbi! Hâlbuki biz Kürtlerin bile Ermeni olduklarını iddia ederiz.

* * *

15 Temmuz 1909, Moda

Bugün vapurda Niyazi Beye rast geldim. Yine Akonuştuk. Bu adam bana "Osmanlılık" abidesinin yegân sanatkârı gibi âli, masum, necip görünüyor. Hele Fransızca konuşurken o kadar nazik, o kadar kibar ki... Ah, bu kaba Türkçe onun ağzına yaraşmıyor. Bana:

—    Yakında bir cemiyet teşkil ediyoruz, dedi. "bilâ tefrik-i cins ü mezhep" herkes girebilecek.

—    Siyasî bir cemiyet mi? diye sordum:

—    Evvelâ ilmî, içtimaî..; Sonra, yani tekâmülünden sonra siyasî... Güldüm, İşte Türkiye'de de muhtelif cereyanlar başlamak üzereydi. Tekrar sordum:

—    Gayeniz ne olacak efendim?

—    Osmanlılık...

—    Osmanlılık olan bir şey... Var olan bir şey nasıl bir gaye, bir hedef olabilir?

Siyah gözleri parlıyor, yüzünde mahzun, fakat katî bir azmin aksi gölgeleniyordu.

—    Mevcut "Osmanlılık" yalandan başka bir şey değildir, dedi. Rumların patrikhanesi var. Ayrı lisanı var, ayrı mektepleri var.

Ermenilerin keza. Bulgarların keza. Sırpların keza. Arapların keza. Arnavutların, sair Osmanlıların da öyle... O halde nerede hakikî bir "yekpare, yekvücut" Osmanlılık? Babıâli bu ayrılığı inkâr ediyor. Ama gören bir gözden bu hakikat saklanılmaz. Tanzimatın yaratmak istediği "Osmanlılık" daha doğamamıştır.

—    Fakat o nasıl doğabilir? diye sordum.

—    Bütün unsurları kaynaştırıp birleştirme ile...

—    Bunu mümkün mü zannediyorsunuz?

—    Tamamıyla...

Düşündüm. Niyazi Bey bu zannına bütün mevcudiyetiyle itikat ettiği sözlerinin katiyetinden anlaşılıyordu. Devam etti:

—    Eğer Osmanlılıktaki bütün unsurların kaynaşacağından, bir olacağından, bir an şüphelensem Osmanlılığı esasından inkâr etmiş olmaz mıyım?... "Bilâ tefrik-i cins ü mezhep" bu ne demektir biliyor musunuz! "Hiç bir cins, hiç bir mezhep yok, yalnız Osmanlılık var!" demektir. Tanzimat cinsin, mezhebin arasında müsavat ilân ederek, onların ya

hiç olmamasını, yahut bir olmasını istemiştir. Bu büyük emeli yalnız kâğıtlara yazmış, kanunlara geçirmiş, yani hayalde bırakmış, fiile çıkaramamış. Meselâ o yekpare, yekvücut Osmanlılık için tek bir lisan, tek bir milliyet, tek bir din, tek bir terbiye, tek bir tarih, tek bir maarif ibda edememiş.

—    Lâkin bu nasıl mümkün olurdu?

—    Pekâlâ mümkün olurdu! Eğer mümkün olmasaydı Osmanlılık yalanını ihtira etmekten ne fayda çıkacaktı?

Hakikaten ben de düşündüm. Unsurların hepsini kaynaştırıp tek bir lisan ile konuşturmadan, tek bir terbiye ile, tek bir maarifle yetiştirmeden "yekpare, yekvücut" bir müessese temin olunamazdı? Evet mutlaka Tanzimatçılar bu hayali hakikat yapacaklarına kaildiler. İlk defa kendilerinin mensup oldukları Türk milliyetini Türklere unutturdular. "Türk" kelimesini tarihlerinden, edebiyatlarından, "Türkiye" kelimesini coğrafyadan kaldırdılar, işte muvaffak oldular. Demek bir millet kendi müessesatını, ananatını, lisanını, hatta milliyetinin ismini bile unutabilirmiş. Nitekim Hamdi Çavuş bana "Türk olmayıp Müslüman olduğunu" söylemişti.

Türkler hâkim iken böyle milliyetlerini terk edip mevzu, vâki "Osmanlılık" milliyetini kabul ettikleri, hem içlerinden henüz kimse buna itiraz etmediği halde diğer milletler niçin onları taklitten geri kalsınlar?... Düşünüyorum. Bu ne tuhaf olacak! Fakat bu aynı yamanda ne insanî, ne medenî, ne muasır bir milliyet olacak? Yeni bir lisanla, yeni bir ahlâkla, yeni bir gaye ile, yeni bir din ile, yeni bir terbiye ile yükselecek olan yeni "Osmanlı" milliyeti ihtimal arzda umumî müşterek insaniyet dininin vazıı gibi saadet, teali meş'aleleri tutuşturacak. Düşünüyorum... "Ah, bu hayal hakikat olsa..." diyorum.

18 Ağustos 1909, Moda

 

Hava o kadar sıcak ki... Başım ağrıyor. Aynı zamanda dehşetli bir nezlenin görünmez gemleri altında nefes alamıyorum. Şimdi Niyazi Beyden bir mektup aldım. Fikirlerim karma karışık! Boğucu bir kararsızlık buhranı geçiriyorum. Acaba ben de milliyetperver, ben de haberim olmadan mahdut bir adam, büyük insaniyet fikrini ihatadan âciz bir şoven miyim?

Bu mektubun aslını saklayacağım. Şayet kaybedersem diye buraya da kopya ediyorum.

17 Ağustos 1909, Pangaaltı

 

"Azizim Mösyö Hayikyan,

"Gecen ay vapurda size bahsetmiş olduğum cemiyeti teşkil ettik. Kulübümüz de açıldı. Hükümet istediğimiz müsaadeyi hiç geciktirmedi, verdi. Programımız, esâslarımız, Babıâli'nin bütün mukavemetlere rağmen takip etmek istememesi lâzım gelen gayeye çok muvafıktı. Evet, yine bilâ tefrik-i cins ü mezhep... Hükümete verdiğimiz beyannamede şunları yazdık:

1    — "Osmanlı kaynaşma" kulübüne "bilâ tefrik-i cins ü mezhep" her Osmanlı girecek.

2    — Osmanlı namı altında toplanan milliyetlere umumî, müşterek bir terbiye verilecek, Türklük gibi sair unsur ve milliyet hisleri yavaş yavaş iptal olunacak.

3    — "Osmanlı" vatanının birliği temin, yeni bir "Osmanlı" vatanîliği ihdas edilecek.

4    — Bütün Osmanlılara umumî, müşterek bir lisan öğretilecek, bu umumî Osmanlı lisanı Osmanlı maarifinin, edebiyatının ilminin lisanı sayılacak.

5    — Mekteplerde Osmanlılık haricinde hiç bir kavmiyete, milliyete kıymet verilmeyecek. Osmanlı memleketi çocukları kendi eski milliyetlerini, kavmiyetlerini, tarihlerini, edebiyatlarını öğrenmeyecekler.

6    — Kulübümüzün gayesine vusul için gazeteler, risaleler çıkarılacak, konferanslar verilecek... İlk adım olarak "İzabemi anâsır" şubeleri açarak, halk arasında mukabil dinî taassupların, millî iştiyakların söndürülmesine çalışılacak.

Fakat bu esaslar üzerinde yürümek değil, hatta bunlara yaklaşmak için çok büyük gayretler istiyor. Şimdi idealimizi ilim, fen noktasından tetkik ile harekete başlayacağız. Kulübümüzün idare heyeti, ilmî encümeninde yalnız Türk Osmanlılardan değil, Rum, Yahudi, Levanten, Arap, Bulgar da var. Ben idare heyetine, encümene Ermeni olarak sizin girmenizi arzu ediyorum. Arkadaşlarıma fikrimi söyledim. Sizin gördüğünüz Alî tahsil yarınki müşterek insaniyete bir numune olacak. "Osmanlılık" idealini nasıl neci bulduğunuzu anlattım. Arkadaşlarımızın içinde hiç meçhul kimse yoktur. Namuslarını irfanlarını bütün Osmanlı memleketi tanır, siz de tanırsınız. Bakınız:

Diyamandis Elendi Nikifor Angilef Efendi Nikolaviç Efendi Fraşarlı Nadir Bey Muiz Bori Efendi Salihülâynî Efendi Casimülkürdî Bey Louis Durant

Sadullah Behçet Bey

Hasan Rudi Bey

Şair Sait Bey

Celil Mün'im Bey

Hoca Bali Efendi

Doktor Eserullah Nâtık Bey.

Büyük emelimizin intişarına iştirak istiyorsanız iki satırla muvafakatinizi yazınız. Önümüzdeki pazartesi günü Nuruosmaniye caddesindeki "5T" numaralı kulübümüze teşrif buyurunuz.

Baki ümit...

Osmanlı Kaynaşma Kulübü

muvakkat kâtibi

Niyazi

Ne yazsam! Evet mi? Hayır mı?... Bugün aklım başımda değil.

Rahatsızım, 'biraz düşüneyim. Zaten hemen muvafakat hoppalık olmaz mı?

30 Ağustos 1909, Moda

Rahatsızlığım devam ediyor. Nezle zannettiğim şey kötü bir "korbator..." muş. Bu sıcakta nerde soğuk almışım?... Aklım ermiyor. Yarın biraz kalkabileceğim. Doktor:

— Yat, hiç dışarı çıkma... diyor. Bu onların âdetidir. İyi olursam neye mahpus kalayım? Zaten pazartesine epeyce var. Niyazi Beye şimdi cevap yazdım. "Osmanlı Kaynaşma" kulübüne gireceğim, iki üç gün nafile düşündüm. Böyle bir kulübe girmekte hiç bir mahzur yok. Lâkin bizde "vehim" bir illet, hayır ikinci bir tabiat olmuş. Hâlâ kendi milliyetlerini çoktan terk etmiş olan zavallı Türklerden çekinmek... Bu hakikaten manasız... Hem bu kulüpte Türk olmayan yalnız ben miyim? Rum, Arnavut, Sırp, Arap, hâsılı her milletten var. Benim milliyetim tehlikeye uğrarsa onlarınki de uğrar...  

Eylül 1909, Moda

Daha iyi olamadım. "Osmanlı Kaynaşma Kulübü" azalarından ne kadar Türk varsa hepsi mektupla hatırımı sordular. Diğer kavimlerden olan azalar hiç aldırmıyorlar.

 

21 Teşrinievvel 1909, Moda

Bugün kulübe gittim. Beni hararetle kabul ettiler. Bina gayet büyüktü. Eşya pek muhteşemdi. Kulübün masrafını Türk azalar uhdelerine almışlar. Niyazi Bey galiba çok zengin. İçtima salonu küçük bir saray divanına benziyordu. Uşakların hepsi resmî elbiseler giymişlerdi. içtima hakikaten ilmî idi. "içtimaî müesseseler kendi kendine mi teessüs eder, yoksa tesis mi edilir?" Meselesi mevzu idi. Herkes söyledi. Hakikaten âza şimdiye kadar gördüğüm adamların en mükemmelleri... Münakaşadan bir netice çıkmadı, dağıldık. Reis Sait Bey... Bu çok değerli bir adam; hakikaten şiarı:

Milletim nev'i beşerdir, vatanım rû-i semin  olan bir âlim...

 

7 Mart 1910, Moda

Altı ay ne çabuk geçmiş... Benim işlerim bozulmağa başladı. "Osmanlı kaynaşma" kulübüne mensubiyetimi bizimkilerden kimsenin duyduğu yok... Çünkü biz hiç gürültü yapmıyoruz. Henüz ne gazete, ne risale neşrettik. Müzakerelerimizden daima sabit bir netice çıkmıyor. Başladığımız iş o kadar büyük, o kadar müşkül ki kendim içinde olmasam, "Bu ancak bir hayaldir" diyeceğim.

Fakat Niyazi Beyin bir sözü hiç kulağımdan çıkmıyor:

Olmaz olmaz, deme, olmaz olmaz Güzelim âlenı-i imkândîr bu...

 

11 Mayıs 1910, Moda

Ah güzel İstanbul... Artık sana veda etmek icap ediyor. Bir haftaya kadar Marsilya'ya gidiyorum. Seksen lira maaş... Torakyan kumpanyasının vekili oldum. Niyazi Bey hareketimi işittiği vakit:

— Biz sana bu maaşı veririz, kal... dedi.

Hakikaten ne garip, fakat ne zengin adam... Kabul etmedim. Meyus oldu. Hiç olmazsa muhabir âza olmamı rica etti.

Şimdiye kadar Avrupa'da yaşamamıştım. Bakalım o hayat nasıl?... Maahaza bu adamı bırakmayacağım. Her fırsatta koşacak, yine bu manzaraya, bu sükûn, bu şiir içinde uyuyan fenere kavuşacağım.


 

SONUNCU OLAN İLK TEŞEBBÜS

 

23 Nisan 1912, Moda

Dün İstanbul'a geldim. Doğru odama koştum. Ah İşte yine yaz... Ropenyanların bahçesi yine çiçek içinde... Siyasiyat patlamış bir lâğım iğrençliğiyle memleketin her tarafını sarmış... Kaplamış, sanki iki sene geçmemiş. Ben dün büroma gitmişim. Bu sabah yedi vapuruyle odama gelmişim... Evet hayat, rüyadan başka bir şey değil. Kitaplarımı düzelttim. Koltuğumu yine pencerenin yanına çektim. Tıpkı eskisi gibi... Şimdi iki sene geriye dönmüştüm, iki yaş daha kazanmışım sanıyorum...

Bu tuhaf, bu masum nişle defterimi buldum. Yazdığım yirmi otuz sahifeyi o kadar lezzetle okudum ki... Niçin her gün yazmamışım... Yazık, yazılmayan günlerim, vakalarım mazinin içinde kaybolmuş. Hâlbuki İşte yazdıklarım... Onlar dipdiri duruyor. Okudukça tekrar yaşıyorum...

Acaba "Osmanlı Kaynaşma" kulübü de duruyor mu?...

Gitsem Niyazi Beyi görsem...

Yorgun muyum? Bir Türk gibi geriniyor: "Yarın inşallah..." diyorum. Fakat acelesi ne? Yavaş yavaş... Türkiye'nin hayatındaki şiar "yavaş yavaş" tır.

Şimdi çıkayım, iki senedir görmediğim aydınlık sokakları, rüyalı sahilleri gezeyim. Tatlı, seria rüzgârları koklayayım.

* * *

28 Nisan 1919, Moda

Dün kulübe gittim. Müzakereye dâhil oldum. İki senedir âza yirmi defa içtima etmiş. Hiç müspet netice çıkarmamışlar. Kâtibi umumî Niyazi Bey:

—    Şimdiden sonra ayda iki defa toplanacağız, diyor.

Benim artık İstanbul'da kalacağımdan, Marsilya'ya gitmeyeceğimden çok memnun... Encümen odasında kendisiyle uzun uzadıya konuştum, ilk içtimada katî programın kararlaştırılması lazımmış... Evvelâ lisan meselesi... Lisan için iki senedir söz söylenmiş. Kendisi "İspiranto" lisanının kabulüne mütemayil... Azadan bazıları Latin lisanını istiyorlarmış.

* * *

24 Mayıs 1912, Moda

Dün Diyamandis ile görüştüm. Tokatliyan'da bir arkadaşını bekliyordu. "Osmanlı Kaynaşma" sının lisanı "İspiranto" olursa bunu hepsinin kabul edip edemeyeceklerini sordum, güldü:

—    Türklerin zaten lisanları yok, dedi, onlar belki kabul edebilirler. Fakat Rumların beş on bin senelik mükemmel lisanları, edebiyatları var.

Hiç Ermeniler Ermeniceyi bırakırlar mı? Ben de bunu düşündüm.

 

30 Haziran 1912, Moda

Ben encümene de devam ediyorum. Şimdi farkına vardım, içtimalarda Arap, Rum, Arnavut, ,Sırp, Bulgar, Ulah, Yahudi azalar bulunmuyorlar. Biz sekiz kişi ile müzakerelerimizi yapıyoruz. Türk azalarla... Ben de artık bu kaynaşmış "yekpare, yek-vücut" Osmanlılık idealinin hakikaten çok, ama pek çok uzak bir hayal olduğuna kail oldum. Azanın yavaş yavaş kaçışmalarına sebep Niyazi Beyle .Sait Beyin ilmî nazariyeleri oldu, bu zatlar diyorlar ki:

"Osmanlılık içinde ayrı ayrı cemaatler var. Bu -cemaatler fertlerinin arzularını yutarak kavmî iradeler doğurmuş. Osmanlılığı kaynaştırmak için fertleri cemaatlerinden ayırmak lâzım. Fert cemaatinden ayrılır, yani iradesiz kalırsa o vakit ona yalnız kendi "arzu" su hakem olur? Fert menfaatinden başka bir şey düşünmez. Böyle yalnız kendi arzuları, yalnız kendi menfaatlarıyle yaşayan fertler iktisat bağlarıyle toplanır, Osmanlılığı teşkil ederler. Onun için ilk hücum olunacak noktalar cemaat müessesesinin direkleri olan milliyet, din, ahlâktır. Bu direkler yıkılınca fertler kendi uzvî arzularıyle karşı karşıya kalacaklar...

Mensup oldukları cemaatlerden ayrılmak gayri Türk azalardan hiç birisinin işine gelmedi. Kulübe uğramaz oldular. Ben ısrar ediyorum. Müzakereleri hiç kaçırmıyorum. Bütün kararlarda imzam var.

Görüyorum ki bu Türkler namussuz adamlar değil. Fakat hepsi ideolog... "Osmanlılık" vehmi -onların bütün mantıklarını, muhakemelerini uyutmuş.

 

15 Temmuz 1912, Moda

İki sene evvelki fikirlerim bugün tamamıyla değişmiş bulunuyor. Dün defterimin baş taraflarını okudum. Aman ya Rabbi! Ben, Dikran Hayik-yan, babası Ermeni milliyetinin baştan canlanması için alevlenen ihtilâlde âmillik ederken babası öldürülen öksüz bir adam, Osmanlılığa inanmışım ha...

"Osmanlılık" nedir? Kaynaşma kulübü bunun manasını bana öğretti:

1    — Osmanlı namı altında yaşayacak Türk mürk hangi milletten olursa olsun, milletler, kendi, milliyetlerinden vazgeçecekler.

2    — Dinlerinden, müesseselerinden, lisanlarından, yavaş yavaş ayrılacak.

3    — Cemaatlerinin ilham ettiği "irade"leri sunî bir nisyan ile unutarak yalnız ferdî, yalnız şahsî, uzvî arzularıyle yaşayacaklar.

4    — "Osmanlı" namı tahtında birleşerek yeni, tarihsiz bir milliyet husule getirecekler.

Bunlar hepsi o kadar boş, o kadar imkânsız şeyler ki! "Osmanlı kaynaşma" kulübü âzalarının nasıl böyle çocukça bir fikre kandıklarına şaşıyorum. Bu adamlar yalnız mantıklarıyle iş yapmak istiyorlar. Bilmiyorlar ki tarihte, içtimaiyatta mantık iş göremez. Tıpkı Fransız inkılâpçıları gibi düşünüyorlar. Onlar da mantıkla bir şey yapıyoruz, zannetmişler; dinlerini, tarihlerini, hatta senelerin isimlerini bile değiştirmişlerdi. Çok sürmedi, mantıkları da, kendileri de perişan oldular. Onların gayesi "insaniyet" idi. "Osmanlı Kaynaşma" kulübünün âzalarındaki ideal de aşağı yukarı "insaniyet" fikri... Türkiye'deki unsurlarda, fertleri birbirine - şahsî menfaatin pek fevkinde kudsî bir ihtiras ile - düşman eden cemaat ruhlarını öldürmek. Hususî mevziî, coğrafyaî bir beynelmileliyet tesis etmek...

Yarın yine içtima var. Ben bu sefer biraz onsları hırpalamak istiyorum.

 

28 Temmuz 1912, Moda

Evvelki gün hava biraz yağmurlu idi. Kulübün içtima salonunda hepsini hazır buldum. Hepsi deyince, yalnız Türkleri demek istiyorum; Aylar -var ki ne Diyamandis, ne Angelof, ne Nikolaviç, ne de diğerleri kulübe uğruyor.

Ruznamede lisan meselesi vardı.

Doktor Eserullah Natık Latince ile İbraniceden birisinin kabulünü teklif ediyordu. Bilhassa:

—    İbranice, en mükemmel lisandır! diyordu. Latinceyi Hasan Rudi Bey istiyordu. Bu tek gözlüklü genç bir Bey... Gayet şık, diğer arkadaşları gibi zengin. Aynı zamanda muharrir. Her on beş günde bir beş yüz sahifelik kitap neşrediyormuş.

—    Latince her ne kadar yaşamıyorsa, canlandırabiliriz. Baştan lisan aramağa ne hacet? diyor.

Sadullah Behçet'i kendine en sadık bir muin sayıyordu.

Hoca Bali Efendi itiraz ediyordu. Bu zat bizim kulübe gelmekle beraber müthiş bir politikacıdır. "İttihad-ı anasır" hususunda onun kadar ileri gitmiş daha kimse yok. Milliyetperverlerin aman vermez bir düşmanı... Onun fikrini hulâsa edeyim: "Dinlerin maksadı insanları mesut etmektir. Biz hocalar saibiye ruhanîleriyle, hahamlarla, Hıristiyan rahipleriyle itilâf etmeliyiz. Taassup aradan kalkar. Allah mademki bir, dinler niçin birkaç tane olsun?"

Hoca Bali Efendi bu fikrini İstanbul matbuatında da neşretti. Hiç bir taraftan itiraza duçar olmadığından anladım ki politika heyecanları arasında Türkler taassuplarını da unutmuşlar. O diyor ki:

—    Bugünkü edebiyat lisanımız olan bu Arap-çanın, Acemcenin karışmasıyle hâsıl olmuş Osmanlıca maksada kifayet eder. Üç lisanın membalarını; kaidelerini kendinin addettiği için dünyanın en büyük lisanıdır.

Celâl Mün'im, Şair Hâmit Bey de bu fikirdeler... Yalnız onlar Osmanlılığı teşkil eden bütün kavimlerin lisanlarından da kelimeler, kaideler alınmasını istiyorlardı. Doktor Eserullah Natık Türkiye'nin en âlimi, en büyük filozofu olmak üzere tanılır. Hatta bir Osmanlı akademisi açılsa mutlaka o reis olacak. Şimdi o da Türkiye'de bütün milletlerin lisanlarından mürekkep bir Osmanlıca tesis edilmesini tercih ediyor.

—    Zaten Türklerin lisanı yoktur. Onların kamusları Arapça, Acemcedir! icap eden kelimeleri ıstılahları hep bu Arap, Acem kamuslarından alırlar, diyordu.

Hatta daha ileri gidiyordu: Mademki Osmanlıca tanzim olunacak; Rumcadan, Bulgarcadan, Sırpçadan, Arnavutçadan, Ulahçadan, Ermenice-den kelimeler, hem bilhassa sarf, nahiv kaideleri alınacaktı, bu lisana daha umumî bir mahiyet vermek için nida  harflerini, İngilizceden, harf-i cerleri  Almancadan, resmî, hususî elkapları  Fransızcadan iktibas etmeliydi.

Ben Ermeniceye dair birçok tafsilât verdim.

Doktor Eserullah Natık böyle umumî, âlî, mükemmel bir Osmanlıcanın bütün dünya tarafından bile kabul olunacağını söyledi.

Sonra ben itiraz ettim:

"Lisanlar tesis olunmaz, her müessese gibi kendi kendine teessüs eder. İçtimaiyatın bu hakikatini kabul etmeyenler birçok defalar aldanmışlardır. Hiç sunî, mevzu bir lisan yaşamamıştır, yaşamaz da... İşte nitekim 1880 senesinde icat olunan "Volapük"  lisanı evvelâ epeyce ehemmiyet kazandı. Lâkin bu geçici bir moda idi. Çünkü bir lisan, yani bir müessese tesis olunamazdı. On sene içinde iki yüz seksen kulübü olan bu lisanın yirmi beş tane de gazetesi vardı. Yalnız Paris'te on dört tane "Volapük" dershanesi açılmıştı. Büyük mağazalar memurları için bu lisanı kabul etmek üzere idi. Ne oldu? Birdenbire bu lisan o kadar çabuk kayboldu ki bugün bütün dünyada "Volapük" çe bilen bir adama rast gelmek ihtimali yoktur. Sonra Espiranto   çıktı. O da şimdi yavaş yavaş sönüyor, yerini Ydo lisanına bırakıyor. O da yaşamayacak, mutlaka ölecek. Hâlbuki Ermenice... Asıl memalik-i Osmaniye'nin lisanı budur. Çünkü Türkiye'nin dışarısında Ermenice konuşan toplu bir millet, bir devlet yoktur. Hâlbuki Yunanistan Rumca konuşur, Mısır Arapça konuşur, Bulgaristan Bulgarca, Sırbistan Sırpça, Romanya Ulahça, ispanya Yahudice, Kâşgar, Hayve hanlıkları Türkçe konuşur. Bütün bu lisanlardan mürekkep bir lisanda mutlaka haricî bir milliyetin izleri de kalacaktır. Ermenice öyle değil. Bir kere yazması gayet kolaydır. Türkiye'nin hemen her büyük şehrinde Ermeni bulunduğundan bu lisanı, kabulü halinde pek çabuk intişar ettirebilirler..."

Sonra devam ettim. Bâli Efendi kanaat getiriyor gibi oluyordu. Sait Bey düşünmeye başladı. Lâkin Doktor Eserullah Natık benim teklifimi cerh etti

—    Vakıa "Memalik-i Osmaniye" haricinde Ermenice konuşan toplu bir millet, bir devlet yok, dedi. Ama bu lisan tarihî lisandır. Biz masnu,  bir yeni lisan istiyoruz. Dünyada lengüistik kadar efsaneden bir ilim yoktur. "Bir lisana kendi tabiatına muhalif, diğer lisanlardan alınan kaideler konulamaz." deniyor, değil mi, yalan! İşte bugünkü Osmanlıca... Türkçede olmayan Arapça, Acemce, kaideleri pekâlâ bizim iskolâstikler koymuşlar. Türkçenin tabiatinde olmayan "atf-ı tefsiri"leri  çoğaltmışlar. Edebiyatımızda otuz kırk satırlık cümleler var. Bugün kibar bir Osmanlı asla Türkçe kelimeye, Türkçe sarf kaidelerine tenezzül etmez. Zaten bizim tasavvur ettiğimiz Osmanlıca kısmen başlamıştır. İçinde biribirine yabancı üç ayrı dil birleşip bir araya gelirse, niçin on lisanın kaideleri birleşip bir arada yaşamasın?

Ben cevap vermedim. Fakat Eserullah'ın dediği Osmanlıca yaşıyor muydu? Görüyorum ki hayır... dikkat ettim: Osmanlılık iddiasında bulunan Türkler bile yalnız yazarken, şiir düzerken Arapça, Acemce kaidelerle, kelimelerle yapılmış yabancı terkipler kullanıyorlar. Konuşurken cümleleri hep kısa, hep tabiî... Hatta Arapça, Acem kelimeleri kendi tecvitlerine uyduruyorlar. Lâkin yazarken tabiatin yaptığı temsili âlimane bir tehalükle düzeltiyorlar...

Türkiye'de yaşayan bütün unsurların lisanlarından mürekkep bir Osmanlıca kabul edildi. Hasan Rudi "memalik-i Osmaniye" de Acem olmadığından eskiden nasılsa girmiş Acemce kelimelerle kaidelerin lağvını istedi. Hoca Bâli Efendi ona cevap verdi:

—    İstanbul'da, Anadolu'da epeyce Acem vardır. Bunlar Osmanlılardan kız alıp verebilirler. Niçin onların vaktiyle girmiş kelimelerini, kaidelerini atalım. Bilâkis Acemce Osmanlıcanın en güzel bir unsurudur.

Zavallı hoca Bâli Efendi... İstanbul'u, vilâyet, merkezlerini dolduran, tömbeki, çay, kâğıt, kalem ticaretini, ameleliği eline geçirmiş olan Azerbaycanlı Türkoğlu Türklere esvaplarına bakarak Acem diyordu.

 

20 Ağustos 1912, Moda

Dün Ermeni arkadaşlarımdan biri Fransızca Merucre de France  risalesinin 16 ağustos 1912 tarihli nüshasını verdi:

— Mutlaka oku... dedi.

Kurşun kalemle işaret ettiği şey gayet uzun, Risal imzalı bir makaleydi. Makalenin serlevhası: "Türkler millî bir ruh aramakta..." şimdi bitirdim, İşte şimdi acı bir hoşnutsuzluk hissediyorum. Eğer bu Mösyö Risal'in haber verdiği şeyler sahih ise berbat... Türkler de bir millet oluyor demek... Ötede beride birtakım adamlar varmış, bir Türk ruhu ararlar, Osmanlıca namı altında devam eden Arapça, Acemce, iskolastik, karışık lisanı bırakmaya, konuşulan, tabiî halk lisamyle edebiyat yapmaya çalışırlarmış.

Evet, Türkler de kımıldanıyorlar.

Bir İngiliz bana demişti ki: "Türkiye'de on dört milyondan ziyade Türkçe konuşur, tamamıyle Türkleşmiş bir halk var... Hâlbuki ne kadar Ermeni, ne kadar Rum var? Zannetmem ki bu iki unsur üç milyondan fazla olsun... Rumların fikri İstanbul'u, İzmir'i falan zaptedip bu on dört milyonu "Kızılırmak" m sağ tarafına atmak, Ermenilerin fikri büyük Ermenistan'ı teşkil edip ne kadar Türk varsa hepsini "Kızılırmak" m sol tarafına atmak... Eğer bu iki millet aynı zamanda muvaffak olursa Anadolu'da bir tane Türk kalmayacak, hepsi Kızılırmak'a dökülerek denize akacaklar. Lâkin! Türkler de Rumlar, Ermeniler, hatta Araplar, Arnavutlar gibi milliyetlerine sarılırlar-sa! On dört on beş milyonluk toplu bir kuvvetin karşısında biz ne olacağız? Pek dağınık, pek az olan biz Ermeniler bunu düşünmeli, "Osmanlılık" müessesesini kuvvetlendirmeliyiz. Asla üç dört milyon, on beş milyona galebe çalamaz.

Gayet muktedir Avrupalı bir muharrir diyor ki

"Türkler çok âlicenaptır. Kendi milliyetlerini, tarihlerini, ananelerini asla yad etmezler. Onlar şimdi yalnız, rahatça yaşamak istiyorlar. Eğer Türkiye'deki Hıristiyanlar fazla mutaassıp milliyetperverlik göstermeyip onları uyandırmasalar meşrutiyet sayesinde yarım asır içinde bir Türk kalmayacak, servet, ticaret, arazi, hatta hükümet Hıristiyanların eline geçecek, Türkler yine çadırlarına çekilecekler, namazlarını daha rahat kılmak için geldikleri tenha, saf, asude Türkistan'a dönecekler... Hâlbuki

Hıristiyanlar milliyetperverlikte taassup gösterdikçe Türklere de bu hal aksediyor. Birtakımları "Ben Türküm; Türklükle gururlanırım" diye ortaya atılıyor. Konuşulan tabiî Türkçe ile şiirler, kitaplar yazıyor, konferanslar veriyorlar. Hatta yavaş yavaş Türkçülük diye bir mefkûre bile canlandırıyorlar."

Düşünüyorum, biz Ermeniler, Rumlar, hatta Araplar, Arnavutlar milliyetimizde taassup göstermesek Türkler "Osmanlılık" namını verdikleri kozmopolitlikten ayrılmayacaklar, bütün varlıklarını unutacaklar.

Hükümeti elinde tutan fırka tamamıyla sukut ettirildi. Buna Rumlarla çalışan, bizim kaynaşma kulübünün daha mutedil, daha siyasî olan "itilâf" fırkasıyle milliyetperver Arnavut ihtilâlcileri, millî fikirlerden külliyen mahrum bulunan Osmanlı zabitleri muvaffak oldular. "Halaskaran zabitan grubu" şimdilik mevkie hakim... Kabinede Tanzimat ruhunun yetiştirdiği büyük simalar var. Meselâ dünyada kim tasavvur edebilir ki Kâmil Paşa gibi Tanzimat dâhisi bir Osmanlı, Türklüğü düşünerek hareket etsin... O tam bir Osmanlıdır.

Ah, lâkin harp ihtimalleri... Eğer harp olursa ya mağlûbiyet, ya galibiyet... Ben en çok mağlûbiyetten korkuyorum. Milletleri uyandıran büyük felâketlerdir. Ya Türkler de felâkete uğrayıp uyanırlarsa...

 

Teşrinievvel 1912, Moda

Harp başladı...(1) Bulgarlar, Sırplar, Karadağlılar, Yunanlılar, hatta bir parça da Arnavutlar Türklere ilân-ı harp ettiler.

Bizim kâinat umurumuzda değil. Yine kulübümüzde toplanıyor, müzakerelerimize devam ediyoruz.

Dün içtima günüydü. Ruznamede "din" meselesi vardı.

Eserullah Beyin tanzim olunacak yeni "Osmanlı" milletinin mutlaka bir dini olması icap ettiğini söyledi. Hoca Bali Efendi İslâmlığın; Musevîliğin, isevîliğin, Saibîliğin ceminden hâsıl olmuş bir din olduğunu, biraz değiştirilerek bütün Osmanlılara kabul ettirilmesini teklif etti. Sadullah Behçet bütün bütün dinin aleyhinde... Hasan Rudi "Japonlar gibi dinsiz olalım!" diye haykırdı. Müzakere epey sürdü. Neşriyata başlanınca halkın galeyanından korkuluyordu. Yeni bir din bulmak, yeni bir lisan bulmaktan daha zordu. Nihayet şimdilik "dinsiz" likte karar kıldılar. Rum, Bulgar, Sırp, Arnavut, Arap, Ermeni, hâsılı bütün Osmanlılar yavaş yavaş dinlerini terk edecektiler.

(1) Balkan Savaşı.

Sait Bey "ihmal, diyordu, ihmal bütün ocaklara incir diker!"

Böyle de tafsilât veriyordu:

"îlk Tanzimatçılar bir kalemde milliyetleri sildiler. Türk'e Türklüğünü unutturdular. Lâkin dine dokunamadılar. Çünkü onlar da bizim gibi, belki bizden ziyade asırlardan beri köklenmiş taassuptan korkuyorlardı. Taassup izale edilince tabiî din de kalmazdı. Buldukları çare "ihmal" idi. Çalışan demir parlar. Nasıl çalışmayanı küf tutarsa bir müessese de gençleştirilmez, kendi halinde bırakılırsa ihtiyarlar, yıkılır, dağılır. "Memaliki Osmaniye" de en çok mü'mini olan din İslâmlıktı. İslâmlığı yıkmak için ihmal icap ediyordu. Tanzimatçılar da memleketin her tarafını tanzim ederken medreselere hiç bakmadılar. Dinî müesseseleri hep eski halinde bıraktılar, îhmal ettiler. Biz de onların gittiği yoldan gideceğiz. Dini muasırlaştırmayacağız. Muasırlaşmayan dine tabiî muasırlaşan Osmanlılar yabancı kalacaklar. Bizim emelimiz de husul bulacak." Kulüpteki gayri Türk azaların gelmeyişine hâlâ hiç biri dikkat etmiyordu. Dalgın, her şeyden bihaber kararlar veriyorlardı.

Babıâli'den aşağı inerken Eserullah, Niyazi yanımda idiler. Asker sevkiyatına hiç bakmıyorlar, hatta o kadar gürültüleri işitmiyorlardı bile...

 

Teşrinisani 1912, Moda

İşlerim bozuldu. Harp hemen tesirini gösterdi. Piyasa durgun... Para yok... Bugün İstanbul'a geçiyordum. İskelede birçok kalabalık gördüm.

Diyorlar ki "İstanbul ahalisi Üsküdar'a, Kadıköyü'ne hicret ediyor." Fakat ne çabuk... Demek İstanbul'a Bulgarlar girecek, haftalar var ki Çatalca hatlarını zorluyorlar. Her taraf muhacirle doldu... Sefalet son derecede! Vapurda gözlerimi Ayasofya'nin kubbesinden ayıramadım. Yan kamaradayım. Güzel, şişman bir Rum kadını ancak dört yaşında tahmin olunabilir oğlu ile karşımda oturuyordu. Hava pek güzeldi. Uzaklardan top sesleri geliyor gibi oluyordu. Çocuk dizlerinin üzerine kalkmış dışarıya bakıyordu; Rumca:

—    Ayasofya bu değil mi anne? diye sordu. Kadın bir defa bana baktı. Başımda şapka çekindiği yok ya... Çocuğuna cevap verdi:

—    Evet yavrum.

—    Ah, ne güzel...

Sonra kadın eğildi. Pencereden dışarıya bakmaya başladılar. Yavaş yavaş konuşuyorlardı. Ben elimdeki gazeteyi okur gibi yaparak işitiyordum:

—    Ne vakit gelecek Kostantin?

—    Müttefikleriyle birleşecek. On beş yirmi güne kadar...

—    Niçin Bulgarlarla Sırplar girip almadılar şimdi ?

—    İstanbul'un asıl sahibini bekliyorlar...

—    İstanbul'un asıl sahibi kim?

—    Yörgi'nin kahraman oğlu Kostantin.

Tâ Köprü'ye gelinceye kadar dışarı baktılar. Onlar da benim gibi İstanbul'un son günlerini yaşadığına kaildiler, İstanbul'da herkes bunu bekliyor. Köprü'de rast geldiğim bir jandarma zabiti sefarethanelerle Kâmil Paşanın anlattığını, Bulgar askeri girer girmez Osmanlı jandarmalarıyle sefaret maiyet vapurlarından çıkacak ecnebi neferlerin bir ellerinde Osmanlı bayrağı, bir ellerinde mensup oldukları devletin bayrağı olarak devriye gezeceğini söyledi.

Bravo... Hakikaten şimdiye kadar Osmanlılardan Kâmil Paşa kadar büyük adam yetişmemiştir, yetişemez de... Sefarethaneleri İstanbul'a asker çıkarmak hususunda ikna etmek... Bunu her işiten Osmanlı, paşanın maharetine şaşarak, sevinerek "yaşasın siyaset piri!" diye rahat nefes alıyor. Bulgar Kiralı Ferdinand'in Ayasofya'da "taç giyme" resminde giyeceği esvapla formalar Paris'te yapılmış. Avrupa gazeteleri yazıyor.

Ey ihtiyar Ayasofya... demek beş yüz bu kadar sene sonra kubbene yine haç dikilecek ha!..

 

28 Kânunusani 1913, Moda

Hıristiyan müttefiklerinin orduları İstanbul'a giremedi. Top seslerini işittikçe ne kadar seviniyorduk. Bütün kiliselerde -gizli değil, alenî- mu-zafferiyet duaları ediliyordu. Rumeli'den Türkler kovuldu. Bulgarlar geçtikleri yerlerde cami, minare, islâm bırakmadılar. Yaktılar. Yıktılar. Öldürdüler. Pomakların hepsini Hıristiyan yaptılar. Bütün Avrupa genç Balkan milletlerinin cesaretlerine, azimlerine, şiddetlerine şaştı. Bulgarların millî rengi bu senenin Paris'te modası... Hatta Beyoğlu'nda bile Bulgar modası âdet oldu. Bulgar renginde kumaşlar İstanbul'da bile satılmaya başladı.

Ben "kaynaşma" kulübümüze devam ediyordum. Arkadaşlarım o kadar dalgın, müzakereleriyle o kadar meşgul ki, muharebeden haberleri yok... Galiba her gün ufuklarımızı inleten top seslerini bile duymuyorlar. Dünkü müzakerede Eserullah Natık Hıristiyanların medeniyetinden Türklerin, İslamların barbarlıklarından bahsetti. "Bizim memleketimizi Hıristiyanlar alsa asıl o vakit hürriyeti, serbestliği görürüz, İşte Mısır gözümüzün önünde... O ne refah, o ne saadet..." dedi.

Gazeteleri okumadığı için Balkanlıların yaptıklarından haberi yoktu. Ben itiraz etmedim. Bu ezelî uyku içinde müzakere uzadı.

Sait, Sadullah Behçet, hatta Hoca Bali Efendi Osmanlıları kaynaştırmak için ilk yapılacak iş "bilâ tefrik-i cins ü mezhep" kız alıp verme olacağında musırdılar.

Vakıa İslâmlar Hıristiyanlardan kız alabiliyordu. Lâkin veremiyorlardı. Arkadaşlar bu muvazenesizliği bozmak istiyorlardı. Gayet mükemmel bir mantık kullanıyorlardı: "Alınsın da niçin verilmesin?"

Hoca Bâli Efendi fikrini söyledi: "Din nedir? Saibîlik, Musevîlik, İsevîlik, İslâmlık değil mi? Biz bunların hepsini birleştireceğiz. Aslına irca edeceğiz. "Din-i İbrahimî" yi meydana çıkaracağız. "Din-i İbrahimî" milletlerle dinler arasında fark görmeyeceği için (bilâ tefrik-i cins ü millet) izdivaca da müsaade edecek."

Bâli Efendiye kimse itiraz edemezdi. Artık programımız tekâmül ediyor. Bugün dağılırken Doktor Eserullah Natık:

—    Yakında faaliyete geçeceğiz, dedi. Hakikat ilerliyor. Onu hiç kimse tutamaz...

 

7 Mart 1913, Moda

Fakat hangi hakikat ya Rabbi... Hakikat ilerledi. Henüz kimse onu tutmadı. Çünkü ilerleyen şeyden kimsenin haberi yok,

Kaç senedir tetebbu ederek çizdiğimiz esaslarımızı neşre, tamime başlayacağız. Evvelâ bir gazete... Bunu şimdilik haftada bir çıkaracağız. Lâkin gazetemizin ismini bulmak pek güç oldu. Kulüpte sekiz kişiyiz. Sekizimiz de ayrı isimler bulduk. Ben "Babil Kulesi" dedim. Bu hakikaten Osmanlılık kaynaşmasını iddia eden bir risale için tam bir isimdir. Eserullah Natık Alfred Fuyye'nin  "İdee force"  tabirini bozdu. Bundan bir mana çıkmadığını söyledi. "İdee-force" haline koydu. "Kuvvet-i zinde" diye tercüme etti, "kuvvet" yerine "fikir" konulursa maksadımızı neşredecek gazeteye tam muvafık bir isim olacaktı: Fikr-i zinde...

Sadullah Behçet:

—    Gazeteye isimden evvel bir "şiar" bulmalıdır! diyordu.

Bulduğumuz şiarlar da biribirine hiç uymadı. Gazetemiz için bulduğumuz sekiz isim şunlardı:

Babil Kulesi, Fikr-i Zinde, Şems-i Yegâne, İzabe-i Anasır, insanlık, Osmanlılar, Kaynaşalım, Vicdan-ı Hür, İrfan-ı Hür...

Nihayet kura çekmeye karar verdik. Bu sekiz ismi kâğıtlara yazdık. Bir tane çektik, "insanlık" çıktı.

Başmuharrir Sait oldu.

Felsefeye ait kısmını: Eserullah Natık yazacak,

İçtimaiyat kısmını: Sadullah Behçet, Hasan Rudi,

Edebiyat kısmını: Niyazi Bey,

Fen kısmını: Celâl Bey,

Din kısmını: Hoca Bâli Efendi,

Mütenevviayı da ben...

ilk nüshamızı bakalım ne vakit çıkarabileceğiz?

 

15 Nisan 1913, Moda

Dür. ilk nüshanın r 'inderecatını müzakere ettik.

Sait Bey, nev-i beşerirs bütün bir milliyet olduğuna (vatan) m da (rû-yi zemin) olması lâzım geleceğine, ancak bu hakikati anlayanın insan addedilebileceğine dair uzun bir şiir yazmıştı. Bu gayri millî, yani "Bilâ tefrik-i cins ü mezhep" edebiyatın hakikaten bir şaheseriydi. Dinlerin, milliyetlerin, muhitlerin, vatanların hep efsane olduğunu terennüm ediyordu. "Eserullah Natık" in makalesi elli sahifeden ziyade idi. Birçok ecnebi isimleri söylüyordu. Lâkin ne yalan söyleyeyim, makale gayet büyüktü. Ben de beğendim.

Sadullah Behçet, Hasan Rudi, bütün iktidarlarını göstermişlerdi. Hasan Rudi dört beş sayfanın içinde içtimaiyattan, gariziyattan,  tarihten, hayvanattan, metafizikten,  patolojiden  bahsediyor, spiritizm  ile spiritüalizm  arasında hiç bir fark olmadığını, bütün ilimlerin saçma olduğunu ispat ediyor; nihayette kendinin âlim olduğundan fahir-leniyordu.

Niyazi Bey her lisanın bir lisan olmadığını, lisanlar müesses olmayıp tesis edilebildiğini, bir lisandan diğer lisana gelme kelimeler olduğu gibi kaideler de olabileceğini iddia ediyor, mültekâmil Osmanlıca için tafsilât veriyor ve Arapça, Acemce, Rumca, Arnavutça, Sırpça, Bulgarca, ispanyolca kelimelerle, kaidelerle yapılmış cümlelerden misaller gösteriyor, bu karmakarışık masnu lisanın ahengini, güzelliğini anlata anlata bitiremiyordu.

Fen kısmı gayet parlaktı. Yegâne hakikatin fende olduğu, fennin haricindeki her şeyin bir vehim, bir hayalden ibaret olduğu ispat olunuyordu.

Hoca Bâli Efendi kaynaşmış Osmanlı milletinin müşterek dinini izah ediyordu. Bu, "Din-i İbrahim" idi. Saibîlik, Musevîlik, İsevîlik, İslâmlık karıştırılmalı, geriye gidilerek Hazret-i İbrahim'in dini bulunmalıydı. Bu nüsha âdeta meslek nüshasıydı. Kaynaşma kulübünün esas fikirlerini ihtiva ediyordu. Son sayfaya "Bilâ tefrik-i cins ü mezhep izdivaç" ilânları koyacaktık. Din, millet farkına bakmadan izdivaç edecek gençlere yardım edecektik. Benim makalem çok alkışlandı. Eserullah Natık:

— Bu nüshanın en mükemmel parçası budur, dedi.

Hasan Rudi bu fikirleri evvelce kendi de yazdığını söyledi. Şair Sait Benim tarihle etnografyadaki  vukufumu yeni anlıyordu.

Makalemin serlevhası:

"Mamalik-i Osmaniye'de ir kan, cinsen bir tane olsun Türk yoktur!" cümlesiydi... Tarihe, etnografyaya istinat ediyordum. İlmen iddiama kimse itiraz edemezdi. Makalemin hulâsası şu idi:

Memalik-i Osmaniye'de hiç Türk yoktur. Ahmet Mithat Efendi  bunu tasdik ile beraber yalnız Al-i Osman hanedanının Türk Dacik ırkına mensupluklarım yazmış ise de o da yanılmıştır. Âl-i Osman'ın dahi Türk Dacik ırkından olmadıklarını ispat etmezden evvel bütün memalik-i Osmaniye'de hiç bir fert Türk bulunmadığını anlatacağım. (Anadolu'da hiç Türk bulunmadığı) hakikatinin en büyük şahidi Fransız seyyahı "Taverniye"dir  On yedinci asırda üç defa bütün memalik-i Osmaniye'yi, İran'ı, Hindistan'ı dolaşan bu zat neşrettiği tarihte Tokat'tan Tebriz'e kadar olan büyük mesafede ancak ancak yüzde iki nispetinde Müslüman bulunduğunu yazıyor. Şundan anlaşılıyor ki Anadolu'da 200 sene evvel Türk değil, hatta Müslüman bile yokmuş! Bunun aksini ispat edecek bir tek delil olsun bulunamaz. Birtakım menfaatçi, müteassıp milliyetperverlerin "Türk" dediği Anadolu ahalisi kılıç zoruyle Müslüman olmuşlardır. Bu ihtidalar son iki yüz senenin vukuatıdır. Evet Anadolu halkı vakıa Müslümandır, lâkin katiyen

Türk değildir. Herkesi kandırıp hasis menfaatlerini istihsalden başka bir şey düşünmeyen milliyetperverler, "Memalik-i Osmaniye" de hiç Türk olmadığını görünce Arap, Acem, Bizans tesirlerinden bahsederler. Bu üç tesir altında "Türklük" ün kaybolduğunu söylerler. Olmayan bir şey sonra nasıl kaybolur? Memalik-i Osmaniye'deki Müslümanlar dinlerinden dönmüş eski Rumlarla Ermenilerdir. Bu zavallılar yeni dinlerini bırakıp tekrar eski milliyetlerine dönemezlerse asla Türklüğü de kabul etmezler. Nitekim Memalik-i Osmaniye'de kimse:

—    Ben Türküm, diyemez. Milliyeti sorulunca yalnız:

—    Müslümanım elhamdülillah... der.

Milliyetperverler içtimaî hakikatin bu ısrarından yılmazlar. Dünyada seksen milyon Türk olduğunu uydurarak ötekini berikini kandırırlar. Hele mefkûreleri olan "Turan" kelimesinin manası bile aleyhlerindedir. Rus âlimi meşhur Bartold bu menfaatperverlerin mazarratından ürkerek "Turan" kelimesinin ne demek olduğunu herkese ilân etmiştir, Bartold gibi bir Rus âlimi bize temin ediyor ki "Turan" İran'ın bir vilâyeti imiş, hem Farsça bir isim imiş."

O kadar tafsilât veriyor, Avrupa ulemasından o kadar şahitler getiriyor, hatta dünya yüzünde bugün "Türk" namında bir millet olmadığını o kadar mükemmel ispat ediyordum ki... itiraz mümkün değildi... Nahak yere kendilerine "Türk" diye iftira edilen Osmanlı arkadaşlarım arzın üzerinde hiç Türk olmadığından son derece seviniyorlar, beni kucaklıyorlardı. Hoca Bâli Efendi alnımdan öpüyordu. Zira o, milliyetperverliğin dinsizlik olduğuna kaildi. Sevincin verdiği heyecan ile titreyerek:

—    Varol Hayikyan Efendi evlâdım, diyordu, şu rezillere son sözü söyledin. Onlar şimdi Türkolojilerinden, morkolojilerinden bir cevap çıkarıp verebilecekler mi bakalım?..

Hem ilâve de ediyordu:

—    Onların mazarratından yalnız biz Osmanlılar değil, "Rusya devlet-i fahime-i muazzaması" dahi endişededir. İhtimal bu makaleni sefaret tercümanı tercüme edecek, sana "Petresburg Cemiyet-i llmiye-i Imparatoriyesi" nden bir mükâfat, bir nişan gelecektir...


 

ON İKİ SENE SONRA

"Hayat bir uykudur, aşk onun rüyasıdır!" derler. Ne doğru! Ben de sevdim, sevildim. Güzel, şefkatli Hayganoş'uma Haçiklerin evinde rast gelmiştim. Bu âli kalbe, bu zarif kıza beslediğim hürmet yavaş yavaş aşk oldu. İnsanları tatlı hülyalarla yaşatarak en mühim şiirlerin manasını öğreten âli heyecan nihayet bana da yaşamanın lezzetlerini öğretti. Bu lezzeti tattıktan sonra zevce, evlât, aile sonra da milliyet muhabbetini duydum. Hayganoş'u görmezden evvel sanki ruhum, sanki hissim yokmuş... Şimdi o benim karım... Aşağıda oynayan çocuklarımızın seslerini işitiyorum. Ne kadar mesudum.

Her taraf kar içinde... Sobanın odunları tatlı, ılık bir çıtırtı ile yanıyor. İşim yok, kitaplarımı karıştırıyorum. Kırk elli sayfalık bir şey... Bekârlığımın eksik, dağınık, perişan bir faslı... Bir roman ki benden başka kim okusa bir şey anlamaz. Eminim ki dünyada bu kadar intizamsız bir ruzname tutulmamıştır. Fakat okudukça hatıram alevleniyor. Osmanlılık kaynaşması vehmiyle toplandığımız günleri, o masum, ideolog, saf arkadaşlarımı hatırlıyorum. Senelerden beri unuttuğum şeyleri birden hatırlamak beni tahrik ediyor.

Vücudumun harareti çoğalıyor. Gayri ihtiyarî yine yazmak arzusuna düşüyorum. Yazacağım... Yazmak, eğlencelerin, fantezilerin en necibi, en faydalısı değil midir?

Geçen her sene hafif bir sis tabakası bırakmış. Mavi bir duman... Ben bu dumanın içinden yine görüyorum: Oynadığımız budalalık komedisinin son perdesini -sanki şimdi kapanmış gibi- noktası noktasına hatırlıyorum: İşte Nuruosmaniye'deki "Osmanlı Kaynaşma" kulübü! Sanki daha "İnsanlık" risalesinin birinci nüshasını çıkarmışız. Bugün yine müzakerelerimiz var.

Ben pencerenin yanındaki koltukta sigara içiyorum. Eserullah Natık konferansım hazırlamış, her fırsat bulduğu yerde söylemeğe başlayacak. Ne kadar seviniyoruz. Satış çok. •Sekiz bin nüshadan bir tane kalmamış. İkinci tabını da yaptırmağa karar veriyor, da-ğılıyoruz. Herkes gelip "İnsanlık" mecmuasından, istiyor. Hatta bazı kitapçılar beşer kuruşa satmışlar. Niyazi Bey:

—    Ah keşke dışarlara gönderdiğimiz bin nüshayı tehir etseydik... diyor. Evet, kaç gün sonraydı. İyi hatırlamıyorum. Yine içtima günüydü. Kulüpte toplanmıştık. Sait yeni yazdığı bir şiiri okuyordu. Masanın üzerinde Mr yığın kâğıt gördüm.

Niyazi Beye bunların ne olduğunu sordum.

—    Milliyetperverlerin teşvik ile çektirdikleri protesto telgrafları... diye güldü. Hoca Bâli Efendi sarığını salladı:

—    "Atarlar seng-i tarizi diraht-i meyvedar üzre." 

Ben yaklaştım. Bu kâğıtlara bakmağa başladım. Uzun kısa, hepsi bize "Ey milliyetini inkâr eden alçak sefiller! Biz Türk'üz, ne milliyetimizi inkâr ederiz, ne dinimizi değiştiririz." diyorlardı. Telgrafların bir çoğunda Türk vilâyetleri belediye reislerinin imzaları vardı. Galeyan müthişti. Lâkin kulüptekilerden kimsenin ehemmiyet verdiği yoktu. Hatta ikinci nüsha için yazılar getirmişlerdi. Türk Yurdu, Türk Ocağı, Türk Gücü, Altın Ordu, Yeni Turan, Türk Birliği cemiyetlerinin birer makale kadar uzun telgraflarını okuyordum. Kalbim çarpıyordu. Varlığı inkâr olunan büyük bir milletin bir tayfundan daha müthiş olan mukaddes, âli hiddeti kabarıyor, taşıyordu. Edirne, Bursa, Konya, Kastamonu, İzmir, Adana, Trabzon, Ankara, Halep vilâyetlerinin livalarından,  kazalarından, nahiyelerinden telgraflar yağmıştı.

Daha şark vilâyetlerine galiba "İnsanlık" mecmuası gitmemişti. Bütün Anadolu "Ben Türküm!" diye haykırıyordu. Kulübümüzün ilmî, içtimaî kasdı Türkiye'de yaşayan bütün milletleri müteessir etmişti. Osmanlılık kaynaşmasına yalnız Türkler değil, Araplar,. Rumlar, Ermeniler de kızmışlardı. Araplar İslâmlığı bozmağa, yeni bir din çıkarmağa kalkan Hoca Bâli Efendinin idamını talep ediyorlardı. Patrikhane bir beyanname neşretmişti. "Rumlar Rumdur, diyordu, başka bir milliyet tanımazlar.

Osmanlılık onların yalnızca resmî, siyasî unvanlarıdır. Türkiye'deki bir Rumla Atina'daki, Girit'teki, buradaki bir Rum'un arasında ne lisanca, ne ananatça, ne maarifçe, ne dince, ne mefkûrece hiç bir fark yoktur. Rum millî harsı bütün dünyada birdir. Kendi milliyetlerini mahva kalkan birtakım dehriler büyük Rumluğu asla ifsat edemez." Ermeni patrikhanesi, Ermeni mahafili bu kaynaşma teşebbüsünü gayet gülünç buluyordu. Kâğıtları okudukça içtimai müesseselerin, milliyetle dinin aleyhinde bulunmaktaki mantıksızlığı, zirzopluğu anlıyor gibi oluyordum. Uzaktan birtakım gürültüler yaklaşıyordu. Birbirimize bakıştık. Geniş pencereye doğru yaklaştık. Nuruosmaniye caddesinden bayraklı bir kalabalık geliyordu. Kırk elli bin ağızdan çıkan, bir neşidenin müthiş bir tehdit, canlı bir tekzip gibi yükselen uğultusunu işitiyor, sesimizi çıkarmadan sararıyorduk:

Biz Türk'leriz, biz Türkleriz... Mukaddestir ilimiz. 

"Birlik"tedir kuvvetimiz, birdir bizim dilimiz...

Uşaklar işi anladılar, İstanbullular bize karşı nümayiş yapıyorlarmış. Kulübün kapısını polisler muhafaza ediyorlarmış. Eserullah Natık bazuları-nı, dişlerini, bacaklarını sıktı.

—    Ah bu Türkçü serseriler! Bütün Osmanlıları kandırıyorlar, diye inledi. Sadullah Behçet bu müthiş kalabalıktan ürkmüş:

—    Foule, foule inconscinte, elle, veut nous ecraser , diye titriyordu. Hasan Rudi:

—    Ana tarafından galiba da Türk unsuruna mensubum... demeğe başladı. On dakika içinde bütün cadde doldu. Kalabalık o kadar çok, o kadar sıktı ki kimse kımıldayamıyordu. Bir genç -sonradan kim olduğunu öğrendim, Türkocaklarının hatibi imiş- bizim kulübün yüksek peronuna çıktı. Gayet gür, parlak, tannan bir sesle "Osmanlılık" kelimesinin "düvelî" bir tabirden başka bir şey olmadığını dinler gibi milliyetlerin de muhterem, kudsî, ihmal olunmaz müesseseler olduğunu, Türkiye'de on dört milyondan ziyade Türkçe konuşan Müslüman'ın Türk addolunduğunu, Arapça konuşan yine bu kadar Müslüman'ın Arap addolunduğunu, azlığı teşkil eden Rumlarla Ermenilerin de kendi milliyetlerini muhafaza etmelerini Türklerin memnuniyetle telâkki edeceklerini haykırdı. Eserullah Natık kulübün penceresinden Osmanlılığı da müdafaa ile "Türk" diye bir milliyet ihdas olunmasındaki münasebetsizliği nutuk halinde söylemek istiyordu. Hepimiz mani olduk. Korkuyor, sararıyorduk. Genç Türk hatibinin nutku bir konferans gibi uzuyor, sürekli alkışlar içinde derinleşiyordu. En nihayet bizim pencereye doğru elini kaldırarak:

—    Dikkat ediniz, ey dalgın cahiller! Türkiye'de hiç Türk yok diye yazıyorsunuz. Yalnız İstanbul'un bir köşesinde ne kadar çok Türk olduğunu görünüz... dedi.

Bilmiyorum, bir kumanda mı verildi... Sımsıkı duran kalabalık gevşedi. Yavaş yavaş bir yol açıldı. Uyanmış bir milletin dinç, ateşli ruhundan taşan neşideler bir bahar, bir saadet fırtınası gibi dalgalandı. Asker adımlarıyle manga manga Türk mekteplerinin, Darülfünun'un, Tıbbiye'nin talebeleri geçiyordu. Ondan sonra hususî mektepler... Ondan sonra Türkocağı, Altın Ordu, Türkgücü, sair birçok Türk cemiyetlerinin azaları... Türk esnaf cemiyetleri, spor heyetleri, tayyareciler, izciler, biniciler, makinist, elektrikçi cemiyetleri... Hepsi hepsi geçti. Belki bu muazzam geçit resmi üç saattan ziyade sürdü. Ben bunları seksen binden fazla tahmin ettim. Arkadaşlarımız bir afyon uykusundan uyanmış gibi gözlerini ovuşturuyorlardı. Hiç konuşmuyor, susuyorduk. Kulübün önünden geçen her Türk heyeti:

—    Lanet milliyetini, tarihini, mazisini, ecdadını ipkâr edenlere!... diye haykırıyordu.

Akşama doğru nümayişin kalabalığı azaldı, kaçacaktık. Sadullah Behçet fena halde korkmuştu. Eserullah Natık malum, bir hayvan kadar inatçı idi:

—    Ben meyus olmam, dedi, bütün Türkistan, bütün Turan ayağa kalksa ben yine yekpare, yek-vücut Osmanlılığı vücuda getireceğim.

Geç vakit uşaklara getirttiğimiz arabalara binerek kaçıyorduk. Yollara biriken ahali "milletlerini inkâr eden bunlar mı?" diye birbirlerine bizi gösteriyorlardı. Ertesi günkü "Iz'an" gazetesi başmakalesinde bizim Kaynaşma Kulübünden, fikirlerimizden, sonra bir gün evvelki muazzam nümayİşten bahsediyordu. Bu makalenin serlevhası "Ashab-ı Kehif' idi. O vakit bile bu gazeteden elli bin nüsha satılıyordu. Bu "Ashab-ı Kehif' tabiri benim Kaynaşma Kulübündeki arkadaşlarıma alem oldu. Herkes onlarla alay ediyor, kulübümüzün kapandığını, "Ashab-ı Kehif uyandı.." diye alay ederek yazıyorlardı. "İz'an" ın makalesi hakikaten pek mükemmeldi. Bugün münderecatını hayal meyal hatırlıyorum:

"Birtakım dehriler toplanmışlar, diyordu. "Osmanlı Kaynaşma Kulübü" namı altında bir cemiyet teşkil etmişler. Geçen gün mesleklerini tamim maksadıyle yazdıkları "İnsanlık" risalesinin ilk nüshası çıktı. Türkiye'de

bütün milletlerin lanetini celp etti. Bu güruhun maksadı vaki siyasî bir mecmuanın düveli bir tabiri olan "Osmanlılık" kelimesi altında milliyetleri, dinleri izabe imiş. İlk defa bütün kuvvetleriyle Türklüğe hücum ettiler. Onlarca Türkiye'de değil, hatta bütün dünyada bir tane Türk yokmuş. Fakat dünkü İstanbul Türk derneklerinin muhteşem nümayişleri onlara canlı bir cevap oldu. Dikkate şayan bir şeydir ki bu Osmanlılık kaynaşma iddiasını güden zatlar içinde Türk'ten başka unsurlardan kimse yok. Ermenilerle, Rumların, Arap kardeşlerimizin milliyetlerinde ne kadar mutaassıp, ne kadar muhafazakâr olduklarını herkes bilir. Bu izabeci güruhu uyuyor... Bir şeyden haberleri yok. Hatta felâketlerimizi, bu geçen muharebeyi, bu muharebedeki Osmanlı namında yaşayan Hıristiyanların Türklere yaptığı itisafları, Arapların Çatalca hattında top patlarken Paris'te aleyhimize konferans kurduklarını bilmiyorlar. Türklüğü, beş bin senelik bir tarihî lisanımızı, varlığımızı inkâr ediyorlar. Hatta Türkiye'de husule getirecekleri coğrafî beynelmileliyet için din icat etmeğe kalkıyorlar. İnsan bunların deliliklerine hükmetmekten başka bir şey yapamaz. On asırdır Türkiye'ye, Anadolu'ya yerleşen Türk unsuruna "Onlar Türk değildir." diyecek kadar mantıksızlık gösteriyorlar. Siyasî, idarî "Bilâ tefrik-i cins ü mezhep" tabirini içtimaiyata, cemaatlere de tatbik etmek istiyor, hatta birleştirip tarihsiz, ananesiz bir "Osmanlı" yapacakları Rumları,

Ermenileri, Müslümanları birbirlerinden kız alıp vermeğe teşvik ediyorlar. Hükümet bunları tutup tımarhaneye koymalıdır. Bu kadar cahil, bu kadar evham yaşayan kişilerin, ellerinde kalem, serbest serbest içimizde gezmeleri içtimaî bir tehlikedir. Mazallah bunlar bir ihtilâle de sebep olabilirler. Bir millete, bahusus Türklüğe "Sen yoksun!" demek ateşli bir küfürdür. Türkiye'de son felâketlerin uyandırdığı millî ruh büyümüş, alevlenmiş, her tarafı sarmıştır. Anadolu'nun en ücra köylerinde bile bütün Türk çocukları "Turan, Turan" diye bağırıyorlar.

Kaynaşma kulübünün azaları tiyatrolara gitmemişler, gazeteleri, risaleleri, romanları, şiirleri, hâsılı yeni mili: Türk edebiyatının bir sahifesini olsun okumamışlar. Kulüplerine tıkılmışlar, hiç durmadan kendi hülyalarına nizam vermişler. Kulüplerinden çıkınca dün cihanı gördüler. Gördüler ki Türkiye eski bildikleri uyuyan, milliyetinin farkında olmayan Türkiye değildir. Evet, dünkü nümayişlere tahminen otuz bin kişi iştirak etti. Yükselttikleri hakikat sadası Türklüğün varlığını onlara gösterdi. Hiç şüphesiz şimdi uyandılar. Ashab-ı Kehfin mağaralarından çıkıp da dünyayı değişmiş görünce şaştıkları gibi onlar da şaşırdılar. "Yok!" dedikleri milletin binlerce evlâdı millî iştiyaklarını haykırarak mağaralarının önünden geçti, içlerinden tamamıyla deli olmayan varsa, o anladı ki yaşayan dinç bir milletin ne tarihi, ne ismi değiştirilebilir.

"Ey Ashab-ı Kehif!  sizin Türkiye'de dilinizi anlayan yoktur. Yine mağaranıza kapanınız, ezelî uykunuza dalınız!"

"İz'an" in milliyetperver başmuharriri heyecanlı, vakur, kinli muhakkar ifadesiyle tam beş sütun doldurmuştu. Artık kimse "Osmanlı Kaynaşma Kulübü"nden bahsetmiyor, hep Ashab-ı Kehif konuşuluyor, onlarla eğleniliyordu. Mizah gazeteleri Sait'in, Eserullah Behçet'in, Hoca Bâli'nin, Celâl Mün'im'in karikatürlerini yapıyorlar, altına Ashab-ı Kehifin isimlerini yazıyorlardı. Hele Niyazi'nin karikatürünü sıska bir köpek şeklinde yapmışlar, altına "Kıtmir" yazmışlardı. Ben ihmal olunuyordum, îsmim söylenmiyordu. Yalnız Ermenice gazeteler "Türklerin Ashab-ı Kehifi içinde uyuyan bir Ermeni de varmış" diye biraz benden bahsettiler. Birkaç gün eğlendiler. Her şey unutulacaktı. Lâkin Eserullah Natık durur mu? "Kaynaşma" idealinde ısrar etti. Tek başına konferanslar vermeğe kalktı. Dinleyenlerin onu çürük yumurtalarla, limon kabuklarıyle, yuhalarla kürsüden indirdiklerini gazetelerde okudum. Tam bu esnada bir gece Hayganoş'uma rast geldim. Beni takdim eden:

—    İşte Türklerin Ashab-ı Kehifine karışan Ermeni!... diye şaka etti.

Ah sevgili, hassas Hayganoş... Benim hakikaten izabe taraftarı olduğumu, Ermenileri "Osmanlı" diye kozmopolit yaparak tarihlerini, milliyetlerini, lisanlarını kaybettirmek istediğimi sahi zannediyordu. Büyük kaşlarının gözlerine düşen görünmez gölgelerini daha ziyade koyulatarak:

—    Buna vicdanınız nasıl razı olacaktı?... diye soruyordu.

Mahsustan onların arasına girdiğimi, hiç bir vakit milletimin muhabbetini "Osmanlılık" gibi vahi kozmopolitlik iddialarına değişmeyeceğimi söyledim. Ayrılırken bana:

—    Mösyö Hayikyan milletini sev, milletini sev... diye rica etti.

Her tesadüfümüzde bu ricasını tekrarladı. Haftalar, aylar geçiyordu. Bu güzel Ermeni kızı bana:

—    Milletini sev... dedikçe ben onu sevmeğe başladım.

Zaten hakikî bir kadın aşkıyle milliyet aşkının arasında ne fark vardı? Birinci aşk bizi "nevi, aile" neticesine, ikincisi "cemaat, umumî vicdan" iradesine götürür. Aşksız aile olamadığı gibi, kinsiz, taassupsuz bir milliyet de olamaz. Hayganoş'un aşkı bana Ashab-ı Kehif, öyle münasebetsiz, manasız meşguliyetleri unutturdu. Onunla Fener'de ne tatlı, ne müheyyiç istiğrak geceleri geçirdik. Hep o gecelerde gökteki yıldızların "Seviniz, seviniz! Birlesiniz" diye titrediğini gördüm. Gurubun rengini, fecrin işitilmez seslerini, bülbüllerin ne söylediklerini hep ondan öğrendim. Hayat uykusunun içinde artık o âli rüyayı görüyordum. Ashab-ı Ke-hifi o kadar unuttum ki ne olduklarını merak etmedim. Hele bu defter... İşte kaç sene sonra elime geçiyor... Şimdi yine hatırlıyorum. Sait için "deli oldu" diyorlardı. Sadullah Behçet banker oldu. ismini malî mecmualarda görüyorum. Hasan Rudi hariciye memuru imiş. Eserullah Natık tekrar mağarasına girmedi. Kıtmir'le dışarıda kaldılar. Bilmem kaç sene evvel intihar edeceğini, vasiyetnamesinin metnini ilân etti.

"Benim ilmimi, fazlımı, irfanımı tanımayan bu memlekete yuf olsun!.. Üç milyon kitabı okuyarak vücude getirdiğim altı yüz bin sahifelik eserlerimi ateşe atıyorum. Kendimi öldürüyorum. Haleflerimden birkaç asır sonra mezarımın üstüne somakiden yahut altından tabiî cesamette bir heykelimin dikilmesini talep ederim. Başka vasiyetim yoktur." diyordu. Ertesi gün hakikaten Eserullah Natık intihar etmişti. Lâkin sıktığı kurşun gecelik külâhımın bir tarafından girip öbür tarafından çıkmış, tepesinin saçlarını da yakmıştı. Mizah gazeteleri mersiyelerle doldu. Bizim Ermenice matbuat bile alaya başladı. Türkler ne âlicenaptır. Milletini inkâr eden bu hokkabaza yine darılmadılar.

Kaynaşma Kulübüne ilk evvel giren gayri Türklerden Diyamandis Selanik mebusluğuyle Atina'ya gitmişti. Galiba orada nazır da öldü. Angelof muharebenin akabinde Bulgaristan'ın İstanbul sefareti müsteşarı olmuştu. Muiz Bori ihtilas dalaveresinden mahkûm oldu, kovuldu. Louis Durant'ın da ipliği pazara çıktı. İşitmiştim ki Beyoğlu'nda bir pansiyon işletiyor. Fraşarlı Nadir Arnavutluk kırallığı matbuat müdürü olmuş, islâmlığı bırakarak Katolik olduğunu İstanbul gazeteleri bir vakit büyük harflerle yazmıştı. Diğerlerinin ne olduklarını bilmiyorum. On iki sene içinde cihan altüst oldu. Bütün hayat değişti. Avusturya, Rusya gibi Osmanlı imparatorluğu da iflâs etti. Şimdi Arapların, Ermenilerin, hatta Kudüs'te Yahudilerin de ayrı birer devletleri var. Bana gelince; ben ne oldum... Ben... Ben gel zaman git zaman mutaassıp bir milliyetperver oldum. Hayganoş beni sevdikçe ben milletimi sevdim. Anladım ki, aile ile milliyet arasında hiç, hiç bir fark yok.

Enseme tatlı bir sıcaklığın dokunduğunu duyuyorum. Başımı çevirdim. Hayganoş... Sevgili, muazzez, melek zevcem... Omuzumdan ne yazdığıma bakıyor, soruyor:

—    O ne? Muharrirlik mi?..

—    Eski hatıralarımı yazıyorum.

Cevap vermiyor. Büyük mahzun gözlerini gözlerime dikiyor. Öyle duruyor. Bakışında o kadar güzel, o kadar hassas bir durgunluk var ki... Soruyorum:

—    Neye öyle bakıyorsun?..

Cevap vermiyor. Sanki ağlayacak... Kalbim çarpmağa başlıyor. Acaba bir kıskançlık vehmi mi?.. Fakat mümkün değil... Sağ gözünün uzun kirpiklerinde büyücek bir inci parlamağa başlıyor. Dönüyor, kalkıyorum. Alnından öperek tekrar soruyorum:

—    Söyle, sevgilim, senin elemin ne?

—    Senin yazdığın ne?

—    Eski hatıralarım...

Hıçkırıyor:

—    Niçin Türkçe yazıyorsun, Ermenice fena mı, kaba mı, âdi mi?, diyor.

Kirpiklerinden kopan inci yanağına düşüyor. Oh, necip kadın,. Anasının lisanını seven büyük kadın... Türkçeyi kıskanıyor. Anlıyorum; Türkçeyi kıskanıyor. Yine anlıyorum ki kadınlar olmasa, aşk olmasaydı, aile, saadet olmadığı gibi milliyetler de olmayacak, biz insanlar dünyada sefil ihtirassız, şanssız, rekabetsiz, miskin, perişan, nebatat gibi gelip geçecektik. Bize aşkı öğreten kadın aileyi de öğretiyor. Aile de mukaddes milliyet hislerini bizim dimağımıza ekiyor. Teselli etmek istiyorum:

—    Ağlama ruhum! Bu çok eskiden yazdığım bir defter...

Öyle ise yırt onu...

* * *

Ah zavallı Türkçe defter! Seni şimdi yırtayım mı? Lâkin hayır hayır... Ben kadın değilim. Asla Hayganoş kadar hassas bir milliyetperver olamam. Seni, onun göremeyeceği bir köşeye atacağım. Orada tıpkı Ashab-ı Kehfin mağarasına düşmüş bir demet yosun gibi uyu... Ama sakın Türkçe satırlarınla sevgilimin gözüne ilişme... Onu kıskandırıp ağlatma...

29 kânunusani, 1925

 

 

 

DÜNYANIN DÜZENİ - ÖMER SEYFETTİN

$
0
0

DÜNYANIN DÜZENİ 

 

(Bir genç kızın hatıra defterinden kopya edilmiştir.)

 

Bir ay geçmeden fikrim değişti. Amma öyle yavaş yavaş değil... Birdenbire! Bugün anneme hak veriyorum. Dünyanın düzeni bozulmayacak! Ben de her kız gibi mutlaka bir kocaya varmalıyım. Hani kesin kararım? Gülmekten katılıyorum:

— İstemem, istemem, kocaya varmayacağım!

— Niçin?

— Niçinse niçin... İstemem, istemiyorum!

— ?..

— !..

Acaba bu densizliklerime gerçekten inanıyorlar mıydı? Deli gibi kalk, zavallı horozu öldür, sonra erkeklerin doğası, temel olarak bu hayvana benziyor diye, ölünceye kadar kocaya varmaktan vazgeç... Olur iş değil... Ben gerçekten biraz şey... Haydi neyse, söylemeyeyim!

Fikrimin birdenbire değişmesine yine bu öldürdüğüm horozun hayali neden oldu... Önceki gece müthiş bir kabus gördüm. Kabus ile rüya arasındaki farkı bilirim. Rüyada insan serbesttir. İstediği gibi hareket edebilir. Bir dereceye kadar iradesine sahiptir. Fakat kabus! İnsan kımıldayamaz. Ağzını açamaz. Sesini çıkaramaz. Benim geçirdiğim kabus, rüyayla karışıktı. Horozu karyolamın ayak ucuna konmuş gördüm. Ağzında peynir topacı gibi bir şey tutuyordu. Dikkat ettim. Sırtına vurup öldürdüğüm taş... Bunu kaldırdı, üzerime fırlattı. Korkunç bir gürültü... Sanki bir dağ yıkıldı. Haykırmak istedim. O da mümkün değil. Horozun gözleri ateşten bir mercan gibi kıpkırmızı parlıyordu. Keskin keskin, uzun uzun öttü. Her ötüşünde titriyordum. Sonra tıpkı bir insan gibi kalın sesli, gürbüz bir savaşçı gibi, eski bir şövalye gibi bana sordu:

— Neden beni öldürdün?

"Ben öldürmedim!" diyecektim, dilimi oynatamadım, korkudan donmuş, taş olmuştum. Fakat o benim aklımda geçen cevabı işitti.

— İnkar etme!, dedi. İşte haberim olmadan sırtıma attığın taş! Fakat neden beni öldürdün?

Cevap veremiyordum. Karşımdaki büyüyor, büyüyor, adeta bir dev halini alıyordu. Hiddetle söylenirken oynattığı kanatları o kadar muhteşem, o kadar iriydi ki... Hemen hemen tavanı kaplıyordu. Kabarık göğsündeki parlak kıvılcımlı tüyleri, altından bir zırh gibiydi. Sivri gagasından kelimeler çıkarken sanki birer ok oluyordu. Üzerime atılacakmış gibi çırpınarak, kanatlarını çırparak laflar söylemeye başladı. Demir pençelerinin altında karyolam zangırdıyor, sanki bir zelzele her tarafı sarsıyordu.

— Neden beni öldürdün?

— . . . . . .

— Susuyorsun işte, hain kız! Sen benim güzelliğimi çekemedin. Gördün ki, ben miskin tavukların hepsinden güzelim! Altın mantom var! Güneşten parlak gözlerim var! Aslandan kuvvetliyim! Kümesin beyi, efendisi, kralıyım...

Söylerken sanki insanlaşıyor, çizmeli, tuğlu, sorguçlu, miğferli bir savaşçı oluyor; bu sorguçlar, miğferler, silahlar, kalkanlar, kılıçlar eriyerek tüy, kanat, gaga, ibik, mahmuz haline giriyordu. Fakat bu gaga, bu kanatlar, bu ibik, bu mahmuzlar; kılıçlardan, kalkanlardan pek çok korkunçtu. Evet, bu güzel, gayet güzel bir ejderhaydı. Ben, hârelene hârelene karşımda değişmesine bakarken susmuyor, yine söyleniyordu:

— ... Büyükleri küçükler, zenginleri fakirler, kuvvetlileri zayıflar, güzelleri çirkinler çekemezler. Sen de benim güzelliğimi çekemedin. Sen çirkindin, ben güzeldim.

— Hayır, hayır, senin güzelliğinin önemi yok! Ben zavallı tavuklara ettiğin zulümlere kızdım, diye haykıracaktım. Sesim çıkmadı. Ama zihnimden geçen cevabı o yine işitti:

— Tavuklara zulüm mü? Hay aptal kız hay!... diye tıpkı bir insan kahkahasıyla odayı çınlattı. Tavuklara zulüm ha... Bu zulüm, tavuklara lütuftur. Nimettir. Lezzettir. Onlar dövüldükçe sevinirler. Gagalandıkça neşeleri artar, benim gözlerimin önünde birbirleriyle ne kavga, ne gevezelik edebilirler. Ben olmadım mı yumurtlamayı filan bırakırlar. Hepsi iğrenç birer obur kesilirler. Bir solucan, bir böcek için onu, yirmisi boğuşmaya başlar. Ne vuran, ne döven, ne dayak yiyen, ne bulunmuş şeyi kapan bellidir. Yani bir curcuna... Ama boğazları doydu mu, yine hepsi umutsuz olur. Birer köşeye çekilir, pineklerler.

— Fakat rahat ederler, demek istedim.

— Rahat ne demek. Tembellik, miskinlik! Uyanık uyumak! Diriyken ölmek değil mi? Rahat, rahat! Yorgunluksuz rahat, dünyanın en ağır azabıdır. Tavuklar ben yokken değil, asıl ben varken rahat ederler.

— Hayır, hayır... Hayır işte!, demek istedim.

Güzel ejderhanın gözleri hiddetten tekrar tutuştu, ibiğinden kırmızı alevler çıktı. Mahmuzları çatırdadı; kanatları bir şimşek gibi aydınlıklar saçarak gürledi. Sanki binlerce metreden üzerime atladı. Haykırdım. O zaman kabus bozuldu. Rüya başladı. Bu kocaman horoz saçlarımı yoluyor, üstümü başımı didik didik ediyordu. Kafamı gagasının çift uçlu bir hançer gibi deldiğini, pençelerindeki tırnakların, omuzlarıma, kaburgalarıma saplandığını duyuyordum. Kendimi karyoladan aşağı attım. Kapıya doğru kaçarken beni yine tuttu. Gagasıyla havaya kaldırdı. Tıpkı Pamuk'a yaptığı gibi yere çarptı. Boynumu halıya sürtüyordu. Haykırıyordum. Gece kandili birdenbire sönmüş, oda zifiri karanlık kesilmişti. Ateşten bir canavar gibi yalnız horoz parlıyor, altın kırmızısı alevler duvarlarda uçuşuyordu. Bağırıyordum. Beni öldürüyordu.

. . . . . . . . . . . .

Uyandığım zaman ter içindeydim. Kimbilir ne kadar çırpınmıştım... Yorgan aşağı düşmüştü. Baş yastığımın bir tanesi göğsümdeydi. Saçlarım dağılmıştı. Hele vücudum... Adeta kımıldayamıyordum. Sanki bütün kemiklerim kırılmış... Fakat ne tatlı, ne hoş, ne ruhsal bir ıstırap, Yarabbi! Bu korkunç rüyaya tekrar dönmek olasılığı olduğunu bilseydim, hemen gözlerimi kapayacaktım. Gerçekten, acının, korkunun, zulüm görmenin, dayak yemenin, gagalanmanın, didiklenmenin pek başka bir lezzeti var! Mazlumun duyduğu bir lezzet ki, zalim bunu hayalinde bile canlandıramaz... İstemeye istemeye, altüst olmuş yataktan kalktım. Aşağı inerken balkona saptım. Dirseğimi kenara dayadım, dalgın dalgın bahçenin perişan haline bakmaya başladım. Burası tamamıyla bir harabeydi. Ne zamandan beri tavuklar yumurtayı kesmişlerdi. Duvar diplerinde kötürüm gibi yatıyorlar, daha henüz sabah olduğu halde sanki uyukluyorlardı. Sebepsiz bir üzüntü, bir keder... Bir soğukluk! Bir ölüm soğukluğu! İçimden,

— Demek eski şen hayat, eski gürültü, eski hareket hep horozdanmış, dedim.

Zihnimle beraber anılarım da açıldı. Kümesin bir aylık tarihini aklımdan geçirdim. Tavukların düzeni gerçekten bozulmuştu. Zamanla kümese girmiyorlardı. Horoz sağken dövüşmezlerdi. Şimdi birbirlerinin gözlerini oyuyorlardı. Bunlara bir baş, bir efendi, bir kral lazımdı. İşte kümes horozsuz kaldı mı, perişan oluyordu. Ben, sözde tavukları semirtmek için zavallı efendilerini öldürmüştüm. Halbuki onun zulmü, aynı lütufmuş!

Biraz semirdiler... Ama hepsi son derece arsız, yüzsüz, hırsız, tembel oldu. Yumurtlamak kalktı. Gıt gıdak sesleri kesildi, "Yarın mutlaka bir horoz bulmalıyım" diyordum. Yine dayak, gürültü, hareket başlayınca, bu sersem, bu dağınık hayvancıklar bir yere toplanacaklar; uykuyu, uyuklamayı, pineklemeyi bırakıp güzel güzel yumurtlamaya, civciv çıkarmaya koyulacaklardı. Hayat da yani mutluluk da bundan başka bir şey miydi?

— Ne yapıyorsun orda?

. . . . . . . . . . . .

Başımı çevirdim, annem....

— Üşüyeceksin, böyle çırçıplak! Sabah rüzgarına karşı.. dedi.

— Şey...

— Ne?

— Düşünüyordum ki?

— Ne düşünüyordun?

— Kümesin düzenini bozmak olmayacak!

— Ne demek bu, diye hayretle yüzüme baktı.

Açıkladım:

— Bir horoz lazım anne! Tavuklar, işte bir aydır yumurtayı kestiler. Şu rezalete bakın, yatalak gibi uzanmışlar. Hepsinin gözleri bahçe kapısında... Yemden başka bir şey bilmiyorlar.

Annem,

— Pekala! Babana söyler aldırırız bir tane, dedi. Ama üşüyeceksin. Çabuk haydi içeri gir, arkana bir şey al.

. . . . . . . . . . . . . . .

Arkama bir şey almak mı? Asla! Hararetten yanıyor, tutuşuyordum. Sabahki kabus beni ateş içinde bırakmıştı. Hâlâ, evet hâlâ saçlarımın dibi, alnım ter taneleriyle sırılsıklamdı. Balkondan içeri girdim. Yukarı giderken kendimi tutamadım. Anneme döndüm:

— Yalnız kümesin düzenini değil, başka düzenleri de bozmamalı!, dedim.

Annem anlamadı. Yüzüme dikkatli dikkatli baktı.

— . . . . . . . .

— Dünyanın düzenini de bozmaya gelmez, diye bir kahkaha attım.

Yukarı kaçtım. Şüphesiz ne demek istediğimi anladı. Şüphesiz, arkamdan, "Deli kız! Deli kız!" diye gülümsedi. Şüphesiz, ince uzun kaşlarını yukarıya kaldırarak , ukalalık edeceği zamanlar yaptığı gibi yavaş yavaş başını salladı! Evet, dünyanın düzenini bozmaya gelmeyecek. Yani... Yani işte, işte... Horozsuz kümes, mezarlığa benziyor vesselam!

DÜLGER BALIĞININ ÖLÜMÜ - SAİT FAİK ABASIYANIK

$
0
0

DÜLGER BALIĞININ ÖLÜMÜ

 

Hepsinin gözleri güzeldir. Hepsinin canlıyken pulları kadın elbiselerine, kadın kulaklarına, kadın göğüslerine takılmaya değer. Nedir o elmaslar, yakutlar, akikler, zümrütler, şunlar bunlar?...

Mümkün olsaydı da balolara canlı balık sırtlarının yanar döner renkleriyle gidebilselerdi bayanlar; balıkçılar milyon, balıklar şan ü şeref kazanırdı. Ne yazık ki soluverir ölür ölmez, öyle ki, büzülmüş böceklere döner balık sırtının pırıltıları. Benim, size ölümünü hikâye edeceğim balığın öyle parıltılı, yanar döner pulları yoktur. Pulu da yoktur ya zavallının. Hafifçe, belirsiz bir yeşil renkle esmerdir. Balıkların en çirkinidir. Kocaman, dişsiz, ak ve şeffaf naylondan bir ağzı vardır: Sudan çıkar çıkmaz bir karış açılır. Açılır da bir daha kapanmaz.

Vücudu kirlice, esmer renkte demiş miydim?Rum balıkçıların Hrisopsaros -Hristos balığı- dedikleri bu balık, vaktiyle korkunç bir deniz canavarı imiş. İsa doğmadan evvel, Akdeniz'de dehşet salmış. Bir Finikeli denize düşmeye görsün! Devirdiği Kartacalı çektirmesinin, Beni İsrail balıkçı kayığının sayısı sayılamamış. Keser, biçer; doğrar, mahmuzlar; takar, yırtar; koparır atar; çeker, parçalarmış. Akdeniz'in en gözü pek; insandan, hayvandan, fırtınadan, yıldırımdan, belâdan, işkenceden yılmaz korsanı, dülger balığının adından bembeyaz kesilirmiş.

İsa, günlerden bir gün, deniz kenarında gezinirken sandallarını büyük bir korkuyla bırakıp kaçan balıkçılar görmüş. "Ne oluyorsunuz?" diye sorunca balıkçılara; "Aman" demişler balıkçılar, "elâman! Elâman bu canavardan! Sandalımızı kırdı, arkadaşlarımızı parçaladı. Hepsinden kötüsü, balık tutamaz olduk, açlıktan kırılırız."İsa, yalınayak, başı kabak, dülger balıklarının yüzlercesinin kaynaştığı denize doğru yürümüş. En kocamanını, uzun parmaklı elleriyle tutup sudan çıkarmış. İki elinin başparmağı arasında sımsıkı tutmuş, eğilmiş, kulağına bir şeyler söylemiş...O gün bu gündür dülger balığı, denizlerin görünüşü pek dehşetli, fakat huyu pek uysal, pek zavallı bir yaratığıdır. Birçok yerlerinde çiviye, kesere, eğriye, kerpetene, testereye, eğeye benzer çıkıntıları, kemikle kılçık arası dikenleri vardır. Dülger balığı adı ona bunlardan ötürü takılmış olmalı.

Bütün bu alat ü edavatın dört yanını, şeffaf naylondan diyebileceğimiz işlemeli bir zar çevirmiştir. Kuyruğa doğru bu incecik zar azıcık kalınlaşır, rengi koyulaşır, bir balık kuyruğunun biçimini alır.

Oltaya tutuldu muydu dünyasına, sulara küsüverir. Nasıl bir korku içine düşer kim bilir? Onun için dünya bomboştur artık. Oltadan kurtulsa da fayda yoktur. Suyun yüzüne yamyassı serilir. Kocaman gözleriyle insana mahzun mahzun bakar durur. Sandala aldığınız zaman dakikalarca onun sesini işitirsiniz. Ya, sesini! Bir o, bir de kırlangıç balığı sandalda ölünceye kadar ikide bir feryada benzer, soluğa benzer acı bir ses çıkarır. İnce zardan ağzını bir kere ağlara vurmasın, küstüğünün resmidir dülger balığının.

Bir gün, balıkçı kahvesinin önündeki; yarısı kırmızı, yarısı beyaz çiçek açan akasyanın dalına asılmış bir dülger balığı gördüm. Rengi denizden çıktığı zamandı. Yalnız aletlerinin etrafını çeviren incecik, ipekten bile yumuşak zarları titreyip duruyordu. Böyle bir oynama hiç görmemiştim. Evet, bu bir oyundu. Bir görünmez iç rüzgârının oyunuydu. Vücutta, görünüşte hiçbir titreme yoktu. Yalnız bu zarlar zevkli bir ürperişle tatlı tatlı titriyorlardı. İlk bakışta insana zevkli, eğlenceli bir şeymiş gibi gelen bu titreme, hakikatte bir ölüm dansıydı. Sanki dülger balığının ruhu, rüzgâr rüzgâr, bu incecik zarlardan çıkıp gidiyordu; bir dirhem kalmamışçasına.

Hani bazı yaz günleri hiç rüzgâr yokken, deniz üstünde bir meneviş peydahlanır. İşte böyle bir cazip titremeydi bu. İnsanın içini zevkle, saadetle dolduruyordu. Ancak, balığın ölmek üzere olduğu düşünülürse, bu titremenin anlamı hafifçe acıya yorulabilirdi. Ama insan, yine de bu anlam'a almamaya çalışıyordu. Belki de bu, harikulâde tatlı bir ölümdür. Belki de balık, hâlâ suda, derinliklerde bulunduğunu sanıyordur. Karnı tok, sırtı pektir. Akşam olmuştur. Denizin dibinin kumları gıdıklayıcıdır. Altta, dişi yumurtaları, üstte erkek tohumları sallanıyor, sallanıyor, sallanıyordu. Vücudunu bir şehvet anı sarmıştır. Birdenbire dehşetli bir şey gördüm: Balık tuhaf bir şekilde, ağır ağır ağarmaya, rengini atmaya, hem de beyaz kesilmeye giden bir hal almaya başlamıştı. Acaba bana mı öyle geliyor? Sahiden rengini mi atıyor? Demeğe, dikkatli bakmağa lüzum kalmadan, yanılmadığımı anladım.

Kenarları süsleyen zarların oyunu çabuklaşmaya, balık da, git gide, saniyeden saniyeye pek belli bir halde beyazlaşmağa başladı. İçimde dülger balığının yüreğini dolduran korkuyu duydum. Bu, hepimizin bildiği bir korku idi:

Ölüm korkusu.Artık her şeyi anlamıştı. Denizlerin dibi âlemi bitmişti.. Ne akıntılara yassı vücudunu bırakmak, ne karanlık sulara, koyu yeşil yosunlara gömülmek. Ne sabahları birdenbire, yukarılardan derinlere inen, serin aydınlıkta uyanıvermek, günün mavi ve yeşil oyunları içinde kuyruk oynatmak, habbeler çıkarmak, yüze doğru fırlamak. Ne yosunlara, canlı yosunlara yatmak, ne akıntılarla âletlerini yakamozlara takarak yıkanmak, yıkanmak vardı. Her şey bitmişti:

Dülger balığının ölüm hali uzun sürüyor. Sanki balık su hava dediğimiz gaz suya alışmaya çalışmaktadır. Hani biraz dişini sıksa, alışması mümkündür gibime geldi.

Bu iki saat süren ölüm halini, dört saate, dört saati sekiz saate, sekiz saati yirmi dörde çıkardık mıydı; dülger balığını aramızda bir işle uğraşırken görüvereceğiz sanıyorum. Onu atmosferimize, suyumuza alıştırdığımız gün, bayramlar edeceğiz. Elimize görünüşü dehşetli, korkunç, çirkin ama, aslında küser huylu, pek sakin, pek korkak, pek hassas, iyi yürekli, tatlı ve korkak bakışlı bir yaratık geçirdiğimizden böbürlenerek onu üzmek için elimizden geleni yapacağız. Şaşıracak, önce katlanacak. Onu şair, küskün, anlaşılmayan biri yapacağız. Bir gün hassaslığını, ertesi gün sevgisini, üçüncü gün korkaklığını, sükûnunu kötüleyecek, canından bezdireceğiz. İçinde ne kadar güzel şey varsa hepsini, birer birer söküp atacak. Acı acı sırıtarak İsa'nın tuttuğu belinin ortasındaki parmak izi yerlerini, mahmuzları, kerpeteni, eğesi, testeresi ve baltasıyla kazıyacak. İlk çağlardaki canavar halini bulacak.Bir kere suyumuza alışmaya görsün. Onu canavar haline getirmek için hiç bir fırsatı kaçırmayacağız

SAİT FAİK ABASIYANIK

 

 

İLGİNİZİ ÇEKEBİLİR:

 SAİT FAİK ABASIYANIK HAYATI

KAYIP ARANIYOR ÖZET

 LÜZUMSUZ ADAM ÖZET

 SAİT FAİK'LE YILLAR

 HARİTADA BİR NOKTA-HİKAYE

 SEMAVER-HİKAYE

 İPEK MENDİL

 

 

 


DONDURMALI SİNEMA - OKTAY AKBAL

$
0
0

DONDURMALI SİNEMA

Hikâyemin, bugünün insanlarına bir masal gibi geleceğini biliyorum. Ama ben bu masalın içinde yaşadım. Hiç de uzak olmayan o barış günlerinin serüvenleri, sisli, karışık anılar arası yitip gitmiş, sanki o beyaz pantolonlu çocuk yaz öğlelerinin sıcağı, durgunluğu, neşesiz içinde sinemaların karşılıklı sıralandığı sokakta dalgın, avare dolaşmamış, bol haydut gürültülü bir filmin heyecanını resimlerini seyrederken yaşamamış?

Benim uzun savaş yıllarında karanlık gecelerde ekmek fırınlarının önünde, insanlardan, onların büyüklüğünden, iyiliğinden ümidimi kestiğim, yaşamaya olan sevgimin eksildiğini duyduğum anlarımda, geçip gitmiş uzak günlerin izlerini taşıyan, çocukluğumun renkli dünyasında yer etmiş büyük balkonlu o geniş sinemanın hatırası ile avunduğum oluyordu.

Bu sinema çocukluğumun eski bir aşinasıydı. Evimizin üst kat pencerelerinden damı görülürdü.  Özellikle tatil aylarında haftada bir defa evimizi caddeye bağlayan, etrafı eski zam evleriyle kaplı, tozlu yolu aşıp sinemamın, resimlerle süslü camlı kapısına varırdım. Her hafta değişen bu resimlerdeki insanlar benim en yakın dostlarımdı. Binbir tehlikelerle dolu bir odada döğüşen denizcilerin yanında bulunur, uçurumlardan atımı aşırır, son hızla giden otomobili ben sürerdim. Sinemaya girince en arkadaki tek koltuğa yerleşir, kendi hayallerimle, düşüncelerimle baş başa kalmak isterim. Dakikalarca bekledikten sonra film başlar, bir sürü kavgalardan, silah seslerinden sonra biterdi.

O yaz ayları nasıl korkunç derecede sıcaktı. İnsanlar ceketleri kollarında, beyaz mendilleri ellerinde dolaşıyor, sucu dükkânlarına, şerbetçilere koşuyorlardı. Sinemalı sokak gitgide tenhalaşıyor, gelenler azalıyordu. Ama ben, öteki mahalle çocukları, semtin sinema delisi birkaç hizmetçi kızı, şımarık evlatlıklar, birkaç avare, eskisi gibi gidip gelmekteydik. Otuz kısımlı filmler her zaman ki gibi salonu dolduran yirmi, otuz kişiye gösteriliyordu. Boş bir sinemada film seyretmek hiç de hoş bir şey değildi. Buca Jones'un yapıştırdığı yumruklar boş yere harcanıyor. Tarzan arslanları lüzumsuz yere öldürüyordu. En heyecanlı sahnelere bile ses seda çıkmıyordu. Böylece sinema gitgide tadını kaybetti. Koskoca bir salonda yalnız başıma film seyretmek içimde bir korku yaratmaya başladı. Bu da büyük sinemaya birkaç hafta uğramamam için bir sebep oldu.

Uzunca bir ayrılıktan sonra bir gün sinemaya koştum. Biletimi alıp salona girerken duraklayıverdim. Bir dondurmacı kapının iç tarafına sandalye atmış, külahları, bardakla önündeki ufak masaya dizmişti. Beni görünce: "Kaymaklı mı, vişneli mi?" diyerek bir külah, çekip iki kaşık dondurma doldurdu, elime tutuşturdu. Şaşkınlık içinde bir köseye çekilip beyaz önlüğü, neşeli sözleriyle hoşuma giden dondurmacıyı seyre dalmıştım. Her gelene bir küllah dondurma uzatıyor, komik sözler söylüyordu. Sinema o gün de tenhaydı. Bir köşede birbirine sokulan bir çiftten başka herkes dondurmasını yalamakla meşguldü. Hepsinin yüzünde bir sebepsiz sevincin izlerini görmüştüm. O sıcak yaz günlerinin birbirine benzeyen akışı içinde birden sanki her şey değişivermişti. Dondurmalı sinema, içime bir huzur, hayallerime bir genişlik getirmişti.

Artık her hafta filmin değişmesini sabırsızlıkla bekliyordum. Her çarşamba günü, kapı önünde insanlara sevinç ve mutluluk dağıtan babacan adamın elindeki vişneli kaymaklı dondurma külahını kaptığım gibi salondaki yerimi alıyor, perdedeki olayların akışına dostlarımın mutluluklarına kendimi kaptırıyordum. O sıralarda kimse dondurmalı sinemanın farkında değildi. Hava sıcak, güneş yakıcıydı, insanlar rahat günlerin kayıtsızlığı içindeydiler Biz, semt çocuklarından, üç beş avareden, birkaç tembel evlatlık ve hoppa hizmetçi kızda, askeri okul öğrencileri ile flörtlerinden başka bu eşsiz mutluluğu duyan yoktu. Bunların, çoğu da bir masal içinde yaşadıklarını bilmiyor, yıllarca sonra bir masal kahramanı halini alacaklarından habersiz bulunuyorlardı. Ben bu yeni mutluluk duygusunun kapı önündeki babacan adamın dondurmasından geldiğini, o zaman anlamıyordum. Yalnız bu sıkıntılı, uzun yaz günlerinde farkına varılmayan bir sebeple, bol hayallerle yüklü bir sevincin içime düşüvermiş olduğunu hissediyordum.

Ama ne yapsalar, ne etseler olmadı. Tersine havalar ısındıkça ısındı. Kimse sinemalı sokaktan geçmez, âşıklı, döğüşlü filmlerin semtine uğramaz oldu. Gene dondurmalar dağıtılıyor, biz çocuklar, işsizler, serseriler, hizmetçi kızlar sinemayı doldurmaya devam ediyorduk. Hatta üç beş kişi daha aramıza katılıyor, sokak boyunca en çok müşteri toplayan bizim dondurmalı sinema oluyordu. Koskoca salona yirmi, otuz kişinin bulunduğu görülüyor, bir iki locanın loşluğunda insanlar olduğunu, babacan dondurmacının tepsisiyle dondurma bardaklarını o tarafa taşımasından anlıyorduk. Sinemacı bu kalabalığa memnun, arada bir sokağa çıkıp öteki sinemaların adamlarına caka satıyor, sigarasının dumanını o tarafa üflüyordu.

Su var ki, bu hal çok sürmedi. Karşı ki ufak sinema daha parlak bir şey düşünmüş, bulmuştu. Bir gün sokak boyunca dolaşırken ufak sinemanın önünde bir kalabalığın biriktiğini gördüm. Bir sokak şerbetçisi güğümünün basına geçmiş, masanın üzerindeki bardaklara vişne şurubu dolduruyor, çatlak sesiyle bağırıyordu: "Giren içiyor, giren içiyor... Maşallah, şerbete bak. Buz gibi, buz." Gerçekten şuruplar bardakta öyle güzel görünüyordu ki seyircilerin birkaçı dayanamadı, birer paradi bileti alıp bardakları diktiler. Tabii ben de o gün ufak sinemaya girmeden, o buz gibi şurubu içmeden durmazdım.

Böylece başlayan rekabet gün geçtikçe hızlandı. Dondurmalar daha bol, şerbetler daha lezzetli olmaya başladı. Karşılıklı bağrışılıyor, müşteri tavlamaya çalışılıyordu. Biz, semt çocukları, işsizler, avareler, evlatlıklar ve hizmetçi kızlar şaşkına dönüyorduk. Bir heyecandır gidiyordu. Ama dediğim gibi bu serüvenden kimsenin haberi yoktu. Herkes başka âlemlerdeydi. Burunlarının dibindeki, gözlerinin önündeki bu mutluluk kaynağını göremiyorlardı. Yalnız bizler semtin avareleri, bu heyecanlı, eşsiz dünyada yaşadık. Her gün telaşla caddeye kadar koşar, dondurmacı ile şerbetçinin yeni buluşlarını görmeye yeni nüktelerini işitmeye giderdik. İkisi de şen adamlardı. Öğleden evvel mahalle aralarında dolaşır, bir kahvede tavla oynar, ahbaplık ederler, öğleden sonra da işlerinin basına koşarlardı.

Eski zaman masallarının insanlarına benzeyen bu adamlar sonra birdenbire nasıl yok oldular? Bunu bir türlü anlayamadım. Bu eşsiz serüvenin sonu, o günlerin telaşı arasından kayboldu. Okullar açılmış, gerçek hayat bizi bu şiir dünyasından çekip almıştı. İlk yağmurlarla beraber dondurmacı ve şerbetçi de sanki sellere kapılıp bilinmeyen yerlere doğru uzaklaşmışlardı. Eşsiz bir masalın yaşandığını, bittiğini bilmeyen insanlar sinemayı doldurmaya başladılar. Kimse, hiç kimse şehrin göbek yerinde, herkesin gözü önünde yaşanan bu ele geçmez hikâyeyi bilemedi, göremedi.

Öyle sanmıyorum ki, bir biz, semtin haylaz çocukları, bir o işsiz güçsüzler, bir o kötü boyanmış hizmetçilerle, tombul göğüslü evlatlık kızlar bu hikâyeyi hatırlayacaklardır. Ama hepsi de bir masal dünyasında yaşadıklarının, o yılların bir beyaz pantolonlu çocuğun gözünde, eski zaman masallarının ahu gözlü sultanları, uçan halıları, gizli hazinelerinden farksız olduklarım bilmeyeceklerdir.

OKTAY AKBAL

İLGİNİZİ ÇEKEBİLİR:

ŞİİR VE SİNEK - ADALET AĞAOĞLU

087956'IN SIFIRI - TARIK BUĞRA

OTLAKÇI - MEMDUH ŞEVKET ESENDAL

ŞEYTAN - GUY DE MAUPASSANT

ZİNCİR - REFİK HALİD KARAY

DOKUNMAYIN GÜVERCİNLERİME - ERDAL ÖZ

$
0
0

DOKUNMAYIN GÜVERCİNLERİME

Soluk soluğaydı. Kulağını demir kapıya yanaştırdı, din­ledi. Hiç bir kıpırtı yoktu dışarıda. Ter içinde kalmıştı. Nice­dir avuçlarında sıktığı yuvarlanmış kâğıt parçacığının terden ıslanıp yumuşadığını bildi. Yavaşça doğrulup demir kapının ortasındaki dört köşe deliğe uzandı, baktı: Kimseler yoktu dışarıda. Görebildiği: ilerdeki taş merdivenin başladığı yer­deki alacakaranlıktı. Taş basamaklar, her zamanki gibi aşa­ğılara, bilinmez koyuluklara iniyor olmalıydı. Kapının deli­ğinden çekildi.

Görülüp görülmediğini anlamak için bekledi. Yüreği avuçlarında atıyordu. Bir titreme geçti içinden. Yırtmamaya çalışarak özenle açmaya başladı kâğıdın yumuşak katlarını. Hamurlaşmış kâğıt, bir bez parçası gibi hışırtısız açılıverdi parmakları arasında. Mavi çizgili bir okul defte­rinden koparılmıştı; kurşunkalemle, büyük harflerle yazılmış iki satır yazı vardı üzerinde. İçi titreyerek okudu. İnana­madı. Dünyadan, doğadan gelen ilk sesti. Dudaklarına gö­türdü mavi çizgili kâğıdı, öptü. Kaşlarına biriken ter bir yol bulup indi, kâğıda buluştu dudaklarında, emilip yok oldu. Mavi çizgiler daha da koyulaştı. Bir daha okudu. Sanki ilk kez okuyordu yine. İki satırcık yazı vardı kâğıtta. Saydı: Yedi sözcüktü hepsi. Bütün harfleri saydı: Dünyadan gelen ilk haberle yüklü tam kırk sekiz harf.

Bildik bir patırtıyla irkildi. Hamurlaşmış kâğıdı avucunda yuvarlayıverdi. Güvercinlerdi. İki mor gölgenin, tepesindeki kirli cam tavanda dönendiğini gördü. Küçük çatal ayakların ötesinde bulanık mor gölgelerdi; aylardır bıkmadan izlediği güvercin görüntüleri. Gölgelerden biri havalandı biraz, hemen indi öbür çatal ayakların yanı başına. Sevgi dolu erkeksi gurultularla dönendi eşinin yanında erkek güvercinin çatal ayakları, mor gölgesi. Gözlerine gülümseme indi.

Bir keresinde uyuyordu yine tahta sekinin üzerinde. Avu­cunda gizlediği bu kâğıdın içeri atıldığı demir parmaklıklı küçük pencereden bir güvercin girmişti odaya. Ürpererek fırlamıştı yattığı yerden. Gün sona ermemişti daha. Kentin "bir sürü pisliğinin lekeleyip ağırlaştırdığı kirli cam tavanda tıpırtılarla başlayacak ince bir yağmurun az öncesiydi. Bulanık kirli camın ötesinde puslu bir gün vardı. Etli kanatla­rıyla başının üstünden geçip karşı duvara çarpan, duvarın dibine düşen bir güvercindi. İlk sersemliğinden sıyrılınca bu kez de karşı duvara vurmuştu kendini. Kaldığı bu odacığa giren, kendisine hiç bir kötülüğü dokunmayacak olan bu ilk canlıyı sevinçle gözlemişti. Onu ürkütmemek için, ayak ucuna toplanmış güve yeniği beyliğini yavaşça üstüne çekip tahta­ların üzerine, köşeye büzülüvermiş, kıpırdamadan kuşun çır­pınışlarının dinmesini beklemişti. Kirli duvarlara etli patır­tılarla vuruyordu güvercin. Düz duvara tutunmaya çalışıyor, aşağılara kayınca yeni bir umutla havalanıp karşı duvara çarpıyor, yine düşüyordu yere. Bir ara güçlü sivri kanatla­rıyla, cam tavanla iki duvarın birleştiği köşede nasılsa dura­bilmiş, geçici bir denge sağlamıştı orada. Korku dolu kır­mızı cam gözleriyle şaşkın şaşkın bakmıştı ona tepeden. Par­lak, dolgun göğsü inip inip kalkıyordu. Barındığı o köşede çok az durabilmişti; kanatları yorulunca düşmemek için ye­niden karşı duvara atmıştı kendini. Duvara çok hızlı vurmuş, çırpınarak yere düşmüş, kalakalmıştı öylece. Bir kanadı açık kalmıştı. Kırmızı gözleriyle acı içinde çevresini gözlemişti. İnce bir perdecik ara sıra bu kırmızı cam gözlerin önünden geçip gidiyordu. Kalkıp iniyordu bu perdecik, ama kırmızı gözlerdeki umut hiç bitmiyordu. Yeni bir umutla yine havalanıvermiş, yine duvarlara çarpmaya başlamıştı kendini. Bir ara pencerenin demir parmaklığına konmayı başarınca, adamın içini sarıveren sevinç, çok geçmeden yerini bir hüzünle değiştirivermişti. Birden onun çekip gideceğini gönlünden geçirip yalnızlık çeker gibi olmuştu. Bu kez umut, güverci­nin yüreğinden çıkmış, adamın yüreğine çöreklenmişti. Gü­vercinin çekip gitmemesinden yanaydı bu umut. Yatışmıştı güvercin; göğsünün inip kalkışlarından belliydi. Ne de olsa ayaklarıyla tutunacak bir yer bulmuştu orada. Gitmiyordu. Sanki kurtuluşunun tadını çıkarıyor, uçup gidişini geciktiriyordu. Dinlendiriyordu kendini bir bakıma. Ta ki odacığın demir kapısı şakırtılarla açılıp içeri giren görevlinin ürkünç­lüğü görünene kadar. Ürkünce de uçmuştu. Akıl edip ken­dini parmaklığın dışına atacağına yine içeriye fırlamıştı şaş­kınlıkla. Karşı duvara olanca hızıyla çarpıp adamakıllı ser­semlemiş, yere, görevlinin ayakları dibine düşmüş sonra da iki hoyrat elin gövdesine sarılışını önleyememişti. Etli kalın kanatlarını çırparak gövdesine sarılan pençelerden kurtul­maya çalışmış ama başaramamıştı. Uzaklaşan ayak sesleri, dost bir canlıyı, tutuklu bir güvercini de alıp bilinmez bir karanlığa götürmüştü. Fırlayıp kapıya tutunmuştu adam. Kapının küçük deliğinden en son görebildiği, bir karanlığa inen taş merdivenin başında, görevlinin sevinç dolu hantal kıçıydı. Oracığa, kapının dibine çöküvermişti. Sonra yer­lerde güvercinin dağılmış tüylerini görmüş, bir bir topla­mıştı. Uçlarına doğru açılıp grileşen mor tüycüklerdi. Ne­reye, niçin götürüldüğü bilinmeyen bir canlının ardında bı­raktığı son belirtilerdi. Avucuna doldurduğu tüyleri bir anıyı tutmak ister gibi saklamak istemişti. Elinin teriyle ıslanıp. ezilmişti tüyler, birbirine yapışmış, küçülmüş, koyu mor bir topakçık olmuştu. Tıpkı şimdi avucunda gizlediği kâğıt­çık gibi. Tam o sırada bir yığın pisliğin birikip gölgelediği tepedeki kirli cam tavanda yağmurun patırtıları başlamıştı.

Ayak sesiydi duyduğu. Kendini sekinin üzerine attı. Kâğıdı kavrayan elini başının altına gizledi. Sesler yaklaşıyordu. Soluğunu tuttu. Tepesindeki kirli, boz cam tavanda tek gü­vercin yoktu. Ayak sesleri kapının az ötesinde durdu, bir 'şeyler söyledi biri, bir anahtar şangırtısı duyuldu, ama açıl­madı kapı. Mırıltılarla uzaklaştılar. İçi biraz yatıştı. Yanına kaymış beyliği üstüne çekti. Sırtı tanıyordu altındaki sekinin tahtalarını. Üç adam boyu yükseklikteki kirli cam tavanın ötesinde yağmurlu bir günün sonu vardı. Az sonra serin akşam üstülerden biri daha başlayacaktı dışarıda. İnsanlar yine bıraktığı gibi olmalıydılar. İnsanlar gerçekten bıraktığı gibi miydiler? Güneşin, akşam üstülerin, sokakların, denizin ta­dını çıkarıyorlar mıydı? Oysa bu daracık, yüksek tavanlı, tavanı iyi ki cam olan odacıkta akşamüstüler yüklü bir hüzünle geliyordu, geliyor ve yapayalnız koyuyordu insanı.

Bir insanın güçlükle sığabildiği, adının "tabutluk" oldu­ğunu çok sonraları öğrendiği, ama bir tabut kadar bile içine rahatça uzanılmayan daracık dört duvar arasında günlerce kalmıştı. Yalnız ayakta durabilen, ancak bir insan gövdesi genişliğinde, tepede, yüksekte belki beş yüz mumluk bir -ampulün gece gündüz aralıksız yandığı gözleri yakan, beyni buruşturan amansız bir aydınlıkta, insanın boyuna çömel­mek, ayaklarını şöyle birazcık olsun uzatabilmek için geberir­cesine özlem duyduğu küçücük bir işkence odasında günlerce kalmıştı. Kaç gün sonra olduğunu bilmiyordu, bir gün kapı açılmış, onu o daracık odacığın dibine çöküp kalmış bir tortu 'gibi, atılıp kalmış boş bir duvar gibi bulmuşlardı. Omuzlayıp bir odaya sürüklemişlerdi. Asık yüzlü birtakım adamlar so­rular sormuşlar, bu sorulardan pek bir şey anlamadığı için olacak, tokatlar, yumruklar atmışlardı ağzına, gözüne; tek­meler inmişti bacak aralarına, karnına, dizlerine. Vuranların düşündüğünden daha az acı duymuştu orada. Kulaklarında yapışıp kalan sonradan düşündükçe ona en çok acı veren kalın kaşlı adamın bir sözü olmuştu. Adam boyuna kolundaki saatine bakıyor soruyor. Sonunda fırlayıp saçlarına yapışmış. 

 "Çabuk söyle ulan söyleyeceksen," demişti. "gemiyi kaçıracağım."

Böyle demişti o kalın kaşlı adam. Sonra da karşıya ge­çerek gemiye yetişmek için şapkasını alıp hızla odadan çı­karken verdiği buyruğa Uyularak yere yıkılıp falakaya çekilmişti.

Gözlerini açtığında kendini bu cam tavanlı odacığın tahta sekisi üzerinde sızılı şiş tabanlarıyla bulmuştu. Ağzında iki dişi eksikti. Gömleğinde kuru kan lekeleri vardı. Sırtı, sekinin aralıklı kalın tahtalarını tepkiyle karşılamıştı. Günler geçtikçe ısınmıştır buraya. Sekiyi örten kaba tahtaların boşlukları, çıkıntıları sırtında yer etmiş, günler geçtikçe güç de olsa sırtıyla tahta seki arasında bir alışkanlık, uzlaşma doğmuştu… Dilediği gibi uzanabiliyor, üç adam boyu yükseklikteki kirli cam tavanda birikip kalmış pislikleri, güvercinlerin mor gölgelerini görüyor, onların sevişmelerini izliyordu.

Doğruldu sekide kalktı. Yerde köşede duran pembe plastik kovadan su içti. Ilıktı su. Öğleyin aralanan kapıdan yere bırakılan kaptaki bulanık çorbanın tuzunu unutama­mıştı. Yürüdü. Günlük voltalarından birine başladı. Adımlan

odanın daracıklığına alışmıştı. Uç adımda bitiyordu iki du­var arası yürüdükçe. Ilık suyla doldurduğu midesinde su­yun çalkantısını duyuyordu. Üç adımlarla yürüdü, döndü; yürüdü, döndü, yürüdü.

Önce bir küçük sürtünme duymuştu. Bakınca da demir parmaklıklı pencereden içeri sarkıtılmış ince bir ipin ucuna bağlı, sallanmakta olan küçük kâğıt parçacığını görmüştü. Öylece kalakalmış, sanki bir kurtuluş belirtisiymiş gibi soluk soluğa onun sallanışını gözlemişti bir süre. Kaç katlı oldu­ğunu bilemediği bu yapının en üst katındaki bu odacığa bu ipin nereden, nasıl savrulup uzatılabildiğini düşünüp bul­maya çalışmış ama çıkamamıştı işin içinden. Sonra sekiden inip kapıya yaklaşmış, delikten dışarısını gözlemiş, seslere kulak vermiş, görülme belirtisi olmadığına inanınca, ipin ucunda sallanan kâğıda yetişmek için zıplamıştı. Önce yaka­layamamıştı ipi, sonra sekinin üzerine çıkıp olanca gücüyle ipe doğru atlamıştı. Yere düşerken ip kopmuş, kâğıt topçuk elinde kalmıştı. İlk işi yine kapıya yaklaşıp dışarıya kulak vermek olmuştu.

Birden fırladı. Başının üstünden geçen karaltıyla büzü­lüp küçülüverdi olduğu yerde. Anlayınca açtı gözlerini. Çar­pıntısını dindirecek derin bir solu aldı sevinçle. Yolunu şaşırıp içeri düşmüş bir güvercindi yine. Duvarlara çarpıp duruyordu kendini. İçeri düşen ikinci güvercindi bu. Daha tedirgin, daha umutsuz bir güvercin. Kendini duvardan du­vara vuruyordu. Etli, dolgun bir sesle çarpıyor, düşüyor, hemen havalanıp yine duvarları aşma çabasına girişiyordu amansızca. Bir ara başının üstünden geçti rüzgârı, yanındaki duvara olanca hızıyla çarptı, beyliğin üzerine düştü, kala­kaldı. Uzandı, yavaşça avuçlarına aldı güvercini. Sıcacıktı. Tıkır tıkır atıyordu yüreciği. Şaşkın gözlerle bakıştılar. Yu­muşacık küçük gagasında perdeden kapakçıkların kıpırtısı vardı. Gözleri yusyuvarlaktı, korku doluydu, acılıydı. Eğilip gagasından öptü. Toparlak, kıpırtılı başını kaçırdı kuş, tit­redi. Yükselen ince bir perdecik, kırmızı parlak gözlerini örtünce korktu adam.

     "Aç güzel gözlerini kuşum, korkma."

       Perdecik indi gözlerinden, kırmızı kırmızı baktı güvercin.

    " Korkuyorsun. Daha çok yenisin burada. Şaşkınsın. Ben aylardır buradayım. Hem de bir başımayım."

       Birden aklına geldi, yekindi, bir şeyler arandı; kâğıt topçuğu yerde, ayaklarının dibinde buldu.

       "Bak," dedi. "Bunu görüyor musun, bu kâğıdı; dost­lardan geldi."

Bir eliyle açtı kâğıdı.

"Bak neler yazmış dostlar, okuyum mu, ister misin? Bak okuyum da dinle."

Ağzını güvercinin başına yaklaştırdı, çok yavaş bir sesle okudu  kâğıtta yazılanları.

Anahtarın, kilidin içinde dönüşünü geç duydu. Kâğıdı hızla yuvarlayıp ağzına tıktı. Kapı açılıp içeri girdiklerinde boğazı acımış, gözlerine yaş inmişti. Kuş ürkek, beliren bir dirlikle çırpındı. Kaçırmaktan korkarak sarıldı kuşun göv­desine sıkıca. Sıcacıktı. Kanatlarını boşlukta dolu dolu çırptı. Elleri yandı kuşun kanat vuruşlarından. Kansız yüzleri, zorba bakışlarıyla durdular karşısında. Sekinin köşesine büzüldü. Kuş bir kanadını kurtardı, çırptı Adam yakaladı boşlukta çırpınan kanadı.

“Kiminle konuşuyordun?”

Ürperdi adam bu tüylü, çizgili sesten. Bakıştılar. Yü­zünden bir gülümseme geçti.

"Güvercinle," dedi.

Kuş, bacaklarını kullanarak ileri geri kaymaya çalışıyordu adamın avuçlarında.

"Ver onu," dediler.

Güvercini göğsüne bastırdı. Sıktı. Canının içine gömdü sanki.

“Vermem!"

Bağırmıştı. Ayağa kalktı sekinin üzerinde.

"Vermem size güvercini!"

Bunu derken iki eliyle sıkı sıkı kavradığı güvercini öne­ doğru uzatmıştı. Duvarın üstündeki demir parmaklıklı pen­cereye fırlattı elindekini. Parmaklık demirine çarptı ama bu kez içeriye değil, dışarıya, yüksek yapının bu en üstündeki kattan parmaklığın ötesine, bilinmez bir aydınlığa düştü gitti ölü güvercin.

Erdal Öz

DİYET - ÖMER SEYFETTİN

$
0
0

DİYET ÖMER SEYFETTİN

Dar kapısından başka aydınlık girecek hiçbir yeri olmayan dükkânında tek başına, gece gündüz kıvılcımlar saçarak çalışan Koca Ali, tıpkı kafese konmuş terbiyeli bir arslanı andırıyordu. Uzun boylu, iri pençeli, kalın pazılı, geniş omuzlu bir pehlivandı. On yıldır bu karanlık in içinde ham demirden dövdüğü kılıç ve namluları tüm Anadolu'da, tüm Rumeli'de sınır boylarında büyük bir ün kazanmıştı. Hatta İstanbul'da bile yeniçeriler, satın alacakları kamaların, saldırmaların, yatağanların üstünde "Ali Usta'nın işi" damgasını arıyorlardı. O, çeliğe çifte su vermesini biliyordu. Uzun kılıçlar değil, yaptığı kısacık bıçaklar bile iki kat olur, kırılmazdı, "Çifte su vermek" sanatının, yalnız ona özgü bir sırrı vardı. Yanına çırak almaz, kimseyle çok konuşmaz, dükkânından dışarı çıkmaz, durmadan uğraşırdı. Bekârdı. Hısımı, akrabası yoktu. Kentin yabancısıydı. Kılıçtan, demirden, çelikten, ateşten başka söz bilmez, pazarlığa girişmez, müşterileri ne verirse alırdı. Yalnız savaş zamanları ocağını söndürür, dükkânının kapısını kilitler, kaybolur, savaştan sonra ortaya çıkardı. Kentte onunla ilgili birçok hikâye söylenirdi. Kimi "cellat elinden kaçmış bir çelebi", kimi "sevgilisi öldüğü için dünyadan elini eteğini vakitsiz çekmiş garip" derdi. Siyah şahane gözlerinin mağrur bakışından, soylu davranışlarından, gururlu suskunluğundan, düzgün sözlerinden onun öyle sıradan bir adam olmadığı belliydi... Ama kimdi? Nereliydi? Nereden gelmişti? Bunları bilen yoktu. Halk onu seviyordu. Kentte böyle tanınmış bir ustanın bulunması herkes için ayrı bir övünç kaynağıydı.

- Bizim Ali...

- Bizim koca usta...

- Dünyada eşi yoktur...

- Zülfikâr'ın sırrı ondadır!.. derlerdi.

Koca Ali en kalın, en katı demirleri mısır yaprağı gibi incelten, kâğıt gibi yumuşatan sanatını kimseden öğrenmemiş, kendi kendine bulmuştu. Daha on iki yaşındayken, sert bir beylerbeyi olan babasının başı vurulmuş, öksüz kalmıştı. Amcası çok zengindi. Gösterişe düşkün bir vezirdi. Onu yanına aldı. Okutmak istedi. Belki devlet katında yetiştirecek, büyük görevlere çıkaracaktı. Ama Ali'nin yaratılışında "başkasına gönül borcu olmak" gibi bir sızlanmaya yer yoktu. "Ben kimseye eyvallah etmeyeceğim," dedi. Bir gece amcasının konağından kaçtı. Başıboş bir adsız gibi dağlar, tepeler, dereler aştı. Adını bilmediği ülkelerde dolaştı. Sonunda Erzurum'da yaşlı bir demircinin yanına girdi. Otuz yaşına kadar Anadolu'da uğramadığı kent kalmadı. Kimseye boyun eğmedi. Gönül borcu olmadı. Ekmeğini taştan çıkardı. Alnının teriyle kazandı, içinde "kutsal ateş"ten bir alev bulunan her yaratıcı gibi, para için değil, sanatı, sanatının zevki için çalışıyordu. "Çeliğe çifte su vermek" onun aşkıydı. Gönüllü olarak savaşlara gittiği zamanlar yeniçerilerin, sipahilerin, sekbanların arasında, Ali Usta, işinin övgüsünü duydukça tadı dille anlatılmaz bir mutluluk duyardı. Ölünceye kadar böyle hiç durmadan çalışırsa daha birkaç bin gaziye kırılmaz kılıçlar, kalkanlar parçalayan çelik yatağanlar, zırhlar, keskin ağır saldırmalar yapacaktı. Bunu düşündükçe gülümser, tatlı tatlı yüreği çarpar, ruhundan kopan bir atılımla örsünün üzerinde milyonlarca kıvılcım tutuştururdu.

- Tak!

- Tak, tak!...

- Tak, tak!

İşte bugün de sabah namazından beri durmadan on saat uğraşmıştı. Dövdüğü eğri namluyu örsünün yanındaki su fıçısına daldırdı. Ocağının sönmeye başlayan ateşine baktı. Çekici bırakan eliyle terini sildi. Kapıya döndü. Karşıki mescitte dokunaklı dokunaklı akşam ezanı okunuyor, bacasının tepesindeki yuvada leylekler sonu gelmez bir takırdı koparıyorlardı. İkindi abdesti daha duruyordu. Yalnız ellerini yıkadı. Kuruladı. Yenlerini indirdi. Saltasını omzuna attı. Dışarıya çıktı. Kapısını iyice çekti. Kilitlemeye gerek görmezdi. Uzun alandan mescite doğru yürüdü... Kentin kenarındaki bu gösterişsiz tapınağa hep yoksular getirdi. Minaresi sokağa bakan küçük bir pencereydi. Müezzin buradan başını çıkarır, ezanını okurdu.

Koca Ali mescide girince her zamankinden fazla kalabalık gördü. Hep üç kandil yakılırken bu akşam ramazan gibi bütün kandiller yanmıştı. Daha namaz safları dizilmemişti. Kapının yanına çöktü. Yanında alçak sesle konuşanların sözlerine istemeye istemeye kulak kabarttı. Konya'dan iki garip dervişin geldiğini, yatsı namazına kadar Mesnevi okuyacaklarını duydu.

Akşam namazı kılınıp, bittikten sonra mescittekilerin bir bölümü çıktı.

Koca Ali yerinden kımıldamadı. Zaten biraz başı ağrıyordu. "Mesnevi dinler, açılırım!" dedi. Büyük bir gönül rahatlığı içinde, iki garip dervişin ruhu ürperten ezgileriyle kendinden geçti. Her âşık gibi onun yüreğinde de sonsuz bir kendinden geçiş, bir coşku, bir kaynaşma yeteneği vardı. En küçük bir nedenle coşardı. Anlamını çıkaramadığı bir dilin gizemli uyumu, durgun kanını sular altında saklı derin bir su çevrintisi gibi kaynattı. Her yanı nedensiz bir sarsıntıyla titriyor, sökülmez bir hıçkırık boğazına düğümlenir gibi oluyordu. Yatsı namazını kıldıktan sonra mescitten çıkınca, doğru dükkânına giremedi. Yürüdü. Uykusu yoktu. Ilık, yıldızlı bir yaz gecesiydi. Samanyolu, sarı altın tozundan göz alabildiğine bir bulut gibi göğün bir yanından öbür yanına uzanıyordu. Yürüdü, yürüdü. Kentten mandıralara giden yolun geçtiği tahta köprüde durdu. Kenara dayandı. Geniş derenin dibine yansıyan yıldızlar, ışıktan çakıltaşları gibi parlıyor, şırıldıyordu. Kenardaki karanlık top söğütlerde bülbüller ötüyordu. Daldı, gitti. Saatlerce kımıldamadı. Dinlediği ezgilerin ruhunda kalan uyumlarını işitiyor, tıpkı mescitteki gibi kendinden geçiyordu. Ansızın arkasından bir ses:

- Kimdir o?... diye bağırdı.

Daldığı tatlı düşten uyandı. Döndü. Köprünün öbür yanında iki üç karaltı ilerliyordu. Elinde olmadan karşılık verdi:

- Yabancı yok!

- Kimsin?

- Ali...

Gölgeler yaklaştı. Bir adım kalınca onu giyiminden tanıdılar:

- Koca Ali... Koca Ali, be!

- Sen misin, Ali Usta?

- Benim!

- Ne arıyorsun bu saatte buralarda?

- Hiç...

- Nasıl hiç? Suya çekicini mi düşürdün yoksa!...

Bunlar kent subaşısının adamları, bekçilerdi. Kol geziyorlardı. Ne diyeceğini şaşırdı. Geceleri afyon yutan bu serseriler, namuslular gözünde hırsızlardan, uğursuzlardan daha korkunçtu. Kendilerinden başka dışarıda bir gezeni yakaladılar mı, dayaktan canını çıkartırlardı. Ama, ona kötü davranmadılar. Bekçibaşı:

- Ali Usta, sen deli mi oldun? dedi.

- Yok.

- Böyle gece yarısına yakın değil, hatta yatsıdan sonra sokakta, hele böyle kentin kıyısında kimsenin dolaşmasına ağamızın izin vermediğini bilmiyor musun?

- Biliyorum.

- Ee, ne arıyorsun buralarda?

- Hiç...

- Nasıl hiç...

Koca Ali yine ses etmedi. Bekçiler onun namuslu bir adam olduğunu biliyorlardı. Hırpalamadılar. Yalnız:

- Haydi yerine git, dolaşma... dediler.

Geldiği yollardan hızlı hızlı dönen Koca Ali, ruhunda demin dinlediği uyumu tekrarlıyordu. Bülbüller keskin keskin ötüyor, uzaktan mandıraların köpekleri havlıyorlardı. Sokakta hiç kimseye rastgelmedi. Dükkânının önüne gelince durdu. Bacasının üstündeki leylek uyumamış, kefenli bir görüntü gibi ayakta duruyordu. Kapısı aralıktı. Çıkarken sıkı sıkıya kapadığını hatırladı:

- Tuhaf, rüzgâr açmış olacak!... dedi.

İşine yaramazdı ki, hırsız aşırmak sıkıntısına girsin...

İçeriden kapıyı sürmeledi. Bekçilerin karışması canını sıkmıştı. İşte kentte yaşamak da bir türlü tutsaklıktı. Öte yandan da dağ başında, köyde sanatı geçmezdi. Birden ağır bir yorgunluk duydu. Kandilini yakmaya üşendi. Ocağın soluna gelen alçak musandıraya el yordamıyla çıktı. Büyük bir ayı pöstekisinden oluşmuş yatakçığına uzandı.

Sıçrayarak uyandı. Kapısı vuruluyordu. Uyku sersemliğiyle:

- Kim o? diye haykırdı.

- Aç çabuk.

Sabah olmuştu. Kapının aralıklarında bembeyaz ışık çizgileri parlıyordu. O hiç böyle dalıp kalmaz, güneş doğmadan uyanırdı. Doğruldu. Musandıradan atladı. Ayakkabılarını bulmadan yürüdü. Hızla sürmeyi çekti. Birdenbire açılan kapının dükkânı dolduran aydınlığı içinde, palabıyıklı, yüksek kavuklu Bekçibaşı'yı gördü. Arkasında keçe külâhlı, çifte hançerli genç yamakları da duruyorlardı. "Ne var?" der gibi yüzlerine baktı. Bekçibaşı:

- Ali Usta, dükkânı arayacağız! dedi. Koca Ali şaşkınlıkla sordu:

- Niçin?...

- Bu gece Budak Bey'in mandırasında hırsızlık olmuş.

- Ee, bana ne?...

- Onun için işte dükkânı arayacağız.

- O hırsızlıktan bana ne?

- Hırsızlar çaldıkları bir kuzuyu köprünün altıda kesmişler. Meşin keselerin içindeki paraları alarak bir tanesini oraya bırakmışlar.

- Bana ne?...

- O keselerden bir tanesini de bu sabah senin dükkânın önünde bulduk... Sonra... Şu eşiğe bak. Kan lekeleri var!

Koca Ali, kamaşan gözleriyle kapısının temiz eşiğine bakh. Gerçekten el kadar bir kan lekesi sürülmüştü. O, bu kırmızı lekeye dalgın dalgın bakarken, palabıyıklı bekçi:

- Hem bu gece, geç saatte ben seni köprünün üstünde gördüm, orada ne arıyordun? dedi.

Koca Ali yine verecek bir karşılık bulamadı. Önüne baktı:

- Arayın... diyerek geri çekildi. Bekçiyle yamakları dükkâna girdiler. Örsün yanından geçen yamaklardan biri haykırdı:

- Ay! İşte, işte...

Koca Ali elinde olmadan, bekçinin baktığı yana gözlerini çevirdi. Yeni yüzülmüş bir deri gördü. Şaşırdı. Yamaklar hemen deriyi yerden kaldırdılar. Açtılar. Daha ıslaktı. Bir ağalarının, bir de suçlunun yüzüne bakıyorlardı. Bekçibaşı köpürerek sordu:

- Çaldığın paraları nereye sakladın?

- Ben para çalmadım.

- İnkâr etme, işte kuzunun derisi dükkânında çıktı.

- Ya kim koydu?

- Bilmiyorum.

Koca Ali öyle uzun boylu konuşmazdı. Subaşının karşısına çıkartıldığı zaman da, gece geç saatte köprünün üstünde ne aradığını anlatamadı. Bekçilerin bulduğu bütün kanıtlar aleyhine çıkıyordu. Budak Bey'in yeni sattığı beş yüz koyunun parası da mandıradan çalınmıştı. İki güçlü hırsız, bekçi çobanı sımsıkı bağlamışlardı. Sonra canını çıkarıncaya kadar dövmüşler, hatta işkence için bir kolunu da kırmışlardı. Ertesi gün yargıcın önünde bu çoban, hırsızın birini Koca Ali'ye benzettiğini söyledi. Gece geç saate kadar dükkânına gelmemesi, derinin dükkânda, para keselerinden birinin kapısı önünde bulunması, Koca Ali'nin suçlanmasına yetti. Ne kadar inkâr etse hırsızlık suçunu silemiyordu. Üstelik nereden geldiği, nereli olduğu da belli değildi.

Sol kolunun kesilmesine karar verildi.

Koca Ali bu kararı duyunca, ömründe ilk kez sarardı. Dudaklarını ısırdı. Karara boyun eğmekten başka yolu yoktu... Sendeleyerek ayağa kalktı. Yargıca dik bir sesle:

- Kolumu bırakın, kafamı kesin! diye dilekte bulundu.

Bu, ömründe onun ilk dileğiydi. Ama yaşlı yargıç hak yemez biriydi.

- Hayır oğlum, dedi. Sen adam öldürmedin. Eğer çobanı öldürseydin, o zaman kafan giderdi. Ceza suça göredir. Sen yalnız hırsızlık ettin. Kolun kesilecek Hak böyle istiyor. Yasaların kestiği yer acımaz...

Koca Ali'nin kolu kafasından çok değerliydi. Çeliğe "çifte su"yu bu iki koluyla veriyor, bu iki eliyle sınırlarda dövüşen binlerce gaziye çelik kalkanları kıran, ağır zırhları yırtan, demir tolgaları ikiye biçen tüy gibi hafif kılıçlar yetiştiriyor, yok pahasına, pir aşkına çalışıyordu.

Onu, Ağa kapısında bekçilerin odası altına kapattılar. Cezanın uygulanacağı günü burada bekliyor, hiç sesini çıkarmıyor, çolak kalınca örsünün başında çekiç vuramayacağını düşünerek, tanrısı ölen inançlı bir kişinin yasını duyuyordu. Kolunun diyetini verecek on parası yoktu... Şimdiye kadar para için çalışmamıştı.

Bütün kent halkı, Koca Ali gibi büyük bir ustanın kolu kesileceğine acıdı. Bu kadar yakışıklı, mert, çalışkan, güçlü, güzel bir adamın ölünceye kadar sakat sürünmesine en duygusuz gönüller bile dayanamıyordu.

İşte herkes onu seviyordu.

Sipahiler onlara çok ucuza kılıç döven bu adamı kurtarmaya sözleştiler. Kentin en büyük zengini Hacı Mehmet'e başvurdular; bu adam Karun kadar mal sahibi olduğu halde son derece cimriydi. Hâlâ kentin pazar yerinde küçük bir dükkânda kasaplık yapıyordu. Düşündü, taşındı; nazlandı. Suratını ekşitti. Başını salladı: Ama sipahilerle iyi geçinmek gerekiyordu.

- Değil mi ki siz istiyorsunuz, dedi. Ben de onun kolu için diyet veririm. Ama bir koşulum var.

- Ne gibi? diye sordular.

- Varın kendisine söyleyin. Eğer ben ölünceye kadar bana, hiç para almadan hizmetçilik, çıraklık etmeye yanaşırsa...

- Pekâlâ, pekâlâ...

Sipahiler, Ağa kapısına koştular. Hacı Kasap'ın önerisini Koca Ali'ye söylediler. O, önce "kasaplık bilmediğini" ortaya sürdü. Kabul etmek istemiyordu. Sipahiler:

- Adam sen de! Kasaplık iş mi? O kadar savaş gördün. Kılıç salladın. Bağlı koyunu yere yatırıp kesemez misin? diye üstelediler. "Kula kul olmak", ölümlü dünyada "birisine gönül borcu duymak" acıların en büyüğüydü.

O daha çok gençken, vezir amcasının kayırmasını bile çekememiş, gönül borcu altında kalmamak için aile ocağından kaçmış, gurbet ellerine atılmıştı. Şimdi kör talihi, onu bak kime köle edecekti? Sipahiler:

- Hacı'nın yaşı yetmişi aşmış... Zaten daha ne kadar yaşar ki... O ölünce yine sen özgür kalır, bize kılıç yaparsın. Haydi, düşünme usta, düşünme! diyorlardı.

Hacı Kasap, kesilecek kolun diyetini yargıca saydığı gün Hoca Ali'yi arkasına taktı. Dükkânına getirdi. Bu adam pek titiz, pek huysuz, oldukça çekilmez biriydi. Hiç durmadan dırdır söylenirdi. Cimriliğinden şimdiye kadar bir hizmetçi, bir çırak tutamamıştı. Koca Ali'yi eline geçirince hemen dükkânının köşesinde bir set yerleştirdi. Üstüne bir şilte koydu. Geçti, oraya oturdu. Her şeyi ona yaptırmaya başladı. Ama her şeyi... Sabah namazından beş saat önce kentten iki saat ötedeki mandırasından o gün satılacak koyunları ona getirtiyor, ona kestiriyor, ona yüzdürüyor, ona parçalatıyor, ona sattırıyor... ta akşam namazına kadar durmadan buyruklar veriyordu. Zavallıya yedirdiği, içirdiği yalnız bulgur çorbasıydı. Bazen kendi artıklarını köpeğe verir gibi önüne atardı. Geceleri dükkânı baştan aşağı yıkatıyor, uykuya yatmadan ertesi sabah için koyun getirmek üzere mandırasına yolluyordu. Odununu bile ormandan ona kestiriyor, suyunu ona taşıtıyor, her işi, her işini ona gördürüyordu. Hatta evinin bahçesindeki lağım kuyusunu bile ona temizletti.

Koca Ali sade suya bulgur çorbasıyla bu kadar sıkıntıya yıllarca göğüs gerebilecekti. Ama Hacı Kasap'ın ikide bir:

- Ulan Ali!... Kolunun diyetini ben verdim. Yoksa çolak kalacaktın!... diye yaptığı iyiliği tekrarlamasına dayanamıyordu. Bir gün, iki, üç gün dişini sıktı. Durmadan çalıştı. Gece uyumadı. Gündüz koştu. Efendisinin karşısında elpençe divan durdu. Yine:

- Kolunun diyetini ben verdim.

- ...

- Şimdi çolak kalacaktın, ha...

- ...

- Benim sayemde kolun var.

- ...

Hacı Kasap bu sözleri âdeta "aferin" dercesine diline dolamıştı. Her buyruğunun yerine getirilmesinden sonra kır sakallı, çirkin, sıska yüzünü ekşiterek, mavi çukur gözleriyle onu tepeden tırnağa kadar süzer, "Aklında tut, benim tutsağımsın!" der gibi verdiği diyeti hatırlatırdı. Koca Ali susar, yüreğinin parçalandığını, göğsüne sıcak sıcak bir şeyler yayıldığını, kilitlenen çenelerinin çatırdadığını, şakaklarının attığını duyardı. Geceleri uyuyamıyor, gündüzleri uğraşırken, mandıraya gidip gelirken, salhanede koyunları yüzerken, müşterilere et keserken, "Ne yapacağım, ne yapacağım?" diye düşünüyor, hiçbir şeye karar veremiyordu. Dünyada kimseye eyvallah etmeyerek azla yetinip, gururun mutluluğu için yaşamak isterken başına gelen bu bela neydi?

Kaçmayı namusuna yediremiyordu. İşte o zaman gerçekten hırsızlık etmiş olacaktı. Ama bu herifin ikide bir de yaptığını başa kakmasına dayanmak ölümden pek güç, ölümden pek acı, ölümden pek ağırdı...

Hacı Kasap'a köle olduğunun tam haftasıydı. Günlerden cumaydı. Yine erkenden mandıraya gitmiş, koyunları getirmiş, salhanede yüzmüş, dükkândaki çengellere asmıştı. Tezgâhın solundaki büyük, yağlı siyah taşta satırları biliyor, yine "Ne yapacağım, ne: yapacağım?" diye düşünüyor, dudaklarını ısırıyordu. Daha efendisi gelmemişti. Satırları bitirince büyük bıçakları bilemeye başladı.

"Ne yapacağım, ne yapacağım?" diye düşünmeye öyle dalmıştı ki, kasabın geldiğini duymadı. Ansızın uğursuzun boğuk sesi yüreğini ağzına getirdi:

- Ne yapıyorsun be?...

Döndü. Efendi köşesine oturmuş, çubuğunu tüttürüyordu:

- Bıçakları biliyorum, dedi.

- Hay tembel miskin hay!... Sabahtan beri ne yaptın?

Ses çıkarmadı. Kapakları çürümüş bu küçük, bu hain, bu yılan gözlere kırpmadan baktı, baktı. İhtiyar beklemediği bu acı bakışa kızdı. Sordu:

- Ne bakıyorsun?

- ...

Koca Ali sesini çıkarmıyor, bir hafta içinde belki beş yıllık hizmetini durup dinlenmeden gördüğü halde onu yine "tembel, miskin" diye kötülemekten sıkılmayan bu kötü insanı ezici bir bakışla süzüyordu. Yine yüreği parçalanır gibi oluyor, göğsüne sıcak bir şeyler yayılıyor, çeneleri kilitleniyor, şakakları zonkluyordu. Bir anda bu titreme durdu. Koca Ali gözlerini açtı. Bir hafta buna nasıl dayanmıştı? Şaşırdı. Hacı Kasap çubuğu yanına bıraktı. Hizmetçisinin bu ağır bakışından kurtuluvermiş gibi dırlandı:

- Kolunun diyetini benim verdiğimi unutuyorsun galiba! dedi. Ben olmasaydım şimdi çolak kalacaktın...

Koca Ali yine karşılık vermedi. Acı acı gülümsedi. Kızardı. Sonra birden sarardı. Hızla döndü. Bilediği satırların en büyüğünü kaptı. Sıvalı kolunu, yüksek kıyma kütüğünün üstüne koydu. Kaldırdı, ağır satırı öyle bir indirdi ki... O anda kopan kolunu tuttu. Gördüğü şeyin ürperticiliğinden gözleri dışarı fırlayan Hacı Kasap'ın önüne:

- Al bakalım, şu diyetini verdiğin şeyi! diye hızla fırlattı. Sonra giysisinin kolsuz kalan yenini sıkı bir düğüm yaptı. Dükkândan çıktı.

Onun bir zamanlar geldiği yer gibi, şimdi gittiği yeri de, kentte kimse öğrenemedi.

Ömer SEYFETTİN

 

İLGİNİZİ ÇEKEBİLİR

AŞK DALGASI-Ö.SEYFETTİN

BAŞINI VERMEYEN ŞEHİT-Ö.SEYFETTİN

BOMBA-Ö.SEYFETTİN

BÜYÜCÜ-Ö.SEYFETTİN

DİYET-Ö.SEYFETTİN

ELEĞİM SAĞMA-Ö.SEYFETTİN

ELMA-Ö.SEYFETTİN

FALAKA-Ö.SEYFETTİN

FERMAN-Ö.SEYFETTİN

 

DİŞÇİ - REFİK HALİD KARAY

$
0
0

DİŞÇİ

Ceylân avı dönüşü, üç devletin hudut kavşağında, bir çiftlik binasındaydık.

Ocaklı odada sofra kurulmuş, içiyorduk.

Ev sahibi eski çetecilerdendi. Misafirler arasında, bizden başka jandarma mülâzimi (subay, teğmen), gümrük müdürü, ziraat memuru, bir de «Dişçi» diye çağrılan posbıyık bir adam vardı.

Gözlerinde aklı tam olmayanlarda rastladığım kâh alevlenen, kâh pelteleşen bir kararsız ışık gördüğüm için onun yarı meczup olduğuna hükmetmiştim.

Bir aralık, kendisine kayıtsız kalmadığımı göstermek için sordum:

-Buralarda mı dişçilik ediyorsunuz?

Ev sahibi, mülâzim (subay, teğmen), müdür, memur, hepsi gülmeğe başladılar. O susuyor, önüne bakıyordu.

-Söylesene, diyorlardı, buralarda mı dişçilik edersin?

Tekrar gülüşüyorlardı.

Dişçi gülümsemiye başlamıştı. Ben, köy, çöl ve kasaba hayatlarından aldığım tecrübe ile bu kahkahalarda bir acıklı, acayip vak'a sezmiştim. Zira herkesinkine benzemeyen acı sergüzeştler, hattâ felâketler dar muhitlerde eğlence sayılıp gülüşülen sohbet mevzuları olurdu.

Eline bir dolu kadeh sıkıştırdılar:

-Anlat bakalım bize dişçiliğini! dediler.

-Ben dişçi değilim, diye başladı, diş sökücüyüm, mükemmel diş sökerim, sağlam dişleri sökerim, hem çatır çatır sökerim. Şöyle büke kıvıra, ırgalıya ırgalıya, çene kemiklerini dağıta, parçalıya!

Harp sonuydu, ordu dağılmış, asker, silâhsız, cephanesiz Suriye'den darmadağınık, Anadolu yolunu tutmuştu. Dağ, tepe, geçtiğimiz yerlerde kurşuna tutuluyor, ölü ve yaralı şose boylarında dökülüyor, tükeniyorduk.

Ben mektep, medrese görmüş bir başçavuş idim. Böğrüme bir kurşun yemiş, hastahanedeydim; yerli ahalinin elinden güç kurtularak tren hattını tutmuş, üç arkadaşla memlekete ulaşmağa çabalıyordum. Lebüvve Boğazını bilir misiniz? Boğaz deyince hatırınıza korkunç bir kayalık, dumanlı dağlar, loş uçurumlar gelmesin.

Orası bir sulak vaha boğazıdır; altından süzme zeytinyağı renginde, elinizi sürseniz bulaşacağını sandığınız parlak, koyu bir çay akar. Kenarında yapraklarının ters tarafları rüzgârla güneşe dönünce gümüşlenen narin kavaklar dizili, kof gölgeler serilidir. İncecik, yumuşak, sık otlarla bir kürk gibi kaplı olan yamaçlar kibrinden âdeta kabarmış, heybetli görünmeğe çalışır. Hulâsa dinlenilecek, uyuyup rahat edilecek, hoş yerdir, memleketi andıran yerdir.

Açlık, mecalsizlik, yenilmiş olmaktan utanıyor, yolda silâh kullanmadan ölmekten korkuyorduk. “Şurada biraz nefes alalım!” dedik.

Tepeden bağırdılar; ayağa kalktık.

Silâhlar üstümüze çevrildi; ellerimizi yukarıya kaldırdık.

Sekiz on bedevi, yokuş aşağı, entarili ve kefyeleri (beyaz örtü başlık) havalanarak, yuvarlanır gibi dağdan indiler. Kulakları küpeli, saçları örülü, sırım gibi ince, şeytan yüzlü ve maymun elli çapulcu Urban...

Nemizi alacaklardı? Paramız yoktu, silâhımız yoktu, matramız, kemerimiz bile yoktu. Nasıl karşı koyabilirdik? Ben yaralı idim, arkadaşlar hasta idiler. Kanımız kurumuş, soluğumuz tükenmişti. Dizlerimiz dermansızlıktan titriyor, yüreğimiz ayıbımızdan eriyordu.

Biliyorduk ki kolay ve temiz olması için elbiseleri öldürmeden evvel soyuyorlardı. Soyunduk ve çıplak kalınca kurşunları veya cembiyeleri beklemeye koyulduk. Öyle olmadı.

Bedevinin biri ilkönce Koçhisarlı Ahmet onbaşının yanına yaklaştı, bir eliyle çenesinden tuttu, ötekiyle burnundan... Ağzını açmış, dudaklarını sıyırmış ve satın alınacak atın yaşını muayene eder gibi dikkatle dişlerine bakıyordu.

Memnun olmadı ki, karnına bir tekme vurdu, devrildi; öbür arkadaşa yanaştı. Onu da beğenmedi, onu da tekmeledi.

Nihayet sıra bana geldi. Ağzımı kendiliğimden açmış ve tekmeye hazırlanmıştım.

Bedevi sevinçle haykırdı. Birden, parmakları altın kuronlu dişime geçmiş, asılmış, sökmeye uğraşıyordu. Tırnakları etime batarak etimi yırtarak dişimi çekiyor, sallıyor, büküyor, geriye itiyor, öne yatırıyor, fakat bir türlü çıkaramıyordu.

Yapamayacağım anlayınca ayaklarıma bir çelme vurdu; düştüm; göğsüme çökmüştü. Arkadaşlarına, çöl karargâhlarında dört seneden beri yaşadığım için öğrendiğim dilden bağırıyordu:

- Bir taş! Sivri bir taş!

Aranılıp getirilen taşı, şimdi, bütün hızı ile kuronlu dişime, bazan acelesinden yanındakilere ve daima dudaklarıma bir keser gibi kaldırıp kaldırıp indiriyordu. Her vuruşunda ben oradaki acıdan ziyade, tuhaf değil mi, böğrümdeki eski kurşun yarasının sızısını duyuyordum. İyi olduğunu sandığım bu yara, sanki yeniden deşiliyordu.

Gırtlağımdan aşağı sızan kanın çıplak vücudumdan ılık ılık göğsüme yayıldığını duyuyordum, bedevinin yüzüne fışkıran kan ve et serpintilerini görüyordum. Hepsini duyuyor ve görüyordum.

Bir türlü bayılamıyordum.

Bayılır gibi olurken taşın her inişinde tekrar ayılıyor, beynimde ve yaramda «zınk!» diye sarsıcı bir gümleyiş işitiliyor, gözlerimi açıyor ve yaramda «zınk!» diye sarsıcı bir gümleyiş işitiliyor, gözlerimi açıyordum.

Neden sonra üç dişim elinde kaldı. Kuronlusunu aldı, ötekileri uzağa fırlattı.

Kendimden geçmeden evvel heriflerin beni unutarak veya öldü sanarak üç arkadaşımın da göğüslerine birer eğri hançer sapladıktan sonra elbiselerimizi toparlayıp konuşa konuşa, ağır ağır, avdan döner gibi, tepeye tırmandıklarını gördüm.

Hikâyeyi çiftlik sahibi tamamladı:

-İşte, dedi, ondan sonra dişçi oldu ya... Çete muharebelerine tutuşmuştuk: Ecnebiler üzerimize ara sıra, bedevi müfrezelerini de saldırıyorlardı. Bunlar da köylerimizi soyuyorlar, çoluk çocuğumuzu kesiyorlardı. Sağ yakaladıklarımızı - sonradan öğrendim - bizim “dişçi” yere yatırıyor, göğüslerine çöküyor, eline geçirdiği bir koca dülger kıskacıyla ağızlarından sağlam bir diş çekip koparmadan yakalarını bırakmıyormuş!

Dişçi gözlerinde, ispirto dökülmüş gibi mavi bir alev parlayarak:

-Evet, dedi, mükemmel söküyordum, hem çatır çatır söküyordum, şöyle büke kıvıra, sallaya hırpalaya, çene kemiklerini dağıta parçalaya söküyordum!.

Ve elini mintanının düğmesine attı, göğsünü açtı;

Boynunda iri taşlı bir gerdanlık gördüm.

Petrol lâmbasının sönük ışığında bu taşların ne olduğunu birden anlayamamıştım. Fakat o sırada ocakta bir odun devrildi, odaya bir kızıl alev vurdu:

Gerdanlığa geçirilen taşlar sapasağlam, bembeyaz, bir boyda, bir biçimde, hemen hemen bir örnek, otuz kadar azı dişiydi.

(1938)

REFİK HALİT KARAY

DENİZKIZI ADASI - HALİKARNAS BALIKÇISI

$
0
0

DENİZKIZI ADASI

"Aman" dedim, "şafaktan önce gel de beni uyandır. Şu karşıki adayı görüyor musun? Düşüme giriyor. Şafaktan önce orada bulunalım.”

"Olur. Ona Denizkızı Adası derler. Ben seni gece uyandırırım.” dedi.

Oraya gidip balık avlayalı yıllar geçti. Oraya balığa gittiğim zaman, zaten yaşını başını almış bir adamdım. Bu dakika ölecek ve ölürken de bunca yıllık hayatımın, canımda iz bırakmış olaylarını gözden geçirecek olsam; şu kadar para kazanmış olduğum için mutlu ya da şu kadar para ve mevki kaybetmiş olduğum için de acı sanmış olduğum bütün olayların hepsi küçülür küçülür de kala kala o ada kıyısında avlanmış olduğum günün anısı, bütün hayatımın en tez bir yaşayışla dopdolu ışıldayan bir anısı olarak kalır.

Gözlerim alacakaranlıklaşırken o anı, gördüğüm son ışık ve gönlümün tattığı son sevinç olacak.

Güneşin kız kardeşi Eos (yani Arşipel şafağı), gül renkli aydınlığı kucaklamış, ufukta ağarıyordu. Çizgi çizgi pembe ışıklar, parmaklarıydı. Sıra sıra yatay bulutlar sanki bir "arp”ın teliydi. Işıkla inlemeye koyuldular. Denizine de, göğüne de pembe berraklık ve ışık yayılıyordu. Yanımda kürek çeken Mehmet'e,

“Buraya neden Denizkızı Adası diyorlar.” diye sordum.

“Buraya ay ışığında deniz kızları gelirmiş. Ben görmedim. Yalnız bir iki gece, adanın ay ışığında saldığı gölgede, denizi şapur şupur öttürdüklerini duydum. Dalgalar üstünde hayal meyal ağartılar yüzer gibi oldu. Çınlayan bir kahkaha, tüylerimi tuhaf tuhaf ürpertti. Korktum desem yalan, korkmadım desem de yalan. Benim de gülesim geldi. Aklımı oynatırım diye küreklere davrandım."

“Neden? Onlar insanı çıldırtırlar mı?”

“Dedem görmüş. Kendisi, paraya pula gönül verir bir adam değilmiş. Fakat, bunlardan birine gönül vermiş. işte, ondan sonra adama bir hâl olmuş. Babam bu adaya uzaktan bakar bakardı da, dedemin dediklerini anlatırdı. (Mehmet cıgarasını çekti, konuşmak istediği besbelliydi; ben de kışkırtıyordum. Yanık sesliydi.) Babam anlatırdı. Şu gördüğün Sporad Adalarının bir koyu, bir körfezi yokmuş ki; dedemin kayığı orada beşik gibi sallanmış olmasın. Gündüzün de, gecenin de on ikişer saatinin pek azını karada yaşarmış. Fırtına kopunca, ceviz kabuğu gibi küçücük sandalını, kopan kıyamette birer sessizlik sarayı olan mağaraların içine çekermiş. Issız kıyıların tenha gezicisiymiş. Yapayalnız yaşarmış. Babama anlatmış,

— Çocukluğumun oyun arkadaşları, bu küçük adalar, çığrışan deniz kuşları, sıçrayan yunuslar, eller gibi çırpışan dalgalardı. Fakat asıl hayatımın tacı, tam bir sessizlikti. Mağaranın dibindeki yumuşak kuma boylu boyunca uzanırdım. Mavi denizler kıyıya yanaşırken berrak zümrüt olur, sonra en saf göğün en beyaz bulutu gibi bembeyaz köpürürdü. Suyun altın, yeşil ve mavi yansımaları mağaranın tavanında yürürdü. Sular böylece bana renklerini verirken, sarkıtlardan damlayan sular, ayrı ayrı notalarda öter ve bana suyun sesini verirlerdi. Yelkenimi açmak için böylece beklerdim. Kızaran bir yaz akşamı olmazdı ki; kayığımla yeşil kıyı ve beyaz kumsalları kıyılamakta bulunmayayım. Tepeden eteğe gelin duvağı gibi çözülüp salınan çoban kavalının sesi, dupduru havada, hesaba gelmez uzaklıklardan çağırıyormuş gibi olurdu. Yaşamış olduğum bir gün yoktu ki; şafak kırmızısının denize taşıp akışını upuyanık ve dimdik seyr etmemiş olayım. Neyleyim kefen gibi yatak çarşaflarını, uyku mahmuru çapaklı gözleri? Ağlarım kıyının sakız dallarında asılı kururken, çimenler üzerine çeşit çeşit balıklarımı serer, üşüşen fukara köylüleri, denizin en lezzetli balıklarıyla beslerdim..?”

“Deli gönül uslanır mı hiç? Hasret çekiyordum! Gönlüm bu güzelliklere kanmıyor da kanmıyordu. Deniz suyunu içen içtikçe susarmış. Yemek yer sindiririz; yediğimiz yemek biz oluruz. Bu güzelliği neden içime alamıyor ve kendim edemiyorum diye hayıflanıyordum. Denizin dibinde dilediğim gibi gezemediğim için üzülüyordum. Denizin dibine bakınca, denizin yüzü bana dapdar geliyordu. İşte bunun için koyun birinde bir başıma kalınca soyunur, kendimi derinliğe verirdim. İçim yanardı. Berrak ve yumuşak suların, göğsüme ve dizlerime pürüzsüz süzülüşünü neden içime, ciğerlerime alamıyorum diye kendi kendimi yiyordum. Neden o kıprayan renkleri soluyamıyordum. Efendim? Gün olurdu, balık avını büsbütün unutur, dalar çıkar, on iki saatin onunu denizin dibinde geçirirdim. Sabah ışığına kanat salan kuş gibi, irademi dip karanlıklarında deniyordum. Ege dibini sana anlatmaya ne hacet a evlât? Sen balıkçısın; benim kadar bilirsin. Ters çevrilmiş uçurumu andıran dibin yüksek kubbelerinde ışıklar, yelpaze gibi açılan ışınlarıyla boşluğu tel tel keserler. İncinin gümüş yüzünde parlayan masum bir pembe vardır. Sipsivri tepelerin kayasından kayasına mahyalar kurulur. Batmış gemilerin kaburgaları ve direkleri karanlıklarda ışıldar. Deniz dibinde ahtapot ve balıklara yüzyıllarca yuvalık etmiş şarap testileri, dudaklarından balık ve yeşil damlacıklar solurlar. Renkler dip ovasının âlemine, kum saati rıhlarının kolay akışıyla akarlar, karanlık ovaya hâle hâle yayılırlar. Beklerdim karanlık sessizlikte! neyi? Bir çığlığın çınlamasını!..

Neyse, denizin dibine alışayım diye gece gündüz çabalayıp dururken, kapkara sevdanın öz zindanına vardım. Ve orada mahpus kaldım. Âşık Garip geze geze ne ararmış, onu kestirir gibi oldum. Onu derin ve koyu zümrüt sular içinde parıl parıl bembeyaz gördüm. Kulağımda, hatta içimde de çığlığı çınladı.”

“Neyin?”

“Deniz kızının! Sevmek söz ya da duygusunun gövdesi ve kemiği olsaydı eğer, sevmenin tâ apak kemiklerine, ateş dolu iliklerine kadar sevdim diyebilirim. Daldım! Kovaladım! Gece oldu. Işıldaya ışıldaya kaçıyordu. Daldı. Daldım. Yüze geldi; yüze geldim. O yüzdü; ben yüzdüm. Adanın çevresini kaç kez dolandık, bilmedim. Çil çil gülüyordu. Deniz tuzu gibi ısırıcı ve şakrak bir gülüştü o. Ay kalktı. Ne koskocaman aydı; gözlerim faltaşı gibi açıldı. Bembeyaz! Yusyuvarlak! Ben mi, o mu, ay mı, ada mı dolaşıyordu, farkında değildim. Ha tuttum, ha tutuyorum diye, ardınca, alabildiğime kucaklıyordum. Bana dönüp baktıkça ay ışığını kara gözlerinde görüyordum. Gövdesi, çalkanan ay ışığında, ay ışığıydı. Şimdi tuz buz oluyor, parçalanıyor, sonra cıva gibi kavuşuyordu. Kollarımı saldım. Belini sardım. Koynuma çektim, eriyiverdi. Bağrıma bastığım, ay ışığıydı. Onu daha ötede gördüm. Yüzdüm! Yüzdüm! Yüzdüm!... Gönlüm çil çil çığırdayan gülüşüne, aya ve adaya sarıla sarıla döndü, döndü; burgaç halinde kendimden geçtim. Ama işte ondan sonra, ay aydını beni hep orada buldu..?”

Mehmet anlatırken güneş batıyordu. Adanın kayaları, yarları diklemesine denizden çıkıyor, evreni saran kızıllık ortasında dev gibi bir orgun ateş sütunlarını andıran boruları uluyordu. Otuz mil eninde bir dalga, dünyanın bütün okyanuslarını dolaşıp geliyormuş gibi davranarak, harlayan köpüklerinde taşıdığı gök gürültüsünü, adanın kıyılarına serdi. En esrarlı mağaralarına dek zangır zangır titreyen ada, müziğini kıpkızıl bulut hâlinde göklere verdi. Martı alayları adanın üzerinde kıvılcımlar gibi savruluyordu. Gerek benim, gerek Mehmet'in içimizde sonsuz bir heyecan vardı. O küçücük kayıkta bir çöp parçası gibi inip çıkarken, okyanusu armonika gibi öttürdüğümüzü sanıyorduk. Aklımızı başımıza toplamaya çalıştık.

Mehmet'in birdenbire saçları diken diken oldu:

“İşte deniz kızı!” diye haykırdı ve parmağıyla adayı gösterdi.

Adaya baktım. Köpükler arasından kayaya bir fok balığının çıkmakta olduğunu gördüm:

“Hakkın var, hakkın var Mehmet!” diye bağırdım.

Şaka değil; Pan bu yerlerin yerlisiydi.

Halikarnas Balıkçısı
(Cevat Şakir KABAAĞAÇLI) (1886-1973)

Viewing all 155 articles
Browse latest View live