Quantcast
Channel: HİKAYELER / KISA ÖYKÜLER - Edebiyat Meraklılarının Sitesi
Viewing all 155 articles
Browse latest View live

BAHAR VE KELEBEKLER - ÖMER SEYFETTİN

$
0
0

BAHAR VE KELEBEKLER 

Küçük salonun fes renginde kalın ve ağır perdeli penceresinden dışarısı muhteşem, parlak bir suluboya levhası gibi görünüyordu. Saf mavi bir sema. Çiçekli ağaçlar... Cıvıldayan kuşlar... Uyur gibi sessiz duran deniz... Karşı sahilde mor, fark olunmaz sisler altındaki dağlar, korular, beyaz yalılar... Ve bütün bunların üzerinde bir esâtir(mitoloji) rüyasının havâi hakikati gibi uçan martı sürüleri! Pencerenin önündeki şişman koltuğa gayet zayıf, gayet sarı, gayet ihtiyar bir kadın oturmuştu. Bahar ve hayata dargınmış gibi arkasını dışarıya çevirmişti. Sönmüş gözleri köşelerdeki gölgelere karışıyordu. Karşısında, bir şezlonga uzanmış esmer, güzel bir kız, siyah maroken kaplı bir kitap okuyor; pencereden, çiçek, kır kokuları; deniz, dalga fısıltıları getiren tatlı bir nisan rüzgârı giriyordu. Bir saatten beri ikisi de susuyor, öyle duruyorlardı. Bu ihtiyar büyük nine tam doksan yedi yaşında idi. Köşelerin hafif karanlıklarından bazen uyanır gibi ayrılan gözlerini ara sıra, karşısında kitap okuyan genç kıza, bu torununun torununa atfediyordu... Birden, üç dişi kalan buruşuk ağzını açtı. Esnedi. Bir mumya uzvu kadar sararmış, katılaşmış elini başına götürdü. Kahve rengindeki yemenisinin altında daha beyaz görünen saçlarına dokundu. Bir an düşündü. Yine esnedi. Galiba uyanacaktı. Arkasındaki açık pencereden giren muharrik(kışkırtıcı) rüzgâr onu tehyic ediyor(heyecanlandırıyor), kuşların güneşli cıvıltıları, çiçek ve çimen kokuları hayalinde uzak, ezeli bir fecir, nihayetsiz, mülevven(renkli) bir sabah uyandırıyordu. Yavaş yavaş kamburunu arkasına dayadı. Ellerini dizlerine koydu, başını kaldırdı. Biraz doğruldu. Torununun torununa:

— Yavrum, niçin susuyorsun? dedi. Biraz konuşalım.

Genç, esmer kız, yeni neslin son Türk kadınlarının o asla tatmin edilemeyecek olan ebedi hicran elemiyle bulutlanan siyah gözlerini kitabından ayırmayarak:

— Okuyorum büyükanneciğim.

Dedi. Ancak on sekiz yaşında vardı. Şezlongtaki mühmel(pervasız) uzanışı ona müstesna bir letafet veriyor, ince jüponun altında bediî bir vuzuh ile irtisam eden kalçaları daha dolgun, daha geniş, dizleri daha narin, daha mütenasip, eteklerinin pembe ve beyaz gölgeleri içinde pek şuh, pek uyanık duran bacakları daha tombul, daha nefis, ayakları daha küçük görünüyordu. Tuttuğu siyah maroken cildin üzerinde beyaz bir tenevvürle(nurlanma) parlayan parlak, zarif ve ince elleri asi bir istical(acele) ile göğsünden fırlamak ister gibi kabaran memelerine dayanıyor, sanki onları zaptediyordu. Gür, siyah saçları mağmum(tasalı) ve hüzünlü çehresi etrafında mesut edici, düşündürücü bir zevk veriyor gibiydi. Büyük nine sordu:

— Okuduğun ne, kızım?

— Bir roman.

— Neden bahsediyor?

— Hiç.

Büyük nine tekrar daldı. Karşısındaki, senelerce evvel ihtiyarlayıp ölen torununun bu güzel, bu taze torununa bakıyordu. Bu vücut işte hayatın baharı idi. Arkasındaki, görmek istemediği şu pencerenin dışarısındaki gürültülü, kokulu bahara niçin bu kadar yabancı duruyordu. Kendisini tehyiç eden, mukavemet olunmaz bir gençlik arzusu veren, on yedi yaşında bir âşığın busesi kadar leziz ve muharrik olan bu nisan rüzgârı, niçin onun meçhul matemlerini örtmüyor, onun dudaklarında biraz tebessüm, gözlerinde biraz şule uyandırmıyordu. Tekrar sordu:

— Söyle yavrum. O roman ne diyor?

Genç kız büyük gözlerini kaldırdı. Kitabı dizlerine indirdi. Nazik bir şive ile:

— Büyükanneciğim, Fransızca bir roman işte...

Dedi. Lakin büyük nine merak ediyordu, mutlaka anlamak istiyordu:

— İsmi ne?

— Désenchanter(Fransız romancı Pierre Loti'nin eseri)...

— Ne demek?

— "Sevinçten ve saadetten mahrum kadınlar" demek.

— Onlar kimmiş?

— Biz... Türk kadınları...

Büyük nine düşündü. Sol eliyle siyah, parlak saçlarını düzelten torununun torununa şimdi pek elemli bakıyordu; bu kız tıpkı büyük matemler geçirmiş, felaketler görmüş bir zavallı gibiydi. Hiç gülmüyor, hep mahzun duruyordu. Ah, işte hep bu kitaplar onları zehirliyor, onları solduruyordu. Onları bahara, saadete yabancı bırakıyordu. Ansızın kalbinde bir acı duydu. Bu genç, bu güzel kıza acıyordu. Titreyen kadît(kuru) ellerini koltuğunun yanlarına dayadı. Hiddetlenmiş gibi biraz yükseldi:

— Sevinçten, saadetten mahrum kadınlar, Türk kadınları mı? dedi. Hayır hayır! Türk kadınları asla sevinçten, saadetten mahrum değildiler. Sevinçten ve saadetten mahrum olanlar sizsiniz. Şimdiki kadınlar... Siz bozuldunuz. Siz büyükannelerinize benzemediniz. Ah biz!... Gençken ne kadar mesuttuk. Bahar, şu arkamdaki bahar bizi sevinçten deli ederdi. Şimdi siz bunları görmüyorsunuz, siz bu zehirleyici kitaplar üzerine düşüyor, kararıyor, soluyor, soluyor, hırçın, berbat, tahammül olunmaz bir mahlûk oluyorsunuz.

Genç kız gülümsedi. Büyük ninesinin böyle hiddetli serzenişlerini her vakit dinler, bazen onunla münakaşa ederdi.

— Hiç siz okumaz mıydınız, büyük nineciğim? diye sordu.

— Okurduk. Kibar ve zengin efendiler kızlarına Farisî öğretir, Cami dersleri gösterirlerdi. "Tuhfe-i Vehbî" 'yi okuturlardı. Fuzûlî'nin, Bâkî'nin gazellerini ezberlerdik. Mesnevî'yi anlardık. Mükemmel seci'ler, kafiyeler yapar, kocalarımızla müşâare eder, hafızamıza, zekamıza, nüktelerimize onları hayran ederdik. O vakit bir kadın için en büyük medih(övgü): "Fâzıla(faziletli), edîbe, şaire, âkıle(akıllı)...." idi. Şimdi siz Frenk mürebbiyeler elinde büyüyor, kendi lisanınızın güzelliklerini tanımıyor, başka memleketlerin, başka şeylerini öğreniyorsunuz. Onlara benzemek istedikçe, kendi benliğinizden uzaklaşıyor, etrafınızdan nefret ediyor, hakikaten sevinçten ve saadetten mahrum kalıyorsunuz. Ah... At elinden o kitabı!

Esmer, güzel kız yine gülümsedi:

— Peki, büyük nineciğim, dedi, bu kitabı atayım. Okumayayım. Sonra bize müebbet ve yıkılmaz bir hapishane olan bu sıkıcı evin içinde, bu mevkufiyetin(tutukluluk) yalnızlığı içinde çıldırayım mı? Okuyor, eğleniyor, biraz teselli buluyorum.

— Hayır kızım, okuyor, fakat eğlenemiyorsun. Gözlerini görsen... Bir bulut, bir sis içinde gibi! Bütün bütün fenalaşıyorsun. Bu kitaplar hep zehir, hep keder...

— Peki, söyleyiniz, okumayayım da ne yapayım?"

Büyük nine düşünmeye başladı; evet, ne yapsın? Şimdi hakikaten her taraf hapishaneye dönmüştü. Seksen sene evvelki hayatı birden hatırladı; o vakit erkeklerden ayrı bir kadınlar âlemi vardı ki, şimdi tamamıyla dağılmıştı. Bu âlem pek genişti. Binlerce kadın birbiriyle konuşur, görüşür, eğlenirlerdi. Kendilerine mahsus eğlenceleri, zevkleri vardı. Moda yoktu. Annelerinin esvaplarını kızlar giyer, büyük ninelerinin mücevherlerini torunlar takardı. Sırmalı çedik pabuçlar, kırmızı ferâceler... ah hele kırmızı ferâceler... Baharın yeşil çimenleri üzerinde, seyir yerlerinde kadınlar tıpkı bir gelincik çiçeği gibi parlarlardı. Hiç aralarında çirkin, yani zayıf, hastalıklı yoktu. Erkekler yalnız kadınlarını tanırlar, işlerinden sonra erkence evlerine gelirler. Zevcelerine doyulmaz aşk ve muhabbet sahneleri ibda ederlerdi(yoktan var etmek). Kıraathaneler, gazinolar, birahaneler, kulüpler, tiyatrolar, kafeşantanlar, bekarhaneler, bütün bu Türk erkeklerini eşlerinden ayıran, zavallı Türk kadınlarını tenha evlerde unutulmuş bir bekçi gibi bırakan felaket mahalleri yoktu. Kadınlar erkekleriyle üzülmeden yaşıyor, sonra o vakitki aşı boyalı büyük evlerin büyük sofalarında, havuzlu, kameriyeli bahçelerinde, bostanlarda, deniz kenarlarında, cesim(büyük), nadir yalılarda toplanıyor, eğleniyor, mesut oluyorlardı. Ne oyunlar, ne âdetler, ne zevkler vardı ki, bugün hepsi tamamıyla unutulmuştu.

Bugün Frenkçe okumak, mütemadiyen esvap değiştirmek, moda yapmak çılgınlıklarından, soğukluklarından, boş bir tekebbürden(büyüklenme), mânâsız ve münasebetsiz bir tefevvuk(üstünlük) iddiasından başka bir şey yoktu. Alafrangalık bir veba gibi içimize girmiş, yanaklarımızın allığını, dudaklarımızın tebessümünü silmiş, ferâcelerimizi parçalamış, pabuçlarımızı atmış, parmaklarımızı narin bir mercan gibi parlatarak güzelleştiren kınalarımızı bile ortadan kaldırmıştı. Eşyamızı, esvaplarımızı değiştirirken ruhlarımızı da değiştirmişti; her şey yalan, her şey sahte, her şey taklit oldu. Ananelerimiz öldü. Saadet uzak bir hayale, yetişilmez bir hulyaya inkilâp etti(dönüştü). Âdetlerimizle beraber sevinçlerimiz de söndü. Şimdi şaşkın ve mustarip bir nesil!... Her şeyden nefret eden, her şeyi fena gören, karanlık gören, berbat, hasta, tedavisi imkan haricinde bir nesil... Ah şimdiki mariz(hasta) ve müteverrim(veremli) muhit...

Büyük ninenin gözleri kapanıyordu. Seksen sene evvelki saadetlerin bugünkü ıstıraplarıyla seri ve ani mukayesesi, zihninde şedîd bir yorgunluk husûle getiriyor, onu hala yaşadığına müteessif ediyordu. Genç ve esmer kız yüz yaşına girmeye birkaç adımı kalmış olan bu annesinin annesinin annesinin annesine, bu mükerrer büyük ninesine dalgın dalgın bakarak onun zamanındaki kadınların saadetinin ne olabileceğini tahayyül ediyordu. Fakat bunu bulamıyordu:

— Sustunuz, büyük nineciğim... dedi.

İhtiyar kadın, buruşuk gözlerini açtı:

— Ah!... Eski günleri, eski saadetleri düşünüyorum.

— Eski zamanda, sizin zamanınızda bugünden fazla ne vardı, nineciğim?

— Çok... birçok şeyler...

Büyük nine tamamıyla doğruldu. Söyleyeceklerini zihninde toplar gibi bir an düşündü. Sonra yine başladı. Genç kız onun kırık dişli ağzının içindeki derin sivri karanlığa bakıyor, oradan çıkan kelimeleri sanki ziyade temaâşâ ediyordu(seyrediyordu).

— Evet yavrum, birçok şeyler vardı. Her şey bizim için zevk, eğlence idi. Her şey! Çocukluk, mektebe başlayış, ferâceye giriş, kocaya varış, doğuruş, hatta ihtiyarlayış bile... Bunların hep ayinleri vardı. Her kadının bu devirleri diğer birçok kadınlar için bir zevk, bir eğlence vesilesi olurdu. Bütün hayatımız eğlence içinde geçerdi. Bir hafta olmazdı ki bir mektebe başlama, bir sünnet, bir düğün, bir lohusa cemiyeti görmeyelim. Esvaplarımız, kınalarımız bile eğlenceye vesile olurdu. Mânilerimiz, şarkılarımız vardı. Toplanır, aramızda müşâere eder, kış geceleri dîvanlardan tefeül ederdik, mevsimler bile bir eğlence idi. Her mevsimin kendine mahsus âdeti, eğlencesi, ananesi vardı. Daha hiç açmamış, bir senelik gül ağaçlarının dibine akşamdan beyaz kavanozlar kor içine yüzüklerimizi, yüksüklerimizi atar, ertesi sabah güneş doğarken mani söyleyerek tekrar çıkarırdık. Birbirine benzemeyen bin mani bilen, bütün kış herkesin lafına, bir söylediğini bir daha tekrar etmeden binlerce kafiye bulan kadınlar vardı.

Büyük nine ateh getirmiş ihtiyarların yalnız çenelerine mahsus olan o yorulmaz faaliyetle devam ediyor, sözünü uzatıyordu. O esnada bir kuş kümesi pencerenin yakınındaki bir ağacın dallarına konmuştu. Şiddetle cıvıldaşıyorlar, keskin çığlıklarını ihtiyarın hafif ve titrek sedasına karıştırıyorlardı:

— Evet, yavrum biz sizin gibi: 'Ne yapalım?' diye düşünmezdik. Buna lüzum yoktu. Can sıkıntısının ne olduğunu bilmezdik. Hâsılı her şey gülmeye, eğlenmeye vesile idi. Mesela bahar... Ah, siz odalarda kapalı oturuyorsunuz. Bahar geldi mi, biz hepimiz bahçelere dökülürdük. Baharın kendine mahsus eğlenceleri, ananeleri vardı.

— Ne gibi büyük ninecigim?

— Ne gibi olacak, bahar da her mevsim gibi eğlence vesilesiydi. Biz bir senelik hayatımızı baharda tefeül eder, güler, eğlenir, oynardık. Ah bu tefeül... Pek şairane, pek latif, pek hassastı. Daima doğru çıkardı. Hepimiz îtikat ederdik.

— Nasıl?

— Bahar geldi, ağaçlar çiçek açmaya, yapraklar yeşillenmeye, çimenler baş göstermeye başladı mı, bizim gözlerimiz artık odalarda duramazdı. Bahçeye koşar, baharın ortasında gezinirdik. Ilk göreceğimiz kelebek bir senelik talihimizdi. Onu tecessüs eder, onu beklerdik. İlk kelebeğin beyaz, yahut pembe olması için mâniler söyler, dalların üzerine beyaz ve pembe kumaş parçaları atardık. Sarı veyahut siyah bir kelebek göreceğiz diye korkar, ne kadar heyecanlar geçirirdik.

— Niçin?

— Çünkü kelebeklerin birer mânâları vardı. Ah, siz bunları bilmez, bunlara îtikat etmezsiniz. Beyaz kelebek: Saadete, talihe... Pembe kelebek: Sıhhat ve afiyete... Sarı kelebek: Kedere, hastalığa... Siyah kelebek: Felakete, matem ve ölüme delalet ederdi. Beyaz kelebek görünce talihimizin o sene açık olduğuna, mesut olacağımıza kâil olurduk... Bahar çiçekleri altında beyaz kelebeğin şerefine semâîler okurduk...

Büyük nine devam ediyor, ilk defa küme halinde görülen kelebeklerin de umumî mânâlarını anlatıyor, beyaz kelebek kümelerinin zenginliğe, pembe kelebek kümelerinin bolluğa, sarı kelebek kümelerinin kıtlığa; kırmızı kelebeklerden müteşekkil ve pek nadir görülen meşum kümelerin mutlaka kanlı bir muharebeye, siyah kelebek kümelerinin fetrete padişahın öleceğine işaret olduğunu söylüyor, uzatıyor, büyük vakalardan evvel hep bu kümeleri o vakitki kadınların müşahede ederek erkeklerine haber verdiklerini hikâye ediyordu. Genç ve esmer kız artık dinlemiyor; büyük, siyah gözlerini büyük ninesinin arkasındaki pencereden görülen nisan semasının mavi ve beyaz aydınlığına dikmiş, tahayyül ediyordu. Hakikaten seksen sene evvel kadınların mesut olmaları lazım geliyordu. Kendileri, yeni nesil okudukça, anladıkça, erkeklere yaklaştıkça iptidâi kadınlıklarından, dişilikten uzaklaşıyorlar, ruhlarda bir isyan, bir ihtilal tutuşuyor, eski kadınlığın zevke, saadete vesile addettiği dişilik kayıtları kendilerine ateşten, demirden bir zincir gibi geliyordu. Hususî bir mâbet kadar sessiz, meçhul duran evlerine hapishane nazarıyla bakıyorlar, siyah çarşaflı kalın peçeleri ezici, soldurucu, vahşi, merhametsiz esaret örtüleri telâkkî ediyorlardı. Fakat haksız mıydılar? Mademki "terakkî" den ictinap kabil değildi; terakkî ise mutlaka değiştirmek, mutlaka eskiye benzememek idi, o halde asırlarca evvelki Türk kadınlığı da iptidâi, mebnâî halinde kalamazdı. Kuklalıktan, bebeklikten, masumiyetten, hâsılı dişilikten çıkacak, hakiki kadın haline gelecek, erkeklere tefevvuk etmese bile müsâvî bulunacak, bütün mânâsıyla insan, insan olacaktı... Büyük ninesinin "tarih-i mukaddes" hikâyeleri gibi garip vehimler içinde uzayan sözlerini artık işitmiyordu. Hayalinden bir sene evvelki gürültüleri, sevinçleri, nutukları, tiyatroları, konferanslarıyla Meşrutiyetin ilanı geçiyor, hâlâ tükenmez el şakırtılarını, alkış kabuslarını işitiyor gibi oluyordu. O günler kendileri için ne mesuttu. Bir an, bu siyah, sıkı esaretten azat edileceklerini, insanlık hakkına nâil olacaklarını ümit etmişlerdi. Ah bu ümit, nasıl çabucak sönmüş, söndürülmüş; bu hayal nasıl, ne feci bir surette kırılmıştı... Düşünüyor, ağlamak istiyor, titriyordu. Lakin... Lakin istikbâlden bir şey ümit edemezler miydi? Türk kadınlığı bir gün yüksek idrakiyle, altı asırlık tesadüfî, tabii bir istifa sayesinde harika haline gelen hüsnüyle, zekasıyla, bir Avrupalı kadın gibi insanlık sahnesine çıkarak ihtiramlar, perestişler önünde yükselemeyecek miydi?... Bugünkü tevekkül daha ne kadar devam edebilirdi? Büyük nine nihayetsiz hikâyesine devam ediyor; genç, esmer kız tahayyül ediyor, zihninde müphem hayallere karışan abus suallere cevap veremiyordu. Birden gülümsedi. Kelebeklerle tefeül etmek... Bu pek hoş olacaktı. Eski Türk kadınlığının îtikatları yeni Türk kadınlığının talihine nasıl bir hüküm verecekti? Merak ediyordu. Uzandığı şezlongdan doğruldu. Ayağa kalktı. Büyük nine susmuştu. Torununun bu ani kalkışına taaccüple bakıyordu. Sordu:

— Ne var kızım, neye kalktın?

Güzel, esmer kız gülerek:

— Ben de bu bahar hiç kelebek görmedim. Kendim için değil, benim gibi olanlar için Türk kızları için, bütün Türk kızlarının talihi için bakacağım.

Dedi, pencereye yaklaştı. Büyük nine titreyerek koltuğundan kalktı.

— Gözlerim o kadar görmez ama diyordu, ben de bakayım sizin için...

İkisi de pencerenin kenarında idiler. Sağda genç kız muhteşem ve levent endamıyla yükseliyor, solda minimini ve kambur büyük nine çürümüş bir balmumu külçesi gibi, sessiz ve donuk duruyordu. Dışarıya bakıyorlardı. Bütün tabiat gözleri kamaştiran tatlı, sıcak bir aydınlıkla parlıyordu. Denize güneş aksetmiş, onu başka âlemlere akıp giden ebedî, nihayetsiz bir gümüş nehrine benzetmişti. Ağaçların ufak, koyu yeşil yaprakları hazdan, hayattan titriyor, yollara beyaz çiçekler düşüyordu. Karşı sahil tirşe dağları, mor koruları, beyaz yalılarıyla bir serap memleketini, bir peri payitahtını andırıyordu. Susuyor, bakıyorlardı. Henüz bir kelebek görmemişlerdi. Çiçek tarhları üzerinde küçük sinek kümeleri görünüyor ve birden kayboluyorlardı. Tek bir martı yakın bir tehlikeden, meçhul bir şeâmetten kaçar gibi hızla geçiyor, haykırıyordu. Nerede oldukları görülmeyen kuşlar mütemadiyen ötüyorlar, cıvıltıları canlı ve tannan bir ziya yağmuru gibi semadan yağıyor zannolunuyordu. Genç kız birden, elini kalbine götürdü, yavaş bir sesle:

— Ah işte...

Dedi.Pencerenin yakınında, ağacın çiçekli dalları altında siyah bir kelebek uçuşuyordu. Gösterdi. Büyük nine korkunç ve iskelet parmağıyla:

— Fakat ben senden evvel şu beyazı gördüm.

Diye mermer havuzun üstünde dolaşan bir kelebeği gösterdi. Genç kız son bir cebirle ona da baktı:

— Ah büyük nineciğim, iyi göremiyorsunuz, dedi, o beyaz değil, sarı bir kelebek...

...Ansızın ruhuna meçhul bir elem hücum etti, gözleri karardı. Bu parlak ve taze tabiat şimdi ona meyus görünüyor, mermer havuz genç, esir bir melikenin türbesine, bahçenin tarhları müteverrim ve mahbus kızların metruk çiçekli kabirlerine benziyordu. Geri çekildi. Yine şezlonga uzandı. Büyük nine de kendisine ölümü ihtar eden bu sarı, siyah kelebekli bahardan ürkmüş, yine arkasını dönmüştü. Koltuğunda yusyuvarlak oturuyor, kamburunu iyice çıkarıyordu. Genç kız elinden bırakmadığı siyah maroken kaplı kitabını açtı, bu kitap şimdi siyah, cesim, ölü bir kelebek gibi onun yüzünü tamamıyla örtüyordu. Okumuyor, irsi, intisalî bir vehim ile kelebeklerin yalan söylemediğine; zavallı yeni neslin, şimdiki Türk kadınlığının talihi ancak felaket, keder, ölüm olduğuna, ebediyyen siyah kefenini yırtamayacağına, tesettürden kurtulamayacağına, evlerin boş ve tenha duvarları arasında, meçhul çiçekler gibi açmadan solacağına, doğmadan öleceğine kanaat getirir gibi oluyordu... Mazi, batıl îtikatlar o kadar kuvvetli, müthiş idi ki, bütün idrake, bütün ilme, bütün fenne, bütün hakikate galebe çalıyor, tahavvül kanununun o muhayyel nazari kuvvetini esasından kırıyordu. Düşünüyordu; fakat bu batıl îtikatlar, bu haşin, anûd, katil mazinin anif tahakkümü yalnız Türklere, yalnız Türkiye'ye mahsus değildi. Birkaç hafta evvel Paris'te tahsilde bulunan kardeşi, oturduğu evin tabldotunda perhiz münasebetiyle et ve yağ bulunmadığını, Paris'te aileler arasındaki Katolik deliliğinin, dini taassubun bir mislini Sudan'da, çöllerde, kumlu, hudutsuz yamyamlar memleketinde bile bulmak mümkün olmayacağını yazıyordu... Birden kendisi gibi başka ufuklar, başka saadetler, başka hayatlar tahayyül eden mahrum kadınların romancısı, büyük bir garp muharririnin şâkirdine her şeyin bir hududu olduğundan bahsettikten sonra: "...Lakin insanların behimiyetine nihayet yoktur!" dediğini hatırladı.

Pencereden, sevdiğine kavuşmadan ölen genç ve müteverrim bir âşıkın son veda busesi kadar mahzun ve nazik bir rüzgar giriyor, taze mezarlar üzerine bırakılmış, taze çelenk kokuları getiriyor, odanın gölgelerinde görünmez, matemli hayaller dalgalanıyordu...

Büyük ninenin gözleri kapanıyordu. Bu meşum tefeülün ihtiyar dimağında husûle getirdiği yorgunluk ona bir uyku ilacı gibi tesir etmişti. Genç kız... Genç, esmer kız gözlerini kitaba dikmiş, okumuyor, kitabı tutan zambak ellerini asi, anarşist göğsüne bastırarak, içinden dudaklarına yükselen kalbî ihtilali, bu şedîd, sebepsiz hıçkırığı tutmaya çalışıyordu. Odanın uyutucu gölgeli sükununda sanki bu iki vücut eski, yeni Türk kadınlığının meyus, teselli kabul etmez iki timsali idi. Biri, bir asır evvelki neslin son numunesi, hayattan ziyade ölüme, nisyana ait bir hatırası... Diğeri, bugünün bir asırlık mecburi ve meşum terakkinin tagayyürün narin ve tatmin olunmaz bir çiçeği idi. Netice itibariyle ikisinin de talihi bu kapalı tenha oda, bu muhteşem, süslü mezar idi. Pencerenin yakınlarına gelen kuş kümesi, bazen şedid bir cıvıltı, aydınlık bir gürültü koparıyor, sonra susuyordu. Büyük nine uyudu. Artık hafif, kuvvetsiz bir ihtizar hırıltısı ile horluyordu. Torununun torunu, genç kız, güzel kız, esmer kız hâlâ hıçkırığını zaptediyor, donmuş gibi, şezlonguna uzanmış duruyordu. Geniş pencereden intizamsız fasılalarla giren kokulu ve çiçekli bahar rüzgarının cereyanı ansızın deminden gördükleri siyah kelebeği getirdi! Bu siyah kelebek parlak, muhteşem tabiatın, çiçekli, müşfik baharın cennetinde, cehennemin, zulmet, cehalet müvekkilinin siyah ruhunu andırıyordu. Şimdi bu siyah ruh çimen, çiçek kokularıyla gelmiş, şu geniş pencerenin önünde çırpınıyordu. İçerdeki, müstebit muhitin, hain mazinin, zalim îtikatların doğmadan katlettiği bu canlı ölüleri, onların müebbet sükununu seyrederek mahzuz ve mütelezziz oluyor, nerede oldukları belli olmayan kuşlar insafsız ve yakıcı bir hücuma uğramışlar gibi ansızın bütün kuvvetleriyle cıvıldamaya başlıyor, bütün tabiatı istila eden şedid, feci cıvıltılarla acı acı feryat ediyorlardı.


AŞK VE AYAK PARMAKLARI - ÖMER SEYFETTİN

$
0
0

AŞK VE AYAK PARMAKLARI 

Âsıme Hanımefendi'den Hasan'a mektup

Evvela beni sen sevdin, yalvardın, yakardın, benim aşkım âdeta senin galeyanına sönük bir cevaptı. Sonunda beni aldın. Ben zengindim. Atım, arabam vardı. Bütün bugünün gençleri beni istiyorlardı. Herkesin isteğine sen nail oldun. Mesuttun. Ben sana sadıktım. Sonra nasıl oldu, birdenbire döndün. Benden soğudun. Beni görmekten kaçtın, yine sonunda beni boşadın... Bu mektubumu alınca sanma ki, sana yalvarıyorum. Fakat merak ediyorum! Niçin beni istemeyesin? Benim neyim var? Yahut neyim eksik? Daha bu sene Kadıköy kadınları arasındaki güzellik müsabakasında birinci geldim. Tahsilim birinci derecede... Zenginim de. O hâlde niçin beni istemeyesin? Benden güzelini bulsan bile, eminim ki benden zenginini bulamayacaksın. O hâlde niçin, niçin beni istemeyesin?

Hasan'dan Âsıme Hanımefendi'ye mektup

Evet güzel kadın, ben sevmiştim. Fakat sevmek nedir? Bunu biliyor musun?.. Sevmek herkes için başka bir şeydir. Tabiî mizaçların, tecessüslerin başka başka olması gibi... Kimi kaşa göze, kimi cilde, kimi ellere ayaklara, kimi şişmanlığa, kimi boya, kimi kalçaya bakar. Hâlbuki ben... Profile bakarım. Daha okuldan beri âdetimdir, birisiyle konuşurken onda ne profili olduğunu ararım. Mesela küçük profilli bir adamla konuşurken onun laflarını havlamaya benzetirim. Dünyada ne kadar adam varsa, hepsinde bir hayvan profili vardır. Köprü'den geçerken, önü kalabalık bir gazinoda otururken, herkesin yüzüne dikkat ederim. Daha bir profilsize rast gelmedim. Hep insan kıyafetine girmiş, insan maskesi takmış hayvanlar... Bir sürü köpek, öküz, keçi, leylek, at, eşek, baykuş, kartal, tavuk, papağan, arı, güvercin, karga, balık, ayı, kaz, kaplan, ilâh... Küçükken saf, masum bir merak ile okuduğum fizyonomi nazariyeleri, benim hayalime o kadar tesir etmiştir ki, kendimi Lafontein'in masallarını gösteren canlı bir albüm içinde sanırım. Mesela karşıdan bir dostum geliyor, bir kere bakarım, yüksek kırmızı fesi, alacalı kostümü, parlak boyunbağı... Burnunun ucu sivri... Kolları kalkık ve kabarık... İddiacı, cesur... Yandan bakınca ne olduğunu görür, içimden:

— Ah, işte bir horoz.., derim.

Gelir elimi tutar, kırmızı yüzüne, tıpkı bir gülibiğe benzeyen fesine bakarım. Sesi keskin ve notaları uzundur. Sanki bu mütemadiyen öter. Ondan ayrılır, diğerine rasgelirim. Çenesi, ağzı yayıktır. Bacakları paytaktır. Yavaş yavaş söyler ve yanaklarını gererek güler.

— Ördek, ördek.., derim.

O vakvakladıkça, ben keşfimden memnun, müsterih onun kanatlarını, kuyruğunu arar, hatta onları da üstünde bulurum. Meşhur adamların, büyük muharrirlerin, nazırların, mebusların, büyük memurların profilleri ezberimdedir. Profillerini bildiğim için, yeni nazırların iktidarda ne yapacaklarını ayniyle herkese söylerim. Hatta arkadaşlarım bana,

— Sen eskiden geleydin, Peygamber olurdun, derler.

Zannederler ki, benim kerametim var. Hayır, ben yalnız profilleri tanırım... Eşek profilli bir adam mutlaka eşekçe, arslan profilli bir adam mutlaka arslanca hareket eder. Bir adamda, hangi hayvanın profili varsa, mutlaka o hayvanın ahlakı da vardır. Öküz profilli bir adamda asla kurnazlık, hile, zeka olamaz. Eşek profilli olan inatçı, yani kibar mânâsıyla sebatkârdır. Arı profilli sokar, köpek profilli gürültü eder, dişlerini gösterir. Kaplan profilli sezer ve merhamet bilmez, papağan profilli durmaz taklit çıkarır, güvercin profilli durmaz aşk ve şefkat komedyası oynar. Tilki profilli herkesi aldatır. Domuz profilli yer, içer keyfine bakar.

Kadınların da hepsi erkekler gibi birer hayvandır. Onlarda da mutlaka bir hayvanın profili vardır. Şişman, kocaman memeli, dalgın ve ağır kadın, tamamıyla bir inektir. Zayıf, huysuz, esmer, çirkin fakat yalnız gözleri güzel bir kadın keçidir. En güzelleri çalıkuşu, kanarya, nemse tavuğu profilinde olanlardır. Bu üç profilin hiçbirisi sende yoktur.

Geçen yazdı. İlk defa Fener'de birbirimize rast gelmiştik. Ben hemen senin profilini aradım, fakat bulamadımdı.

— Ah, acaba ne? diyor, yüzüne bakıp bakıp bulamayınca seni sevmeye başlıyordum.

Mademki sende bir hayvan profili yoktu. O halde insanların, kadınların... Sende hiçbir profil olmadığı için, hiçbir hayvan ahlakı, hiçbir hayvan tabiatı da yoktu. Bazı yine şüpheye düşüyor,

— Aldanıyorum, onda da bir profil var, ama ben göremiyorum, ben farkına varamıyorum, diyordum.

İzdivacımızdan evvel, muhabbet günlerinde, senin yüzüne uzun uzun dalışlarımı, ihtimal aşk buhranları sanıyordun. Hayır. Ben hep senin profilini arıyor; seni hiçbir şeye benzetemiyordum. Profilini bulamayınca seni severdim. Galiba sen de beni... Altı ay ne kadar hoş bir hayat geçirdik. Tabiî hatırlarsın. Fakat bir sabah... Ah keşke senden önce kalkmasaydım... Erken kalkmış, pencerenin yanına oturmuştum. Sen hâlâ yatıyordun.

— Bu ne tembellik, dedim.

Doğruldun, giyindin, karyolanın içine oturdun. Hava biraz serindi. Yanan soba daha odayı ıstmamıştı. Birden yüreğim çarpmaya başladı. Boğuluyor gibi oluyordum. Sen terliklerinin üzerine düşmüş olan mor çoraplarından birisini sağ ayağının parmaklarıyla tuttun. Yukarı kaldırdın, yatağın içinde, oturarak giydin. Çorabın öbür eşini yerden almak için, sol ayağını uzatıyordun. Görmemek için yüzümü çevirdim. Evet, güzel kadın, sen ayağının parmaklarını tıpkı bir el gibi kullanıyordun.

— Yirminci asrın orta yerinde, diyordum. Hilkatten yahut tekâmülden şu kadar yüz bin sene sonra...

....Titriyordum. Hastalandım. Sen, beni yere seren darbenin ne olduğunu anlayamıyordun. Yattığımız zaman buruşan gömleğini ayağının parmaklarıyla tutup çekiyordun. Ben bunu duyunca dişlerimi sıkıyor, tekrar titremeye başlıyordum. Yine anlamıyor:

— Galiba hava soğuk, üşüyorsun işte, diyordun.

Yine bir sabah sobanın önündeki koltuğa oturmuştun. Ayaklarında çorap yoktu. Yine kalbim atmaya başladı. Ayağının parmakları ile sobanın henüz ısınmayan kapağını açıyor, kımıldamayarak bakıyor, tekrar kapıyordun. Sonra yine bir gün sevgili kedin ayaklarından oynuyordu. Daha çoraplarını giymemiştin. Yüreğim hopladı. Fakat dişimi sıktım. Baktım, senin ayaklarının parmakları uzundu. Hem biraz fazla uzundu. Bu uzun parmaklarınla kediyi kollarından tutuyor, küçük bir çocuk gibi havaya kaldırıyordun. Âdeta ayaklarını ellerin gibi, hatta ellerinden daha iyi kullanıyordun.

Gözlerimi yüzüne kaldırdım. O an, o kadar arayıp da bulamadığım profilini gördüm. Sen maymundun. Alnın dar, ağzın biraz ileriye çıkıktı. Güzel, parlak cildin bu maymun iskeletini tamamıyla örtemiyordu. Hele ayakların... Aman Yarabbi... Tıpkı bir maymunun üçüncü, dördüncü elleri idi. Sen biraz daha gayret etsen, yerden çoraplarını almak, sobanın kapağını açmak, yorganı, gömleğini düzeltmek, kediyi tutup havaya kaldırmak değil, hatta ayaklarının bu uzun tekâmül etmiş parmaklarıyla yemek yiyebilecek, hatta piyano çalabilecektin. O vakit senden ürktüm. Bir daha seninle bir yatağa girmedim. Kendimi balta girmemiş bir ormanda zannediyor, kendimi o kablettarih mahlûklarından bir nesne ile evlenmişim sanıyordum.

Yirminci asırda, vücudunda kablettarihî adaleleri olan, tıpkı bugünün maymunları gibi ayaklarını el diye kullanan, tekâmül etmemiş bir mahlûktan, yani senden kaçtım. Uzaklaştım.

El gibi kullandığın bu ayaklarından bir tanesini şimdi kalbinin üzerine koy, öyle hükmet. Artık seni sevmemekte haklı değil miyim?

Âsıme Hanımefendi'den Hasan'a telgraf

-Gayet Müstacel-

Mektubunu okumadan yırttım, senden nefret ederim. Sakın bir daha mektup göndermeye kalkma. Sonra fena olursun...

AŞK DALGASI - ÖMER SEYFETTİN

$
0
0

AŞK DALGASI 

ÖMER SEYFETTİN

      VAPUR dopdoluydu. Son düdük öttü. İki yandaki çarklar, dar kafeslerinde birden uyanan alışkın ve müthiş deniz aygırları gibi, hiddetli bir gürültü çıkararak, kımıldandı. Bütün vapur hafifçe sarsıldı. Hava gayet güzeldi. Kadıköy'e gidiyorduk. Sonu leylak renkli sisler içinde eriyen Marmara'nın kubbeli, ince minareli, uzun ve uyumuş ufuklarında, büyük ve beyaz kenarlı bulutlar, parçalanmış köpük dağları halinde yavaş yavaş büyüyor, dağılıyor, toplanıyor, derin çukurlarında, yüksek tepelerinde morluklar, koyu mavilikler birikiyordu. Haziranın yakıcı güneşi, vapurun, dumanlardan ve yağmurdan esmerlenmiş tentelerine düşüyor, bazı duran ve yine birden esmeye başlayan kararsız rüzgârı sanki ılıklaştırıyor, sanki ona sarhoşluk verici, hareket ettiren şuh ve fettan bir şey katıyordu.
     Uzak ve bilinmez masal adalarından gelmişe benzeyen süt gibi beyaz martılar etrafımızda uçuşuyorlar, çıkardıkları tatlı ve derin sesleriyle şehirde kalmış, kalabalıktan, uğraşmalardan, hırslardan, kederlerden bunalmış zavallı insanları kendi vatanlarına, gerçekten pek uzak, tenha, sakin yerlere biraz aşk ve şiir tatmak için çağırıyorlardı. Lacivert dalgalar içinde bir masal, bir efsane köşkünü andıran Kızkulesi hayalime dokunuyor, ruhumu, hissimi beyaz ve aydınlık dualarıyla uyutarak aklımdan bütün çevremin, semtimin yankılarını siliyordu. Artık vapurda olduğumu unutuyordum. Ömrümde her gün birkaç şiir okuyan ve düşünen bir adamın, o tuhaf ve hastalıklı hali etrafımı bozuyor, Üsküdar ve Selimiye yakalarındaki evleri, kubbeleri, minareleri, selvileri, hatta koca Tıp Fakültesini ve koca kışlaları silerek hiç görmüyor; onların yerine, alanlarından gümüş ve elmas şelaleler akan, serin gölgelerinde çıplak ve pembe çiftler öpüşen, balta girmemiş çam ve kayın ormanları yapıyordum.

      Gerçekte olmayan, yalnız kendi hayalimde yarattığım bu manzaraya, bu yüce ve büyük manzaraya bakarak, "ah, aşk yeri... ah, işte aşk yeri..." diyordum. Martıların, "Geliniz, uzaklara, şu leylak renkli sislerin öbür tarafına... Orada sizi beyaz çiçekler, ezeli ve yeşil baharlar içinde bekleyen kızlar var, geliniz haydi oraya..." diyen ve pek derinlerden acele acele inleyerek gelen seslerini işittikçe, hayalim bütün bütüne dumanlanıyor, adeta başım dönüyor. Artık pek aşağılarda kalan Kızkulesi'nin üstünde şeffaf kanatlı binlerce perinin uçuştuklarını ve gidilse elle tutulabileceklerini açıkça görüyordum. Ansızın omzuma bir el dokundu.      Döndüm.

     "Yahu, nedir bu hal, bu dalgınlık ne?"

     "Hiç... "

     "Beni tanıyamadın mı?"

     "Şey...'

     "Uyan yahu. Ver elini bakayım."

    Sıcak ve kuvvetli bir elin, benim haberim olmadan kendi kendine uzanmış olan soğuk elimi sıktığını duydum ve uyanmaya başladım. Fakat hâlâ mahmurluktan kurtulamıyordum.
     "Sen ha..."

     "Ben ya!.."

     Bu, en sevdiğim okul arkadaşlarımdan biriydi. On iki senedir görüşmemiştik. On iki sene... Aman Yarabbim! Dün gibi... Hayat gerçekten en uzun olaylarıyla çabuk biten bir sinema şeridinden başka bir şey değil! Okulda herkesi güldüren, herkesle alay eden, herkese isim takan, şen ve sevimli arkadaşım çok değişmişti. Kırmızı dudaklarının üstünde sert ve kumral bıyıklar çıkmış, şakaklarındaki saçları tek tük ağarmış ve biraz şişmanlamıştı. Fakat gözleri... Ne olduğunu bilmediğimiz gerçeği bilinen "birinci sebep"in insan zekâsına sonsuz bir şekilde kapalı kalacak karanlıkları içinde sönen ruhumuzun sanki en çok bulunduğu bu küçük ve parlak organlar... Onlar hiç de değişmemişti. On iki sene evvel içlerinde gülen mavi neşe hâlâ yaşıyordu. Bilmem niçin, uzaklaştıkça muhabbetimiz artan, geçmişten bir yüze rastlamak beni mutlu etti. Seviniyordum. Ve bütün kuvvetimle ellerimdeki sıcak eli sıkıyordum. Vapurun üst katında idi. Kanapelerde boş yer yoktu. Vapur, önünden geçen mavnalara sık sık düdük çalıyordu. Herkes şüphesiz bir sıkıntı içinde gibiydi. Ortada hiç kadın görünmüyordu. İhtiyarlar uyuklayarak gazetelerini okuyorlar ve yanındakilere kısaca bir şey söylüyorlar. Şişmanlar sigaralarını içerek çarkların gürültüsünü dikkatle dinliyorlar, son moda giyimli şık gençler, tek gözlüklerini düşürmemek için dimdik duruyorlar ve dizlerinin buruşmaması için yukarı çektikleri ütülü pantolonlarından renkli acurlu çoraplarını gösteriyorlardı. Ama hepsi ihtiyarlamış, yorulmuş, bunamış sanılıyordu. Tüysüz ve tıraşlı yüzlerini, karınları ağrıyor gibi, ekşitiyorlar; rüzgârdan, kaşlarını ve dudaklarını buruşturuyorlardı.
     Biz, beyaz boyalı parmaklıklara dayanıyorduk. Arkadaşım. "Bir derdin mi var?" dedi.

     "Buraya çıkınca seni gördüm. O kadâr dalgındın ki, yanına sokulduğumu duymadın. Ne var kuzum?"

     "Hiç, hiç... Dalga geçiyordum." "Ne dalgası?"

     Gülerek cevap verdim: "Aşk dalgası."

     "Daha bekâr mısın?"

    "Bekârım." Arkadaşımın mavi gözlerindeki eski neşe birden soldu. Üçüncü derecede veremden yatağa düşmüş bir zavallıya teselli ve cesaret vermek zahmetine girilmeden nasıl mahzun ve çaresiz bakılırsa bir an bana öyle, acır gibi baktı. Sonra parmaklığa dayadığı elini çekti. Ve cebine soktu. Biraz döndü. Ve ciddileşen gözlerini, gözlerime dikti:
    "Hâlâ bekârsın ve aşk dalgası geçiyorsun ha" dedi; "Öyle ise azizim, sakın darılma, sen bir serserisin.,. Okuldan çıktık çıkalı görüşmedik. Sormadan, istersen başımdan geçenleri sana söyleyeyim. Hâlâ aşk dalgası geçmene bakılırsa hayatı anlamamış, açık ve bariz gerçeğin farkına varmamışsın. Ve mademki, gerçeğe bu kadar yabancı kalmışsın, mutlu değilsin ve ölünceye kadar mutlu olamayacaksın." 

    "Hangi gerçek?" diye gülümsedim.

    "Hangi gerçek mi, dedin? Sosyal gerçek... Eğer sen bu gerçeği sezebilseydin asla aşkla uğraşmayacaktın."

    Anlamıyor ve hep gülümseyerek:

    "Ama niçin?.." gibi yüzüne bakıyordum. O devam etti:

   "Her yerde başlı başına bir çevre, bir sosyal vicdan vardır ki, bütün fenlerin, mantıkların, ilimlerin, felsefelerin karşıtı olarak, en mutlak ve zalim bir tarzda, hükmünü sürer. İşte bizim semtimizde, Türklerin semtinde de aşk şiddetle yasaktır. Bir cehennem makinesi, bir bomba, bir kutu dinamit kadar yasak... Bir Türk on dört yaşına girdi mi annesinden, ablasından, kız kardeşinden ve nihayet teyzesinden ve halasından başka bir kadının yüzünü göremez... O halde kimi sevecek? Hiç. Bu çevrenin, bu sosyal vicdanın kuvvetini, dehşetini sana nasıl anlatayım? Adını unuttum, bilmem hangi filozof; Allah'ın insanlar üzerindeki etkisinden, insanlarla ilişkisinden, ahlakından bahsederken. "O, sosyal çevreden başka bir şey değildir..." diyor. Ben bu sözü biraz doğru buluyorum. Eski kutsal kitaplar ile bugünkü yeni dünyayı çeviren Allah her yerde, her devirde dinsizleri, kendisine karşı gelenleri başka sebepler ve başka tarzlarla eziyor. Eskiden Galile'yi yakan kuvvet, bugün Galile'nin o büyük korkunç suçunu ders diye okuyan milyonlarca okul çocuklarına aldırmıyor. İspanya'da, Ferer'in kafasını delen kurşunlar, Fransa'da patlayabilse ihtimal orada ihtiyar ve bunak kadınlardan ve papazlardan başka kimse kalmaz... İşte bu filozof da Allah'ımızın, ezeli kanunu işletmek için, hep semti, hep semtin sosyal vicdanını kullandığını görerek o hükmü veriyor. Bu eski karşı konulmaz kanun, her yere, her kıtaya, her memlekete değil, hatta her şehre, her köye göre değişiyor. Buradaki iyilik, orada cinayet; oradaki yararlık, burada fenalık sayılıyor; kutsal kitapların bütün doğa, organ değişim kanunlarına inat olarak hiç değişmemesi gereken emirlerine bile her yerde başka türlü boyun eğiliyor; esasları bir olan Hıristiyanlık, Avrupa'da başka, Amerika'da başka, Afrika'da başka... İslamlık da böyle! Hindistan'da başka, Liverpool'da başka. Buhara`da başka, Türkiye'de başka... Arabistan'a ve Acemistan`a git, oralarda bütün bütüne başka... İşte Allah'ımızın Türkiye'deki eski ve karşı gelinmez kanunu, yani sosyal vicdan, aşkı bütün kuvvetiyle bize yasak ediyor. Türkiye'de kimse sevişemiyor. Ve kimse şimdiden sonra sevişemeyecek... Çünkü sevmek için önce görmek lazım. Oysa genç bir kızla yuva yapmak ölünceye kadar mutlu yaşamak için konuşmak, anlaşmak, sevişmek değil; hatta bir kerecik olsun yüzünü görmek olanaksız... Bu şiddetli yasağa karşı duranlar, iş devresine girmiş anarşistlerin, nihilistlerin, yahut eski zamandaki dinsizlerin sonuna uğrarlar. Sosyal ve acıklı bir ölümle sönüp giderler. Lakin kurnazları, yasak olan aşkın usta kaçakçıları, hırsızlıklarından tıpkı, ihtiyar ve cesur bir tütün kaçakçısı, Yunanlı bir yankesicisi gibi, bıkmazlar. Hep yürek çarpıntısı içinde yaşarlar. Gece tenha yollarda, karanlık bahçelerin şüpheli köşelerinde rüzgâr, soğuk ve rutubet altında saatlerce beklerler ve nihayet korku ile karışık iki anlamsız kelime, tadı asla duyulmayan, acele ve çabuk bir öpme... Hepsi bu! Eski edebiyata Acemistan'dan, yeni edebiyata Fransa'dan gelen aşk masalları, şiirler ve hikâyeler şifa bulmaz bir frengi gibi bu kaçakçıların bütün varlığına geçmiştir. Onlar daima, bir macera ararlar. Kadınların görülmesi pek açık ve belli bir tarzda, dehşetle yasak olan bir semte, zıt ve yabancı çevrelerin âdetlerini, mesela sevişmek hülyasını sokmak isterler. Kendilerini yabancı ve uzak memleketlerde geçen hayali romanların kahramanları yerine koyarlar. Tabii edebiyat dergilerindeki birçok şiirleri okuyorsun. Konu: Gece ve kadın... Oysa Türkiye'de ikisi de yoktur. Türk semtinde gece alaturka saat birden sonra bütün perdeler iner, sokaklar tenhalaşır. Evli evine, köylü köyüne, evi olmayan sıçan deliğine girer. Gazinolar, balolar, tiyatrolar ve ilah... yani Beyoğlu tarafı asla Türk değildir. Orada yabancılar kendi semtlerini, kendi âdetlerini yaşarlar. Kadınlarıyla kol kola genel bahçelerde, lokantalarda gezerler, konuşurlar, eğlenirler, gülüşürler. Aralarına, bilinen anlamıyla bir sıçan deliği bulamayan Türkler de karışırlar. Masaların başında pineklerler. Yabancıların kadınlarına, yabancı güzelliklere, yabancı göğüslere hasretle bakarlar. Uzatmayalım, Türklerin gecesi yoktur. Sonra yine bu yeni şiirlerde boyuna göller anlatılır; hangi göller!.. İstanbul'da Terkos'tan başka göl hatırlamıyorum. Oraya da, eminim, şairlerin hiçbirisi gitmemiştir. Özellikle Terkos'un civarında gece barınacak yer yoktur. Yüzlerce mısralarla, uzun manzumelerle anlatılan sevişmeler, sevgililer de yalan... Şairin bir sevgilisi var. Fakat nerede! Şair sevgilisiyle konuşuyor, öpüşüyor. Fakat nerede! Ah, ancak hayalinde. Gerçekte sevişmek ve genç bir kızla üç dört dakika konuşabilmek ve bugünkü Türk semtinde, balıklârın sudan çıkarak havada uçuşmaları ve bostanlardaki ince kavakların dallarında tünemeleri kadar imkânsızdır. İstanbul ve civarında, değil bir genç Türk kızıyla, geceleyin kol kola gezmek, bülbülleri dinleyerek aşk kelimeleri söyleşmek... hatta gündüz biraz taze görünen annemizle bir arabaya binmek ne kadar tehlikelidir, düşün... Piknik yerlerinde, ah bu zavallı, feci ve gülünç yerlerde de aşk mümkün değildir. Kadınlarla erkekler asla birbirlerine yaklaşamazlar. Aralarında mutlaka birkaç yüz adım bulunur, birkaç yüz adımdan başka da birkaç düzine polis, semtin sosyal vicdanına ve bilinen yedi başlı tutucu ve cehalet devinin arzusunu yerine getirmek için sanki bu polislerin, milletvekilsiz ve meclissiz ulu bir kral kadar yetkileri vardır. Kız kardeşinize sokakta bir laf söylediğinizi görmesinler, rezalet hazırdır. Hemen karakola... Kim olduğunuzu ve konuştuğunuzun kardeşiniz, yahut anneniz olduğunu ispat edinceye kadar birkaç kilometre dayak yemezseniz, yine şansınız varmış demek: Semtimizin dininden, geleneklerinden, âdetlerinden, büyüklerinden, ihtiyarlarından, hükümetin zabıtasından fazla bu aşk yasağını isteyen kimlerdir, biliyor musun? Kadınlar, Türk kadınları... Bunlar aşkın ve güzelliğin en korkunç düşmanlarıdır! Dışarıda kendi milletinden hiçbir kadın yüzü görmeyen erkeklerine, evlerinde de bir bakacak yüz göstermezler. Dışarıdaki bekçilerin en dehşetlisi evdedir. Mesela hizmetçi alacaklar, değil mi? En çirkinini bulurlar. Çiçek bozuğu, büyük ağızlı, kalın dudaklı, çarpık dişli, eğri burunlu berbat bir şey... Her gün karşınızda gezen, yemeklerinizi getiren bu kızı daha fazla çirkinleştirmek için özel bir yetenekleri, bir dehaları vardır. Kuvvetli ve fırlak kalçaları görünmesin diye gayet bol elbise giydirirler. 'Etrafa dökülüyor' bahanesiyle saçlarını sımsıkı bir yemeni ile bağlatırlar. Zavallıyı halis bir orangutana çevirirler. 'Beyin hiç yüzüne bakmayacaksın, yanında laf etmeyeceksin, bir şey sorarsa cevap vermeyeceksin... ' tembihlerini vermekte gecikmezler. Bir hizmetçinin aleyhinde bulunurken, 'Çalışkan, temiz, atik kız, ama ağzı burnu yerinde' derler. Ağzı burnu yerinde olmak onlar için en affedilemez bir cinayettir. Genç kızlarla görüşmek ve sevişmek asla mümkün olmadığından "evlenmek" meselesi de onların elinde bir madendir. İstedikleri gibi işletirler. En birinci emelleri oğullarına, yahut kardeşlerine çirkin bir kız almaktır. Tanımadıkları evlere görücü giderler. Ve erkeklerin birçoğu daha hâlâ bilmezler ki, bu görücü hanımlar güzelden ziyade bir çirkin ararlar. Ve mutlaka da bulurlar. Güzel bir kız alırlarsa kardeşlerinin yahut oğullarının onu seveceğini, onun lafını dinleyeceğini ve sonra kendi pabuçlarının dama atılacağını düşünmek onları çıldırtır. Güzellikten dehşetle ürkerler. Bunun için İstanbul'da koca bulamayan, evde kalan kızların yüzde doksanı en güzeller, en cazibeliler, en sevimlileridir.


     Bu zavallı güzel Türk kızlarını görücü hanımlar beğenmez. 'A, kardeş, çok güzel ama şeytan gibi çok bilmiş... Biz oğlumuza ecinni değil, kız almak isteriz' derler. Kimine alafranga, kimine sıska, kimine şirret gibi kusurlar bulurlar. İstedikleri tombul beyazca, sessiz, mıymıntı, budala, cahil, ıslanmış tavuğa benzeyen kızlardır. Böyle bir kıza rasgeldiler mi, 'Ah, işte bir melek!' diye haykırırlar ve başlarlar oğullarına, kardeşlerine abartarak anlatmaya... Zavallı erkek talihin kendine bir peri gönderdiğine inanır ve zifaf gecesi kalın duvağı kaldırınca karşısında 'Adınız ne efendim?' sorusuna cevap veremeyen şaşkın, temiz, beyaz ve biçimsiz bir et yığınından başka bir şey göremez. Erkeklerini, hiçbir fırsat kaçırmayarak, güzel görmekten, aşktan, sevişmekten mahrum bırakan bu kadınlar, aynı zulmü kendi cinslerine de yaparlar. Tanıdıkları bir kadının başından kazara bir macera geçer, mesela bir 'mektubu' yakalanır, yahut da kocasından boşanıp diğer birine varırsa hepsi birden ona darılırlar ve dehşetle afaroz ederler. Aradan uzun seneler geçer, o kadını sokakta gördüler mi; yollarını değiştirirler, bazıları yüzüne tükürmeye kalkar, en insaflıları biraz acır, 'Ah, zavallı kötü oldu, alnının yazısı imiş' der. Semtimizde, 'Bir kadının en birinci görevi güzel olmaktır' sözünün nasıl tehlikeli bir yalan olduğunu pek iyi bilen anneler, kızlarını, ellerinden geldiği kadar güzellikten, şuhluktan, süsten, serbestlikten alıkoyarlar. Bu annelerin sokağa çıkarken kızlarının kulaklarına fısıldadıkları öğüdün değişmez modeli budur: 'Kızım! Peçeni indir. Ellerini çarşafın içine sok. Başını öyle yukarı kaldırma, aşifte diyecekler. Önüne bak. Fransız karıları gibi zıp zıp yürüme. Yavaş, yavaş. Göğsünü ileri çıkarma, arkamıza takılacaklar. Sana azgın diyecekler. Adın çıkacak. Evde kalacaksın, vs. vs...' Sonra, tanışan, görüşen her aile, sanki birbirlerinin doğal müfettişleridir. Sakın bir aile içinde küçük bir aşk macerası geçmesin. Rezalet, dedikodu birden göklere çıkar, kahramanlarını tefe korlar. Oğullarının ve kızlarının gizlice görüşmelerine, mektuplaşmalarına aldırmayan; göz yuman annelere bütün tanıdıkları, yine birden darılır; 'Ah, ayol kadın bu yaştan sonra boynuz dikiyor...' diye ondan iğrenirler.
     Bazı yeni romanlarda gösterilen, Türkiye'deki bilinen kibar dünyasına gelince... Bu dünya, bütün bütün bir hayal ürünüdür. Türklerin arasında eskiden de, şimdi de ayrıcalıklı bir sınıf yoktur. Olay büyücek memurların, eski devirden kalma paşaların ve bir parça zengin olanların aileleri, yapay bir kibar dünyası yapmaya çalışırlar ve esaslarını feda ederek sözde Batılılaşırlar, Frenkleşirler. Fakat netice? Bütün semt onlara düşman olur. Bir mahallede böyle, kadınları, nikah düşen akrabalarına görünen bir aile oldu mu, evvela, 'Kötüler!..' lakabı takılır, sonra boykotaj başlar. Böyle kozmopolit ailelerin etraflarında yükselen nefret ve tecavüz sesleriyle bütün mutlulukları söner. Yerlerini, yurtlarını terk etmeye, kırlara, uzak ve tenha köşklere, ücra yalılara çekilmeye mecbur kalırlar. Evet, yeni şiirlerdeki göller, geceler, aşklar gibi, yeni romanlardaki o nikâh düşen akrabalarına, erkeklerinin arkadaşlarına çıkan kadınların vücudu yalandır. Uydurmadır. Bu romanlar Batı romanlarının gölgelerinden, tekrarlarından, tercümelerinden taklitlerinden başka bir şey değildir. İstanbul'da kadınları, yabancı ve nikâh düşen erkeklere gözükür bir Türk ailesi bana gösterilsin, beş senelik kazancımı vermeye şimdi hazırım. Bu romanlarda anlatılan Avrupalılaşmış aileler, meşhur sanatkârlarımızdan Kel Hasan'ın ve Abdi'nin özel ve yazarı bilinmez piyesleri kadar hakiki Türklüğe aykırıdır. O tiyatrolarda uşağın, hanımların yanına zırt zırt çıkması, 'Oh kaymak' diye süt ninelerin göğüslerini sıkması gerçekte Türk aileleri arasında nasıl imkânsızsa ve bu rezaletler nasıl son derece uydurma şeylerse, yeni romanlardaki yabancı erkeklerin ellerini sıkan, kocalarının yanında açık saçık, örtüsüz ve çarşafsız, hatta bazen dekolte, yabancı erkeklerle konuşan kadınlar da öyle kaba, münasebetsiz, gerçeğe taban tabana zıt, soğuk ve sahte hayallerdir.
      Uzatmayalım, şimdi bana cevap ver. Böyle diniyle, gelenekleriyle, âdetleriyle, kanunlarıyla, hükümetleriyle, zabıtasıyla, aile kurumuyla, hatta kadınlarıyla aşkı yasak eden, nikâh düşen erkek ve kadını asla birbirine göstermeyen bir semtte aşk aramak, sevişmek inadı serserilik değil de nedir? Böyle bir çevrenin sosyal vicdanına karşı gelmek, en kuvvetli ve muazzam hükümetlere karşı anarşistlik etmekten daha delilik, daha çılgınlık değil midir? Çok akıllı sandığım senin de hâlâ bu imkânsız hayal ile uğraştığını gördüğüm için çok canım sıkıldı. Ah zavallı dostum, sen şimdiye kadar piyangoyu çekmeli, kısmetine düşen et yığıntısına, et tarlasına razı olmalı, orduya askercikler yetiştirmeliydin... Ve ancak böyle mutlu olabilirdin. Halbuki sen hâlâ aşk dalgası geçiyor, sonu bulunmaz bir ümitsizlik çölüne, içi lav dolu bir cehennem uçurumuna, arkasında ateş fışkıran yanardağlar saklı uzak, aldatıcı, suni bir seraba koşuyorsun. Bilsen sana ne kadar acıdım..."

     Vapur Kadıköy'e gelmişti. Arkadaşımı dinlerken, ökçelerimin üzerinde kalmış, hafifçe parmaklığa oturmuştum. Doğruldum. Sağ ayağım fena halde uyuşmuştu. Yere basamıyordum. "Biraz dur kuzum" dedim, "ayağım uyuşmuş. En sonra çıkarız." Gülüyor, "Ayağın değil, galiba beynin uyuştu" diyordu. Vapur iskele tarafına eğilmişti. Üstten ve alttan adamlar çıkıyordu. Güneş kalın bulutlar altında kaybolmuş, hava esmer bir demir rengi bağlamış, ağlamaya hazırlanan, içi yaş dolu dargın ve soluk bir göz gibi suskunlaşmıştı. Çıkanlara bakıyordum. Yarım saat evvelki tatlı dalgamı korkunç bir fırtınaya çeviren arkadaşımın söylediklerini, fertlerini ikiye ayıran, aşktan ve sevişmekten mahrum bırakan, annelerini, karılarını, kızlarını hapsederek asırlarca daldığı rüyasız ve granit uykusundan asla uyanmayan bir kavmin, bir toplumun sonu ne olabileceğini düşünüyor; dar tahtalar üzerinde korkak bir dikkatle hızlı hızlı geçenlerin sessiz sedasız çıkışlarını, ürkek bir hayvan sürüsünün acele kaçışına benzetiyordum. Bunların içinde hiç dişi yoktu. Çoluk çocuk, ihtiyar, genç, zengin, fakir, hepsi erkekti. Elimle dizimi oğuşturarak,
     "Vapurda hiç kadın yokmuş" dedim. Arkadaşım yine güldü ve cevap verdi:
     "Sabırlı ol... Onların erkeklerle karışmaları yasaktır. En sonra çıkarlar..."
   Vapur tamamıyla boşalmıştı. Biz hâlâ davlumbazın üstünde, beyaz parmaklıkta idik. Bacağımın uyuşması geçmemişti. Arkadaşımın yanında topallayarak iskeleye doğru yürümeye başladım.

 

     Artık şimdi kadınlar da, her tarafları örtülü koyu siyah çarşaflarının altında sanki şangırtıları işitilmemek için pamuklara sarılmış gayet ağır ve gizli esirlik ve zulüm zincirleri taşıyan lanetlenmiş, hayattan kovulmuş, hasta ve dilsiz hayaletler gibi sendeleyerek, titreyerek yavaş yavaş çıkıyorlar ve başlarını önlerine eğerek düşmemek, bir şeye dokunmamak, birbirlerine çarpmamak, yanlış bir adım atmamak için kalın ve kara peçelerinin altında bastıkları yeri görmeye çalışıyorlardı...

İLGİNİZİ ÇEKEBİLİR

BAŞINI VERMEYEN ŞEHİT-Ö.SEYFETTİN

BOMBA-Ö.SEYFETTİN

BÜYÜCÜ-Ö.SEYFETTİN

DİYET-Ö.SEYFETTİN

ELEĞİM SAĞMA-Ö.SEYFETTİN

ELMA-Ö.SEYFETTİN

FALAKA-Ö.SEYFETTİN

FERMAN-Ö.SEYFETTİN

ANT-Ö.SEYFETTİN

 

 

ANTİSEPTİK - ÖMER SEYFETTİN

$
0
0

ANTİSEPTİK 

Minimini, güzel, şeytan Bedia'yı ailesi büyük bir adama vermek istiyordu. Halbuki o iki senedir, tıbbiye talebesinden olan kuzeni Namık'la işi pişirmişti. Kendini almayı arzu eden bu büyük adam tek gözlüklü, şık bir büyükelçiydi. "Kırkında var, yok..." diyorlardı. Bedia daha on yedisine girmemişti. Annesinin, babasının, hanımninesinin ısrarlarına biraz karşı geldi. Ağladı, sızladı, amma sonunda mağlup oldu.

— Ben koca herifi ne yapayım? Elli sene Avrupa'da balolarda sürtmüş! dedikçe,

— Haltetmişsin! Otuz sekiz yaşında! Koca dediğin böyle olur. Fenerbahçe kulübünde top oynayan oğlanlara mı varacaksın?

Cevabını alıyordu.

Nişan günü köşke bütün aile efradı çağrılacaktı. Fakat bir gün evvel kuzen geldi. Bedia ile yalnız kaldılar. Evvela dargın dargın bakıştılar. Sonra Namık,

— Yazık sana Bedia! Dedi. Büyükbaban yerinde bir adama varıyorsun.

— Amma mübalağa ha...

— Mübalağa değil! Bir asır yaşında, boyalı bir ihtiyar işte!

— Ne yapayım! Annemin, babamın büyüklük merakı var. Damatları büyükelçi olacak! Hem annem, kırk yaşında bile olmadığına yemin ediyor.

— Allah belasını versin! Bir asır yaşında diyorum. Senin miden nasıl alıyor.

— Ben o kadar ihtiyar görmüyorum. Abanoz gibi siyah düzgün bıyıklar! Tepesi çıplak ama bu da zekaya delalet eder.

Namık güldü,

— Anlaşıldı, dedi, sen abanoz bıyıklara vurulmuşsun! Bu bıyıklar abanoz olmayıp fildişi gibi beyaz olsa yine varır mıydın?

— Varmazdım. Hatta beyaz bıyıklı değil, kır bıyıklı olsa bile varmazdım.

Namık biraz düşündü. Büyükelçi karısı olmak, yabancı başkentlerden saygı, medeniyet görmek hulyasıyla şimdiden kabına sığmayan Bedia fıkırdayıp duruyordu. Namık dedi ki:

— Bende tılsımlı bir su var; onunla nişanlının bıyıklarını yıkatabilirsen, bir asır yaşında olduğunu sana söyleyecek. O vakit de varacak mısın?

— Gevezeliği bırak. Nasıl su o?

— Bir antiseptik...

— Nasıl yıkatayım?

— Gayet kolay! Yarın daha nişan merasimi yapılmazdan evvel onunla yalnız kal.

Bedia bir kahkaha attı:

— Ey?

— Herifi azdır. Seni öpmeye kalkışsın.

— Sonra?

— De ki: "Ben meraklıyım. Evvela dudaklarınızı şu antiseptikle yıkayınız. Sonra istediğiniz kadar müstakbel eşinizi öpünüz."

— Aman, şu antiseptiği getir, dedi, ona ilk defa tam bir Fransız kadını gibi çok eksantrik gözükmek isterim!

Nişan olacağı gün köşke bütün davetliler gelmişti. Namık, Bedia'ya zarif bir şişe verdi. "İşte antiseptik! Haydi gayret!" dedi. Bedia, bu cesaretlendirmeden şuh bir heyecan duydu. Eksantrik görünmek en birinci düşüncesiydi. Ne yaptı yaptı, sefirle salonun yanındaki küçük odada yalnız kaldı. Zavallı diplomatın elini tuttu. Saçlarını okşadı. Dizine süründü. Aşktan, maşktan bahsetti. Zavallıyı iyice azdırdı. Diplomat, gül yağına kondurmak için abanoz bıyıklarını uzatırken,

— Rica ederim, dedi, uslu durunuz.

— Ah...

— Ben meraklıyım. Dudaklarınızı yıkayınız. İstediğiniz kadar öpünüz. Ben artık sizin değil miyim?

— .........

Cevap beklemeden koştu. Dışarı çıktı. Namık'ın verdiği şişeyi getirdi.

— Şurada, pencerenin önünde, dedi.

İştahı kabarmış olan diplomat, bu şuh emre hemen itaat etti. Bedia'nın eline döktüğü su ile güle güle ağzını, bıyıklarını yıkadı. Sonra cebinden çıkardığı ipek mendille kuruladı. Bedia birdenbire,

— A!... diye haykırdı.

— Ne var ruhum?

— Hiç!

Öpmek için yaklaştı. Bedia, sinir darbesine uğramış gibi katılırcasına gülüyordu. Kahkahalarının çirkinliği içinde, minimini parmağıyla,

— Buradan, buradan, diye parlak alnını gösterdi.

Diplomat, bu pembe alnı koklayarak öptü. Bedia, azıcık sükûnet bulunca,

— Siz benim pederimsiniz, dedi.

— Ne demek sevgilim!

Şu aynaya bakınız. Hayaliniz size cevap verecek.... Avrupa'da kadınların eksantrikliğine çok alışkın olan diplomat hiç şaşırmadı. Döndü aynaya baktı. Kendini tanıyamadı. Abanoz bıyıkları fildişi gibi bembeyaz olmuştu. Sarardı, morardı, sonra hâlâ pencerenin yanında gülen Bedia'ya feci bir nazarla baktı:

— Hain! Dedi.

Burnu kanıyormuş gibi mendilini ağzına tutarak salonun ortasından hızla geçti. Portmantodan fesini kaptı. Tek gözlüğünü düşürdü. Bastonunu alamadı. Kendini bahçeye attı. Deli gibi köşkten uzaklaştı.

Müstakbel damatlarının böyle, nişandan evvel, birdenbire kaçışına hiçbir mana veremeyen aile halkı pencerenin dibinde gülen Bedia'nın başına toplandılar.

— Ne yaptın, ne oldu?

Diyorlardı. Bedia,

— Hiçbir şey yapmadım. Şu şişedeki su kaçırdı. Benim kabahatim yok...

Cevabını verdi. Annesi hiddetinden titriyordu.

— O su ne? Çılgın!

Bu sefer Namık cevap verdi:

— Yengeciğim, hiç beyazı olmayan güzel, kumral saçlarınıza siz de biraz sürünüz. Ne olduğunu anlarsınız, dedi...

ANT - ÖMER SEYFETTİN

$
0
0

ANT 

ÖMER SEYFETTİN

BEN Gönen'de doğdum. Yirmi yıldır görmediğim bu kasaba, düşümde artık bir serap gibiydi. Birçok yeri unutulan, eski, uzak bir rüya gibi oldu. O zaman genç bir yüzbaşı olan babamla her zaman önünden geçtiğimiz Çarşı Camii'ni, karşısındaki küçük, harap şadırvanı, içinde binlerce kereste tomruğu yüzen nehirciği, bazen yıkanmaya gittiğimiz sıcak sulu hamamın derin havuzunu şimdi hatırlamaya çalışıyorum. Ama beyaz bir unutuş dumanı önüme yığılır. Renkleri siler, şekilleri kaybeder... Pek uzun gurbetlerden sonra vatanına dönen bir adam, doğduğu yerin ufkunu koyu bir sis altında bulup da, sevdiği şeyleri uzaktan bir an önce göremediği için nasıl hüzünlenirse, ben de tıpkı böyle meraka, sabırsızlığa benzer bir acı duyarım. O, her akşam sürülerle mandaların, ineklerin geçtiği tozlu, taşsız yollar, yosunlu, siyah kiremitli çatılar, yıkılacakmış gibi duran büyük duvarlar, küçük, ahşap köprüler, uçsuz bucaksız tarlalar, alçak çitler hep bu duman içinde erir...
Yalnız evimizle okulu gözümün önüne getirebilirim.
Büyük bir bahçe... Ortasında köşk biçiminde yapılmış bembeyaz bir ev... Sağ köşesinde her zaman oturduğumuz beyaz perdeli oda... Sabahları annem beni bir bebek gibi pencerenin kenarına oturtur, dersimi tekrarlatır, sütümü içirirdi. Bu pencereden görünen avlunun öbür yanındaki büyük toprak rengi yapının camsız, kapaksız tek bir penceresi vardı. Bu siyah delik beni çok korkuturdu. Yemeklerimizi pişiren, çamaşırlarımızı yıkayan, tahtalarımızı silen, babamın atına yem veren, av köpeklerine bakan hizmetçimiz Abil Ana'nın her gece anlattığı korkunç, bitmez hikâyelerdeki ayıyı, bu karanlık pencerede görür gibi olurdum. Bu kuruntuyla, rüya dinlemek, yorumlamak merakında olan zavallı anneme her sabah ayılı rüyalar uydurur; iri, kuzgun bir ayının beni kapıp dağa götürdüğünü, ormandaki inine kapadığını, kollarımı bağladığını, burnumu, dudaklarımı yediğini, sonra Bayramiç yolundaki su değirmeninin çarkına attığını söyler, ona birçok, "Hayırdır inşallah..." dedirtirdim. Yorumlarken benim büyük bir adam, büyük bir bey, büyük bir paşa olacağımı, bana kimsenin kötülük yapamayacağını, güvenceyle sundukça, yalan söylediğimi unutur, ne kadar sevinirdim...
Nasıl sokaklardan, kiminle giderdim? Bilmiyorum... Okul bir katlı, duvarları badanasızdı. Kapıdan girilince üstü kapalı bir avlu vardı. Daha ilerisinde küçük, ağaçsız bir bahçe... Bahçenin sonunda ayakyolu, çok kocaman aptes fıçısı... Erkek çocuklarla kızlar karmakarışık otururlar, birlikte okur, birlikte oynarlardı. "Büyük Hoca" dediğimiz, kınalı, az saçlı, kambur, uzun boylu, yaşlı, bunak bir kadındı. Mavi gözleri pek sert parlar, gaga gibi iğri, sarı burnuyla, tüyleri dökülmüş hain, hasta bir çaylağa benzerdi. "Küçük Hoca" erkekti. Büyük Hoca'nın oğluydu. Çocuklar ondan hiç korkmazlardı. Sanırım biraz aptalcaydı. Ben arkadaki rahlelerde, Büyük Hoca'nın en uzun sopasını uzatamadığı bir yerde otururdum. Kızlar, belki saçlarımın açık sarı olmasından, bana hep "Ak Bey" derlerdi. Erkek çocukların büyücekleri ya adımı söylerler ya da "Yüzbaşı oğlu" diye çağırırlardı. Sınıf kapısının açılmayan kanadında sallanan "geldi - gitti" levhası yassı, cansız bir yüz gibi bize bakar, kalın duvarların tavana yakın dar pencerelerinden giren donuk bir aydınlık, durmadan bağıran, haykırarak okuyan çocukların susmaz, keskin çığlıklarıyla sanki daha da ağırlaşır, bulanırdı...
Okulda yalnız bir tür ceza vardı: Dayak... Büyük suçlular, hatta kızlar bile falakaya yatarlardı. Falakadan korkmayan, titremeyen yoktu. Küçük Hoca'nın ağır tokadı... Büyük Hoca'nın uzun sopası... ki rasgeldiği kafayı mutlaka şişirirdi. Ben hiç dayak yememiştim. Belki kayırıyorlardı. Yalnız bir defa Büyük Hoca, kuru, kemikten elleriyle yalan söylediğim için sol kulağımı çekmişti. O kadar hızlı çekmişti ki, ertesi günü bile yanıyordu. Kıpkırmızıydı. Oysa suçum yoktu. Doğru söylemiştim. Bahçedeki aptes fıçısının musluğu koparılmıştı. Büyük Hoca suçu yapanı arıyordu. Bu, mavi cepkenli, kırmızı kuşaklı, hasta, zayıf bir çocuktu. Haber verdim. Falakaya konacaktı. İnkâr etti. Sonra diğer bir çocuk çıktı. Kendi kopardığını, onun suçu olmadığını söyledi. Yere yattı. Bağıra bağıra sopaları yedi. O zaman Büyük Hoca, "Niçin yalan söylüyor, bu zavallıya iftira ediyorsun?" diye kulağıma yapıştı. Yüzünü buruşturarak darıldı. Ağladım. Ağladım. Çünkü yalan söylemiyordum. Evet, musluğu koparırken gözümle görmüştüm. Akşam üstü, okut dağılırken dayağı yiyen çocuğu tuttum:
- Niçin beni yalancı çıkardın? dedim. Musluğu sen koparmamıştın...
- Ben koparmıştım.
- Hayır, sen koparmamıştım. Öbür çocuğun kopardığını ben gözümle gördüm.
Direnmedi. Yüzüme baktı. Bir an öyle durdu. Eğer hocaya. söylemeyeceğime yemin edersem, saklamayacaktı. Anlatacaktı. Ben hemen meraklanıyordum:
- Musluğu Ali koparmıştı, dedi, ben de biliyordum. Ama o çok zayıf, hem hastadır. Görüyorsun, falakaya dayanamaz. Belki ölür, daha yataktan yeni kalktı.
- Ama sen niçin onun yerine dayak yedin?
- Niçin olacak. Biz onunla ant içmişiz. O bugün hasta, ben iyi, kuvvetliyim. Onu kurtardım işte. Pek güzel anlamadım. Tekrar sordum:
- Ant ne?
- Bilmiyor musun?
- Bilmiyorum!
O vakit güldü. Benden uzaklaşarak karşılık verdi: - Biz birbirimizin kanlarını içeriz. Buna "ant içmek" derler. Ant içenler kan kardeşi olurlar. Birbirlerine ölünceye kadar yardım ederler, dertli günlerinde birbirlerine koşarlar.
Sonra dikkat ettim, okulda birçok çocuk, birbirleriyle ant içmişlerdi. Kan kardeşiydiler. Bazı kızlar bile kendi aralarında ant , içmişlerdi. Bir gün, bu yeni öğrendiğim göreneğin nasıl yapıldığını da gördüm. Yine arka rahlelerdeydim. Küçük Hoca aptes almak için dışarı çıkmıştı. Büyük Hoca, arkasını bize çevirmiş, yavaş yavaş, bir sümüklüböcek kadar ağır, namazını kılıyordu. İki çocuk tahta saplı bir çakıyla kollarını çizdiler. Çıkan büyük, kırmızı damlayı kolları üzerinde bu çizgiye sürdüler. Kanlarını karıştırdılar. Sonra birbirlerinin kollarını emdiler. Ant içerek kan kardeşi olmak... Bu beni düşündürmeye başladı. Benim de kan kardeşim olsa, hocaya kulağımı çektirmeyecek, üstelik falakaya yatacağım zaman beni kurtaracaktı. Koca okulun içinde kendimi yapayalnız, arkadaşsız, koruyucusuz sanıyordum, anneme düşüncemi, her çocuk gibi birisiyle ant içmek istediğimi söyledim. Andı tanımladım. Razı olmadı: - Öyle saçmalıklar istemem. Sakın yapma ha... diye uyardı beni. Ama ben dinlemedim. Aklıma ant içmeyi koymuştum. Fakat kiminle? Bir rastlantı, beklenmeyen bir kaza bana kan kardeşimi kazandırdı. Cuma günleri bizim evin bahçesine ,bütün komşu çocukları toplanırlardı. Akşama kadar birlikte oynardık. Arkamızdaki evlerin sahibi Hacı Budak'ların benim kadar bir çocukları vardı ki, en çok adı hoşuma giderdi: Mıstık... Bu sözcüğü söylerken tad duyar, boyuna tekrarlardım. Öylesine uyumluydu ki... Kızlar bu güzel ada uydurulmuş kafiyeleri, Mıstık'ı bahçede, sokakta görünce bir ağızdan söylerlerdi; hâlâ hatırımda.
Mustafa Mıstık,
Arabaya kıstık,
Üç mum yaktık,
Seyrine Baktık!
diye bağrışırlar, ellerini yumruk yaparak ona karşı dururlardı. Mıstık hiç kızmazdı. Gülerdi. Biz de, bazen bu dörtlüğü bağırarak tekrarlar, eğlenirdik. Bu mini mini şiir, benim hayalimi bile etkilemişti. Rüyamda, birçok arsız kızın Mıstık'ı büyük bir göçmen arabasına sıkıştırarak, çevresinde üç mum yakarak seyrine baktıklarını görürdüm. Niçin Mıstık öyle uslu dururdu. Niçin birden fırlayıp bu kızlara birkaç tokat atmaz, sıkıştığı katran kokulu arabadan kurtulmazdı? Hepimizden güçlüydü. Adı gibi her yanı yuvarlaktı; başı, kolları, bacakları, bedeni... Hatta elleri... Bütün çocukları güreşte yenerdi... Yazın her cuma sabahı büyük bir deste söğüt dalı getirirdi. Bu dallardan kendimize atlar yapar, cirit oynar, yarışa çıkardık. Yarışta da tümümüzü geçerdi. Onu hiçbirimiz tutamazdık. İşte yine böyle bir cuma günü, Mıstık söğüt dallarıyla geldi. Ben uzununu kendime ayırdım. Öbürlerini çocuklara dağıttım. Bir çakıyla bu dalların ucunu keser, kabuklarından iki kulak, bir burun çıkartır, tıpkı bir at başına benzetirdik. Bunu en güzel ben yapardım.
Kendi atımı yapıyordum. Mıstık'la diğer çocuklar sıralarını bekliyorlardı. Nasıl oldu, farkına varmadım, söğüdün kabuğu birden yarıldı. Arasından kayan çakı sol elimin işaret parmağını kesti. Sulu, kırmızı bir kan akmaya başladı. O anda aklıma bir şey geldi: Ant içmek... Parmağımın acısını unuttum, Mıstık'a,
- Haydi, dedim, bak elim kesildi. Kan kardeşi olalım. Sen de kes...
Siyah gözlerini yere dikerek, büyük, yuvarlak başını salladı:
- Olur mu ya... Ant için kol kesmek gerek...
- Canım ne zararı var? diye üsteledim, kan değil mi? Hepsi bir. Ha koldan, ha parmaktan... Haydi, haydi!... '
Razı oldu. Elimden aldığı çakıyla kolunu, üstelik biraz derince kesti. Kanı o kadar koyuydu ki, akmıyor, bir damla halinde kabarıyor, büyüyordu: Parmağımın kanıyla karıştırdık. Önce ben emdim. Tuzlu, sıcak bir şeydi. Sonra o da benim parmağımı emdi.
Bilmiyorum, aradan ne kadar zaman geçti? Belki altı ay... Belki bir yıl... Mıstık'la kan kardeşi olduğumuzu unutmuştum nedense. Yine birlikte oynuyor, okuldan eve birlikte dönüyorduk. Bir gün hava çok sıcaktı. Büyük Hoca, bize yarım günlük tatil verdi. Tıpkı perşembe günü gibi... Mıstık'la sokağın tozları içinde yavaş yavaş yürüyorduk. Ben fesimin altına mendilimi koymuştum... Terimi silemediğim için yüzüm sırılsıklamdı. Büyük, geniş bir yoldan geçiyorduk. Kenarda yığılmış bir duvarın temelleri vardı. Birdenbire karşıdan iri, kara bir köpek çıktı. Koşarak geliyordu. Arkasından birkaç adam kalın sopalarla kovalıyorlardı. Bize, "Kaçınız, kaçınız, ısıracak!.." diye bağırdılar. Korktuk, şaşırdık. Öyle kaldık. Önce ben biraz kendimi toplayarak, "Aman, kaçalım..." dedim. Gözleri ateş gibi parlayan köpek bize yetişmişti. O zaman Mıstık, "Sen arkama saklan!..." diye haykırdı, önüme geçti. Köpek ona saldırdı. İlkin hızla birbirlerine çarptılar. Sonra tıpkı güreşir gibi boğaz boğaza geldiler. Köpek de ayağa kalkmıştı.
Biraz böyle savaştıktan sonra ikisi de yere yuvarlandılar. Mıstık'ın küçük fesi, mavi yemenisi düştü. Bu savaş, bana pek uzun geldi. Titriyordum. Sopalı amcalar yetiştiler. Köpeğe odunlarının bütün gücüyle birkaç tane indirdiler. Mıstık kurtuldu. Zavallının kollarından, burnundan kan akıyordu. Köpek, kuyruğunu bacaklarının arasına sıkıştırmış, ağzı yerde, dörtnala kaçtı. Mıstık, "Bir şey yok... Acımıyor... Biraz çizildi..." diyordu. Evine götürdüler. Ben de hemen evimize koştum. Anneme başımıza geleni anlattım. Abil Ana, beni yere yatırdı. Uzun uzadıya kasıklarıma, korku damarlarıma bastı. Öyle bir duâ okuyarak yüzüme üfledi ki, sarmısak kokusundan aksırdım.
Ertesi günü Mıstık okula gelmemişti. Daha ertesi günü yine gelmedi... Anneme, Hacı Budak'lara gidip Mıstık'ı görmemizi söyledim.
- Hastaymış yavrum, dedi, inşallah iyi olunca yine oynarsınız, şimdi rahatsız etmek ayıptır.
Ondan sonra ben her zaman Mıstık'ı iyileşmiş bulacağım umuduyla okula gittim.
Ne yazık ki, o hiç gelmedi... Köpek kuduzmuş. Baktırmak için Mıstık'ı Bandırma'ya götürdüler. Oradan İstanbul'a göndereceklerdi. Sonunda bir gün işittik ki, Mıstık ölmüş...
Erken kalktığım açık, bulutsuz sabahlar, herkes gibi bana da çocukluğumu hatırlatır. Belleğimde sonsuz ve mor bir tanyeri ülkesi gibi kalan doğduğum yeri gözümün önüne getirmek isterim. Ve hep, farkında olmayarak sol elimin işaret parmağına bakarım. Birinci boğumun üstünde hâlâ beyaz çizgi şeklinde duran bir küçük yara izi, bence çok kutsaldır. Andı için ölen, hayatını mahveden kahraman kan kardeşimin, sıcak dudaklarını tekrar parmağımın ucunda duyar, beni kurtarmak için kendisinden büyük, kudurmuş, iri ve kara çoban köpeğiyle pençeleşen o aslan ve kahraman hayalini görürüm.
Ve ulusumuzdan, sezgilerle bezeli Türklükten uzaklaştıkça, daha kokuşmuş derinliklerine yuvarlandığımız karanlık uçurumun, bu ahlak ve bozuculuk, vefasızlık ve bencillik, bayağılık ve miskinlik cehenneminin dibinde, üzgün ve şartlanmış kıvranırken, saf ve nurdan, geçmiş, kaybolmuş bir cennetin gerçekten uzak bir serabı halinde karşımda açılır... Beni mutlu eder. Saatlerce Mıstık'ın anısıyla, bu aziz ve soylu üzüntünün eskiyip, unutuldukça daha çok değeri artan tatlı hüzünlü acısından tat duyarım...

 

ÖMER SEYFETTİN

 

İLGİNİZİ ÇEKEBİLİR

BAŞINI VERMEYEN ŞEHİT-Ö.SEYFETTİN

BOMBA-Ö.SEYFETTİN

BÜYÜCÜ-Ö.SEYFETTİN

DİYET-Ö.SEYFETTİN

ELEĞİM SAĞMA-Ö.SEYFETTİN

ELMA-Ö.SEYFETTİN

FALAKA-Ö.SEYFETTİN

FERMAN-Ö.SEYFETTİN

 

ALINIZ MENEKŞELERİMİ VERİNİZ GÜLÜMÜ - AHMET HİKMET MÜFTÜOĞLU

$
0
0

ALINIZ MENEKŞELERİMİ VERİNİZ GÜLÜMÜ

SAMİME HANIM kanepeye oturmuş, sarı siperli lambanın ışığında gazete okuyordu. Masanın üstünde ufak saatin gizli tıkırtısı, köşede yanan sobanın derin çıtırtısı bu oda­ya ölgün bir ruh veriyordu. Usulca kapı açıldı.

İçeriye kuyruğunu kaldırarak, kapının pervazına, minderin ucu­na sürünerek bir kedi girdi. Sobanın yanındaki şiltenin üstüne çıktı, kıvrıldı... 

Arkasından, mavili fanila entarisi, siyah kuşağı, lepiska, gür saçlarını yarı örten mavi yemenisiyle, pembe, değirmi çehresiyle bir kadın çekinerek ve başını sağ omzuna doğru bükerek duvarın kenarında dayandı. Durdu.

— Otur Ayşecik.

Ayşe küçük minderi çekti. Diz üstü oturdu. Bu ka­dın, Beyefendi Trablusgarp'a gideli, her akşam işini bitir­dikten sonra, gelir, minderin ucuna oturur, hanıma bir iki saat arkadaşlık ederdi.

Ayşe'nin garip bir talihi vardı. Pederi beş yıldır Trablusgarp’ta idi. Bu senenin baharında kur'ası çıkıveren ni­şanlısı Tosun da Trablus'a sevk edilmişti. Ailesi bir İstan­bul'dan, bir de Bingazi'den mektup almışlardı. İkinci mektupta Yemen'e gideceğinden bahsediyordu. Fakat altı aydır ne pederinden kâğıt almıştı, ne Tosun'dan ha­ber vardı. Bir taraftan baba eksiği, diğer cihetten nişanlı­sının ayrılığı ve bu iki hicrana eklenen yoksulluk Ayşe'yi İstanbul'a gelmeye mecbur etmişti. Hemşehrileri onu Ci­hangir'de Erkânı harbiye binbaşılarından Tuğrul Bey‘in yanına koydular. Beyefendi ona nişanlısıyla, babasından haber getireceğini vâdetmişti Fakat işte buna muvaffak olamadan Tuğrul Bey de yine oraya, Ayşe'yi diyarından, babasından, yârinden ayıran Trablus’a gidiyordu. Bura­lardan düşmanı kovduktan sonra ona babasını, nişanlısı­nı da beraber getirecekti.

Bey harbe gider gitmez, hanımla hizmetçi iki dert ortağı oldular. Afrika sahili, iki ruhun da daima teveccüh ettikleri bir Kâbe kesildi. Gözyaşlarıyla yıkanan dualar, hıçkırıklarla kanatlanan teessürler hep o çöllerin kena­rında yükselen hurma ağaçlarının gölgelerinde kaybolu­yordu.

Tuğrul gittiği günden beri Ayşe’nin adı "Ayşecik", Samime'nin namı da "Hanımcığım" olmuştu.

Hanım hizmetçisine gâh gazete ve gâh eline geçen romanları okur, anlatırdı. Uzayıp giden yalnız gecelerde "Muhsin Beyler", "Solgun Demet"ler, "Sergüzeşt"ler, "Za­vallı Necdet"ler okunur ve ağlanırdı. Ayşe'nin ruhu, duy­gusu ve mütalaalarla gittikçe parlıyor, inceliyordu. Kızı­lırmak kenarında yetişmiş bu pembe kır çiçeğine, payi­tahtın bütün uçuk renkleri, baygın rayihaları bir incelik veriyordu. Gazetelerden sonra elde hikâye olmazsa söz Trablus'taki sevgili vücutların hatıralarına geçerdi. Ha­nım kocasından bahsettikçe "gülüm" demeği adet ettiğinden Ayşe'nin nişanlısına da "senin gülün" derdi. Bu iki kimsesiz kadın yaprakları dökülmüş iki kuru dal gibi rüz­gârın sitemiyle karanlık gecelerde yekdiğerine temayül eyledikçe yalnızlıklarını daha anlıyorlar, acılarını duyu­yorlardı. Bu hasb-ı haller esnasında Samime'nin uzun si­yah kirpiklerinde Tuğrul'un aşkı ağlar, Ayşeciğin gözleri­nin mavi ışıklarında Tosun'un ruhu yanardı.

—Hanımcığım muharebeden yeni haber var mı?

       Samime elinde tuttuğu İkdam gazetesini okumaya başladı:

       "On üç zırhlıya karşı bir asker"

       "Salı sabahı düşman zırhlılarından on üçü Trab­lus'un şark tarafında kâin Hamidiye İstihkâmı’nı dövmeye başlamışlardır. İstihkâmda on bir neferle bir çavuş vardı. Neferlerin dokuzu bir müddet sonra şehit, ikisi mecruh olmuş ve sağ kalan Mehmet Çavuş isminde bir kahraman henüz parçalanmayan bir kaç topla, dünyanın hiçbir muharebesinde işitilmemiş, hiçbir memleketin ta­rihinde görülmemiş bir inat ve metanetle tek başına dört saat düşmana mukabele etmiş ve nihayet o tunç toplarla beraber o pulat vücut da başına yağan yüzlerce gülleler altında parça parça olmuştur. Böyle emsalsiz erlere ma­lik olan millet dünyanın en büyük milletidir."

— Hanımcığım yetişir! yetişir! O Mehmet Çavuş be­nim babacığımdır!...

— İnşallah değildir.

— Hamidiye İstihkâmı’nda olduğunu biliyorum.

         Ayşecik bayılmıştı. Samime Hanım odasına koştu elinde Lokman ruhu, kolonya suyu şişeleri olduğu halde Ayşe'nin şakaklarını, bileklerini ovuşturmaya başladı.

— Babacığım ölümü kendi istedi. Terk-i tezkere etti. Niçin bilmem? Fakat ölümü istedi. Ben bunu anlıyorum, ninem de korkuyordu. Her mektubunda yalvarıyordu. Zavallı babacığım. Başı ucuna bir taş bile dikilmeyecek. Yattığı yeri ot örtecek, yağmur silecek, rüzgâr süpürecek.

— Ah bu vatanda her şehirde bir taş dikilseydi, mem­leketimiz baştan başa bir kabristan kesilirdi ve bu türbe­lerin kandilleri için göğün yıldızları kâfi gelmezlerdi.

Şimdi kocası Tuğrul Bey'in de maruz olduğu tehlike­leri düşünen, belki yarın, belki öbür gün bir felaket habe­ri alacağından ürken Samime, vücudunu siyah tül gibi kaplayan bir kara hulya altında bunalıyor, sararıyordu.

_ Ne mutlu ona! Şehit oldu. Sen de yetim oldun. Duadan gayrı elimizden ne gelir. Dua edelim Allah İs­lam'ı muzaffer etsin! Artık Samime söyleyecek söz, verecek teselli bula­mıyordu.

İkisi de ağlaya ağlaya abdest aldılar. Başörtülerini örttüler, seccadelerini yaydılar. Sessizce namaza durdu­lar. Birer melek gibi Allah'a o derece kayboldular ki, o derece benliklerinden, varlıklarından geçtiler ki, o dere­ce bittiler ki secdeye kapanan başları yerden kalkmak is­temiyor; dimağlarına hücum eden tufan-ı niyaz biçareleri o vaziyette eritiyordu. Namazdan sonra titreyerek kıble­ye açılan eller, dakikalarca hareketsiz kaldı. Tutuşan yü­reklerinden kopan ateş damlalarıyla ağladılar. Bu kıvıl­cımların Allah dergâhında birer iz bırakacağına iman ederek, yine o sükûnetle seccadelerini topladılar.

_ Ah Ayşecik! Benim de babamın Moskof muhare­besinde şehit olduğunu kıymetli nineciğim söylerdi. Ne yapalım? Erkekler vatanın kuzuları değil mi? Bir gün alınlarında yazılmışsa, elbette kurban olacaklar.

Bu sırada masanın üstündeki çiçekliğin içinde duran bir beyaz gülü Samime gördü. Şimdi düşünüyordu: Bu vatanın her avuç toprağı bir şehit kanıyla yoğrulmuş iken nasıl oluyor da bahçelerinde yine beyaz güller, ak zambaklar, sarı papatyalar yetişiyor? Her köşesi inleyen bir ninenin, kahrolan bir sevgilinin acı yaşları ile sulandığı halde, nasıl oluyor da çiçeklerinin göbeklerinde yine her arı bir içim tatlı, her kelebek bir parlak renk buluyor?

Çocukluğumdan beri duyduğum, gördüğüm, okudu­ğum: Boğuşmak, savaşmak, vuruşmak!... Her taraf nefret ve kan!... Her taraf kin ve ateş.!... Niçin? Niçin memleke­te bir siyah bulut çöküp, tabiat bütün felaketlerinin bir­den matemini tutmuyor? Bu hüznün sükûtu içinde olsun ruhunu dinlendirmiyor ve acılarını doya doya tatmıyor?

- Haydi, Ayşeciğim yat! Allah babanı aldı. Belki gülünü sana bağışlar bir gün, onu gazi olmuş, karşında görür­sün.

Ayşe usulca kalktı, odasına çekildi. Yatağın kenarına oturdu. Babasının ruhuna tekrar bir Fatihacık hediye et­ti. Yorganını çekti. Acıyan, yanan göz kapaklarına, biça­relerin biricik teselliyetkârı olan uyku bile yaklaşmıyor­du. Sabaha karşı dalmıştı. Rüyasında, mavi göğün kena­rında, beyaz bir melek indi. Bu melek "ben aşk'ım" dedi. Ayşe'yi kanatları altına aldı. Dağları aştı, denizleri geçti. Trablusgarp'a götürdü. Çölün ortasına bıraktı, uçtu gitti. Ayşe şimdi, şeffaf bir geceye bürünmüş azametli bir sü­kût içinde yalnız kalmıştı. Gökte binlerce yıldız parılda­yan gözlerini kırpıyordu. Ayşe sahranın ortasındaki hur­ma ağaçlarının arasına girdi. Kuyunun başında testisini dolduran bir Arap çocuğuna yalvardı. İki dakika geçme­mişti ki babası ile Tosun koşarak geldiler. Babası "işte ni­şanlın" dedi ve kızını alnından öptü.

       — Ben buradan düşmanı kovmadan köye dönemem. Sen nişanlını götür. Onun hizmetini de ben görürüm, diyerek ağaçların arasından karanlığa karıştı. Gitti. Şimdi iki yavuklu karşı karşıya durmuşlar ve utanmala­rından konuşamıyorlardı. Ayşe kendisini unutarak bir­denbire başını Tosun'un sağ omzunun üstüne bırakıver­di. Ağlamaya başladı. Artık delikanlı da ona sarılmıştı. Böyle iki dakika kaldılar. Ayşe usulca: "Ya ben de senin yanında kalayım, ya memlekete gidelim. Beni yalnız bırakma" dedi.

Tosun güldü. Sevgilisini kolundan tuttu. Yakındaki kuyunun kenarında bir ağaç kütüğünün üstüne oturdu­lar. Ayşe yalvarıyordu ve ağlıyordu. Gözlerinden dökülen yaşlar yanaklarının üstünden önüne yuvarlanıyordu.

       —Hay küçücük Ayşe! Hemşehrilerimin bağrını düş­man kurşunu delerken nasıl ben seni sineme çekerim?

Zavallı kız, yeniyle yaşlarını silmek istediği zaman eteğinin, bir sedef gibi, incilerle dolduğunu görür görmez sevincinden bir çığlık kopardı.

— Tosun, Tosun; incilere bak: Ben bunları yarın Padi­şaha götürür, senin bedelini veririm.

— Sen kıymetli taş mı arıyorsun? İşte istediğin kadar!

Bu sırada genç nefer,  düğmelerini sökercesine hızla çekti, göğsünü açtı. Sinesinden damla damla laleler, yakutlar kumlar üstüne döküldü.

— Ayşecik! Benim bedelim bir avuç inci mi, yakut mudur? Benim bedelim bu çöllerin bütün kumlarıdır. Trablus'tur. Ben bitmeyince Trablus, gitmez. Sen Padişa­ha hediye götürmek istersen, senin gibi günahsız şeyler götür. Halifeler melek gibi masumdurlar, naziktirler. in­şallah birkaç gün sonra buralardan düşmanı kovalım. İşte o zaman Padişah babamıza bir demetçik çiçek götür ve mukabilinde beni ondan iste. Padişahlar çiçekleri sever­lermiş.

       — Ben Padişahımızı nereden göreyim? Nasıl vereyim Tosun?

— Gönlüm diyor ki ben şehit olmamışsam mutlaka vereceksin. Şehit olmamışsam mutlaka vereceksin.

          Bu esnada şafak sökmeye ve gök ağarmaya başla­mıştı. Hurma ağaçlarının arkasından muharebe meydanı bütün korkunçluğuyla gözüküyordu. Bir ağacın dibinde parçalanan göğsünden dökülen kandan, bornusu al bay­rağa dönmüş bir Arap mücahidi, beride bağırsakları kum­lar üstünde sürünen birçok şehitler; onların yanında bir kafa, bir bacak; ortada boyunlarını, ayaklarını uzatmış iki üç hayvan lâşesi.

        Ayşe bu levhanın dehşetiyle titrerken Tosun'un elle­rini sıkı sıkıya tutuyordu. Bu anda birbiri arkasından de­rinden duyulan boru çığlıkları geniş sahrayı çınlattı. To­sun gülümsedi. Uzaktaki kulübelerden, çadırlardan, kumların arkasından binlerce mücahit birden fırlayıver­diler. Şimdi zavallı kızın başının üstünden, kulakları ke­miren bir çatırdı, gürültü ile nereden geldiğini anlayama­dığı bir gülle yağmurudur başladı. Tam bu sırada idi ki mücahitlerin ortasından başı yükselen iri cüsseli bir zabi­tin kalın sesi kükredi. Bir yanardağ tepesinden feveran eden alev şiddetiyle etrafa akseden yakıcı, eritici sözle­rinden Tosun ile Ayşe'nin bulunduğu yerden ancak şu cümleler işitilebiliyordu:

"Ey mücahitler! Allah yolundan dönen kimdir? Ey gaziler! Hak yolunda geri kalan kimdir? Kâbe sağımızda, Cennet önümüzde, Allah her tarafımızda! Şahadete âşık olmayan kimdir? İnnel vatan ve inna ileyhi raciun! İleri…

Gökten iner gibi parlayan bu sadanın tesiriyle her mücahit bir şimşek kesildi. Vatan gayretiyle kabaran gö­ğüslerden fırlayan "Allah Allah" gulgulesi bu zabitin se­mavî hitabına, ilahi cevap oldu.

Ayşe'nin gittikçe kenetleşen parmakları arasından Tosun ellerini sıyırdı, kurtardı. Arkasında asılı tüfeğini sırtına aldı. Tatlı tatlı gülümsedi ve sevgilisinin alnından öperek yalnız "dua et" dedi; seğirterek ağaçların arkasın­dan kayboldu. Ayşe, "ben de beraber, ben de seninle!" feryadıyla koşarken düştü, kumların üstüne yığılıverdi.

Kız, bu helecanla gözlerini açtığı zaman gördüğü rü­yanın tesiriyle bütün vücudu kırılmış, takatsiz bir halde idi. Şimdi, sokaktan geçen salepçinin derinden gelen ba­ğırtısını işitiyor. Bir saatten beri çektiği azabı düşünürken nişanlısının "Padişah babamıza bir demetçik çiçek götür" sözünü hatırladı. Bu hediye Trablus'tan birkaç güne ka­dar düşmanı kovduktan sonra verilecek değil miydi? Lakin babasının şahadetiyle Ayşe'nin korkusu çoğalmış, sabrı tükenmişti. Birkaç gün daha tahammül edemeyecekti. Saf bir inkıyat ve dini bir teslimiyetle bahçeye indi. Her zaman, sararmış yapraklarını ayıkladığı, topraklarını yumuşattığı menekşe tarhından o sabah açılan mor koku damlalarından yaptığı mini mini demeti ince ipek kâğıdına sardı. Hanımcığı ona akşam anlatmamış mıydı ki, "çi­çeklerin rayihası, renklerin lisanıdır." Belki Padişahın ru­haniyeti bu menekşelerin yalvaran sözlerine agâh olur.

Çarşafına titreyerek büründü. Kalın peçesini indirdi; "besmele" çekti. Kapıdan çıktı. Çiçekleri carının altında sıkı sıkıya tutarak yürüdü... Nereye gidiyordu? Padişaha bu çiçekleri nasıl verecekti? Düşünüyordu Dolmabahçe Sarayı'nın karşısındaki duvara dayanacak. Divan dura­cak, Pencerelere gözünü dikecek. Padişah elbette pence­reden bakacak. Onu görecek. Uzaktan boynunu büke­cek menekşelerini gösterecek. Padişah merak edip ken­disi huzura çağırtacak. O da hemen ayaklarına kapana­cak: "Padişahım alınız menekşelerimi, veriniz gülümü" diyecek...

Beynine hücum eden bu düşüncelerin kendi haline nispeten büyüklüğü ile dizleri titriyor, yüreği çarpıyor­du.. Bu işi beceremeyecekti. Padişahın karşısında düşe­cek ölecek, eriyiverecekti. Ya Hünkâr Tosun'una gazap ederse ve Tosun: "Ayşe hile etti; Ayşe yalan söyledi. Ben burada, yurdum için, Padişahım için ölmeğe ahdettim." derse; zavallı kız bunları düşünürken bittikçe bitiyordu.

Samime Hanım'ın her gece okuduğu romanının, saf dimağına tesiriyle icat eylediği hayallere aldanmıştı. Şimdi hakikatin çetinliği karşısında yapacağını şaşırdı. Düşündü düşündü. Nihayet damarlarındaki Türk kanı birden kaynadı, "Kim bilir Allah büyüktür!" dedi. Ve bu defa kalp kuvvetiyle yürümeye başladı. Lakin Saray civarının havasında duyduğu rayiha-i mehabet, yüksek duvar­larından uçan sükûn-u azamet Ayşeciğin yine cesaretini kırdı sinirlerini titretmişti, gözlerinden sıcak yaşlar dö­küyor, kalbi göğsünü parçalayacak mertebe çarpıyor­du. Duvarlara sürüne sürüne gölge gibi ilerledi. Nemli gözlerinin teveccüh edeceği bir mihrap, çırpınan ruhu­nun uçup konacağı bir pencere, bir kafes arıyordu.

Tam bu dakika uzaktan doğru kulağına bir mızıka sesidir, geldi. Sabahleyin birkaç bölük asker talime gi­diyorlardı, tabur kızcağızın önünden geçerken en arkada kızıl fesli, geniş omuzlarıyla dik başı, sert yürüyüşüyle, kaşları, iri dudaklarıyla Tosun'a pek benzeyen bir neferin gözü gözüne tesadüf etti: Ayşe ileri doğru bir adım attı; yaralı serçe çığlığı kadar zayıf bir sesle, "To­sun!" dedi. Gözleri karardı. Sendeledi, çamurların üstüne düşüverdi.

Ayşe aldanmıştı, bir örnek elbise giyen her nefer yekdiğerini andırırdı. Zavallı kız bu sırada Tosun'un ha­yalini görmüştü. Hemen bir polisi ve oradan geçenlerden birkaç kişi Ayşe'yi ayılttılar. Kendisine gelince etrafına bakındı. Elinden düşen menekşelerin çamurların içinde ezildiğini gördü. İpek kâğıdından beyaz kefenleri içinde cansız yatan bu mor çiçeklerin mini mini naaşları üstünde bir mezar taşı hüznüyle dimdik dondu, kaldı. O dakika Tosun'un rüyadaki, "ben şehit olmamışsam çiçekleri mutlaka vereceksin" sözleri yıldırım gibi beynini yaktı, "demek ki bitti, o da bitti" dedi ve ağlayan gözlerini ma­tem rengindeki peçesinin bulutu altında sakladı.

 A.HİKMET MÜFTÜOĞLU

 

 

İLGİNİZİ ÇEKEBİLİR

HAVUÇLU PİLAV MESELESİ-T.BUĞRA

GÖZYAŞI-R.HALİT KARAY

İKİ BUÇUK-ORHAN KEMAL

HARİTADA BİR NOKTA-S.F.ABASIYANIK

DİYET-ÖMER SEYFETTİN

ALİ ÖĞRETMEN - EMRAH BİLGE MERDİVAN

$
0
0

ALİ ÖĞRETMEN

Ağır adımlarla ilerledi, birbirini iterek koşuşturan, güneşli günleri özlemiş çocukların arasından. İnce ve narin bir yağmur şıpır şıpır. “Rahmet!” dedi mırıldanarak ve eşit adımlarla karoları sayarcasına adımladı koridoru. Kimilerine hüzün kimilerine kasvet veren böyle havalar, Ali Öğretmen’e hep huzur verirdi. Hele bacaklarını kalorifere yaslayarak nazik damlalar arasında başını kaldırıp uzaklara bakması yok mu; bedenini terk edip uçar giderdi uzaklara, derinlere, deryalara… Çocukluğunun, çıplak ayak dolaştığı sahillerinde gezdiren yağmur damlalarının serinliğini zil sesi araladı. Tekrar sınıfına yöneldi. Haylazlarının, huysuzlarının yanına. Hattâ baş belâsı bile diyen olmuştu onlara fakat Ali Öğretmen hiç yakıştıramadı bu kaba sözü ne dudaklarına, ne de onlara.

 

 Bu okula geleli daha üç ay olmuştu fakat arkadaşlarının gözünde üç yıllık işi sığdırmıştı bu zamana. Herkesin illallah edip ayaklarının geri geri gittiği bu sınıf, nasıl olup da gül bahçesine dönüvermişti. Herkes önce Ali öğretmenin disiplininden, onları nasıl dize getirdiğinden, nasıl muma çevirdiğinden bahsetti. Fakat Ali Öğretmen sesi soluğu çıkmayan, hattâ pek çok önemli hâdiseye tepki göstermeyen bir garip âdemoğlu. Sakin ve ağırbaşlı… Olmaz dediler biraz daha tanıyınca. Bu işte başka bir iş vardı. “Bu canavarlara elini veren kolunu kaptırır.” diyordu tecrübeli demirbaşların ileri gelenlerinden Ayşe Hanım. Haklıydı da. Bu güne kadar hep böyle olmuştu. Gerçekten herkes bu sınıfı adam etmek için çok çaba sarf etmişti lakin kimse muvaffak olamamıştı. Üstelik bütün öğretmenler hem başarılı hem de fedakâr insanlardı. Fakat ne nasihat tesir ediyordu afacanlara, ne de iltifat. 

 

Cam, çerçeve indirmedikleri mi kalmıştı, okulun büyük öğrencilerini aralarına alıp dövmedikleri mi? Minikler bahçede top oynayamaz, büyükler yalnız dolaşamaz olmuşlardı okulda. Ayşe Hanım’ın bu kızgınlığı da kendi sınıfının kitaplığı için biriktirdiği paranın bunlardan birkaçı tarafından iç edilmesinden kalmaydı. Onca iyi niyet, onca merhamet… Sanki kalkanlarını geriyorlardı kalblerinin üzerine ta iyilik içlerine sızmasın diye. Bir de veli toplantıları vardı… Evlere şenlik, veli mi daha dertli yoksa öğretmen mi bilinmezdi. Herkes içini döküyordu birbirine, diğerini dinlemeden. Ve o karmaşa yumağından süzülen tek söz, çaresizce “Ne yapabiliriz?” oluyordu her seferinde. Her defasında stratejiler çiziliyor, programlar yapılıyordu ama nafile. Ayşe Hanım’ın deyişiyle sanki bağışıklıkları vardı hepsinin her türlü tedbire karşı. 

 

Sürekli mevzu bahis olduğu hâlde hiç özel bir şey söylemedi Ali Öğretmen. Herkesin bildiği şeyleri yapıyordu. Kendi de zembille inmiş bir adam sayılmazdı. Kulaktan kulağa dolaştı namı, okulun duvarlarını da aştı. Duydukça sıkıldı, sıkıldıkça içine kapandı Ali Öğretmen. Artık zarurî hâller dışında kimseyle konuşmaz olmuştu. Ama arkadaşları kadirşinastı. Allah’tan hiç çekemeyeni olmadı. Hep sena, hep takdir; hem yüzüne, hem gıyabında… Ama ağır gelirdi insanlara kendine biçilen rolleri oynamak. Ona da ağır geldi. Odaya girmez oldu. Kendini, zaten çok sevdiği yalnızlığıyla baş başa bıraktı. Fakat anlayamadı ki böylesinin daha dikkat çekici olduğunu. Kendini üstün görmenin alameti sayılacağını. Anlamadı ve öyle de oldu, öyle zannedildi. Ben kaçarsam merak dinecek mi zannetti bilinmez ama dinmedi, katlanarak arttı.

 

“Artık çocuklar uslu, çocuklar zeki, çocuklar yetenekli. Büyü gibi bir şey mi yaptın Ali Öğretmen. Nerede sihirli değneğin?” 

 

Ayşe Öğretmen başkanlığında gizli bir komisyon kuruldu kantinin kuytu köşelerinde. Her şeyi takip edilecek, her hareketi izlenecek, bu işin sırrı çözülecekti. Kötü niyetten değil, sırf meraktan. Merak ne kuvvetli bir müşevvikti öyle. “Merak adamı mezara, deveyi kazana sokar.” diye boşuna dememişti eskiler.

 

Gizli takip başladı. Hattâ epeyce de çizmeyi aştılar. Sınıfına gizli kamera, öğrencilerine ufak sorgular, aile hayatı, komşuları derken adamın bütün çamaşırlarını Çarşamba pazarı gibi serdiler meydana. Vay domatesin hormonsuzunu aldı, yok buna selâm verdi de öbürüne kafa salladı… Aşağı çektiler, yukarı vurdular ama elle tutulur bir sebep bulamadılar. Adam gibi adamdı işte. Bir farkı yoktu. Ali Öğretmen de anladı hâllerini. Merak onları yiyip bitirecekti; onlar da Ali Öğretmen’i. O da bilmiyordu onlara ne vermesi gerektiğini. Bu dağ gibi merakı doyurup tatmin edecek cevap yoktu ki elinde. “Vallahi bilsem söyleyeceğim!” diyordu içinden, ama yok… Ne dese sönük kalacaktı. Onların aradığı o sihirli adamı bulamadı içinde. Önceki okulunda da böyle olmuştu. Ayının sevmediği ot burnunun dibinde bitermiş ya, o ne kadar kendi hâlinde olmayı severse, sanki o kadar olayların göbeğine oturtuyorlardı. Hiç sevmezdi dikkat çekmeyi, hattâ kırmızı bile giymezdi göze batmasın diye ama sevmediği de başından hiç eksik olmazdı.

 

Bir gün Murat’ı çağırdı Ayşe öğretmen. Murat ki sabıka dosyası dolu… En son okulun toplarını mahallede satarken enselenmiş, yakalanınca hepsini bıçakla tek tek patlatıp kimseye yar etmemişti. Bir dönem okulun arka yanındaki çalılıkta üst sınıflara tek sigara pazarlar olmuştu. Hattâ pazarı o kadar genişletmiş ki Deniz Efendi çalılıkta yangın çıktı diye ortalığı velveleye vermişti. Deniz Efendi suyu basınca üzerlerine hepsi sucuk gibi çıktılar ormanlıktan, tek ıslanmayan murat olmuştu. Üzeri kuru olduğundan aleyhine delil bulunamayarak beraat etmişti. İşte bu Murat, şimdinin 18 Mart şiir yarışması ikincisi, Yeşilay kolu başkanı olan Murat. 

 

Ayşe Hanım Murat’a sordu: 

 

— Ne yapıyor Ali Öğretmen, ne söylüyor da sen bu kadar değiştin.

— Bilmem öyle ilginç şeyler söylemez. Herkesin dediği şeyler işte. Zaten bildiğimiz şeyler. 

— Tamam da evlâdım seni değiştirdiğinin farkındasın değil mi? Ben buna ne sebep oldu onu merak ediyorum.

 

— Anladım da niye Ali Öğretmen’e bağlıyorsunuz. Ben her şeyi kendi isteğimle yapıyorum. Kimse bana karışmıyor ki.

 

Ayşe Öğretmen bu kesin yalan söylüyor, diye düşündü. Yüzünün şekli değişti ve birden bire “Hepinizi tembihledi değil mi?” diye çıkışıverdi çocuğa. İş büyümeden hemen diğer öğretmenler Murat’ın gönlünü alıp başını okşayarak dışarı saldılar. Ayşe Hanım, aşırı tepki vermişti ama artık kendini kontrol edemiyordu. Bu olaydan sonra bazıları işin peşini bıraktı fakat Ayşe Öğretmen komutasındaki bir grupta bu durum bir saplantı hâlini almaya başlamıştı. Günler günleri, haftalar haftaları kovaladı bu sıkı takibe rağmen günden güne iyiye giden bu sınıfta neler olduğu bir türlü keşif edilemiyordu.

 

Ağaçların yeniden tomurcuk açtığı, kelebeklerin görücüye çıktığı vakitlerde yine âdetleri olduğu üzere müfettişler okulu ziyaret ediyorlardı. Bütün öğretmenlerde tatlı bir telâş her seneki gibi… Dışarıya hissettirilmemesi gereken garip bir heyecan… Ama endişe değil hele korku hiç değil sadece başkası tarafından gözlenecek ve izlenecek olmanın heyecanı. Her atılan adım her söylenilen söz bir anlam taşıyacaktı müfettişlerin gözünde. Dilsiz değildi ya bu adamlar, elbette konuşacaklardı ve elbetteki teftişe geldikleri öğretmenleri konuşacaklar, davranışlardan bir sonuç çıkaracaklardı. Ya Ali Öğretmen? Gariban zaten dört aydır teftişteydi, bu hâl onu teftişin heyecanını yaşamaktan bile mahrum bırakmıştı.

 

Plânı, programı, bütün evrakları tamamdı Ali Öğretmen’in. Çocuklar da iyi sayılırdı. Hiç olmazsa yüzünü kara çıkarmayacak kadar, daha ne olsun bundan iyisi can sağlığı. Müfettiş Osman Bey dördüncü saat Ali Öğretmen’in dersini teftiş edecekti. Bütün öğretmenler dikkat kesilmiş yılın en büyük olayını gizli kameranın merkezinin bulunduğu Ayşe Öğretmen’in sınıfında pür dikkat olacakları izliyorlardı. Ders trafikti, işleniş, anlatım, öğrenciler, plânlar her şey mükemmel giderken Osman Bey, Ali Öğretmen’e “Emniyet kemerini de bu konuya bağlantılı olarak anlattınız değil mi?”diye sordu.

 

Ali Öğretmen:

 

 

—  Hayır anlatamadım.

 

— Olsun, bir dahaki derste değinirsiniz o zaman.

 

— Hayır değinemem.

 

— Ne demek yani?

 

Diyaloglar ilginçleşmeye başlamıştı. Millî maç heyecanıyla izlenen teftiş görüntüleri beklenmedik bir olaya şahitlik yapıyordu. Kısa boylu ve biraz da tombul olan Ayşe Hanım yerinden doğrulup heyecandan âdeta monitöre yapışmıştı. Kimi öndekini kazağından çekeliyor, kimi kafasını aralardan sokup bakmaya çalışıyor… Göremeyenler homur, homur.. Öyle bir manzara ki tarifinden kalem aciz… Heyecan son haddinde…

 

— Kusura bakmayın ama hocam daha vakti gelmedi.

 

Genelde sakin tavırlarıyla bilinen Osman Bey celâllenmişti.

 

— Ne demek vakti gelmedi? Programa göre iki ay önce işlenmiş olması gerekiyor. Ne bekliyorsunuz, karne verirken mi anlatacaksınız!

 

Ali hoca biraz utanarak biraz sıkılarak anlatmaya başladı:

 

— Yalan nedir bilir misiniz?

 

— Bilirim de ne alâka?

 

— Ben hiçbir zaman kendim bizzat yapmadığım ve yaşamadığım bir şeyi insanlara yapın diyemedim. Demek istediğimde hep kendimi yalan söylüyormuş gibi hissettim. Nefesim daraldı, yüzüm kızardı, sesim çatallaştı. Sizin sorduğunuz meseleye gelince… Aslında uzun zamandır çocuklara takın diyebilmek için kendi aracımda özellikle takıyordum. Fakat birden öğretmen servisinde takmadığımı fark ettim. Bu da benim elimi dilimi bağladı. Şimdi bir aydır orada da takıyorum kırk gün dolsun söz onlara da anlatacağım.

 

Ayşe Hanım monitörü kapattı. Yaptığından dört ay sonra utanmıştı. Hepsi birbirine bakakaldılar. Ağızlarını bıçak açmıyordu. Bir şey söylemeden dağıldılar. Gün sonunda ufak bir toplantıyla teftişin sona ereceği duyuruldu. Herkes öğretmenler odasında yerini aldı. Konuşmayı Osman Bey yapacaktı, fakat O Ali Bey’e gülümseyerek “Biz de buraya kemer takmadan gelmişiz, öyleyse daha konuşmamızın vakti gelmemiş.” dedi ve sözü Ali Öğretmene bıraktı. Ali Öğretmen şaşırdı, yutkundu, kaçmaya bile yeltendi ama nafile, top kendisinde kalmıştı. Mecburen başladı konuşmaya. Utancından kimsenin yüzüne bakmadan tavanın flüoresanlarına gözlerini dikti ve konuşmaya başladı: 

 

— Benim bu meslekte öğrendiğim iki cümle var: Birincisi “Ben öğretmenliği çiçek yetiştirmek gibi görüyorum. Eğer büyümesini istiyorsanız sadece toprağıyla uğraşın dalını yaprağını çekelemek onu büyütmez, yalnızca hırpalar.” İkincisi: “Eğer aynadaki görüntüyü beğenmiyorsanız, üstünüze çekidüzen verirsiniz. Aynayı eğip bükmek çare olmaz, sonra kırılır elinizi de parçalar.” 

 

Ve devam etti: 

 

— O çocukların yeşerdiği toprak benim, o aynadaki gölgenin aslı da benim. Kaç aydır merak ettiniz, bu adam ne yapıyor, bu çocukları nasıl yetiştiriyor diye. Ben hiçbir zaman insanları düzelteyim veya yetiştireyim diye uğraşmadım. Hep kendimle uğraştım, kendimi düzeltmeye gayret ettim. O yüzden de bir sırrım veya size söyleyeceğim özel bir yöntemim yok. Sizden tek istediğim bundan böyle beni bana bırakın. Artık size göre değil, kendime göre yaşamak istiyorum!

 

Ali Öğretmen başını tavandan indirdiğinde gözleri yaşla dolmuş bir oda dolusu öğretmenin gıpta dolu alkışlarıyla karşılaştı. Dayanamadı, arkasını dönerek hemen oradan uzaklaştı. Koşarken koridorda ağlamaklı ince bir haykırış bıraktı: “Beni bana bırakın demedim mi?”

Emrah Bilge Merdivan , YAĞMUR DERGİSİ

AÇIK ARTTIRMA - SİBEL ERASLAN

$
0
0

Bu Konuyu Facebook Profilinde Paylaş

AÇIK ARTTIRMA

Onu zorlamakla iyi etmişim.

"Mazur görün Beyefendi, gelemeyeceğim," demişti oysa.

Evden çıkmak istemeyişini her seferinde "başaramıyorum" diye anlatsa da telefonlarında, takdir edersiniz ki başarısızlık bir kadın için oldukça genel bir mazerettir. Altında binlerce başka cümle yüzer bu derin denizin. Diplerdeki o hikâyelerse ancak sabırlı olanlara açarlar kendilerini.

"İstirham ederim efendim, sizi muhakkak bekliyoruz," demi­şim iyi ki telefonda.

Yüz on yıllık eski ve kıymetli bir kitap mıydı peşinde oldu­ğum, yoksa başka bir şeyler mi, neticede hüzünlü bir kadındı, ona yaklaşmamı kolaylaştırıyordu tüm koşullar, kadından çok işti benim için gerçi, işimse bu kadım razı etmeme bağlıydı. Zorlamakla iyi etmişim.

"Başaramadım, mazur görün, aslında gelmek için yola çıkmış­tım, otomobili kaldırıma çarpınca, elim ayağım birbirine dolandı, öylece bırakıp eve geri döndüm, gelemeyeceğim, affedin..."

Ne fark ederdi ki, sonuçta başarı dendiğinde biraz ezik ve ye­nik değil miydik hepimiz de...

"Adres bulmakta zorlanıyorum Haziran aylarında..." demişti.

Ne demekti şimdi bu?

Derin deniz...

İlk bakışta kolay gibi görülse de kaygısızca yanaşabileceğim bir limanı yoktu aslında Belkıs Haram'ın. Öyle sisli puslu ser verip de sır vermeyen, hatta bazen aslında böyle bir kadın var mıydı diye kuşkuya bile kapılacağınız kadar abra kadabra, hari­taların söz etme gereksinimi duymayacağı kadar silik sıradan bir adaya benzerdi veya serçe parmağı kadar hani bana hani bana diye ağlayan. Yok, ağlamayan öylece susan, sırtında ince bir hır­ka yaz kış çıkmayan.

Hâlbuki ilk bakışa aldanmamayı daha çocukluğumda öğren­miştim, Sahaflar Çarşısının en genç çırağı olarak Hacı Muzaffer Amca'nın yanında ortaokul günlerinin bitmek bilmez o uzun yaz tatillerinde... "Muzaffer Efendi" derlerdi ona hatırlı ahbapları; Akaretlerden, Fındıkzade'den, yılda sadece bir iki kez uğrayan eski hanımlar... Sık sık "berhüdar olasınız" dedikleri de kalmış aklımda, benimse ahbap ne kelime, böyle asil bir müşteri portfö­yüm hiçbir zaman olamadı. Berhüdar olmak kim ben kim... Bir keresinde Muzaffer Amca'yı epey bekledikten sonra tam dükkânı kapatmaya kalkarken, son Saraylılardan Neveser Hanım'ın avucuma sıkıştırdığı eski düğmenin bir prensese ait olduğunu bilmeden koşa koşa gidip bir paket ayçiçeğiyle takas etmiştim onu. Ertesi gün pişmanlıkla öğrenecektim oysa ilk bakışa aldan­mamak gerektiğini... Ama talih işte, o günden sonra, hayatımda ikinci bir prenses düğmesi daha çıkmamıştı karşıma...

Ya şu Belkıs Hanım. Garip bir tesiri var üzerimde, sanki kışın uğranıp da melankolisine kapılıp meyhanelerinde derhal harab olmaya başlayacağınız sakin sessiz adalara benziyor gözleri, gel içime gir ve öl eriyerek der gibi... Sakın göz değil de prenses düğ­mesi olmasın kaşlarının altında duranlar?

Yedi kat şiltenin altındaki nohut tanesinden incinmiş masal prensesleri gibiydi: "Bunca gerginliği kaldırabilir mi bünyem bilmiyorum," derken... Telefondaki sesimden destek beklediği açıktı. Ama işte her şeye rağmen ısrarlarıma dayanamayarak çı­kıp gelmişti...

Taksi tutmuş. Diğerleri de sevindi gelebildiğine, halkla ilişki­lerden sorumlu genç kız, bana göz kırparak teşekkür ediyor; "siz olmasaydınız, getirtemezdik Belkıs Haramı..." Müzayedenin reklam servisinden gönderilmiş iki fotoğrafçı gençse sabırsızca ayarlıyorlar ellerindeki kameraları, Belkıs Hanım, hafta sonu dü­zenlenecek büyük müzayedenin şeref konuğu yüz on yıllık bir kitabın son varisi olacak...

Masadaki diğer şamatacı kalabalığın içinde öyle eğreti ki du­ruşu. "Çok zor çıktım dışarı, güneş beni yoruyor, sanki hafızamı kaybettiren bir ışık hücumuna uğruyorum Haziran'da," derken şemsiyenin en gölge ucunda oturduğu halde simsiyah gözlük­lerini çıkarmamakta ısrar ediyor. Matrix filmindeki oyuncuları andırıyor bu haliyle. Sair zamanda abartı diyebileceğim hemen her ayrıntı bu kadında garip bir şekilde normalleşip yerli yeri­ne oturuyor, mükemmel bir tetris oyuncusu gibi, yukarıdan ağır ağır düşen o şekilsiz ve garip her şeyi, kendine has bir şifonyer gibi derleyip toparlıyor...

Sanki diğerleri yokmuş gibi sadece bana doğru dönerek bu­ruk bir gülümsemeyle soruyor:

"Buluşmak için Haydarpaşa Garı'nın yanındaki bu gazinoyu bilerek mi seçtiniz kuzum..."

Ne demek istediğini çok iyi anlamasam da, "arkadaşlarla bu­luşmak için ideal bir lokasyon, hem size Bahariye'ye de yakın olur diye düşünmüştük..." şeklinde geveliyorum.

"Gazetelerde büyük bir otel yapılacağına dair bir şeyler oku­muştum bu ihtiyar istasyonun yerine, artık tren kalkmayacak­mış gibi şeyler..."

"Söylentiler çok gerçi... Ama daha kullanışlı bir hale getirile­ceğini düşünüyorum..."

"Feridun Bey, Kafkasya Cephesine çıkmadan evvel nişanlısı Haminnem Zeynep Hanımla son kez burada görüşmüş..."

Anlamayarak baktığımı fark edince uçuk mavi şifon şalının uçlarını geri atarken konuşmaya devam ediyor, yine benimle, sanki diğerleri birer uşak ya da teşrifatçıymış gibi, hiç birisine de dikkatle nazar etmeden...

"Önümüzdeki hafta Müzayedeye çıkacak şu Leyla vü Mecnun var ya, işte o kitabı... Nişanlısı Feridun Bey'in Haminneme teslim ettiği yer, Haydarpaşa Garıymış... Risale derdi Haminnem gerçi kitap demezdi... O günden sonra, bir daha görüşememişler. 0 olmuş yani. Bir daha tren kalkmayacakmış diye yazıyor gazete­ler, Haydarpaşa Garı kapatılacak mıymış hakikaten? Kim bilir... Belki daha iyi olur böylesi. Kimse kimseden ayrılmaz böylece trenler kaldırılırsa yani..."

Güldü sonra bu sözlerine. Ciddileşti ardından, önündeki viş­ne suyu dolu bardağı gergin bir şekilde döndürmeye başladı. Yeniden Haydarpaşa Garı'nın çatılarına doğru çevirdi başını:

"Benim için fark etmez," dediğinde, metruk bir istasyonun son güvercinleri kanat çırpıyordu taraçalarında Belkıs Hanım'ın. Herkes trenlerine binip gitmiş, bir o kalmıştı peronlarda sanki tek başına. I

Gözünden sızan tek damla yaşı, kimseye fark ettirmeden si­lerken, geçen yıl boyunca gazetelerden düşmeyen o meş'um bo­şanma davasını hatırladığına emindim. Kocası onu terk etmişti yazılanlara bakılırsa, ama Belkıs Hanımı tanıdıkça onu kolay kolay kimsenin terk edemeyeceğine dair bir hisse kapılıyordum, ondan ancak nasibi kalkan ayrılabilirdi.

Sonra Haydarpaşa Garı'nın ikiz kulelerine doğru yeniden döndü, ana kapının burçlarındaki devasa saate merakla ba­kıp, kendi kol saatiyle kontrol etti zamam. "Tıkır tıkır çalışıyor Haydarpaşa Garı'nın ihtiyar dakikaları," dedi gülümseyerek.

Buz kıracağım saplar gibi hüzünlerine, başka bir konuya kolay­lıkla geçiş yaptı, hanımefendilik böyle bir şey olsa gerekti, baş­kalarıyla arasında garip bir mesafe yaratma kabiliyeti vardı bu kadının. Soyluluk mu? Kısmen, ama daha çok yenilgiyi onurla kabullenmek diyebilirim.

"Kuzenim vermiş David Bey'e bizim eski risaleyi. David Bey aile dostlarımızdandır sağ olsun. Kahkahalarla gülerek açtı te­lefonu; "Kuzum el yazma Kur'anı Kerim dediğiniz şey; Leyla vü Mecnun çıktı" diyordu... Hâlbuki biliyordum ben o kitabın Kuranı Kerim olmadığını. Zavallı Rıfat - kuzeni oluyordu bu zen­gin armatör- böyledir işte, benden habersiz müzayedeye çıkar­mak istemiş, sorsaydı söylerdim hâlbuki zavallı Rıfat, anlamaz böyle ince işlerden... Yazıyı sağdan okumayı bilmez, varsa yoksa İngilizce, Almanca onun için. Büyükannesinin dilini, alfabesiniyse hiç merak etmemiştir kırk yaşma geldiği halde. Haminnenizin yazdığı bir tek mektubu bile okuyamadıktan sonra isterseniz profesör olun, zır cahilsiniz demektir. Bir de kalkmış; "Fena mı olur Belkıscığım, başını sokacağın bir ev falan alırsın mirastan sana düşecek paydan" diyor... "Rahmetli annemin evinde raha­tım ben" dedim Rıfat'a... Meğerse yıllar sonra geri döndüğüm şu çocukluk evimden de çıkarmakmış beni niyetleri. Zavallı Rıfat, sıkışıkmış durumları son zamanlarda. Dayımın payım almak için satılığa çıkartmışlar bizim Bahariye'deki yazlığı. Sonra da bu kitabı bulmuşlar yukarki odada. Lisedeyken çalışma odamdı, üst katta, kütüphanemde dururdu Leyla vü Mecnun... Zavallı Rıfat sorsaydı bana şayet, söylerdim ona, gizlice kaçırıp müzayedeye kayıt ettirdiği kitabın el yazma Kuran değil de Leyla vü Mecnun olduğunu..."

Sustu sonra.

Çok konuştuğunu, kendi kendisine söylendiğini fark ederek, sırtındaki ince hırkasının yakalarım düzeltti ardından, dalgınlaş­tı sonra... "Trenleri ne olacak Haydarpaşa Garı'nın şimdi...” Gidip geliyordu Belkıs Haramın içindeki Belkıslar. Bazen se­kiz yaşma, bazen yaşasaydı yüz on yaşında olacak haminnesine, bazense şimdiki kırk yaş yalnızlığına, sarılıp çözülen bir yumak vardı sanki içinde...

Belkıs Hanım'dan ayrıldıktan sonra çalıştığım gazeteye dön­düğümde yazı işlerinin bulunduğu katta ciddi bir kalabalıkla karşılaştım. Kadın erkek yaklaşık yirmi otuz kişi, bir ağızdan bağrışarak ellerinde tuttukları kâğıtlarla bir yandan muhabir ve sekreterlere bir şeyler anlatıyor, bir yandan da yazı işleri müdü­rünün kapısını zorluyorlardı. Güvenlik görevlilerinden sayfa sekreterlerine hatta çaycısına kadar nerdeyse kattaki tüm arka­daşlar, onları sakinleştirmeye çalışıyorlardı.

Kargaşaya katılmamak için, dağıtım bölümünün arka kapı­sındaki koridordan geçtim Ali Haydar Bey'in odasına.

"Dışarıdaki kalabalığı gördün mü?" diye sordu alnındaki ter­leri silerken.

"Bugün Bağcılar'daki dört derneği birden basmışlar, yasa dışı Kur'an Kursudur diye... Yöneticiler ve öğretmenlerle birlikte yaz atölyelerine devam eden ilkokul çocuklarına kadar herkesi gözaltına almışlar. Şu bağırıp çağıranlar da ana babalan, dernek vakıf üyeleri falan. Kardeşim burası gazetedir, avukatlık büro­su değil diyoruz ama laf anlatamıyoruz. Adet çıktı. Başı belaya giren soluğu ya gazetelerde alıyor, ya televizyon kanallarında... Tamam dedim onlara, haber yaparız, sesinizi duyururuz, ama karakoldaki çocuklarınızı da alıp size geri teslim edecek gücü­müz yok herhalde... Elif- ba'lara, Kurara Kerimlere, ilahi kaset­lerine kadar el konulmuş, aleyhteki delillerden en önemlisiyse sıkı dur söyleyeceğim; vahşi doğada hayat belgeseline ait cd'ler: Aslanlar, kaplanlar, sırtlanlar, baykuşlar ve termitler..."

Asabi bir şekilde kahkahalara boğuluyordu zavallı Ali Haydar bunları anlatırken "Gözaltına alman çocuklardan birisi dokuz yaşında ve şeker hastasıymış, komaya girince hastaneye kaldırılmış, diğerlerini de bir saate kadar salıvereceklerini haber aldık ama öğretmenlerle dernek başkanları hakkında bilgi yok... Yapış yapış karanlık bir korku tüneli, sanki sabahsız bir gece içinden geçtiğimiz... Sen ne yaptın, boş ver şimdi... Değişmez bu ülkenin gündemi, ne yaptın konuştu mu Belkıs Hanım?"

Kekeleyerek cevap verdim:

"Kendimi çok suçlu hissediyorum..."

Bu cevabım yazı işleri müdürümüzü çileden çıkarmaya yet­mişti, önündeki kâğıtları hırsla kavrayıp bana doğru fırlatırken adeta kendinden geçmiş gibiydi...

"Sen bu işe sahip çıkmayacaksan kim çıkacak kardeşim? Kadının kocası milletin ensesinde boza pişiriyor, sizin üniver­siteyi hallaç pamuğu gibi attığı yetmedi mi? Senin evine bile baskın düzenletip tüm gramer kitaplarına el koydurtmadı mı o cevval dekan? Hadi kapının önüne tek ceketle konuluşunu bir yana bırak, hakkındaki fişlemelerle seni üniversiteden attırdığını ne çabuk da unuttun? Hadi onu da geç, hakkındaki düzemece raporlarla 1000 yıl sürecek dedikleri süreçte hala mahkemelerde sürünüyorsun farkında mısın ne halde olduğunu sen? Adam eşi Belkıs Hanımı bile sırf bu yüzden boşamadı mı? Eski diller atöl­yesinde çalışmaktan başka ne suçu vardı zavallı kadının? Senden istediğimiz küçücük bir mülakat. Şu belalı süreci gözler önüne serecek küçücük bir mülakat..."

"Belkıs Hanım iyi değil Ali Haydar... Ne bileyim, o kadar üz­gün ve kırık ki, bunu kaldırabileceğini hiç sanmıyorum..."

"Romantizmin sırası değil şimdi... Bak şu dışarıdaki kalabalı­ğı görüyor musun? Ortaokul çocuklarına keskin nişancı gönde­riyorlar, sırf İmam Hatip Okuluna gidiyorlar diye. Ne demek yok üzgünmüş, yok kaldıramazmış? Nasıl kaldırıyorsak hepimiz…

Nasıl tahammül ediyorsa çoluk çocuk, sen de Belkıs Hanım da kararlı olacaksınız..."

"Haftaya müzayede var zaten..."

"Ne müzayedesi yahu, ben ne diyorum, sen ne diyorsun kar­deşim?"

"Belkıs Hanımın akrabaları, el yazma Kuranı Kerim'dir zan­nederek eski bir risaleyi çıkarmışlar Pera'daki müzayedeye...

"Skandal! Güzel haber olur, lâkin kültür sanat değil birincil işimiz, gazete değil dergi çıkartsaydık belki..."

"Ama eski harfler..."

"Bak arkadaşım... Aynı eski harfler için çocukların tutuklan­dığı bir ülkede senin yok gelenektir, yok sanattır diye bakma lük­sün yoktur tamam mı?"

Sustum. Hz. Zekeriya'nın başına gelenler başıma gelmiş gibi, Konuşmak istesem de tüm harflerimi çekip almıştı gizemli bir el sanki. Sustum kaldım. Dünyanın tüm tümsekleri silinmiş, upuzun bir arasattan başka hiçbir şey kalmamıştı sanki geriye. Arasatın ta öte başına bir yumurta koysalar, oturduğum yerden görebilecekmişim gibi bakakaldım Ali Haydar'ın yüzüne. O yü­zün arkasında geri geri giderken ne çok kırık resim vardı oysa. Harfleri, mektupları, kitap defterleri lanetlenmiş, dürülüp bü­külmüş, yakılmış, iplere gerilmiş, korkmuş, sinmiş, vazgeçmiş nice yüzler... Ali Haydar'ın asabi bir şekilde el kol hareketleriyle konuşmasına dalıp gitmiştim. Sanki bir Lamelif'e benziyordu hali. Dışarıdaki kalabalıktaysa Cim misali taşıdıkları çocuklarını soran anneler, kimi Ayn harfi gibi tok sesli babalar, He misali iki gözü iki çeşme ağlayan bir kaç nine... Alfabe gibiydiler kapıda itirazlarla bekleşenler. Yasaklı olduğu kadar kutsal bir alfabe...

Bahariye'deki eski yazlığa öyle zannediyorum ki kış hiç gel­mezdi. Çiçek tarhları tüm bakımsızlığına rağmen akşamsefalarıyla doluydu, hemen salkım söğüdün altındaki ahşap masada otururken fark ettim ki, arkadaşı yoktu Belkıs Hanım'ın. Veya vardı da yakın kaybetmişti. İhanet mi? Neden olmasın? Harfleri, kelimeleri, özen göstererek üzerine binbir emekle eğildiği her şeyi tuzla buz olmuştu. İhanete uğramak böyle bir şeydi sanırım. Eşten. Dosttan. Kelimeden olmak. "Sürekli bir taşınma halini yaşıyorum, sanki eşyalarımı derleyip toparlamış birileri de, bi­razdan gidecekmişim gibi..." Sonra hicranla gülmeye çalışıyor: "Tedavülden kalkmak dedikleri bu mudur acaba?"

Hayır... Bana ayrıldığı eşinden hiç bahsetmedi. Birkaç kere Haydarpaşa Garı'nın sordu sadece, trenlerin artık kalkıp kalkma­yacağını….

"Bismillahirrahmanirrahim," dedikten sonra dün geceden beri binbir tevbeyle cildini dağıttığı Musafı yedinci cüzünden ikiye ayırdı ihtimamla Zeynep Hanım. Maide Suresine denk geliyordu bu bölünme. Hz.İsa ve arkadaşlarına gökten inmiş sofradan bahseden bu sureyi çok severdi oysa. Feridun Bey'in sefere çıkmadan evvel kendisine teslim ettiği baba yadigârı kıy­metli risaleyi işte tam buraya yerleştirecekti. Yeniden tevbe ede­rek Besmele çekti. "Saklanacak başka yerimiz kalmadı Rabbim, sen affet," dedikten sonra, Leyla vü Mecnun risalesini, dağıttığı Kuram Kerim cildinin içine yerleştirdi. Sayfa boylarının denk gelmesi için az mı çabalamıştı... Eski harflerle yazılmış Leyla ile Mecnun'u, Kur'anı Kerim'in içine saklayacaktı. Bozduğu cildi tutkallayarak yeniden birleştirdi, ertesi sabah cildi tahkim etmek için deri bir kılıfa dikiş atarak yeniden kapladı Musafı... Öğlene doğru gelmişlerdi bile... Dedelerinden kalma bütün kitapları, kütüphane gözlerindeki mektuplara kadar, ne var ne yoksa yazı niyetine, harf niyetine... Toparlayıp götürmüşlerdi...

"Sekiz adet Musaf-ı Şerif var diye kaydettirmişsiniz değil mi Zeynep Hanım?" diye sorduklarında kalbi dışarı çıkacak gibi olmuş, renginin kendini ele vereceğinden korkarak, "Bendeniz Hafızım efendim..." diyebilmişti Zeynep Hanım...

"Ne ala üstelik de hafızmışsınız, bir eve sekiz Musaf birden ne gerek?"

Beyninden vurulmuşa dönmüştü Zeynep Hanım o an. Kıyamet demek bizim üzerimize kopacakmış vay yazgımıza demişti için­den. Birer Deccaldir zannettiği adamlar, "birisini seç diğerlerini teslim et Zeynep Hanım," diyerek yüzsüzce yılışıyorlardı...

"Haminnemin o yağma yasak günlerinden kurtarabildiği tek kitap işte içinde Leyla ile Mecnun'un saklandığı o Musaftır... Hani şu müzayedeye çıkacak olan..."

Bunu usulca söyledikten sonra, yüzünü sol avucuna yaslayıp bana bakıyordu Belkıs Hanım. Bir Sin harfi kadar çok şey taşı­yordu içinde. Birden gözünden bir damla kayınca, Şın oldu her yan sonra...

"Annemden dinlerdim çocukken şöyle anlatırmış Hamin­nem":

"Kitapların yakılışı günlerce sürdü... Küller yağdı göklerden günlerce... İnsanlar akıllarım kaybetmiş mecnunlar gibi gezinip durdular küllerin arasında. Sakın ağladığını görmesinler son Musafı da alırlar elimizden derdi annem. Hiç ağlamadım bir daha. Feridun Beyse dönemedi gittiği cepheden. Evlendim çoluk çocuğa karıştım sonra. Haydarpaşa Garından başka hiçbir şahi­di yoktur Hafızı olduğum şu Musafın. Hüvel Baki. Harfler de O'nun, kelimeler de... Allah imiş aşkı saklayıp gözeten"...

Peki ya Ali Haydar'ın ısrarla beklediği mülakat?

Belkıs Hanım, kim bilir kaç kadının daha yangın yerine dön­müş yüreğini taşıyordu içinde...

Ben bu kadar acılı dillerin hepsiyle konuşabilir miydim ki?

Hiç sanmıyorum...

 

İLGİNİZİ ÇEKEBİLİR

HAVUÇLU PİLAV MESELESİ-T.BUĞRA

GÖZYAŞI-R.HALİT KARAY

İKİ BUÇUK-ORHAN KEMAL

HARİTADA BİR NOKTA-S.F.ABASIYANIK

ALINIZ MENEKŞELERİMİ VERİNİZ GÜLÜMÜ-A.H.MÜFTÜOĞLU

DİYET-ÖMER SEYFETTİN


ACABA NE İDİ? - ÖMER SEYFETTİN

$
0
0

ACABA NE İDİ? ÖMER SEYFETTİN

Çıkardıkları gün hemen geri döndüğü Toptaşı Tımarhanesinden Cabi Efendiyi kabul etmemişlerdi. O vakit, bilincini yitirdiği geçen dört sene zarfında gidip gelen zekâsı, milyonlarca beygir kuvvetinde bir elektrik fıskiyesi gibi parladı. Uslu akıllı, İstanbul'a geçti. Daha mahalleye gelmeden, dört senedir olup biten şeylerin esaslarım yolda tamamıyla anlamış gibiydi. Eve gelince oğlunu sordu. Odaya kazara bir dızdız girince, tepesinde şarapnel patlamış gibi korkup dışarı kaçan bu kahramanın ihtiyat subayı olduğunu, Irak cephesinde bir hücum taburunda bölük kumandanı bulunduğunu duyunca "lâ havle...” çekerek gülümsedi. Sonra bir hafta kadar genel durum belirlemesiyle uğraştı. Muhtelif semtlere seyahatler etti. Tenha sokaklarda gezindi. Ücra kahvelerde oturdu. Tekkelere girdi. Viranelerde yemek için ot toplayan kimsesiz, çaresiz kadınlarla konuştu. "bileşiminde nelerin bulunduğu belli olmayan” vesika ekmeklerine, günlerce, irili ufaklı büyüteçlerle baktı. Hatta bir gün tahlil ettirmeye bile kalktı. Gittiği meşhur kimyagerin baba dostuydu. Onun mahallede geçen çocukluğunu biliyordu. Önceleri biraz ahmaktı. Kerrat cetvelini bir türlü ezberleyemediği için mektepte adını "Beş kere beş, dübeş” koymuşlardı. Şimdi İstanbul'un en büyük, en saygın bir bilim adamıydı. Ekmeği iyice muayene ettikten sonra:

— Bunun içinde bir şey var... var, evet var ama ne acaba? dedi.

Cabi Efendi:

— Siz söyleyiniz oğlum ne var? deyince, birden: — Bir şey değil! cevabını aldı. Şaşırdı. Sol gözünü kırparak sordu:

— Ne dediniz, bir şey mi değil?

— Evet, bir şey değil, birçok şeyler var!

— Mesela birincisi buğday... arpa... Sonra daha neler var?

Meşhur kimyager, bu sualin karşısında, hakikati inkâr olunmuş bir ermiş adam gibi doğruldu:

Hâşâ! Bir fiske buğday unu yok! diye haykırdı. Elindeki siyah kütleyi eviriyor, çeviriyor, şaşırıyordu. Cabi Efendi, bu zengin kimyagere "vesika ekmeğini daha ilk defa mı gördüğünü” sormaktan kendini men edemedi. Onun seferberlikten beri ekmeklerini, hizmet ettiği hastaneden aldığım, şimdiye kadar hiçbir vesika ekmeği görmediğini duyunca, daha beter şaşırdı. Vatandaşlarının her gün geveleyip geveleyip de yutmaya çalıştığı şeyi göremeyecek kadar kendi işiyle meşgul olan bu âlim, şüphesiz bağnaz, tutucu bir "iş bölümü” uzmanıydı. İtirazdan çekindi. İçinden "Aferin koca dübeş sana...” diyerek kalktı. Kaçtı.

Müsrif(savurgan) zannettiği karısı, evin hayatını, kendisi yokken, en akıllı adamlar gibi zamaneye uydurmuştu. Sofraya yağsız bulgur lapasıyla bol bol su konuyordu. Hafta başı idareyi yine eline alınca, Cabi Efendi, hiç bu listeyi bozmadı. "Görmeden bir şeye inanmak" mesleği değilken, Hindistan fakirlerinin yıllarca bir avuç pirinçle yaşayabildiklerine artık inanıyor, "Zahir, insanı besleyen su olacak!” diyor, sonra, ilk ceddimizin sudan çıkma "balık azmanları” olduğunu iddia eden meşhur varsayımı hatırlıyordu.

Gel zaman git zaman, ama çok değil, az bir müddet içinde Cabi Efendi parasızlığa, açlığa, çıplaklığa alıştı. Artık onun için doğal yaşam yoksulluktu. İratlarından (gelir getiren şeyler) aldığı kâğıt liralar, eski gümüş çeyreklerin yerini bile tutamıyordu. Mahallenin en fakirlerinden daha ziyade fakirleşmişti. Muhit, telakkiler(anlayış), kıyafetler, hiç dört sene evvelkileri andırmıyordu. Eski karanlık kahvehanenin isli peykelerinde "eyyam ağaları” namı verilen, yeni türeme bir sınıfa, semtten de birçokları karışmış, Şişli'ye göç etmişlerdi. Avrupa'da, Amerika'da olduğu gibi frankla, dolarla değil, rayiç(geçer, tedavülde bulunan) akçe lira ile birkaç defa "arşı milyoner” olan bu eyyam ağalarından tanıdıkları hep sefiller, cahiller, ipten kazıktan kurtulmuş baldırı çıplaklardı. İki ev aşırı malul, fakir bir ihtiyarın Abdülvafi isminde bir oğlunu tanıyordu. İlkokulda apteshane duvarlarına kötü şekiller çizdiği için kovulmuş, bir daha hiç okumamıştı. Tulumbacılık, sarhoşluk, dolandırıcılık mesleğiydi. Bir gece Samatya'dan sarhoş dönerken, bir kireç kuyusuna düşmüş, yan belinden aşağısı yanmıştı. Mahallece merhamet edildi. Mazbata yapıldı. Birkaç ay Guraba Hastanesinde yatırıldı. Çıkınca yalancıktan rakıya tövbe etti.

Semtin muteber kişilerinden bir büro şefi, haline acıyarak, kalemine yüz elli kuruş maaşla onu odacı almıştı. İşte tımarhaneye gitmeden, odacı bıraktığı bu serseri herif, şimdi bilmem ne zâde namı altında, İstanbul’un en büyük zenginlerinden biriydi. On parasız işe girmiş, akla hayale gelmedik dalavereler çevirerek gizli siyah çetelerle, âli haydutlarla ortak olarak birkaç hafta içinde milyonlar kazanmıştı. Kahvehanede "Bulgurpalas, Şekerpalas, Fasulyepalas” diye şehrin dört bir tarafında yaptırdığı sarayları anlata anlata bitiremiyorlardı. Büyükada'da sürdüğü şahane hayat, tıpkı mübalağalı bir peri masalına benziyordu. Kayserili imamın askerden tardolma(kavulma) esrarkeş oğlu da, kolayım bulup bir fırın ele geçirmiş, on beş yirmi apartman sahibi olmuştu. Eski zenginler, eski muteberler, şimdi kırmızı mangıra muhtaç zavallılardı. Eski zavallılar, cahiller, sefiller nasıl zengin olmuşlarsa, birtakım aptallar, budalalar, ahmaklar da birer mevki sahibi olmuşlardı. Semerci Niyazi'nin sıracalı bir oğlu vardı. Küçüklüğünde gayet fena bir şeye alıştığı için her gece ellerini sımsıkı boynuna bağlayıp yatağına arkası üstü yatırırlardı.Hayatını ancak böyle kurtarabilmişlerdi. Yirmi yaşına girdiği halde daha salyasını, sümüğünü toplayamıyor, kambur kambur, dirseklerine kadar elleri pantolonunun cebinde, cami avlularında, viranelerde dolaşıyordu. Harpten önce iki lafı bir araya getiremeyen bu aptalın, gayet mühim bir müessesede müdürlük mevkiini işgal ettiğini duyunca, Cabi Efendi kulaklarına inanamadı. Kalktı. Söylenen daireye kadar gitti. Semercinin ahmak oğlunu gözleriyle gördü. Boş bir öküz gözünden daha boş, daha baygın, daha manasız, daha hayvansı gözleri, eskisi gibi bakmasaydı, onu tanıyamayacaktı. Evvelki sıskalığından eser kalmamış, tulum gibi şişmiş, yüzünü koyu kırmızı bir renk kaplamış, parıl parıl altınlar, elmaslar parlayan göğsüyle, kollarıyla, parmaklarıyla şık bir canlı kuyumcu vitrinine dönmüştü. Müessesede "Her şey, her şey, bütün işler onun elinde!” diyorlardı. Semtin namuslu, çalışkan, zeki, iyi huylu, haysiyetli, yüksek mekteplerden diploma almış kıymetli evlatları ortada yoktu. Hangisini sorsa, ya, "Allah rahmet eylesin, Çanakkale 'de şehit düştü!” yahut, "Zavallı, ailesini geçindiremedi. Sattı savdı. Anadolu 'ya hicret etti!”, yahut da, "Verem oldu, yatıyor...” cevabım alıyordu. Evet, tanıdığı fazilet sahipleri ya ölmüş ya ölmemek için ocaklarını dağıtarak uzak ufuklara kaçmış, yahut da ölüm döşeklerine serilmişlerdi. Sanki dön sene içinde korkunç bir "kötülük salgını”, bir "fazilet kıranı” tımarhanenin dışarısını yakmış, kavurmuştu. Bildiklerinden aklı, namusu, hayâsı yerinde olanlar, sade suya bulgurla meşhur kimyagerin nasılsa yalnız içinde buğday olmadığım anlayabildiği mahut vesika ekmeğine yatıyorlar; aç, perişan, bitkin, canlı iskeletler gibi meçhul bir akıbeti bekliyorlardı. Bu akıbet ne olabilirdi? Cabi Efendi, bunu düşünemiyordu bile... Anık olayların sebeplerini bulmak yeteneğini kaybetmişti. Görüyordu ki, hadiselerle sebepler, olaylarla etkenler birbirine karışmış ve her şey karman çorman muştu; fakat sakin durmayan muhakemesi, kafasının içinde, kendi iradesine âsi, minimini bir makine gibi işliyor, onun zihnine yine birtakım sebepler getiriyordu; evet harp ne kadar meşru olsa, yine insanların hayvanlıklarına ait bir özellikleriydi. Milyonlarca adamın birbirini ne kadar ulvi bir mecburiyetin sevkiyle olursa olsun —başak biçilir gibi kütle kütle öldürmeleri— barış özlemiyle artık bütün dünya gazetelerinin alenen yazdığı gibi, şüphesiz bir vahşetti! Bu vahşetin hâkim öldüğü, topun sesi gürlediği zaman, aklın, mantığın, hakkını, vicdanın sesi susuyordu. O vakit hissiyat sahnesinde yalnız hayvanî bir galebe hırsı, bir kazanç hissi fadiyette kalıyordu. Bu hal, yalnız harp meydanında değil; iktisat, ahlak, muaşeret(olumlu ilişkiler) meydanında da aynı idi. İktisat meydanında "kap kapanın, vur vuranın! Ar dünyası değil kâr dünyası!” felsefesini kendine din birtakım ne oldukları belirsiz yamyamlar türemiş, her şeyin fiyatım yüzde yüz bin fırlatarak koca bir milleti siyah bir "açlık, ölüm, kıtlık” çemberi içinde inletmişlerdi. Ticaret, uluorta bir "ihtikâr işi" olmuştu. Namuslu tüccarlar yavaş yavaş piyasadan çekilmişler, yapılan cinayetin dehşetini halktan daha vazıh görebildikleri için, bazıları köşelerinde felce uğramışlardı. Dövüş meydanında meşru olan hayvanî hırs, pençesini her müesseseye atmıştı. Bu, müzminleşen umumi harbin şüphesiz zaruri bir neticesiydi! Cabi Efendinin muhakemesi, ahlak, namus, haysiyet, insaniyet, merhamet kaydından habersiz, serserilerin zengin oluşlarım tek bir sebebe atfediyor, fakat aptalların, ahmakların, hımbıllann en mümtaz mevkileri nasıl ellerine geçirdikleöne bir kulp bulamıyordu. "Acaba onlarda da hayvanlığın üstün bir kuvveti mi var?” diyordu. Böyle fosforsu, azotsuz, karbonsuz yaşamak, sade suya bulgur tertibi, Cabi Efendinin zekâsını söndürememişti, ama biraz hafifletmişti. Yavaş yavaş uzaklardan "âlemin ahvalinden” gözünü çevirerek pek yakma, "kendi haline” bakmaya başladı. Ev, miskinler tekkesine dönmüştü, ortalığı pislik götürüyordu. Karısı, kızları, evlatlıkları yerlerinden kalkamıyorlardı, yataklarında inliyorlardı. Anadolu'ya hicretin de artık ihtimali yoktu. Eskiden bir mecidiyeye giden arabaların, bugün yolcu başına on lira istediğini haber almıştı. "At, eşek, katır nesli sönmek üzeredir! " diyorlardı. Harp başladığı zaman iki üç yaşında bulunan çocuklar, bugün yedi sekiz yaşına girdikleri halde, nasıl madeni çeyrek, mecidiye, ikilik, kuruş, metelik görmemişlerse, biraz sonra atı, eşeği, katın bilmeyen bir nesil türeyecekti. Maarif Nezareti büyük fedakârlıklarla müzeye gümüş bir "sikke koleksiyonu” tedarik edebilirdi. Fakat Cabi Efendi, bu hicret imkânsızlığı karşısında da ümitsiz olmadı. "Uzaklara gitmem, şöyle İstanbul'un civarında bir yere...” dedi. Bu kazan ona verdiren, açlıktan ziyade, şehirdeki halkın tahammül olunmaz bir dereceye varan terbiyesizliği değişen, bozulan her şeyi gibi "terbiyesi” de berbat olmuştu. Muhitin Her değişikliğe çabucak alışan Cabi Efendi, işte yalnız bu umumi terbiyesizliğe alışamadı. Erkek kadın, ihtiyar genç, çoluk çocuk bütün halk, deniz tutmuş sarhoş tayfalara, bunak kaptanlara taş çıkartacak derecede küfürbaz kesilmişti. Eskiden kendisine sokakta bir şey soran, lafa "Lütuf buyurunuz beybaba filan...” diye başlarken, şimdi bir karış piçler bile zavallıya, "Ulan hödük, bana baksana...” diye hitap ediyorlar, hiçbir sebep yokken fena halde ağızlarını bozuyorlardı.

Cabi Efendi, muharebeden evvelki bir "devr-i âlem” masrafı ederek İstanbul'un bütün civarım dolaşü. Bakırköyü'ne, Ayastafanos'a, Kâğıthane'ye, Beykoz'a, Terkoz'a, Büyük - Küçük Çamlıcalara gitti. Ekecek birkaç dönüm yer, barınılacak bir çatı arıyordu. Münasip bir şey bulamadı. Kira, malların asıl fiyatlarını birkaç defa aşıyordu. Fakat bunun zararı olmadığını hesap etti. "Kendim ekerim, kendim biçerim, kendim yerim, ne kadar pahalı olsa yine kâr!” diyordu. Kârın en büyüğü şehirden, kalabalıktan, ahvalini artık hiç görmek istemediği sokaklardan kurtulmaktı. Şüphesiz mahalleleri saran "terbiyesizlik salgım” kırlara taşamamıştı. "Artık kuşlar da, kelebekler de insana küfür edecek değil ya...” diye düşünüyordu. Yine bir gün, ilk trenle Suadiye'ye inmiş, iki tarafına bakına bakına, Bostancı'ya doğru yürümüştü. Evet, büyük bahçeli bir köşk tutmak da, maksada kâfiydi. Vakıa denize yakın toprağın kuvveti yoktu. Fakat ne olsa yine yetiştirilecek bir şey bulunabilirdi. Güneşsiz, sümbülî havanın her tarafı hafifçe zümrütleştiren tatlı huzuru içinde bağlan, ağaçlıkları daha yeşil görüyor, hafifçe esen rüzgârı derin derin kokluyordu. Tenhalığın ağır kibarlığı, sükûnu, zevki meyus ruhuna manevi bir ilâç gibi tesir ettiğini duydu.

— Oooh!... —dedi.

Kenarında yürüdüğü, birkaç gün evvel yağan yağmurla temizlenmiş tozsuz şoseyi eğilip öpeceği geldi. Burada her gün tek başına gezmek ne büyük bir saadet, ne büyük bir nimetti! Üstünde insanın haysiyetine tecavüz edecek bir terbiyesize rasgelmek ihtimali yoktu. Gazeteler de okunulmazsa bozuk dünyanın çılgınlığından gafil yaşamak mümkündü. Burada ufuk, biribirlerinden uzak fasılalarla ayrılmış bahçelerin beyaz duvarı, hayata açılmayan panjurlarıyla, sanki daima samimi bir rüya gören müstakil köşklerin ebedi uykularıydı. Hele bu tenha yol... Etrafı tarlalarla çevrilmiş bu tenha, bu temiz, bu asil şose... Sırma dalgalı bir başak deryası üstüne kurulmuş, geniş, tehlikesiz bir Sırat Köprüsüne benziyordu. Evet, bu köprü "şehir” denen kötülük, terbiyesizlik, fenalık cehenneminden insanı sanki ezelî bir sükût, bir asalet cennetine götürüyordu. Cabi Efendi, elleri arkasında, açık havanın hissiyatına verdiği galeyanla, dalgın, mesut, saatlerce yürüdü. Tarlaların ötelerine, neftî dağlara, sesi duyulmayan koyu lacivert denize, tıpkı vezin bilmez bir genç şair gibi düşünmeden bakıyor, büyük bahçeli bir köşk aramak için buralara geldiğini bile unutmuş bulunuyordu. Birdenbire kulaklarını yırtıcı bir ses doldurdu: "Vank, vank, Vank!» Hülyasından uyandı. Karşısına baktı. Uzaktan bir otomobil geliyordu. Üç saattir tahayyüle daldığı için muattal kalan muhakemesi, boşalırcasına bir süratle işledi. Otomobilin önünde bir şey yoktu. Niçin çalıyordu?

Otomobil hem yaklaşıyor, hem daha acı, hem daha sık vanklıyordu. "Acaba boru bozuldu da susturamıyor mu?” diye düşündü. Döndü. Arkasına baktı. Yol bomboştu. Kendisinden başka kimse yoktu. Otomobil deli gibi haykırıyordu. Kendine doğru koşuyordu. On metreden geniş şosenin en kenarında, belki on santimetrelik bir yer tutunuyordu; mümkün değil kendisi koca otomobile bir mani olamazdı. "Sağ, sol yön takibi kaidesi” yayalar için değil, atlar, arabalar içindi. Otomobilin dinmeyen yaygarasını üstüne alınmaya mahal yoktu. Fakat niçin susmuyor, hem üzerine geliyordu. Muhakemesi bunun sebebini bulamadan otomobil yanında durdu. Bu, küçük çapta bir arabaydı. Manevra aletini birdenbire, ancak kazan kulpu kaşlarım görebildiği şık bir genç tutuyor, yanında uşak tavırlı bir herif oturuyordu. Tıpkı aheste bir ördek vakvaklamasının vezniyle sorulan: "Ulan, alçak kerata! Sağır mısın, söyle bakayım?” sualini işitince tepesine kulplarından kopmuş kaynar su dolu bir kazan devrilmiş gibi sarsıldı. Bu ne haksız, ne manasız, ne arsız bir tecavüzdü! Böyle bir tecavüze aldırmamak insanlığa karşı affedilmez bir küfür sayılabilirdi. İçinden, "Ya bu rezili gebertirim, ya kendim geberirim!” dedi. Yakın duran otomobile daha ziyade yaklaştı. Gözleri tımarhaneye döndüğü gün gibi parlıyor, beyaz top sakalının üstündeki pembe, tombul yanakları titriyordu. Sola eğri burnunu yukarı kaldırdı. Ağzım iyice yaydı. Küstah gencin sesini taklit ederek tıpkı bir ördek gibi vakvakladı:

— Ulan terbiyesiz maskara! Sen kör müsün? Söyle bakayım?

Otomobildeki genç, herkese istediğini söyleyip de, istemediğini işitmemiş şımarık bir toy şaşkınlığıyla sarardı. Yanındaki herifle bir an birbirlerine bakıştılar.

Genç, sonra yine Cabi Efendiye döndü. Kalın kaşları açık alnına doğru yükseldi. Hint horozunun gagası altında kalmış bir ördek gibi vakladı.

— Niye yolun sağma geçmiyorsun?

— Ben araba mıyım behey budala?

Uşağa benzer herifle efendisi de bu sefer bir çapanoğluna çattıklarım birdenbire anladılar. Cabi Efendi, lök gibi karşılarına dikilmişti.

— Sen beni biliyor musun?

Cabi Efendi zaten hazırcevaptı:

— Biliyorum, işte terbiyesizin birisin! -dedi.

Genç, hiddetinden kendini kaybetti. Kalktı. Sağ elini bir şey çıkarmak istiyormuş gibi pantolonunun arka cebine sokmaya çalışıyor: "Bırak, şu keratayı geberteyim. Bırak. Bırak diyorum, bırak beni.

Tutma...” diye çırpmıyor, uşağa benzeyen herif bütün kuvvetiyle kendini zapta çalışarak:

— Merhamet buyurunuz, beyim; affedin beyefendim; yapmayınız bırakınız, beyefendi hazretlerim. Kuş suruna bakmayınız. Bunak bir kulunuz... diyordu.

Cabi Efendi, küstahlıkla dalkavukluğun bu mücadelesine bakarak gülümsüyordu.

— Bırak bakalım şunun tabancasını da göreyim.. dedi.

Siyah esvaplı, uşağa benzer herifin kuvvetli kollarından kurtulamayan genç, otomobilin koltuğuna yeni zaferler kazanmış mağrur bir kahraman vakarıyla yıkıldı. Kalın kaşlarının altındaki baygın gözlerini senleştirmeye çalışarak:

— Herif! Otomobilin kıçına bir kere bak da öğen! diye vakladı.

Sesinde gayet müthiş, gayet korkunç bir tehdidin aksi gümbürdüyordu.

Cevap beklemedi. Neticenin sıfır çıkacağım tahmin etmiş bir matematiksel suskunlukla yoluna yürüyordu. Arkasına hiç bakmadı. Bu bitmez tükenmez muharebe, yalnız şehrin içinde mahallelerin değil, işte kırların ahlakım da bozmuştu. Hem kırın terbiyesizliği, havası gibi pek sertti. Şehirde hiç olmazsa sebepli sebepsiz insanın yalnız haysiyetine tecavüz ediyorlar, fakat öldürmeye kalkmıyorlardı. Cabi Efendi, bir dakika evvel cennet gibi gördüğü yerlerden birdenbire ürktü. Kendisin insaniyet, medeniyet âleminden çok uzak, görünmez kaplanlar, kurtlarla dolu bir sahrada sandı.

Birdenbire kırda yaşamaktan vazgeçti. Şehrin alışamadığı umumi terbiyesizliği hayat için daha emniyetliydi.

İstasyona bir an evvel yetişmek için geriye, geldiği tarafa döndü. Otomobil vanklamadan uzaklaşmış, ta uzakta, yolun üstünde küçülmüş, kabahatli siyah bir köpek yavrusu gibi kaçıyordu. Cabi Efendi durdu. Güneş olmadığı halde sağ elini alnına kaldırarak gözlerini ufalttı. Dikkatle baktı. Kıçında hiçbir şey fark edemedi. "...Dön bak da, öğren!” diye tehdit edildiği korkunç şey ne idi? Mecmualarda resimlerini gördüğü İngiliz tanklarının kıç taraflarım gözünün önüne getirmeye çalışarak,

— Top muydu? Miralyöz müydü? Yoksa yeni icat bir alet makinesi miydi? diyor, dönüp de bir kere bakmadığınaa pişman oluyordu.

087956'IN SIFIRI - TARIK BUĞRA

$
0
0

 

Bir “Olay” Öyküsü Örneği:

 

Fatih taraflarında -amca derim- bir uzak akrabam otu­rur. Hali vakti yerindedir. Üstelik bir radyosu, küçücük, be­bek yastığı gibi bir kedisi ve on altı, on yedi yaşlarında da bir kızı vardır: Kumral saçlı, taptaze, kadife tenli, iri, yeşil gözlü, canlı, cana yakın bir şey. Adı da İclâl.

Bana gelince, ben işte böyle, yirmi üç yaşımda, bütün varlığı ve avuntusu sık saçlar, sağlam dişler ve kırmızı bol, kocaman düğümlü kravatı olan, pansiyoner bir tıp talebesiyim. Akraba canlısıyım; bu yüzden de sık sık amcamlara ta­şınırım.

Bu ziyaretlerimden birisinde ve yılbaşından bir hafta ka­dar önceydi; söz döndü, dolaştı, şans meselesine geldi. Ben;

Hiç şansım yoktur benim” dedim. İclâl;

“Benim de” dedi.

Şanssızlığımız bize dünyanın en tatlı şeyini, sitemle karı­şık övünmeyi veriyordu. Ve bu, tabiatiyle, yengeye vız geli­yordu. O;

“Ne biliyorsunuz denediniz mi?” diye sordu ve “Or­taklaşa bir bilet alın yılbaşı için” dedi.

Ben, lâf olsun diye, hakkınız var der demez, İclâl’in öbür odaya fırlayıp yepyeni bir on liralıkla dönmesi bir oldu.

İclal’le biz, daha sonra, amca yatmaya çekilince, büyük ikra­miye ile neler yapılabileceğini uzun uzun konuştuk: Ben, iç hastalıkları ihtisasından ve bir röntgen makinesinden söz ediyordum; İclâl ise, küçük bir bahçe, üç oda, bir mutfak, havagazı ve banyodan dem vuruyordu. Ne tatlı şey!

Amma bunun için bir on lira da benim katmam gerekti. Oysa ayın bilmem şu kadarıydı, kırmızı renkli havale kâğıdının gelmesine daha uzun, upuzun günler vardı. Ve zavallı pansiyoner talebe için aşçı borca işliyordu.

On lirayı nereden bulmalı?

Borç arkadaştan alınır; ama gel gör ki, arkadaşların en kabadayısı, kahvemizin garsonuna takmaya başlamamış olan!

Adam sende, diyorum. Bu derde daha çok katlanmak­ta.. ve yoktan yere artırmakta ne mâna var? Alırım bir yarım bilet ve “İşte senin payın" diye, veririm iki yüz elli bin lirayı, olur biter.

Hem bu işi hemen, yarın yapmalı; İclâlciğin yepyeni ve cana yakın on lirasına, sevgiliden gelen ilk resme bakar gibi bakıp bakıp da içimin eridiği yetmezmiş gibi, bir de bu sıkın­tıyı artırmakta ne mâna var sanki?

Ertesi günü, hemen, bir yarım bilet alınacaktı, ama...

Ayın yirmi dokuzu demeden, o yepyeni, o sevgiliden ge­len ilk resme benzeyen on liralık da, birtakım hesaplar ve umutlarla gitti.

Bunlarla beraber ben hâlâ avutabiliyordum kendimi: Şimdi artık, kırmızı renkli havâle kâğıdı gelene kadar amcala­ra gidilmeyecek, sonra da İclâlciğe; “Biletimize amorti çıktı, al on lira” diye sırıtılacak!

Tut ki, borç almışım!

Ama benim kalleş, benim gaddar şansım bu kadarcık dürüstlüğe olsun imkân bırakır mı?

Yılın son günü pis ve uğursuz bir havada Bayezit Mey­danı'nında, havuzun etrafında, bir arkadaşla, bomboş ceplerle ve ezik ve yenik ve toplum tarafından horlanmış. dolaşır­ken. Bilime, politikaya, sanata, hele hele paraya, yâni eko­nomik kaderlere dair felsefeler yürütürken. bu şans bende iken başka ne olsun? İclâl ’le ve annesiyle burun buruna geli­verdik.

Çarşıdan dönüyorlarmış. Şey almışlar.. Sonra şey de al­mışlar...

Niçin onlara uğramıyormuşum ve;

“Biletimizin numarası kaç?

Hey ya Rabbi! Beride bilime dair, politikaya dair, sanata dair, alınyazısına dair bunca muamma durup dururken baş­ka bir şey kalmadı da, biletimizin numarası mı dert oldu? Salladım bir rakam

87956.”

Ve İclâl, söylediğim numarayı, önemle saygıyla, ciddi­yetle yazdı, sonra da bu işin bana verdiği azap yetmezmiş gibi;

- "Hadi bize gidelim; çekilişi radyodan dinleriz. değil mi anne?" dedi.

Artık annesi de ısrar ediyordu. Ben son bir umutla, arka­daşıma baktım. Ama nerede? O budala, tabii İclâl gibi bir kı­zın karşısında olduğu için, dişlerimi gıcırdatan bir centilmen­likle çekip gitti. Arkasından "Hey budala, beni işkenceye gö­türüyorlar; arkadaşlık bu mudur, kurtarsana’’ diye bağırmak istiyordum. Bağıramadım elbette.

Yolda 87956’nın her rakamı bir çekiç olmuş, ta beyni­min içine vurup duruyordu:

Alınyazım bu benim işte, şansım bu. Yüz binlerce sayının içinde, sanki başkası yokmuş gibi 87956 dedirtecek bana tabii!

87956!..

Ne ahenk; ne kompozisyon; ne mimari! Beş yüz bin lira buna çıkmayacak da gidip elin budala, şapşal rakamlarına mı çıkacak?

Birdenbire ve can havliyle, İclâl’e;

“Kaç yazdın numarayı?” diye soruyorum.

O çoktan ezberlemiş bile

      -“87956.”

“Yanlış" diyorum.

“Neden? Sen öyle demedin mi?”

“Hayır. ”

“Aaa.. vallahi 87956 dedin; hâlâ kulağımda."

Haklı kızcağız; unutulur mu hiç? Bir mısra gibi ahenkli lâ- net! Ama ne olursa olsun diretmek, bu korkunç surette çeki­ci rakamı değiştirmek, sonuna bir on üç, evet, on üç takmak lâzım. Boş ama... dirensem "çıkar da bak bakalım bilete” di­yebilir. Alınyazısı değiştirilemez ki!

Evde İclâl ; “Sahi, biletin numarası 87956 değil mi?" diye sordu. Artık her şey vız geliyordu bana:

"Yok, canım; mahsus söyledim onu... seni kızdırayım diye. Elbette 87956. Bundan daha güzel olur mu ki, 87956 olmasın” dedim.

Radyo kazanan numaraları okumaya başladı:

Bin lira, beş bin lira, on bin lira kazananlar! Arada sırada kalbim hoplamakla beraber, bu küçük şanslardan korkmu­yorum ve eceli bekler gibi, beş yüz bin lirayı bekliyorum ben: Bana o çarpacak, buna, İclâl kadar ben de eminim.

 

Sonunda sıra bizim beş yüz bin liraya geldi. Spiker bir yığın mavaldan sonra:

“Evet, muhterem dinleyiciler;  evet, evet;  işte tarihi an. Şimdi sizlere yılın rakamından birler hânesini söylüyorum: Altı!..”

Ve kimsenin akıl edemeyeceği gevezeliklere devam edi­yor:

“Şimdi onlar hânesindeki sayıyı, yâni sondan bir önce­ki sayıyı söylüyorum: Beş! Demek ki, beş yüz bin lirayı ala­cak biletin sonu 56 oluyor. Elli altı dedim de aklıma geldi: Galatasaray’da bir arkadaşımız vardı; 56 Ali. Muzip, zeki, cin gibi bir çocuktu 56 Ali. 56 Ali bir gün... ”

Şu spiker de aman ne hoşsohbet şey öyle!

“Yüzler dokuz! Şimdi biletin sonu 956 etti. Aziz dinle­yiciler, inşallah 956 yılını da böyle sağlıkla, mutlulukla...!

İclâl ’le göz göze geliyoruz:

Yeşil ve tertemiz, taptaze gözlerde üç oda, bir mutfak, banyo dairesi, havagazı, bahçe, bahçede çamlar, çamların ardında masmavi deniz... off Allahım... ne spiker!

“...7956!..”

Amca da, yenge de... hattâ kedi bile... şöyle bir doğrul­dular. Ve İclâl rüyalaşmış, İclâl ballaşmış, bana gülümsüyor : Ev... Sonra Abant'a, hattâ Finlandiya’ya gidilebilir her se­ne...

Ve spiker... Esprili, hoşsohbet, radyofonik spiker, kahro­lası spiker...

Söyle artık şu sekiz’i de bitsin bu işkence!

Ama neden onu bekleyecekmişim sanki? Amca, yenge, kedi... hepsi, her şey vız gelir bana; ama İclâl’i bir an önce, yarım saniye olsun, önce, kaderi çizilmiş bir hayat için bir başka hayat kadar sürükleyici ümitten çekip kurtarmalıyım. Bu ümit şu spikerin gevezelikleri boyunca sürüp büsbütün yıkıcı olmamalı: “Erenköy’deki köşk... çamlar... mavi ufuk... Abant... bunların hepsi lâf... hepsi lâf” diye bağırmalıyım.

Ama geciktim ve spiker... sekiz’i de söyledi. Bitkin, yıkıl­mış ve nâmütenahi melûl bir sesle;

“Çıktı, değil mi?” diye inledim.

Kime sorduğumu bilmiyordum. Dünya bomboştu. Bu buz renkli ve sınırsız boşluğun kilometrelerce, kilometrelerce ötesinde, çam ağaçlarına, hattâ çamların altındaki bir çift şezlonga varıncaya kadar belli olan bir köşk görünüyor, baş­ka hiçbir şey görünmüyordu. Amcam, bir asır sonra;

“İnşallah” dedi.

Ona boş gözlerle, aptal aptal baktım. Açıkladı:

“Yüz binler rakamı sıfır çıkarsa..."

Birden bire kendime geldim ve;

“Çıkmayacak” diye bağırdım. Fazla bağırmış olmalıy­dım; yenge;

“Ne oluyorsun öyle?” dedi. Amca da;

“Neden?" diye sordu.

Hüzünle;

“Çünkü" dedim, “büyü bozuldu.”

Üçü birden;

“Ne büyüsü?” dediler. Aynı derin üzüntü ile;

“Kedi” dedim, “Kedi minderden kalktı ve kapıya doğru gitti."

Gülümsemeye bile vakit bulamadılar ve spikerlerin en sevimlisi son rakamı da söyledi: Bilmem kaçmış!

Buzlar dağılmıştı artık. Ama İclâl bir parça üzgündü Ve ben, içimdeki ferahlıktan hiç değilse yarısını ona vermeden yapamazdım. Bir hamlede yanına gittim; iradeye dair, çalış­maya ve hak etmeye dair bir uzun nutuk çektim ve nutkun bal gibi aşk ilânı olduğunu -sonralara doğru- değil yenge, değil amca, hattâ İclâl bile, hattâ hattâ ben bile anladım.

Tarık Buğra

 

HARİTADA BİR NOKTA - SAİT FAİK ABASIYANIK

$
0
0

HARİTADA BİR NOKTA

"Çocukluğumdan beri haritaya ne zaman baksam, gözüm hemen bir ada arar; şehir, vilâyet, isimlerinden mavi sahile kayar Robinson Cruseu'yu okumuşumdur herhalde; unuttum, gitti. Onun zoruyla mavi boyaların üstünde bir garip ada ismini okuyunca hülyaya daldığımı sanmıyorum.
 Romanlar yüzünden adaları sevdiğimi pek ummuyorum, ama belki de o yüzdendir.haritada ada görmeyeyim. İçimde dostluklar, sevgiler, bir karıncalanmadır başlayıverir.
 
İşte çocukluğumun ve gençliğimin haritalarındaki adalar, beni, sonunda bir gün özlediğim gibi bir adaya tesadüfen bırakıverdiler. Yaşım orta yaşı bulmuştu ama, nihayet asıl yuvama dönmüştüm. Sanki on dört yaşında sarışın bir oğlanken basıp gitmiştim. Bir motor beni büyük şehirlere götürmüştü. Yaşamıştım Cebim para görmüştü. Kumar görmüştüm. Hırsızlık, mahpushane görmüştüm. Aç yatmıştım. Para çalmıştım. Sevmiş, sevilmiştim. İşte bitkin, yorgun, işte hepsini, hepsini yitirmiş; git­tiğim motorla yine geri dönmüştüm.
 
Şimdi namuslu insanlar arasında başım önüme eğilmiş, gülmeden, eğlenmeden, müsamaha dolu kötülüğü göz kırpışından anlayınca cesaretten canavar kesilecek bir insan haliyle sessiz, sakin, ağzına vur lokmasını al bir hâlde balığa çıkacak, iyiliklere hasret duya duya ömrümün sonunu da ke­sik bir nefesle bahtiyar bitirecektim.
 
Sonbahar uzun ve güzel geçti. Çardaklardaki yapraklar kırmızının en son hâline doğru ağır ağır kızara kızara, kırmızının renk oyunları içinde, düşmeden evvel ne kadar sallanıp durdular.
 
Bir sabahtı. Kayık, hulyalarımdaki gibi balıktan dönmüştü. Nevaleler vapura verilmişti. Şimdi ağ­ları denize çarpa çarpa yıkıyorlardı.
 
Balıkhanede hiç tutmayan, fiyat bile verilmeyen on, on beş dülger balığı, kayığın küpeştesinde hâlâ canlı, ince zar gibi kanatlarıyla titreşiyordu. Biraz sonra işlerini bitirmiş olacaklar, hepsi orta parmaklarına birer dülger balığı takarak çekip gideceklerdi. Umduğum gibi dülger balığı çorbası çok ev­lerde tütecekti.
 
Kayığı temizleyenler sekiz kişi idi. Yedisi bizim adadandı. Sekizincisini, zayıf, sarı, hastalıklı ada­mı hiç görmemiştim. Ne kadar dostça, ne kadar içten bir sevgi ile çalışıyordu.
 
Balığın bol çıkmaya başladığı duyulduğu zaman dışarıdan da insanlar gelirdi. Dışarıdan ırıba katılanlar almazlardı, gemi tayfası ile reis, gönüllerinden ne koparsa o kadar balık verirdi kendilerine.
 
O adam da bir dülger alabilmek, bu balığı hak etmek için elinden geleni yapıyordu. Nihayet İş bitti. İki büyük dülger balığını reis kıç altına attı. Tayfalardan birine:
 
- Bunu bize götür sonra dedi, ötekileri de pay yap.
 
Üçer tane alanlar oldu. Dışarıdan gelen bir tane versinler diye bekledi. Yüzünde tatlı bir gülümseme ve çalışmaktan doğabilmiş hafif bir kırmızılık vardı. Bu kırmızılık pay dağıtan adamın elinde bir tek balık kalıncaya kadar adamın yanağında durdu. Sonra birdenbire uçtu. Yüzündeki gülümseme önce tehlikeli bir hâlde dondu. Sandım ki böyle, bütün ömrünce böyle donuk bir tebessümle kalıverecek adam. Etrafına bakındı. Kendine bakan birini gördü. Gülümseme, yüzünde birdenbire bir meyve gibi çürüyüverdi. Gözleri hayretle büyüdü. Son balığı kayıktaki adam, rıhtıma fırlatmıştı. Adamın yüz ifadeleri nerede ise yine eski temiz, memnun hâlini, taze meyve hâlini alıverecekti. İki adım attı. Elini balığa doğru uzatmak üzere eğildi. Ama ötekilerden, baş parmağına irisinden bir dülger balığı takmış birisi, kocaman çizmeli ayağını dülger balığının sırtına bastı:
 
- Ne o? dedi; hemşerim. Dur bakalım. Dağdan gelip bağdakini kovmayalım.
 
Adam elini çekti. Bir şey söylemedi. Söyleyemezdi. Söyleyecek hâlde değildi. Rıhtım kahvesine doğru yürüdü.
 
Dışarıdan kahvenin önündeki seyircilerden bir seslendi:
 
- Bırak yahu! O adam da çalıştı. Veriver bir tane, ne olur? Kalkmış, nerelerden gelmiş işte.
 
 
- Ne yapalım, gelmesinler. Kırmızı mumla davet mi ettik biz onları? O balığın bir iki buçukluğu var. Balık çıkmadığı zaman yanaşmıyorlar ağı temizlemeğe hiç. Yağma yok hemşerim.
 
 
Kayıktakilerden hiçbiri kalkıp da:
 
- Ayıptır yahu, ver adama demedi.
 
Bir ikisi, en umduklarım konuşacak gibi oldular. Bekliyordum. Şimdi, umduklarımdan birisi payı­na düşen balıktan birini, en küçüğünü adama doğru fırlatacak diye bekledim. Reis kahvenin önünde kahvesini öttürüyor, kayığın asıl tayfasına keyifle bakıyordu.
 
Hadiseye karışan adam:
 
- Ayıptır yahu dedi, ayıp.
 
Bu sefer konuşacaklarını, hatta paylarına düşenden en küçüğünü fırlatacaklarını sandıklarım­dan biri:
 
- Sen karışma bakalım babalık! Fazla söylenmeye başladın. Ayıp ne demek?
 
- Babanızın malı mı deniz, sizin?
 
- Onun babasının malı mı?
 
- Değil ama gelmiş kayığınıza çalışmış bir kere.
 
- Kim gel çalış demiş ona? Gelmeseydi...
 
Balık verilmemiş adam, kahvenin bir iskemlesine çökmüştü. Kahveci başına dikilmişti. Kahveci­ye:
 
- Kalkacağız, kalkacağız, dedi.
 
Ayağa kalktı. Kendisi için lâf işitmiş adama:
 
- Zararı yok, hemşerim dedi, zararı yok. Vermesinler. İstemez.
 
Gözüken vapura doğru yürüdü. Küçük adımlarla bir Şarlo gibi seğirterek uzaklaştı.
 
Söz vermiştim kendi kendime: Yazı bile yazmayacaktım. Yazı yazmak da bir hırstan başka ne idi? Burada namuslu insanlar arasında sakin ölümü bekleyecektim; hırs, hiddet neme gerekti? Yapamadım Koştum tütüncüye, Kalem, kağıt aldım. Oturdum. Adanın tenha yollarında gezerken canım sıkılırsa küçük değnekler yontmak için cebimde taşıdığım çakımı çıkardım. Kalemi yonttum. Yonttuk­tan sonra tuttum öptüm. Yazmasam deli olacaktım."
 

 

İLGİNİZİ ÇEKEBİLİR

SAİT FAİK ABASIYANIK HAYATI

KAYIP ARANIYOR ÖZET

LÜZUMSUZ ADAM ÖZET

SAİT FAİK'LE YILLAR

DÜLGER BALIĞININ ÖLÜMÜ-HİKAYE

HARİTADA BİR NOKTA-HİKAYE

SEMAVER-HİKAYE

İPEK MENDİL

GÜVERCİN AVI - YAKUP KADRİ KARAOSMANOĞLU

$
0
0

GÜVERCİN AVI

“Yoo, güvercinlerime dokunmayınız, dedi.”

İhtiyar çiftlik sahibinin hayatta en çok sevdiği şeylerden birisi ve belki birincisi de güvercinleri idi. Genç yaşından beri ne tarlası, ne ağılı, ne ahırı, ne kümesler onu çiftlik binasının iç avlusundaki güvercinleri kadar İşgal etmemiştir. Bunun için değil midir ki, onu, kasabada olsun köyde olsun, ai­le adının bütün şöhretine rağmen "Kuşbaz Hüseyin Bey' demeden kimse tanımaz.

(...)

Hüseyin Beyin "Kuşbazlığı her şeyi bastırdı. Ömrünün öyle devreleri oldu ki, karısını, kızlarını ve en mühim işlerini bu merakı ve bu eğlencesi yoluna, âdeta, feda etti, unuttu, kendinden geçti; bir meczup hâline girdi.

Şimdi, O havalinin  belki dünyanın en güzel, en nadir ve en cins güvercinlerine o sahiptir. Otuz seneden beri bu nazenin mahlûklardan, bin ihtimam ve bin itina ile kim bilir kaç nesil yetiştirdikten ve bu fende, kim bilir, ne kadar alın teri döktükten sonra nihayet bugün en temiz bir is­tifaya mazhar olmuş bu zavallı asil kuşlar ortasında hayatının en mesut dakikalarını yaşıyordu. Her birini ayrı ayrı isimleriyle çağırıyordu. Yabancı bir göz için hepsi bir renkte, bir boyda ve bir şekilde görünen bu mahlûkları birbirinden ayıran birçok gizli alametler yalnız ona zahir idi. Bazılarının bo­yunlarındaki ince mercan gerdanlıkları, bazılarının topuklarındaki altın mahmuzları, kiminin kanat­ları altındaki yeşil benekleri veya gözlerinin içindeki kızıl yıldızları o görür, o bilirdi.

Avlunun içinde hepsinin derecelerine göre ayrı ayrı daireleri vardı: Kuşbaz Hüseyin Bey, her akşamüstü, insan ruhlu bu güzel kuşların her birinin kendi sevgilisiyle kendi odasına çekildiğini gör­meden içi rahat edip yemeğini yiyemezdi. (...) Acaba Ak kadınla Süleyman Ustanın arası neden açıl­dı? Mutlaka küçük Serfiraz Mesud'a gönül bağladı. (...) Ne yapsak acaba, ne yapsak... derdi ve bu endişelerle bütün gece gözüne uyku girmezdi. Yatağının içinde sağdan sola, soldan sağa dönüp dururdu.

—Yahu, ne olur biraz da benimle meşgul olsan; derdi.

Fakat Kuşbaz Hüseyin Bey, bütün gönül ve cinsiyet işlerini yalınız güvercinlere mahsus bir şey zannederdi.

Hele, hep birden uçtukları zaman neşesine payan olmazdı. Avlunun ortasında, elinde bir uzun kargı ile saatlerce başı havada, ağzı açık hayran hayran dolaşırdı.

1335 Senesinin, Nisan aylarında bir öğle sonu bütün civar köylerde olduğu gibi, onun çiftliğine de bir bölük düşman askeri girdiği gün o, işte bu vaziyette avlunun ortasında idi. Birden, etrafında adamların koşuşmağa ve içeriden karısıyla kızlarının telaşlı telaşlı konuşmağa başladığını hissetti; döndü baktı ki iki kanadı açık büyük avlu kapısından İçeriye, bir hana inen yorgun ve sakin bir yol­cu kafilesi tavrıyla, bazısı atlı, bazısı yayan bir sürü düşman askeri giriyor! Kuşbaz Hüseyin Bey'in ömründe ilk defa olacaktır ki kuşları havada iken başı yere indi; benzi sapsarı, gelenlere doğru yürü­dü; henüz bir çiftlik beyi amirliğiyle:

—Ne var? Ne istiyorsunuz? diye sordu. Bunun üzerine gelenlerden biri gülerek laubali bir tavırla ona yaklaştı:

—Merhaba beyim; yabancı değiliz; dedi. Hüseyin Bey, bu sözleri söyleyerek kendisine elini uzatan genç düşman çavuşunu tanır gibi oldu: fakat pek iyi hatırlayamadı.

Çavuş sırnaşık bir gülüşle sordu:

— Tanıyamadınız mı? İspiro'yu tanıyamadınız mı? İspiro, İspiro?

Hüseyin Bey birden:

—Ha, evet, dedi.

Bu adam, beş sene evvel Hüseyin Beyin yanında altı ay kadar hizmetkârlık etmişti; eli uzunca ve açıkgöz bir delikanlı idi. Gittikçe laubalileşen bir tavırla elini ihtiyar adamın omzuna koydu ve ku­lağına eğildi. Yavaşça

—Birkaç akşam burada kalacağız, dedi. Zabitler köy evlerinde rahat edemezler. Biraz ikram la­zım...

Hüseyin Bey şaşkın bir halde:

—Peki, buyursunlar dedi.

İşte, bunun üzerinedir ki, düşmanlar ihtiyarın yanına geldiler, gülüşerek, konuşarak etrafını al­dılar ve havada uçuşan güvercinlere nişan almak istediler. Hüseyin Bey, elindeki kargıyı asabiyetle sallayarak, yarı öfkeli yarı tehditli bir sesle:

“Yoo dedi, güvercinlerime dokunmayınız!”

Fakat o bu sözünü bitirmemişti ki, yanı başında bir silah patladı. Hüseyin Bey, eteği tutuşmuş bir adam telaşıyla ilk kurşunu atanın kolundan çekti:

—Ne yapıyorsun? Sakın ha! diye bağırdı. Lakin o bununla meşgul olduğu bir sırada bir diğeri si­lahını havaya kaldırdı; kulağı dibinde bir ikinci kurşun daha vızladı; havadaki kuşlardan bir tanesi dö­ne döne, yavaş yavaş aşağı düşmeğe başladı ve uçan kafilede büyük bir perişanlık alameti belirdi. Hü­seyin Beyin elinden kargısı düştü, bütün vücudu titriyordu, yüzünün rengiyle sakağının rengi birbirin­den fark olunamıyordu. İspiro, yanına yaklaştı:

—Ne olur canım, bırak! dedi.

—Bırak mı? Sen aklını mı bozdun? Söyle şunlara, vallahi sonra fena olur. —Fena mı olur? Nasıl. Hey, kendine gel çorbacı, O günler geçti.

Dünkü uşağın ağzından yüzüne bir tükürük gibi fışkıran bu sözdeki nihayetsiz hakareti işitmedi, hissetmedi bile... Şimdi, bütün hassası, birbiri ardı sıra havaya kalkan silahlar, vızıldayan kurşunlar, döne döne, yavaş yavaş iri kar parçaları şeklinde yere düşen güvercinlerle meşguldü. Çaresiz yalvar­mağa başladı.

Rica ederim yeter artık, rica ederim, diyordu. Size ne isterseniz vereyim. Bunlar ne yenir, ne içi­lir, yahu günahtır, günahtır.

Ve ona:

—Günah mı? O sizin dinde. cevabını veriyorlardı ve İspiro arsız arsız gülüyordu. Nişan alan zabitlerden birisi arkasını döndü; kendi lisanında bir şeyler bağırdı. Hemen hayvanlarla meşgul neferlerden bir kaçı düşen kuşları toplamağa koştular. Bunlardan bazısı avluya, bazıları çiftlik binasının dam­arı üstüne, bazıları dışarıdaki göle, bazıları bostana, bazıları epeyce uzaklarda, tarlalara düşüyorlar­dı. Bu beyaz güvercin yağmuru altında yaramaz bir çocuk neşesine tutulan düşman askerleri bir ta­raftan el çırpıyor, bir taraftan haykırıyorlar, bir taraftan da durdukları noktada tepiniyorlardı.

Zavallı Hüseyin Bey, kendinden geçti, bulunduğu yere çöküverdi. Artık hiçbir şey söylemiyor kenarlarından iri yaş damlaları sızan gözleriyle bu vahşi avı seyrediyordu. İspiro yaklaştı dedi ki:

—Neye bu kadar telaşlanıyorsun? Bırak biraz eğlensinler, bırak biraz eğlensinler. Kaç gündür sa­vaşıyoruz. Akşam bu kuşlardan ala mezelik olur mu? Hep beraberiz.

Hüseyin Bey, bir şey söyleyecek oldu, söyleyemedi; yutkundu kaldı. Şimdi gözyaşları dinmiş Ve bakışına korkunç bir manasızlık gelmişti.

Beyaz kuşları üst üste, demet demet avlunun ortasına yığıyorlardı. Havada kalanlar da dağılıp gitmişlerdi. Avcılara artık bir kesel gelmişti; içlerinden birisi gülerek Hüseyin Beye yaklaştı, gayet fe­na bir Türkçe ile:

—Nasıl iyi nişancıyız değil mi?" demek istedi. İhtiyar adam hiç cevap vermiyor, başını kaldırmış, havada bir noktaya dimdik bakıyordu. Neden sonra gözlerini yere indirdi ve avlunun ortasındaki be­yaz yığına yaklaştı, eğildi: Önünde altmış yetmiş kadar güvercin vardı, hepsini birer kere kanatların­dan, başlarından tutup avucunun içine aldı, kiminin gagasından öpüyor kiminin tüylerini uzun uzun, âdeta âşıkane bir tavırla okşuyordu. Zabitlerle konuşan İspiro, yüzünü ihtiyara doğru çevirdi. Ve o sırnaşık gülüşüyle uzaktan bağırdı:

— Gönder onları içeriye de kızartıversinler, dedi

  Kuşbaz Hüseyin Bey, yerinden kımıldanmadı, işitmedi ve kana bulanmış ölü kuşları okşamakta, yüzüne gözüne sürmekte devam etti.

Düşman zabitlerinden birisi İspiro'ya elini başına doğru kaldırıp ihtiyarı göstererek "Acaba delimidir?" manasına gelen bir işaret yaptı. İspiro avlunun öbür ucundan bir daha bağırdı:

— Hey yeter artık, yeter; sana söylüyorum, sağır mısın be. İçeriye gönder güvercinleri, dedi.

Kuşbaz Hüseyin Bey, gene yerinden kımıldamadı, gene başını çevirmedi; o zaman zabitlerle be­raber eski çiftlik uşağı güvercin" kümesinin başucunda çömelen adama yaklaştılar; biri omzundan sarstı, diğeri sakalından çekti. Birkaçı karşısına çömeldi. Fakat çömelmeleriyle kalkmaları bir oldu. Hepsi birden haşyetle geri geri çekildiler ve birbirlerine demincek zabitin İspiro'ya yaptığı işareti tek­rar ettiler. Filvaki, ihtiyarın simasına acayip bir mehabet çökmüştü gözlerinde madeni bir parıltı var­dı ve bakışı bir süngünün ucu gibi sabit, dik, sert ve mütearızdı. Lekesiz ak sakalı ise yüzüne sürdü­ğü kuşların al kanına boyanmıştı; sanki çenesine Türk bayrağından bir parça sarmış gibiydi.”

Yakup Kadri Karaosmanoğlu

 

EFRUZ BEY ÖMER SEYFETTİN

$
0
0

ÖMER SEYFETTİN

İçindekiler

EFRUZ BEY

BİLGİ BUCAĞINDA

AÇIK HAVA MEKTEBİ

GAYET BÜYÜK BİR ADAM

BiRiNCi KISIM

ŞIMELER(1)

SİVRİSİNEK

ASHAB-I KEHFİMÎZ;

 

EFRUZ BEY 

Bu küçük romanı Efruz Beyefendinin kendisine hediye ediyorum. Sevgili Efruz!

Hayatından şu birkaç levhayı yasarken ihtimal biraz mübalâğacı göründüm. Ne yapayım? Bu zenim mizacım... Bunun için kızma. Beni affet! Hem emin ol kir maksadım ne seni tahkir, ne de maskara etmek... Hakikati görüldüğü gibi edebiyat yapmadan yasmak istedim.'Muvaffak oldum mu? Bilmiyorum. Fakat okuyunca samimiyetimin derecesini herkesle beraber sen de anlayacaksın. Herkes seni -bizzat kendi kadar-tanır, EfruZ'cuğum, bugün hiç kimse sana yabancı değildir; çünkü sen "hepimiz" değilsen bile "hepimizden bir parça" sın...

HÜRRİYETE LÂYIK BİR KAHRAMAN

Ahmet Bey kaleme girince arkadaşlarına şöyle bir baktı. Güldü. Boyun kırdı. Başını salladı. — Nasıl, gördünüz mü? dedi. Yirmi dört saat evvel Allah'tan ziyade Abdülhamit'ten korkan kâtiplerin henüz benizlerine kan gelmemişti. Hepsi, yeni geçmiş bir fırtınanın kapalı yerlere savurduğu sonbahar yaprakları gibi solgundu, içlerinde korkunç bir "şüphe" çarpıyor, soramadıkları bir "acaba?", sökülmez bir hıçkırık ıstırabıyla boğazlarına tıkanıyor, dalgın dalgın birbirlerine bakışıyorlardı. Ahmet Bey koltuğuna oturdu. Parlak beyaz kolluklarını yenlerinden fırlatan hususî bir hareketten sonra fesini çıkardı. Masasının üstüne koydu. Bir çelik yay gibi kuruldu. Kabardı:

—    Yoksa hâlâ haberiniz yok mu? diye tekrar güldü. Bütün kalem ondan bir "Babıâli kuşkusu" ile korkardı. Bir sene evvel iki bin beş yüz kuruş maaşla "bâirade-i seniye"  gelen bu beyi âmirleri hafiye, madunları "Jön Türk" sanırlardı. Kendisi Galatasaray'dan, Mülkiye'den.. bazan da aşiret mektebinden birinci çıktığını, mabeynin emri üzerine diplomasiyle altın maarif madalyası verilmediğini söylerdi. Amirlerinin itikadınca bu "altın madalyayla diploma" mabeynde, başkâtip paşa hazretlerinin çekmecesindeydi. Eğer bu diploma

Ahmet Beyin elinde olsaydı hemen Avrupa'ya kaçacak, yedi düvelden hangisini isterse birisinin hizmetine girecek, maazallah... Efendimizi rahatsız edecekti! Fakat hariciye dairesinin koridorlarında ödlekliklerine rağmen yine dedikodu yapmaktan çekinmeyen züppeler Ahmet Beyin Galatasaray'dan kovulduğunu anlatırlar, her tarafa yayarlar, arkasından alay ederlerdi. Pek gençti. Pek yakışıklıydı. Pek kibardı. Pek zengindi. Pek âlimdi. Pek edipti. Kimin nesi olduğunu kimse bilmiyordu. Ama herkes onun görünen şekline inanıyor, ihtiramda kusur etmiyordu. Son numara bir moda gazetesinden canlanarak hayata fırlamış canlı bir resim kadar şıktı. Sağ gözüne taktığı soğan rengi tek gözlüğünü düzelterek:

—    Hepiniz korkuyorsunuz, be! dedi, yoksa haberiniz yok mu?

Çekirdekten yetişme tam bir Babıâli mahsulü olan köse mümeyyiz, sanki hiç bilmiyormuş gibi sordu:

—    Neden haberimiz olacak? Ne var?

Ahmet Bey, en müşkül mevkilerle en tehlikeli zamanlarda yaptığı asabî bir hareketle gözlüğünü tuttu. Yavaş yavaş doğruldu. Ayağa kalktı. Mümeyyize dik dik baktı. Acaba bu bir "istibdat" taraftarı mıydı? Lâkin ne cesaret!

—    Hürriyetin ilân olunduğunu daha duymadınız mı? diye haykırdı.

Kalem halkı, bu zavallı iki cami arasında kalmış beynamazlar ne yapacaklarını şaşırdılar. Biraz cesurları bu korkunç Jön Türk'ün ceplerinde boğucu gazlar çıkaran küçük küçük müthiş -komprime-bombacıklar var sanıyorlardı. Bazan bıyık altından "cehennem leblebileri" dediği bu bombalardan ya kızıp bir tanesini ortaya atarsa... Bir anda Babıâli dünya yüzünden silinecek, bir mezar, harabe olacaktı! Lâkin eski buruşuk İstanbulinli  köse mümeyyiz, öyle denemeden kuru gürültüye papuç bırakır takımından değildi.

İri, -hem o vakte göre- şahane burnunu kaldırdı:

—    Sizin gibi bu sabahki gazeteleri biz de okuduk oğlum, dedi.

Ahmet Bey, yine hiddetle sordu:

—    Hiç bir şey anlamadınız mı?

—    Ne anlayacağız?

—    Hürriyetin ilânını...

—    Hangi gazetede?

—    Hepsinde.

Mümeyyiz sıska sarı elleriyle titreyerek masasının sol gözünü çekti. İki gazete çıkardı. Tehlikeli bir şeymiş gibi yavaşça önüne koydu:

—    İşte Sabah  ile İkdam... İlânat taraflarını bile okudum. Öyle hürriyete dair bir şey yok.

Hürriyetin ilânını ilânat sahifesinde aramasında ne nükte olduğunu anlamayan Ahmet Bey bunu mümeyyizin hakaret etmek istemesine yordu. Çöllerin payansız sükûnuna haykıran erkek bir aslan gibi kükredi:

—    Siz artık bu devre lâyık adamlar değilsiniz. İlânat sütunlarında hürriyet ilânı arıyorsunuz. Hayır, hayır, hayır... En başa bakınız. Orada bir tebliğ var. İşte bu tebliğ hürriyet ilân ediyor.

Kâtipler önlerine bakıyorlar, her ihtimale karşı bu tehlikeli münakaşayı hiç işitmiyor gibi davranıyorlardı. Mümeyyiz kırmızı çuha kılıfından gümüş gözlüğünü çıkardı, taktı. Sabah'ı açtı. Tebliği buldu. Okudu. Sonra Ahmet Beye döndü.

—    Kanun-u Esasî hakkındaki tebliği mi söylemek istiyorsunuz?

—    Evet.

—    Fakat bu tebliğde hürriyete dair bir şey yok.

—    Siz hürriyeti ne sanıyorsunuz? İşte Kanun-u Esasî... Kanün-u Esasî hürriyet, demektir.

Köse mümeyyiz geniş bir nefes aldı. Astarı parçalanmış kalın kahverengi perdeli büyük pencerelerden sıcak bir yaz havası, müseddes  şeklinde ince uzun bir kibrit kutusunu andıran karanlık kaleme giriyor; sigara, kâğıt, mürekkep, nefes kokularının rutubete karışmasından hâsıl olmuş ağır bir havayı, ıslak tavuk kokusuna benzeyen bu ağır havayı tebahhur ettiriyordu.

Ahmet Bey terliyor, yerinde duramıyordu.

Görüyordu ki hâlâ kalem şüphedeydi. Hâlbuki o ta yerinden, yani mabeyinden haber almıştı. Bu sahiydi. Fakat nasıl olduğunu bilmiyordu. Herkesten ismini, münasebette bulunduğunu sakladığı hamisi paşa dün gece "ubudiyetini arz ederken"  kendisine:

—    Yarın hürriyet ilân olunacak, demişti, Efendimiz emretti. O kadar önüne geçmek. Bu Jön Türk rezillerinin zaptı kabil olamayacağını anlatmak istedik. Kâr etmedi. Allah akıbetimizi hayreylesin...

O ana kadar tamamıyla mabeyne mensup geçinen Ahmet Bey velinimetinin konağından çıkarken o kadar "hürriyetperver"di ki yanında Namık Kemal'le Mithat Paşa halis istibdat taraftarı kalırlardı. Sokak tenha idi. Evine doğru yürüdü. Nişantaşı'nın daha bir şeyden haberi yoktu. Komşu konaklarda vur patlasın, çal oynasın, saz âlemleri devam ediyor; uzak yakın piyano sesleri işitiliyordu. Ahmet Bey o gece hiç uyuyamadı. Böyle âli, böyle mesut bir günü bu kadar hasretle, bu kadar iştiyakla beklediğinin şimdiye kadar niçin farkına varmadığına şaşıyordu. Bu müjdeyi ilk haber alan kendisi olduğu için sonradan duyacaklara karşı ruhunda büyük bir faikıyet duyuyordu. Bütün İstanbul halkına, bütün Türkiye'ye, hâsılı herkese bugün faikti. Yarın hürriyeti kabul eden bütün Osmanlılar arkasından geleceklerdir. Bunları düşüne düşüne sabahı dar etti. Siyah bonjurlarını giyindi. "Tam resmî olmayayım." dedi. Beyaz eldivenler taktı. Her günkünden daha şık oldu. Soluğu kalemde aldı.

Arabada gelirken İkdam'ı baştanbaşa okumuştu. Kanun-u Esasî tebliğinden başka bir şey yoktu. Fakat kendi kendine.

—    ... Kanun-u Esasî demek kâfidir! diyordu.

Kalemdekiler daha Kanun-u Esasî tebliğinden bu mesut manayı çıkaramamışlardı. Çünkü... Çünkü... Evet, haberleri yoktu! Hâlbuki o, İşte, tam yerinden haber almıştı. Bir senedir gayet büyük bir adama mensup görünmekle zımnen tehdit ettiği köse mümeyyize tekrar sordu:

—    Demek mümeyyiz Bey, siz bunun hürriyet olduğunu anlayamadınız ha?

"O vakit ki Babıâli zihniyetinden hariç" hiç bir şeye ihtimal veremeyen mümeyyiz:

—    Bu tebliğden ben hürriyet gibi şeyler anlamam, dedi, Kanun-u Esasî zaten vardır. Onun tatbikini tekrar tebliğ etmek yeni bir tensikat hareketine delâlet etse gerektir. Fakat başka şeye... Asla...

Mümeyyiz, Kanun-u Esasinin zaten mevcut olduğunu, her sene resmî salnamenin  en başına basıldığını söylüyorken kalemin müdürü girdi.

Bu şişman, esmer, fikri son derece mahdut bir beydi. Kaleme bugün nasılsa erken uğramıştı.

Zira yaz kış Büyükada'da oturduğu için öğle paydosundan on dakika evvel gelir, öğle paydosu daha bitmeden kalkar giderdi. Mabeyne mensup bir adama mensup bir kadının sütkardeşine mensupluk sayesinde devamsızlığı bir kusur sayılmıyordu. Ahmet Bey onunla, diğer kâtiplerden daha ziyade teklifsizdi. Onu da yokladı. Zavallının haberi yoktu. Hatta gazete okumak âdeti olmadığı için tebliği bile görmemişti. "Hürriyet lafını işitince kızardı. Sonra sarardı. Morardı. Beyazlaşan dudakları titremeğe başladı. Ahmet Beye yüzünü çevirerek:

— Rica ederim, böyle şeylerden bahsetmeyelim. Bizim vazifemiz her şeyden mukaddestir! dedi.

Maiyeti kâtipler müdürlerinin ne mükemmel, ne gaffar adam olduğunu zaten bilirlerdi. Onlara da dönerek:

—    İşlerinize bakınız, beyler! emrini verdi, ben âmirinizim, benim gibi vazifeperver olunuz. İnsanın en büyük saadeti vazifesinin ihmalsiz icrasıdır!

Haftada bir iki defa günde on dakika kaleme gelen bu herifin vazifeden bahsetmesi Ahmet Beyin canını sıktı. Ayağa kalktı, İşte hepsi uyuyorlardı. Lâkin yarın... Hepsi uyanacaklardı. Kendisi için bu budalaların arasında bir dakika geçirmek artık b: r asır kaybetmeğe müsaviydi. Fesini giydi. Tek gözlüğünü tekrar elledi. Jimnastikle kabarmış göğsünü daha ziyade kabartarak, kollarını bir idman taliminde imiş gibi hususî bir ahenkle sallayarak kapıya doğru yürüdü. Çıkmadan durdu. Bütün kaleme:

—    Acele etmeyiniz. Yarın görürsünüz! diye haykırdı. Dışarı atıldı. Babıâli'nin koridorları her vakit kinden daha tenha gibi duruyordu.

Hariciye tarafına geçti. Orada biraz hayat vardı. Kapıları önünde kalem beyleri dolaşıyorlar, "âdetleri veçhile" Fransızca konuşuyorlardı:

—    Jö no kuruva pa... 

—    Set ön blag. 

—    Didon... 

—    Se biyen, sö ne pa posibl. 

Ahmet Bey birisini arıyormuş tavrını takındı. Aralarında gezindi. Hepsine kulak misafiri oldu. Konuştuklarını işitiyor, amma pekiyi -yani hiç-arılamıyordu. "Hürriyet"in Fransızcasını hatırlamağa çalıştı. Bu kelimeyi çok işitmişti. Ama zekâsının tuhaf bir hususiyeti vardı. Çok işittiği şeyi pek çabuk unuturdu, "leblebi" gibi bir isimdi... '

Leblebi, leblebici, lâbada... Hayır!

Elleri cebinde hürriyetin Fransızcasını böyle derin derin ararken "kahramanlık, gösteriş" damarlarının birdenbire kabardığını duydu. Kendini dinledi. Yanaklarından başlayan bir sıcaklık şakaklarına, başına çıkıyor, saçlarının arasına dağılıyor, sonra ensesinden sanki kaynamış bir su gibi belkemiğinin hizasından akıyor. Belinden aşağısını tutuşturuyordu. Ah, bir şeyler oluyordu. Sarhoş gibi gözleri dumanlanıyor, kalbi göğsünü çatlatacak gibi çarpıyor, çeneleri kilitleniyordu. Evet... Şimdi, şurada:

—    Yaşasın hürriyet! diye bağırsa ismi tarihe geçecekti. Düşünüyor, tir tir titriyordu. Babıâli'de birinci defa bu mukaddes kelimeyi çınlatmak... Birden, kendisini tutamadı. Gözleri daha ziyade dumanlandı. Adetâ karardı. Kendi iradesinin haricinde, ne olduğu bilinmez bir kuvvet içine girmiş, onu kımıldatıyordu. Ellerini kalçalarına koydu. Göğsünü şişirtti. Gözünü dumanları içinde sayısını göremediği bu müstebitler ordusuna karşı avazı çıktığı kadar bir nara attı:

—    Yaşasın hürriyet!

Bir an herkes sustu... Kalem kapılarından vücutsuz başlar göründü. Yaptığı deliliğin dehşetinden birdenbire ödü kopan Ahmet Bey narasını tekrarlayınca koridorlardan herkes kaçıştı. Bunu mabeyn tarafından kurulmuş bir tuzak sanıyorlardı. Ahmet Bey Babıâli'de birinci defa olarak bu kelimeyi haykırabildiği için ruhunda öyle bir büyüklük, öyle bir fevkalâdelik duydu ki hükümetin bütün ordusu önüne çıksa "bir hamlede yere geçireceğim." sandı.

Artık katiyen ne yaptığının farkında değildi.

Dâhiliye tarafına, Sadaret'e koştu. Merdiven başlarında, meydanlarda, nazır odalarının önlerinde haykırdı:

—    Yaşasın hürriyet!

Kapıcılar onu delirmiş zannıyle polise gönderiyorlardı. Ahmet Beyin tutulmadığını, boyuna "Yaşasın hürriyet!" narasını bastığını gören kâtipler yavaş yavaş onun etrafında toplanmağa bağladılar. O coşuyor, deliriyor, bir arteziyen şiddetiyle taşıyor, fışkırıyordu:

—    Geliniz, vatandaşlar, geliniz! Benim yanıma koşunuz. Hürriyetin kollarına atılınız. Eski idareye lanetler: Lanetler olsun...

Öyle küfürler savuruyor, öyle dehşetli laflar söylüyordu ki... Yarım saat içinde bütün Babıâli yerinden oynadı. Bu zelzele sokağa aksetti. Köprüyü geçti. Beyoğlu'nu karıştırdı.

Bir saat sonra...

Evlerine kaçan vükelânın daima toplandığı büyük meclis salonundaydı. Etrafına müsteşarlar, müdürler, Şûrayı Devlet azaları filan toplanmıştı. Ahmet Bey kendini kaybettikçe kaybediyor, kendini bir daha bulamayacak derecelere geliyor, bu ilân ettiği hürriyetin yegâne faili kendini sanıyordu.

Hem... Bunda asla şüphesi yoktu. İşte bütün hükümetin erkânı rükûa yakın bir vaziyette karşısındaydı. Yirmi dört saat evvel hiç düşünmediği, aklına bile getirmediği hürriyeti şimdi tamamıyla benimsiyor, onun için çalışmış görünüyor, kendine hakikî bir kahraman süsü veriyordu.

Herkes de buna inanıyordu.

Herkes inandıkça onun iddiasında artık hiç bir şüphesi kalmıyor, hakikaten kendisinin bir kahraman olduğuna iman ediyor, bu imanın hayaline ika ettiği tedailerle  korkunç bir roman uyduruyordu, meclis odasının içi, dışı dolmuştu. Herkes bir def acık olsun onu uzaktan görmek istiyordu.

Halk niçin olduğunu bilmeden avluda toplanıyor, İstanbul'un otuz senedir hiç bir maskaralıkla bozulmamış sükûnu tehlikede kalıyordu. Ahmet Beyin sesi kısılmıştı.

Meclis içindekiler:

— Ey kahraman-ı hürriyet! İstibdadı nasıl devirdin? Bize anlat! diye haykırıştılar.

Ama Ahmet Bey yalnız "hürriyet" in lafını biliyordu. Bunun nasıl istihsal olunduğundan, müstebidin nasıl Kanun-u Esasi'yi verdiğinden filan hiç malumatı yoktu. Avrupa'da Jön Türkler bulunduğunu biliyordu. Lâkin bunlar kimdi? Haberi yoktu. Hatta bir "Jön Türk" ismi bile tanımıyordu. Fakat İşte herkes, bu binlerce hükümet memuru, bu müsteşar, bu müdürler, mümeyyizler, hulefalar , kâtipler ondan "Jön Türklerin kimler olduğunu" sormuyorlar; kendisinin, bizzat kendisinin hürriyeti nasıl istihsal ettiğini anlamak istiyorlardı.

Hissi, idraki, bir saat evvelkinden tamamıyla başka bir mahiyette kendine geliyor, yavaş yavaş düşünmeğe, hükmetmeğe başlıyordu. Oturduğu koltuktan kalktı. Hemen ona yol açtılar. Açılan yoldan ağır ağır yürüdü. Ağır ağır oradaki masanın üzerine çıktı. Salonun kapısından hâlâ birbirlerini ezerek giriyorlar, sıcağa rağmen kalabalıktan düşmemek için pencerelerin camlarını indiriyorlardı. Bir elini kalçasına dayadı. Öteki eliyle tek gözlüğünü sımsıkı tutarak bağıra bağıra anlatmağa başladı:

—    Vatandaşlar! Bize "Jön Türk" derler. Bizi kimse tanımaz. Bizim kimse ismimizi bilmez. İşte bu Jön Türklerden birisi benim! Ben onların reisiyim! Benim ismimi kimse bilmez. Beni kimse tanımaz.

Kapının yanından bir ses haykırdı:

—    Ben sizi tanırım efendim.

—    Kim o?

—    Kim o, kim o?

Salondakiler bu mesudun kim olduğunu sorarak o tarafa baktılar. Bu bir odacı idi. Ahmet Beyin kalemindeki Arapkirli saf bir ihtiyardı. Bu kadar büyük bir adamı tanıdığı için son derece seviniyor, tekrar:

—    Ben sizi tanırım! Sizin isminiz Ahmet Beydir!' diye haykırıyordu. Ahmet Bey masanın üzerinden topuklarım kaldırdı, daha ziyade yükseldi. Protesto etti:

—    Hayır, yalan söylüyor. "Ahmet" benim müstear ismimdir. Asıl ismi m değil. Beni kimse tanımaz.

Odacı "Bir senedir tanıdığını" haykırdıkça Ahmet Bey doğduğundan beri taşıdığı, babasının koyduğu bu "Ahmet" ismini inkâr ediyordu.

Hürriyet hikâyesini dinlemek isteyen ekseriyet birdenbire hiddetlendi. Odacıyı tokatlayarak dışarı attılar.

Ahmet Bey sözüne devam etti:

—    Bu cahil adam, benim müstear ismimi asıl ismim sanıyor. Fakat kabahati yok. Bugüne kadar kalemdeki beyler de, mümeyyizler de, müdür de, hatta nazır da, hatta İstanbul ahalisi de. Hatta ben, hatta evimdeki ailem de beni "Ahmet Bey" tanıyorlardı. Hâlbuki... Yanılıyorlardı. Ben bu nam altında asıl şahsiyetimi, asıl ismimi saklıyordum. Bizim cemiyetimizin merkezi Patagonya'daydı. Fakat her sene kongremizi İstanbul’un tenha bir köşesinde, Sulukule'de bir çingene evinin eşek. ahırında yapardık. Düşündük, taşındık; bizim istediğimiz, kan dökülmeden hürriyeti elde etmekti. Ben bir proje yaptım. Sulukule'den ta Yıldız Sarayı'na kadar bir tünel kazmak. Sonra bu tünelden geçerek bir gece müstebidi sarayının bir odasında yapayalnız yakalamak... Kafasını tabanca altına alarak hürriyeti ilân ettirmek... Yüz muhalif reye karşı on bin beş yüz muvafakat reyiyle benim projem kabul olundu.

Ta masanın dibinde duran köse mümeyyiz kendisini zapt edemedi:

—    Affedersiniz Ahmet Bey, dedi, pardon, müstear isminizi söyledim. Kahraman Bey! Kongrenizde on bin altı yüz âza olduğu anlaşılıyor. Bu kadar kişiyi içine alacak bir ahır Sulukule'de değil, İstanbul’da bile yok. Sakın rakamda bir yanlışlık olmasın...

—    Hayır, hayır...

—    Fakat...

—    Ne fakatı be?

—    Nasıl olur bu?

Mümeyyiz vaziyeti tayin edememişti. Hâlâ Ahmet Beye madun muamelesi ediyordu. Kahraman, kızardı.

—    Hayır, hayır, dedi, itiraza lüzum yok. Kongre için bütün azanın toplanması icap etmez. On kişi, beş kişi, hatta iki kişi kâfi... Diğerleri reylerini bunlara havale ederler. Karbonari gibi nice siyasî cemiyetler vardır ki kongrelerini binlerce âza ile yapmışlardır. Hâsılı.. Lafı uzatmayalım. Susunuz, dinleyiniz.

Mümeyyiz sararan yüzünü ekşiterek güldü. Cevabın katiliğinden yumuşamıştı:

—    Zaten dinlemek, anlamak için soruyoruz.

—    Hayır, siz asla hürriyete alışamayacaksınız. İtirazı, suali bırakınız. Yoksa şimdi sizi deminki -münasebetsiz kapıcı gibi dışarı attırırım. Hem kapıdan değil ha...

İcraattan hoşlanan salondakiler merakla sordular:

—    Kapıdan değilse, nereden, nerden attıracaksınız?

—    Pencereden, evet... Pencereden! Altı yedi metrelik bir yükseklikten avluya atılınca itirazın ne demek olduğunu anlar. Hürriyet serbestlik demektir. Kanun-u Esasi demektir. Buna ait bir söze itiraz etmek "istibdat" cinayetinden başka bir şey değildir. İstibdadın cezası bütün hür milletlerde birdir.

—    Nedir? Nedir? diye bağırıştılar. 

'— İdam!

Ses seda kesildi. Bütün salonun üstünde bir ölüm havası dalgalandı. Köse mümeyyiz daha beter sarararak önüne baktı. Dışarı kaçacak bir yol yoktu. Ahmet Bey cevabının yaptığı uhrevî sükûn içinde hikâyesine devam etti:

—    ... Evet, benim projem kabul olundu! Tüneli kazmağa başladık. Çıkardığımız toprakları Sulukule deresine atıyorduk. Bu topraklar denize yakın araziyi beş metre kadar büyüttü. Bu kadar büyük bir tebeddül karşısında bile hafiyeler bizim vücudumuzdan şüphe etmediler. Tuhaf değil mi?

—    ... İstanbul'un bir sahili denize doğru büyüyordu da bunu kimse görmüyordu. Hâlbuki Nil nehrinin getirdiği kumlarla, çamurlarla İskenderiye sahillerinin gittikçe denize doğru genişlediğini maarif bütün mektep çocuklarına öğretiyordu, nihayet yirmi senede bu tüneli tamamladık. Yirmi sene! Bu size uzun gelir değil mi?

Hayretten kimse tasdik edemedi.

—    ... Hayır, bir inkılâpçı, bir ihtilâlcı için bu zaman, yirmi dakika kadar kısadır. Ne eziyetler çektik. Saçlarımız ağardı. Şairlerin hayatta bahar farz ettikleri gençliğimiz dar, güneş görmez bir delik içinde kazma vurmakla geçti. Dişlerimiz döküldü...

Feci, yorgun, perişan bir tavırla bu yirmi senelik uğraşmayı; Sulukule'nin, Yenibahçe'nin, Fatih'in, hatta Halic'in.. Beyoğlu'nun, Nişantaşı'nın, altından gecen nihayetsiz tünelin nihayetsiz karanlıklarını Ahmet Bey anlattıkça masanın dibinde köse mümeyyiz fenalaşıyordu. Ah şimdi hürriyet olmasa, eski istibdat zamanı olsa ona kaç yaşında olduğunu soracak; "Yirmi dört yaşındayım!" cevabını alınca, projesini kaç yaşındayken yaptığını tekrar soracaktı... İşte dayandığı şu geniş masanın üstünde dimdik duran bu genç kazmayla değil, daha bir topluiğne ile bir toprağa dokunmamıştı. Bunu görüyordu. Elleri pek pembe, pek temizdi.

Adeta bir kadın eli gibi. Saçları simsiyahtı. Beyaz olan yalnız dişleriydi. Hem içinde bir tane eksik yoktu. Demek bu Jön Türk tüneli dört yaşında kazmağa başlamıştı. Sual boğazından dilinin üstüne geliyor, dudaklarına dayanıyordu. Fakat köse mümeyyiz yutkundu. Sualini karnına indirdi. Çünkü artık hürriyet devri içine girilmişti. Bir kahramana itirazvarî sual sormak tehlikeli bir kabahatti. Kulağında bu korkunç kelimenin çınladığını duydu.

—    İdam! İdam!

Pencere ile avlunun arasındaki mesafe gözünün önüne geldi. İçini çekti. Sustu. Müstear ismi Ahmet Bey olan kahraman hikâyesini anlattıkça salonun içindekiler titriyorlar; hayret, takdir sedaları çıkarıyorlardı. Hiç kimsenin inanmazlık aklına gelmiyordu. Cumhur... Bu dinleyen, dinleyerek susan yığın asla köse mümeyyiz gibi rakama ehemmiyet vermiyor, "zaman, mekân" umdeleriyle düşünmüyordu; en atmasyon vakaları, en esassız bir masalı, en büyük bir hakikat gibi dinleyip inanmak istidadını haizdi. Evet.. Bu tünel nihayet bir gece bitmişti. Masanın üzerinde canlı bir heykel gibi muhteşem bir vaziyet alan kahraman hikâyesinin burasına gelince göğsüne vurdu:

 -- İşte vatandaşlar! dedi, bir gece kazmamızı vurunca yıldızla dolu semayı gördük. Burası sarayın bahçesiydi! Ben başımı çıkardım. Etrafı dinledim. Biraz ileride nöbetçiler geziyordu. Mabeynin mükemmel bir haritası yanımızda hazırdı. Tekrar tünele çekildik. Hususî bir ihtilâl aletiyle mevkiimizi tayin ettik. Müstebidin yattığı köşkten yüz metre uzaktaydık. Arkadaşlarıma veda ettim. "Haydi, siz gidin. Beni yalnız bırakın." dedim. Onlar tünele girdiler. Yeraltından Sulukule'ye doğru gitmeğe başladılar.

Siz o vakit, o gece, o saat, o saniye kim bilir ne kadar rahat, ne kadar asude, sıcacık yatağınızda mışıl mışıl uyuyordunuz. Hâlbuki... Ben ne heyecanlar geçiriyordum.

Bütün salon bir kulak kesilmiş; nefes almıyor, dinliyor, vakanın dehşetinden herkesin dizleri titriyordu. Kahraman, hareketlerini, vücuduyla tekrarlayarak yerde nasıl sürüne sürüne gittiğini, iki dakika içinde yirmi üç tane nöbetçi neferini nasıl zehirli hançerle öldürdüğünü, nihayet müstebidin yanına giriverince nasıl tabancasını alnına dayayıp sakalından tuttuğunu anlattı.

—    ... Müstebit: "Aman, Jön Türk! Benden ne istersen İşte, vereyim. Yalnız canıma dokunma!" deyince ben: "Senden bir şey istemem. Yalnız şimdi hürriyeti ilân edeceksin. Yoksa karışmam." dedim. Can korkusuyla hiç düşünmedi. Huzuruna giremeyen mabeyncilere sakalı elimde yazdığı iradeyi gönderdi. İşte bu sabah gazetelerde okuduğunuz tebliğ benim ona yazdırdığım satırlardır.

Kahraman anlattıkça hikâyesi kulaklardan geçerek ağızlardan çıkıyor, ağızdan ağza yayılarak kapıdan, Babıâli'nin avlusundan dışarı savruluyordu. O gece bu vakayı İstanbul’da duymayan kalmadı. Sokaklara fırlayan binlerce kâtip Jön Türk'ün kahramanlığım anlatıyor, işitenler. Henüz işitmeyenlere -kendilerinden de bazı şeyler karıştırarak- tekrarlıyorlar, kadınlar evlerde, ihtiyarlar mahalle kahvelerinde, askerler kışlalarında, yirmi dört saat evvel bütün dünyaya hükmeden müstebidin nasıl sakalı ele verdiğini tahayyül ediyorlardı.

Ahmet Bey o akşam Nişantaşı'ndaki annesinin evine büyük bir zafer alayıyla gitti. Babıâli'ye getirttiği arabanın atlarını çıkarmıştı. İkindiye doğru hürriyetin sahiden ilânına inanan tıbbiyeliler, hukuklular, darülfünunlular, medreseliler Babıâli'ye üşüşmüşlerdi. Hepsi, Ahmet Beyin arabasına koşuldu.

—    Yaşasın hürriyet! Yaşasın hürriyet' Nakaratıyla çekmeye başladılar. Babıâli Caddesi cülus günü gibi donanmıştı. Köprüden geçerken Ahmet Bey:

—    Artık Köprü parası alınmayacak, bu vahşîliktir, hürriyete yakışmaz, diye haykırdı. Mektepliler kendi hürriyet mabutlarının bu narasından coştular. Galeyana geldiler. Para toplayan memurları boyunlarındaki kutularla beraber denize fırlattılar. Memur barakalarını parçaladılar. Alay köprünün ortasına gelmeden Aziziye karakolunu   boşaltan askerler, takım kumandanları, yani onbaşıları önlerinde olduğu halde Galata'ya doğru kaçışıyorlardı. Jön Türk'ün arabasını çeken mekteplilerle medreselilere katılan halk on bini geçmişti. Bu muazzam ayalin başı Karaköy'e geldiği halde Zülfikar  gibi iki kuyruklu ucunun biri Bahçe -kapı'sında, biri henüz Yenicami muvakkithanesinin   önündeydi. Birkaç dakika içinde bütün Galata'da dükkânlar kapandı. "Patrida"  lan olan Türkiye'yi ateşinden yanacak derecede şiddetli bir muhabbetle seven sevgili sadık "yerli Yunanlı" kardeşçiklerimiz de hemen Jön Türk'ün alayına katıldılar. Yahudiler Balat'tan ayrı bir alay yapmış koşuyorlar, hürriyet nümayişine yetişmek istiyorlardı. Belki İstanbul şimdiye kadar böyle sevinçli, böyle umumî bir hareket görmemişti. Alay Beyoğlu'na geldi. Fakat büyüdü. Büyüdü. Büyüdü. O kadar büyüdü ki Caddeikebir bu kalabalığı almadı. Sıkışanın, üzülenin, ezilenin haddi hesabı yoktu. Bu anî tuğyandan şaşıran sefarethaneler tuhaf bir şaşkınlıkla bayraklar çekmişler, daha ne olduğunu iyice anlayamadıkları bu hâdiseyi selâmlıyorlardı. Genç mekteplilerin kalın enseli, ince fikirli, son derece hürriyetperver medreselilerin sevinç gözyaşları dökerek çektikleri arabada küçük dağları yaratmış bir Allah yavrusu gibi kurulan Ahmet Bey Rus sefarethanesinin önüne gelince insandan atlarına "çüş!" manasına gelir garip bir ses çıkardı:

—    Durrrr...

Araba durdu. Alay durdu. Naralar, alkışlar durdu. Bu lâhutî  sükût içinde Jön Türk'ün, hürriyet mabudunun sadası işitildi:

—    Ey vatandaşlar! Bizi dünyada en çok seven mukaddes komşumuzun, sevgili çarlık Rusya'sının sefarethanesi önündeyiz... Onları selâmlayalım. Eski hain istibdat idaresi en sevgili kardeşlerimiz olan Ruslar, hürriyetperver Rus Çarını bize düşman bildirmişti. Hayır, hayır, hayır... Hiç bir devlet kendi komşusuna düşman olamaz.

Olamaz. Bu mantıka muhaliftir. Her ne kadar mantık yoksa da, yine muhaliftir. Bizim düşmanlarımız olsa olsa İspanya, Portekiz, İsveç, Norveç, Monako, Liberya, Arjantin, Panama hükümetleridir.

Biz bunların hücumundan korkmalıyız. Dünyanın en büyük hürriyetperveri olan Carın hükümeti hür bir Türkiye'ye düşman olamaz... ... Bu nutuk uzadı. Kendi memleketimizi bizden daha çok sevdiklerinden hiç kimsenin şüphe edemeyeceği sadık yerli Yunanlı kardeşlerimiz ellerinden kıvılcımlar çıkacak derecede bu nutku alkışlıyorlar:

—    Zito, zito, zito!  diye avazları çıktığı kadar haykırışıyorlardı. İngiltere seferathanesinin önünde de Ahmet Bey bir nutuk söyledi. Bütün Osmanlılar anladı ki bizim en hakikî dostumuz, hatta müttefikimiz Rusya imiş...

... Alay Harbiye Mektebinin önüne gelince o kadar çoğalmıştı ki... bir tek hareket imkânı kalmadı. Hava kararıyor, akşam oluyordu. Ahmet Bey sabahtan beri hiç bir şey yemediğinin şimdi farkına vardı. Arabanın üstünden dedi ki:

—    Artık alayımız hareket edebilmek istidadını kaybetti. Bari bana bir kişilik yer açınız da evime gideyim.

Mektepliler hep bir ağızdan bağırdılar:

—    Asla, ey "kahraman-ı hürriyet!" Asla! Senin ayağın toprağa lâyık değildir. Caddeler, sokaklar seni görmek isteyenlerle dolu... Onların başlarına basarak yürü, istediğin yere git...

Arabanın içinde biraz doğruldu. Nişantaşı tarafına baktı. Hakikaten yer hiç gözükmüyordu. Kımıldamayan bir halk sürüsü bütün yolu doldurmuştu. Sabahleyin bol bol geçtiği sokak şimdi bir buçuk metre kadar yükselmiş, kırmızı tuğla kaplanmış gibiydi. Kalktı. Düşünmedi. Bir eliyle tek gözlüğünü tutarak bu kırmızı, fakat yumuşak tuğlalar üstünde yürümeğe başladı. Alkışlayan eller ayaklarını okşuyordu. Yumuşak tuğlaların altından birtakım canlı yuvarlaklar kımıldıyor, nihayetsiz bir uğultu semaya yükseliyordu:

—    Yaaşa.. sın.. Hür... riyet!

Ahmet Bey düşe kalka evinin önüne geldi. Ama kapıya inmek ihtimali yoktu. Halk sıkışmış kımıldayamıyordu. İkinci kat pencerelerinden bakan hizmetçiler beylerini herkesin başında, elleri üstünde yürüyor görünce koşup Hanımefendiye haber verdiler. Hanımefendi otuz senedir İstanbul’da oturduğu halde Türkçe konuşmasını öğrenmemiş bir Çerkezdi. Kızların laflarını iyice anlayamadı. Lâkin sevgili Ahmet'inin ismini duyunca "Acaba bir kaza mı oldu?" diye pencereye koştu. Balık istifi gibi sokağa dolan halkın başlan üzerinde gezinen oğlunu görünce şaşırdı. Pancuru aralık etti:

—    Ayol ümmeti Muhammed'imin başında yürümeye böyle utanmıyor musun, Ahmet?

Ahmet Bey başını kaldırdı. Müstear isminin hâlâ kullanılması birdenbire onu hiddetlendirdi. İçeri girmek istediğini unuttu.

—    Affedersin anne! Benim adım Ahmet değil... dedi.

Zavallı kadın yanlışlık olmasın diye oğluna dikkatli dikkatli baktı. Hayır, hiç şüphesi yoktu. İşte oydu! Tam kendisiydi. Doğurduğu, meme verdiği, büyüttüğü, ismini koyduğu oğlu... Ahmet Beyciğiydi. Kızdı:

—    Halt etmişsin. Adın senin Arae...

—    Değil İşte...

—    Hayır, Ame, Ame...

—    Ahmet değil, İşte.

—    Sus, aklını mı kaybettin? İçerime fenalık gelecek.

—    Hayır, Ahmet değil diyorum. Sen benim asıl ismimi bilmezsin... Bu münakaşa ana oğul arasında âdeta şiddetlice bir kavga halini aldı. Zavallı kadın oğlunun ismi "Ahmet" olduğuna evdeki bütün hizmetçileri, ihtiyar dadısını, şahit getirip pencereden gösteriyor, rahmetli babasının Şeyh Efendisi, doğduğu vakit kulağına avazı çıktığı kadar ezan okuyarak "Ahmet" ismini koyduğunu, hatta ezanın şiddetinden küçükken kulağı ağrıyıp da akıl baliğ oluncaya kadar aktığını anlatıyordu. Ahmet Bey bütün hatıralara, şahitliklere kargı inkârında inat etti. O kadar ki, annesinin sinirleri tuttu. Zavallı kadın oğlunun ismi kaybolur yahut değişirse onu bütün bütün elden kaçıracakmış gibi bir vehme kapılıyor, haklı olduğunu ispata çalışıyordu. Fakat muvaffak olamadı.

—    Hayyyy... diye bir çığlık kopardı. Arkasındaki hizmetçi kızın kucağına düştü. Bayıldı. Ahmet Beyin üzerinde gezindiği yumuşak tuğlaların altındaki canlı yuvarlak taşlardan çıkan fısıltılar, sakin bir göl dalgası gibi, birbirine karışıyor; "müthiş Jön Türk'ün hakikî ismini annesinin bile bilemediği" uzaklara, İstanbul’un tâ en ücra köşelerine yayılıyordu. Ahmet Bey annesini merak etti. Aile içinde "deli saraylı" şöhretini taşıyan bu kadıncağız en ufak şeye hiddetlenir; elleri, çeneleri kitlenir, bayılınca saatlerca ayılmazdı. Ahmet Bey son gayretle, kapının önündekilerin! biraz aralık edip aşağıya inmeğe çalıştı. Olacak iş değildi. Nümayişçiler bir granitin ecza-yı ferdiyesi  gibi sıkışmışlardı. Eve nasıl girecekti? Galatasaray'ın jimnastik dersleri onu mahir akrobat yapmıştı. Sinemalarda aktörlerin, hırsız, apaş rolüne çıkanların duvarlardan atladıklarını, en üst pencerelerden binalara daldıklarını gördükçe hep içinden: "Ben daha çeviğim, ben olsam bu kadar yavaş tırmanmam!" iler, yanındakilere kendisinin bir el ile barfikste tam mihver döndüğünü söylerdi. İşte şimdi münasip bir fırsat... Herkes onun çevikliğini, marifetini görecekti. Akrobatlığı, cambazlığı şöhretine şöhret, şanına başka bir şan ilâve edecekti. Diyeceklerdi ki:

—    Aman bu Jön Türk! Düz duvarı kedi gibi çıkıyor. Yüksekten, tehlikeden hiç korkmuyor, ne cesaret, ne cesaret!

Evet, mademki fırsat düşmüştü. Cesaretini göstermek lâzımdı. Sokağı dolduran bu kalabalığın sebebini anlamayan, kalabalığın kafalarında gezen beyini gayet eğlenceli bir palyaço gibi seyrederek gülen Anadolulu arsız evlâtlığa: 

—    Kız dadımı çağır, diye haykırdı. Evlâtlık hemen pencereden kayboldu. Bir dakika sonra tekrar aynı pencerede göründü.

—    Dadı gelmiyor.

—    Niçin?

—    Hanımefendiyi koku ile ovuyor.

—    Mehveşi çağır.

—    Mehveş ablam da Hanımefendinin kollarını ovuyor.

—    Peyken çağır.

—    Peyker ablam da Hanımefendinin ayaklarını ovuyor.

—    Pesend'i çağır.

—    Pesend ablam da hepsinin eline kolonya döküyor.

—    Despina nerede?

—    Bilmem.

—    Git çabuk, bak...

Evlâtlık yine pencereden kayboldu. Aradan çok geçmedi. Yine aynı pencereden görünerek haykırmağa başladı.

—    Geliyor mu?

—    Saçlarını düzeltiyor. Gelecek.

.. . İkinci kat pencerelerinin birinden Despina göründü. Şeytan, maskara, güzel bir Rum kızı... Hürriyetin ne olduğunu çapkın pekâlâ biliyordu. Sokakta gürültüden, bağrışmalardan hiç bir şey anlamayan Bolulu ahçıbaşıya demin hürriyetin manasını: "Sizin hanımlar da bizim gibi olacak artık! Hürriyet bu demek!" diye anlatmıştı. "Tuh, tuh, töbe... Sus gopeğin kızı..." diye hürriyeti anlamayan koca Türk hâlâ bu gürültüleri, bu kalabalığı bir yangın sanıyor, "Ateş buralara gelinceye kadar ben yemeği verir, bulaşıkları bile yıkarım" düşüncesiyle hiç istifini bozmuyordu.

—    Ne istiyorsunuz Beyefendi?

—    Görüyorsun ya, içeri gireceğim. Sokak kapısına inecek yer yok.

—    Ne yapayım?

—    Git çamaşır iplerinden getir. Sarkıt. Ben tırmanarak pencereye çıkayım.

Bu kadar alaylı bir manzara Despina'yı gülmekten katıltıyordu.

—    Simdi, simdi küçük Bey, diye kahkahalarla sıçrayarak ipi getirmeğe gitti. Ahmet Bey pazılarını elleriyle yokluyor, altındaki cumhura bakıyor, mektepte imtihanlara girerken duyduğu heyecana benzer bir ürperme kalbini biraz fazla çarptırıyordu. Sabahtan beri yorgunluktan, açlıktan hisleri körleşmişti. Altındaki cumhur bir şeyler bağırıyor, fakat artık o manasını anlamıyordu. Kulakları derin şimşekli bir uğultu ile dolmuştu.

—    Hürriyet!

—    Yaşasın!

—    Jön Türk!

Bu kelimelerin anlaşılmaz bir surette karışmasından hasıl olma bir uğultu... müthiş, muazzam bir gürültü...

Despina elinde ip, ikinci kattan görününce Ahmet Bey:

—    En üst kata, en üst kata çık! diye haykırdı.

—    Düsezeksiniz, beyim.

—    Haydi sen karışma. En üst kata çık diyorum.

Ahmet Beyin, fırsat düğünce muvaffakiyetinin âzamisini elde etmek âdetiydi. En üst katın pencereleri dururken ikinci kattan girmek hakikaten abesti. Çapkın Despina'yı dördüncü katın pencerelerinde bekliyorken, tavan arasının penceresinden ipi sarkıttığını görünce öyle sevindi ki...

—    Sarkıt, sarkıt...

—    İşte.

—    Biraz daha...

Ahmet Bey ipin ucunu tuttu. Despina yukardan haykırdı:

—    İpi nereye bağlayayım?

—    Orada bir yer yok mu?

—    Pancurun demir mandalı var.

—    Pekâlâ. İşte ona bağla.

İp bağlandıktan sonra cumhurun alkışları arasında yavaş yavaş Ahmet Bey çıkmağa başladı. Kollarının müthiş kuvvetini göstermek için ayaklarını hiç ipe dokundurmuyordu. İkinci katı geçmişti. Birdenbire Despina'nın çığlığıyla beraber demir mandal koptu. Ahmet Bey ahalinin tepelerine yuvarlandı. Bu yuvarlanıştan şüphesiz başları çok acıyan, beyinleri sarsılan halk hiç bir şikâyet sadası çıkarmadı. Bilâkis yine olanca kuvvetleriyle:

—    Yaşasın Jön Türk, yaşasın! diye haykırıştılar.

Ahmet Bey başını yukarı kaldırdı:

—    Despina, Despina... diye avazı çıktığı kadar haykırdı. İşittiremedi. Tavan arasının penceresinden yarı beline kadar sarkan, ellerini çırpan Rum; kızı alkışı hezeyana uğramış sıçrayıp duruyordu. Elini salladı:

—    Despina, Despina... Be!

Efendisinin harikulade vaziyetinden galeyana gelen kız ince sesiyle haykırdı:

—    Ti ehi vire Beyimu?

—    Tekrar ip sarkıt.

—    Ne yapazaksınız?

—    Göreceksin...

—    Kala, kala...

—    İpleri balkona bağla. Ucunu aşağı uzat.

—    Kala, kala...

Tavan arasının balkonundan eve girmeği pek hoş bulan kız yine tekrar keskin bir kahkahayla halkın gürültüsünü çınlattı. Ahmet Bey Despina'-nın sarkıttığı ipi tutunca tırmanmağa başladı. Birinci, ikinci kat hizasına kadar çıktı. Müthiş bir gürültü:

—    "Yaşasın! Yaşasın Jön Türk!" Gürültüsü camları sarsıyordu. Fakat Ahmet

Bey İşte ne vakitten beri ipe çıkmamıştı, idmanı kaçmıştı. Sileri acıyor, kolları kesiliyordu. Aklına tekrar aşağı kayıp ikinci katın penceresinden içeri girivermek geldi. Ama muvafık değildi. Tükürdüğünü yalamaktı, İşte mademki ipi balkondan sarkıttırmıştı, oradan girmeliydi. Maksadından yarı yerde dönmek azimsizlikti. Hâlbuki kendisi? Jön Türk!... Ulvî bir kuvvet bütün vücudundan taştı. Dişlerini sıktı. Son bir gayretle ipe sarıldı. Santimetre santimetre yükseliyordu. Sokağı dolduran halk:

—    Y'aşasın, yaşasın! diye haykırıyor, karşı tarafında açılan pancurlardaki çoluk çocuk kafaları da alkışlara karışıyor, yarı beline kadar sarkan Despina ince sesiyle:

—    Gayret Beyimu, gayret... diye onu teşci ediyordu. Neyse zorla balkonun kenarına yapıştı. Kollarını kendisine uzatan Despina'yı, kucakladı. Mevkiinin sevinciyle bu siyah, bu gülen gözlerde derin bir aşk güneşinin yakıcı aydınlığım görür gibi oldu. Halk, Jön Türk'ün muvaffakiyetinden deliriyor, coşuyor, taşıyordu. Bu-beyaz yanakların üstündeki iııce kumral kaşların arasını öpmek istedi. Birden içinden ilâhî bir şada:

—    Senin aşkın hürriyettir! Ne yapıyorsun? dedi.

—    Evet, ne yapıyorum? diye mırıldandı. Despina kollarından kurtularak cevap verdi:

—    Çok büyük ayıp yapıyorsun, herkes karşısında böyle...

—    Haydi, sen aşağı in.

—    Baş üstüne!

Kızı aşağı savunca balkona yaslandı. Artık tamamıyla akşam olmuş, sakin semada yıldızlar, bu nümayişin azametinden mahzuz oluyor gibi, pırlanta gulleleriyle titremeğe başlamışlardı.

—    Haydi vatandaşlar! Yarına, yarına! diye haykırdı; yarına... Şimdi evlerinize gidiniz. Çoluğunuzu çocuğunuzu tebrik ediniz. Onlara söyleyeniz ki artık bedbaht olmalarının ihtimali yoktur. Çünkü hürriyet güneşi doğdu. Bu güneşin altında bütün sefaletlerin, rezaletlerin nasıl eriyeceğini size mufassalan anlatacağım. Yarın. Yarın. Evet yarın. Zira bugün çok yorgunum. Hem yarın size öyle bir şey söyleyeceğim ki.. Bunu işitince hayatınızın en büyük bir saadetini idrak etmiş olacaksınız.

—    Ne söyleyeceksin? Ne söyleyeceksin?

— Size şimdiye kadar kimsenin bilmediği hakikî ismimi söyleyeceğim. Evet, yarın bunu işiteceksiniz !

Bu vaat, bu müjde halk arasında öyle müthiş, öyle korkunç, öyle tarif olunamaz derecede şiddetli bir sevinç husule getirdi ki... Manası anlaşılmaz bir uğultu, dar bir nehrin yatağına akmış bir umman, bir tufan gürültüsünü yükseltiyor, her taraftan açılan pancurlardan kadın, kız, erkek, çocuk basları uzanıyor, bu umumî tahassüse her taraftan iştirak olunuyordu. Bu uğultu büyüyor, dalgalanıyor, anatın  değiştiriyor, yavaş yavaş bir musiki haline giriyordu.

Ahmet Bey balkondan ayrılamıyordu.

Ruhundaki azametin göklere sığmayacak derecede irileştiğini, âdeta bütün kâinata inkılâp ettiğini duyuyor, kendini bu ulviyet karşısında bir nokta gibi ufacık görüyordu, ipten sıyrılarak kanayan •ellerine, kabarık göğsüne, yukarı kıvrılmış siyah bıyıklarına bakıyor, burnunun gölgesinde pembe, manevî bir nurun parladığını fark ediyordu. Büyük sokaktan geniş caddeye kadar uzanan manzaraya dalıyor, hangi imparatorun bu kadar sadık tebaası •olabileceğini düşünüyordu. Hayır, hayır... Onun şimdi imparatorların fevkinde bir kuvveti vardı. Ne dese şu halk, şu biribirini ezen, bağıran, haykıran, teganni eden halk ne dese hemen yapacaktı! İmparatorlar değil, hatta hiç bir peygamber hayatında bu kadar sadık, bu kadar meftun bir ümmete sahip olmamıştı. Allah'la Tur-ı Sina'da   görüşen Musa'nın müminleri kaç kişi idi? Kız oğlan kız anasından babasız doğan, doğuşuyla mucizelerin en büyüğünü gösteren İsa'nın kaç mümini vardı? Topu topu on iki kişi değil mi? Bu on iki kişinin içinde de bir hain çıktı. Zavallı peygamberin çarmıha gerilmemek için şeklini değiştirerek genç yağında göğe kaçmasına sebep oldu. Hâlbuki şimdi bütün İstanbul, yani bir milyon kişi ona tâbiydi, ondan doğan güneşe tapıyorlardı. Sokakta uğultu büyüyor, büyüdükçe musikileşiyordu. Ahmet Bey bir an, eskiden tanıdığı bir ahengin yükselir gibi olduğunu zannetti.

Evet, evet... Bu havayı tanıyordu. Halk, hayır halk değil; halkın "deha" sesi otuz üç sene evvel hürriyet rüyasından kalma bir nağmenin, veznini bozmadan, güftesini değiştiriyor, düzeltiyor, bağırıyordu:

Kalkın, ey ehli vatan! Biz de sodan olalım. Bu "Jön Türk" ün uğruna Biz de kurban olayım...

Gök iyice karardı. Havagazları, gelip gitme kesildiği için yakılamamıştı. Sokaktaki kalabalık seyrekleşe seyrekleşe caddeye aktı. Ahmet Bey balkonun tırabzanına dayadığı kolunun uyuştuğunu duydu. Derin tefekkürlerden uyanan dalgınlara has cevval bir mahmurlukla doğruldu. Balkon kapısını açtı. Üzerinde yatak yığınları duran sandıkların arasından geçti. Merdiven kapkaranlıktı. Parmaklıkları tutarak indi. İkinci kata gelince annesinin odasına doğru yürüdü. Hâlâ ayılmamış olacaktı. Zavallının kollarını, göğsünü kolonya ile ovan hizmetçilere kapıdan sordu

—    Daha açılmadı mı? Kızlar:

—    Hayır... dediler. Annesinin hizmetçi kıtlığına kıran girmiş gibi Kastamonu'dan getirttiği arsız evlâtlık ilâve etti:

—    ... Hep kulağına "İsmi Ahmet Beymiş. Şaka yapmış." diye bağırdık. Duymadı.

Ahmet Bey, bu tedavi tarzına fena halde hiddetlendi. Kan beynine fırladı. Yüzü kızardı. Yumruklarını sıkarak:

—    Bir daha bana "Ahmet Bey" dediğinizi duyarsam vallahi hepinizi döver, bu evden kovarım! diye haykırdı.

Baygın annesinin uzandığı kırmızı kadife kanepenin başı ucunda ayakta duran ihtiyar dadısı, böyle birden bire değişen beyinin haline feci feci baktı:

—    Öyle ise artık size ne diyelim?

—    Asıl ismimi söyleyiniz.

—    Asıl isminiz ne?

Bunu henüz Ahmet Bey de bilmiyordu._?

—    Yarın söylerim, dedi, aceleden patlıyor musunuz? Daha dünyada kimse asıl ismimi öğrenmedi!

İnce, beyaz Mısır hasırı döşeli sofadan yürüdü. Yatak odasına girdi, esvapları, kitapları, kâğıtları hâsılı her şeyi bu geniş odadaydı.

Havagazı lambasını yakmışlardı. Açık pencerenin yanındaki Şam kumaşı kaplanmış alçak koltuğa kendini attı. Bir an daldı. Kımıldamadı. Ansızın tek gözlüğü düştü. Onu yerden alırken karşısında Despina'yı gördü. Haberi olmadan içeri girmişti.

—    Servi,  Müsyü, servi...

—    Haydi, git, yemek filân istemem, diye onu kovdu.

İşte bir anda halkın mabudu oluvermişti. Bunu hissediyordu. Evvelâ sırf boş bir tefahurdan, emelsiz bir cakadan, dipsiz bir gösterİşten ibaret olan "hürriyetperverlik" iddiasını "halk" denen yığın sahih sanmıştı. O şimdiye kadar bütün tanıdıklarım âdeta bir sanat edindiği "satışı" sayesinde aldatırdı. Meselâ her ay annesinin verdiği on beş lira ile kalemden aldığı iki bin beş yüz kuruştan başka on para bir geliri olmadığı halde kendine bir zengin, bir milyoner süsü verir; tanıştıklarının hepsi de onu zengin tanırlardı. Zamanenin ne kadar büyük adamı varsa hepsini tanır ve evlerine gider, sofralarında kalır... gibi görünürdü. Kalemde daima şöyle söze başlardı:

"... Başkâtip Paşanın konağında o gece sabaha kadar eğlendik. Bir saat uyumamışım, kalkınca..."

Yahut:

"... Tam yatacaktım. Kapı çalındı. Mabeynden bir yaver gelmiş, Darüssaade ağası  beni istemiş!

— Gidemem, hastayım... diyecektim, amma.. Beni çok sever. Hatırını kırmak istemedim.. Bu soğukta kalktım gittim. Yanıma şeyi... Evet, neyse.... onu yanıma aldım. Dışarı fırladım..."

Yahut da:

"... Fehim Paşa arabasını o gün bana vermişti. Margrit'e iki yüz elli liralık bir çek gönderdim. Hemen geldi. Arabaya, sahibinin metresiyle binerek öyle bir eğlendik ki... Tarif edemem..."

İlâh, ilâh, ilâh..."

Hâlbuki bunların hiç birisinin aslı yoktu. Yalnız büyük adamlara mensup görünmekle kanmaz; cesur, sair, edip, feylesof, âlim, derviş, pehlivan, tanburacı, damacı filan... görünmek ister, hem de görünürdü. Kalemde küçüklerin yanında hep kendine "Esraralût   bir Jön Türk" süsü verir, bir satırını görmediği halde Namık Kemal'in bütün eserlerini okuduğunu söyler, aklında kalmayan bazı şiirlerini bile ezberden okurdu. Hatta şehit Mithat Paşanın kanlı gömleğinin evinde saklı olduğunu rast geldiğine bir sır olmak üzere söyler, bu sırrı saklayacaklarına peşinen yeminler ettirirdi. Herkesi inandırmakta son derece mahirdi. Çünkü görünmek, caka satmak istediği şeyin aslına hiç ehemmiyet vermezdi. Onun ehemmiyet verdiği şey: Yalnız öyle görünmekti... İşte bütün kuvvetini bu tarafa sarf ettiği için muvaffak olurdu. Görünmek istediği şeylerden birisi de zenginlikti. Zengin olmayı aklından bile geçirmezdi. Haddizatında zenginliğin de onca hiç bir ehemmiyeti yoktu. Yalnız zengin görünmek ehemmiyeti vardı. Bir zengin gibi hareket eder, daima aslı olmayan yüz bin liralardan, çeklerden, madenlerden, apartmanlardan bahsederdi. Gayet hasis olan annesinin ne kadar iradı olduğunu da bilmiyordu. Babası nesi var nesi yok, bu kadına bırakmıştı. Lisanı gibi tabiatını da değiştirmeyen bu köylü Çerkez, sineği sıkıp yağını çıkaracak derecede muktesitti. Daima sofrada kendisine:

—    Ah, paranın bereketi kalmadı. Boğaza yetiştiremiyorum, diye sızlanırdı.

—. Anne! Yemekte para, masraf lafı etme! diyen Ahmet Bey yarın mirasa konunca satın alacağı gümüş takımları, vereceği ziyafetleri düşünerek dalar giderdi, İlmi, fazlı, kuvveti, kibarlığı, şıklığı, hâsılı her şeyi biraz kabuk, biraz renk, biraz boya idi. Neye kıymet verilirse o kıymete sahihten sahip olmağa çalışmaz, o kıymet kendisinde eskiden varmış gibi görünmeğe uğraşır, muvaffak da olurdu.

Fakat bu son muvaffakiyeti...

... O kadar büyüktü ki... Şimdi düşünürken kendisi bile şaşıyordu. Evet, büyük bir cesaret göstermiş, Babıâli'de, daha herkes korkuyla şüpheden uyuşuk dururken:

—    Yaşasın hürriyet!... diye haykırmıştı. Sonrasını pekiyi hatırlıyordu. Çorap söküğü gibi gitmişti. O "Cemiyet" in de "fert" gibi, belki fertten ziyade hayalperver bir isterik olduğunu bilmezdi. Fertlerin inanamayacağı ne kadar kaba yalanlar vardı ki cemiyet bunlara hemen kapılır, fakat... Fakat çabuk ayrılır; hayali, fertten çabuk, inkisara uğrardı.

Şimdi koltuğunda derin bir hülyaya dalan Ahmet Bey cemiyetin ruhundaki bu oynak temayülden haberi olmadığı için hâlâ dışarıdan gelen sesleri, nümayiş gürültülerini dinleyerek halkın kendine verdiği ehemmiyete kendi de ehemmiyet veriyor; hayalinde şanla, şerefle, altınla çerçevelenmiş pembe, nihayetsiz bir ufuk açılıyordu.

Varın ne olacaktı?

İsmi duyulunca şöhreti bir anda, telgraflarla dünyanın her köşesine yayılmayacak mıydı?

Fakat ismi?

Evet, sabah olmadan ismini, asıl kendi ismini bulmalıydı. Düşünmeye başladı. Aklına "Edebiyatı Cedide"   romanlarında okuduğu isimler geliyordu; "Bülent, Nevin, Nahit, Fahir, Şükran, Şadan, Kâmuran, Süha, Neriman, falan..." hayır, bunları beğenmiyordu. Öyle bir isim olsun ki... hiç işitilmemiş, hiç kullanılmamış olduktan başka kendi mevcudiyetine, büyüklüğüne, ehemmiyetine uysun! İki saattan ziyade aradı. Bulamadı.

Ne kadar isim varsa hepsi kullanılmıştı. Kullananların hepsini kendinden aşağı, kendini onların hepsinden yukarı, yüksek görüyordu.

— Yeni bir kelime uydurmalıyım... dedi. Amma bu nasıl olacaktı.

Bestekâr Verdi'nin   ismini hatırladı. Tokatlıyan'da anlatırlarken işitmişti. Bu bestekâr, kiralından mükâfat olarak ismini istemiş, kıral da ona kendi isminin her kelimesinden yalnız birer harf vermişti.

"Viktor Emanuel (Ruva d'İtali)" v,e,r, d, i, İşte "Verdi" ismi! "Verdi" ismi böyle doğmuştu. Hâlbuki o kimin isminden harf alabilirdi. Abdülhamit Han Hazretlerinden mi? Hayır! Hâşâ, onu yarın belki yerinden düşürecekti. Korkar gibi etrafına bakındı. Dolabın aynasında kendisini gördü. Fesi bile hâlâ başında duruyordu. Çıkardı. Karşıki kanepeye fırlattı. Parmaklarıyla alabros saçlarını düzeltti. Hâlâ sokakta nümayişçilerin, hürriyetçilerin sadaları dalgalanıyordu. Tek gözlüğünü eline aldı. Göğsündeki cebinden çektiği ipekli mendille silmeye başladı. Mutlaka bir hükümdar isminden mi harf alınabilirdi? Birkaç hükümdarın isminden de pekâlâ alınabilirdi?. Meselâ Avrupa hükümdarlarının isimlerinden...

Ayağa kalktı. Lavabonun yanındaki küçük akaju yazıhaneye oturdu. Yazıhanenin sağında yüksek bir turnant vardı. Raflar eski "Frou Frou" nüshalarıyle dolu idi. Ahmet Bey Türkçe cinaî roman tercümeleriyle bu açık Paris gazetelerinden daima alırdı. Romanları sabahleyin okur, Culotte-Rouge'un, Şans Genc'in yatmazdan evvel resimlerine bakardı. Son okuduğu cinaî romanlardan bir tanesi turnantın ta üstünde idi.

Uzandı. Onu aldı. Kabını açtı. Boş sayfaya cebinden çıkardığı kırmızı mürekkepli bir kalemle aklına gelen Avrupa hükümdarlarının isimlerini yazdı: Nikola, Vilhelm, Edvard Viktor Emanuel, Alfons, Yorgi Jorj, Fransuva Jozef, Albert, Hakon... Bu isimlerin başlarından birer harf topladı. Yazdı:

—    Nveveayjfjah..

Yazdığına baktı. Telâffuz etti. Bağırdı. Hoşuna gitmedi. Bu harflerin birkaç defa yerlerini değiştirdi:

—    Hafyavjevn,

—    Fanvejavah,

—    Vajnohfa,

—    Jafnahevv...

Yavaş yavaş okudu. Ağır okudu. Hızlı okudu. Bağırdı. Hayır, hayır... Beğenmedi. Hoşuna gitmedi.

—    Vay anasını, dedi, beni ya Hintli ya Çerkez sanacaklar, hep Hintli, hep Çerkez ismi çıkıyor.

Sonra hürriyetin üç meşhur şiirinden birer harf almayı düşündü. Onu da tecrübe etti: Hürriyet, müsavat, adalet, uhuvvet! Yazdı:

—    Humma...

Hastalık ismi! Beğenmedi. A'yı ortaya aldı:

—    Ham... Yüzünü buruşturdu.

Bir kere daha değiştirdi:

—    Amh...

Geceyarısı geçti. O hâlâ romanın kenarlarına isimler yazıyor, başlarından birer harf topluyordu. Meşhur kahramanların, meşhur inkılâpçıların isimlerinden çıkardığı kelimeler biribirinden münasebetsiz, biribirinden biçimsiz oluyordu. Nihayet bu usulü' bıraktı. Yazıhanenin üstündeki romanlarda rast geldiği bazı kelimelere bakmak için daima bir "Lügat-ı Osmaniye" dururdu. Ona el attı. Önüne açtı. Karıştırmaya başladı. Gözü ansızın bir kelimeye takıldı, kaldı:

Efruz...

Manasını okudu:

"Ziyalandırıcı, ruşen edici olan."

Tekrarladı:

—    Efruz,

—    Efruz,

—    Efruz,

Hoştu. Ahenkliydi. Hele manası tamamıyla kendine uyuyordu, istibdat, zulüm karanlığını o aydınlatmamış mıydı? Bundan başka, evet, şimdiye kadar hiç kimse bu ismi taşımamıştı.

—    Efruz, Efruz...

Gece gündüz terkip düzmek için lügatlerde Arapça, Acemce kelime arayan şairler, edipler nasıl olup bunu bulamamışlar, kendilerine mahlas diye kullanmamışlardı. Buna şaşıyordu. Bu, tama-mıyle büyüklük, ulviyet, yükseklik, harikuladelik ismiydi.

—    Efruz Bey, Efruz Beyefendi, Efruz Paşa, Efruz Han, Efruz Sultan, Efruz Şah...

Ayağa kalktı. Bir aşağı, bir yukarı gezinmeye başladı. İsmini telâffuz ediyordu. Asıl kendi ismini telâffuz ediyordu.

Efruz Bey, Efruz Bey...

... Artık sabah oluyor, yıldızları silinen göklerin menekşe rengindeki ziyaları camları parlatıyordu. Efruz Bey yirmi dört saattir ne yemiş, ne içmiş, ne de uyumuştu. Vücudunda his yorgunluk duymuyordu. Sinirlerinde, hayalinde öyle şiddetli bir faaliyet vardı ki, oturamıyor, duramıyordu, bu sefer asıl ismini öğrenen halk kim bilir nasıl onu alkışlayacaktı:

—    Yaşasın Efruz Bey! diye bağıracaklardı, isminin aksiyle İstanbul'un yedi tepesi, dünyanın bütün tepeleri, dağları, nehirleri, bataklıkları, gölleri, çölleri, ormanları, yanardağları, hatta, hatta cümudiyeleri çınlayacaktı. Zihni o derece hayal ile dolu idi ki... Fikirlerini seçemiyor, bugün ne yapacağını tayin edemiyordu. Hakikaten çok yapacak şey vardı. Fakat bunlar neydi? Bunları henüz tasavvur bile edemiyordu. Durdu. Yorulmamış bir azmin bütün kuvvetiyle gerildi. Ellerini kalçalarına koydu. Avazı çıktığı kadar bağırdı:

—    Yaşasın Efruz Bey!

Bütün ev halkı, annesi, dadısı, hizmetçi kızlar, evlâtlık "Ne oluyoruz?" diye yataklarından fırlayarak onun odasına koştular. Efruz Beyi bu kadar erken giyinmiş, dışarı çıkacak gibi hazırlanmış görünce şaşırdılar. Bilmiyorlardı ki o bu sabah daha giyinmemiş, fakat dün gece hiç soyunmamıştı. Kenarı gümüşî yollu beyaz bir yemeni ile saçlarını sımsıkı bağlamış olan annesi:

—    Ahmetçiğim, neye bağırdın? Sana bir şey mi oldu? Ödümüzü kopardın. Ne var? diye boynuna sarılmak istedi. Efruz Bey hiddetli hiddetli haykırdı:

—    Hâlâ bana, hâlâ bana "Ahmet" diyorsunuz ha?

—    Ne diyelim?

—    Asıl ismimi söyleyiniz.

—    Asıl ismin "Ahmet" değil mi? Sen deli mi oldun?

—    Sen deli olmuşsun, anne! Benim ismim "Ahmet" mi?

Bu kadar büyük bir iman, bir katiyet karşısında şaşalayan, ağzı açılıp içinden dili birkaç santimetre dışarı çıkan zavallı kadın gözlerini kırparak tekrar sordu:

—    Ya ne?

—    Efruz...

—    Ne?

—    Efruz...

Pek uzun süren birkaç saniye içinde anne, kızlar, dadı, hepsi biribirlerine bakıştılar. Sofu kadın böyle isim değiştirmeyi en büyük bir cinayet sayıyordu. Sarayda "kapı yoldaşları"ndan bazısının güzel isimleri olurdu. Yeni gelen halayıklara vermek için bu güzel isimlilerden birisinin ismi alınır, kendisine başka bir isim verilirse, ismin eski sahibi kız yıllarca ağlar, bedbaht olurdu. Hatta bir arkadaşını hatırlıyordu. On bir senelik ismini alıp yeni gelen bir kıza verdikleri için inat etmiş, günlerce yemek yememiş, açlıkla kendini öldürmüştü. Efruz Bey... Hem bu nasıl isimdi?

—    Oğlum, sen Müslümansın, böyle gâvur isini takınmaya utanmaz mısın?

—    Bu gâvurca değil Farisice...

—    Nece olursa olsun, hiç böyle isim işitilmemiş!

Efruz Bey o kadar kati söylüyordu ki, annesi, dadısı, kızlar, nasıl olduğunu bilmedikleri halde, onun asıl isminin "Efruz" olduğuna inanır gibi oluyorlardı.

... Ortalık tamamıyla aydınlanmıştı. Hürriyetçiler hezeyana uğramış bir çılgın sürüsü halinde sokağa birikmişlerdi. Bu sefer ellerinde allı beyazlı hürriyet bayrakları da vardı. Bağrışıyorlardı.

Efruz Bey camı açık pencereden başını çıkardı. Bu vatanperverlere baktı. Beş on bin kişi vardı. Aralarına irili ufaklı mektep çocukları da karışmıştı. Üç kalabalık bando, dün halkın güftesini değiştirdiği marşı çalıyor, çocuklar, büyükler, hepsi avazları çıktığı kadar haykırıyordu:

Kalkın ey Osmanlılar! Biz de sodan olalım, Bu Jön Türk'ün uğruna Biz de kurban olalım...

Zavallıların asıl kendi isminden haberleri yoktu. Bu umumî cehalete acıdı. Azıcık daha gözleri yaşaracaktı, eliyle sükût işareti etti.

Bütün bandolar, bağıranlar sustular.

—    Ne istiyorsunuz vatandaşlar?

Halk bir ağızdan cevap verdi:

—    Seni, seni...

—    Ben kimim?

—    Jön Türk'sün, Jön Türk'sün...

—    İsmim ne?

—    Bilmiyoruz, ismin ne? İsmin ne?

—    Efruz...

—    Efruz...

Halk bu ismi işitince hakikaten çıldırdı. Sanki hepsi sarhoştu. El şakırtıları, yaşasın sadaları arasında tekrarladıkları bu isim pek hoşlarına gidiyordu.

Efruz Bey her sabahki tıraş âdetini bile yapamadı. Yalnız lavabonun önündeki aynaya yaklaştı. Siyah bir pomatla çabuk çabuk bıyıklarını kıvırdı. Merdivenleri dörder dörder atlayarak aşağı indi. Kapıyı açtı. Dışarı çıktı. Dışarı çıkar çıkmaz halk onu yakaladı. Omuzlarına aldı.

Hareket başladı.

Harbiye Mektebi, Taksim Bahçesiyle, Cadde-i kebir; her taraf hürriyet bayraklarıyla donatılmıştı. Sokak başlarında yeni bandolar cemiyete takılıyor, halk dün bozduğu güfteyi bugün bir kat daha bozuyor, haykırıyordu:

Kalkın ey hür kardeşler Biz de şadan olalım, Efruz Beyin uğruna Gelin kurban olalım...

... İlk defa Babıâli'de bağırarak ilân ettiği bu hürriyeti idare etmek için bir merkez lâzımdı. Efruz Bey alkışla bağırıştan başka bir şey düşünmeyen halkın elleri üstünde bunu düşündü. Köprü'yü geçerken daha böyle bir merkez kararlaştıramamıştı. Yenipostahane binası aklına geldi. Bu muş-küldü. Hem birkaç gün posta muamelesi durabilirdi. Hükümetin haricinde bir yer aklına gelmiyordu. Düyunu Umumiye dairesi.. ' pek güzeldi.

Ama altından çapanoğlu çıkmak ihtimali vardı. Büyük bir yer, demir kapısıyla, kemerli pencereleriyle gözünün önüne "Sahavet Hanı" geldi.

Emretti. Bütün halk hanın yolunu tuttu. Hanın içinde ne kadar tüccar varsa sokağa atıldı.

Efruz Bey kendisine muavin seçmekte güçlüğe uğradı. Herkes hürriyetperverdi. Aralarından bazılarını seçip ayırmak müsavata muhalif bir hareketti. Sahavet Hanına bir saat içinde yerleşildi. Efruz Bey tellâllarına hatipleri çağırttı, binden ziyade hatibin hizmetine hazır olduğunu anladı. Bunları yüzer yüzer hana topladı, İstanbul'un dört bir tarafına saldırdı. İlk teşebbüs ettiği icraat zabıta ile polis teşkilâtını lâğv, hapishaneleri boşaltmak oldu. Fikrince polis hürriyetin en birinci mâniiydi. İlmin tanıdığı ahlâkta kanun: hürriyetti. Bir insan ne kadar hür olursa o kadar düşünür, ne kadar düşünürse o kadar ahlâklı olurdu. Hükümeti de kaldırmayı kurdu. Ama bu birdenbire yapılamazdı. Sabır lâzımdı.

... Efruz Bey merkez ittihaz ettiği handa İstanbul'un dört bir tarafına taze taze hatipler gönderir, terfi edeceklere tavsiyenameler yazar, hürriyetperverlere vesikalar verirken ismi, şöhreti, dünkü ifşaatı yayılıyor, mübalâğalanıyordu. Öğleden bir saat sonra çıkan ilâveler bir gün evvelki nümayişler esnasında alınan resimleri basıyor, "Sulukule - Yıldız" tünelinin haritası onar kuruşa her sokakta satılıyordu. Bu tünelin Jön Türklerden alınması için Beyoğlu'nda levantenlerden   mürekkep büyük bir anonim şirket teşekkül etti. Yenimahalle'de, Zincirlikuyu'da, Yenibahçe'de, Sulukule'de, Edirnekapısı'nda arazi fiyatı birdenbire fırladı. Hele Sulukule'de Jön Türk tünelinin varlığı duyulduktan sonra arşını on paraya olan arsaların metre murabbaı  iki yüz liraya çıktı. Fakat Çingeneler bu tebeddüle ehemmiyet vermediler.

"Sulukule - Yıldız" tünelinin İstanbul'da ani olarak uyandırdığı İktisadî hareketin o kadar ehemmiyeti yoktu. Duyulan şeylerin doğru olduğuna tıpkı halk gibi inanan Yıldız Sarayında da şimdi büyük bir heyecan hüküm sürüyordu. Müstebit daha sabahleyin erkenden en sadık mühendislerini, bahçıvanlarını, kuşçularını toplatmış, sarayın bahçesinde Sulukule tünelinin deliğini arattırıyordu. Bütün tarhlar bozuldu. Sık ağaçlar kesildi. Bu deliği bulmak mümkün değildi. Müstebit oturduğu köşkün küçük bahçesini kapatmak için binlerce çelik levha satın almaya en sadık yaverlerini gönderdi. Köşkünün pencerelerine mitralyözler koydurttu. Mabeyin tünelin deliğini ararken halkın meraklıları da oradaki deliği bulmaya çalışıyorlardı.

—    Yıldız'a giden tüneli bize gösteriniz? diye bahşiş vermeye kalkıyorlar, bu tekliften bir şey anlamayanlar hücum edenleri sarhoş sanarak ellerinden biraz mangiz koparmak hülyasıyla keriz atıyorlar, "hampur..." çekiyorlardı.

... Sahavet Hanının önü ikindiye doğru mahşer gibi olmuştu. Lâkin bu mahşer, dünkü gibi karman çorman değildi. Sınıflara, milliyetlere göre ayrılmıştı. Mektepliler, softalar, papazlarla kumru gibi ağız ağıza öpüşen hocalar... Kürtlüğü temsil eden hammallar, Rumlar, Araplığı temsil eden Tahtakaleliler, Ermeniler, Yahudiler, Arnavutluğu temsil eden bozacı, mahallebici, esnaf... bahçıvan Bulgarlar, Tophane kahvelerinin canlı demirbaş eşyası makamında olan büyük kalpaklı, gümüş kamalı -bilaistisna asil, bey olan- Çerkezler.. hep ayrı kümeler halinde gelmişlerdi. Efruz Bey çıkacak, Sultan Ahmet Meydanında "hürriyet nutku" nü verecekti. Beş altı saat içinde etrafında yirmi kadar mukarreple  birkaç yüz kadar yaver peyda oluvermişti. Mukarrepleriyle beraber aşağı indi. Beygirsiz büyük bir lastikli araba kendisini bekliyordu. Tam bineceği sırada dehşetli bir arbede koptu. Mukarrepler, yaverler meseleyi anlamak için halkın içine koştular. Niçin bu hür kardeşlerin boğaz-boğaza geldiklerini anlamayan Efruz Beye Araplar, Arnavutlar, Rumlar,

Bulgarlar, Kürtlerle Çerkezlerin arabayı çekmek için kavga ettiklerini, Çerkezlerin:

—    Efruz Bey bizim cinsimizdendir. Arabasını çekmek bizim hakkımızdır!, diye kamalarına davrandıklarını anlattılar. Efruz Bey öğleden beri büyük adamlara mahsus "az lâf söylemek" seciyesini iktisap etmişti.

— Pekâlâ, ben üçüncü katın penceresine çıkıyorum. Bana baksınlar. Beni dinlesinler, dedi. ismini bilmediği samimî mukarreplerinden bir ikisiyle geri döndü. Hana girdi, merdivenleri dörder, beşer aşarak yukarı çıktı.

Üçüncü katın penceresine!

İki dakika sonra Efruz Bey pencereden göründü. Yine bir alkış tufanı koptu. Bir eli kalçasında, bir eli tek gözlüğündeydi. Kıvrık bıyıklarını yukarı kaldırarak kalabalığa bakıyordu.

Biraz gürültü gevşeyince söze başladı:

—    Vatandaşlar! içinizde bazı cahiller bana Çerkez diyorlarmış!

Hayır. Ben Çerkez değilim. Ben hiç bir milletten değilim. Ben Efruz Beyim! Ben hürüm! Ben herkesle müsaviyim! Siz daha hürriyeti anlamamışsınız! Hürriyet demek Kanun-u Esasî demektir! Kanun-u Esası "bilâ tefrik-i cins ü mezhep" demektir! "bilâ tefrik-i cins ü mezhep" ne demektir? Biliyor musunuz?

—    Hayır.

—    Hayır, hayır!

—    Bilmiyoruz! diye bağırıştılar.

—    Pekâlâ, Söyleyeyim. "Hiç bir cins, hiç bir mezhep yok!" demektir. Sükûtun şaşkınlığından istifade eden Efruz Bey bütün kuvvetiyle hürriyet felsefesini bağırmaya başladı:

—    ... İnsan "hür" olunca müsavi olur. Müsavi olunca kardeş olur. Din farkı, millet farkı kalmaz. Hürriyet karşısında böyle şeylerin hiç ehemmiyeti yoktur. Hele "milliyet" kadar budalalık olamaz. Sakın böyle bir iddiada bulunmayınız, insanların hepsi hürdür. Kardeştir. Müsavidir. Artık ayrılmaya mana var mı? Biribirlerinizin lisanını bilmiyorsanız "ispiranto" dilini öğreniniz. Haydi hepiniz birlesiniz. Sevişiniz, "bilâ tefrik-i cins ü mezhep" bayrağının altına gelmeyenler müstebitlerdir. Onlar bizim düşmanlarımızdır. Bırakınız onlar mabetlerine gitsinler. Bizim cinsimiz, bizim mezhebimiz birdir: insanlık... Haydi öpüşünüz. Vahî fikirleri, batıl itikatları vahşîlere, yamyamlara bırakınız. Medenî olmaya çalışınız...

Bu nutuk biraz fazla uzadı.

Efruz Bey, izdivaç, aile, milliyet, hukuk, falan gibi ne kadar İçtimaî müessese varsa hepsinin birtakım batıl cahilane münasebetsizlikler olduğunu birçok delillerle anlattı. Halkı ikna etti. Hiç bir milliyeti benimsemeyen yerli İstanbullular Rumların, Arapların, Arnavutların, Yahudilerin, Kürtlerin, Bulgarların, Ermenilerin boğazlarına atıldılar. Hepsini öpmeye bağladılar. Yüz binlerce öpücüğün şapırtısından hasıl olan büyük bir şakırtı bütün havayı sarsıyordu.

Efruz Bey, yalnız kendi cinslerinden olduğunu inkâr ettiği ince kafalı Çerkezleri kandıramamıştı. Onlar Rum, Bulgar, Yahudi, hâsılı hiç bir milleti öpmeye tenezzül etmeyerek:

—    Kendi cinsini inkâr eden Çingeneden alçaktır! diye söylene söylene Tophane tarafındaki kahvelerine döndüler. Hiç bir şey olmamış gibi yine birbirlerine kabadayılıklarını, cesaretlerini, doğmamış oğlak derisinden kalpaklarını, memleketteki atlarını, Kafkasya'daki eğerlerini, gümüşlü kamçılarını anlatmaya başladılar.

Efruz Beyin arabasına "bilâ tefrik-i cins ü mezhep" bütün insanlar koşuldu.

Tâ gece yarılarına kadar nümayiş, nutuk, hutbe gürültüleriyle İstanbul inledi.

Boğaziçi'nden, Terkos'tan, Polonez köyünden, Çekmece'den bile meşaleli alaylar geldi.

Her tarafta:

—    Yaşasın Efruz Bey! Sadası yükseliyordu.

İstanbul kadınları on iki saat içinde bu muhterem kahramanın ismini bozdular:

—    Afaroz Bey... yaptılar.

Bu gece sabahlara kadar her evde, ücra mahalle kahvelerinde Afaroz Beyin hikâyesi anlatıldı. Hatta bu kahramanın padişahzadeliği de söylendi. "Sultan Murat'ın hapishaneden kaçıp ismini değiştirerek yaşamış bir şehzadesi!" dendi. Bin üç-yüz yirmi dört senesi temmuzunun on birinci, on ikinci, on üçüncü gecesi doğan erkek çocukların isimleri "Efruz" yazılıp "Afaroz" okundu. Bu üç gün, bu üç gece esnasında doğan kız çocukların isimleri Efruz Beyinkine son derece benzetildi, "Firuze" konuldu.

Efruz Beyin artık "nüfuzu, iktidarı" son noktasına gelmişti. Müstebit, kendisini görmek için sarayına çağırıyor, o:

—    Ben gidemem! O benim ayağıma gelsin... diye küstahça haber yolluyor; kendini hakikaten bu inkılâbın yegâne âmili, yegâne müsebbibi, yegâne kahramanı sanıyordu. Etrafında yüzlerinin şekillerini, isimlerini hâlâ hatırlayamadığı birtakım mukarrepler kaynaşıyor. Asker, sivil, birçok hürriyet-perverler arkasına takılıyor, arabasına koşuluyor, o ne dese bir papağan gibi tekrarlıyorlar, bir aygır-gibi bağırıyorlardı.

Efruz Bey, üçüncü gününü de alkış, gapaş,   -nümayiş, azil, nasp, hitap içinde, -halkın mabudu, olarak- tıpkı rüya gibi geçirdi. Gözlerinde yine bir-duman vardı. Sanki sarhoştu. Hiç bir şey görmüyor, gördüklerini hatırlayamıyordu.

Gece yarısından sonra hürriyetperverler arabasını evinin önüne çektiler. Sağında solunda bandolar müthiş bir ahenkle uğulduyordu. Artık pek yorgundu. Mukarreplerini selâmladı.

—    Şimdi biraz istirahat edelim. Yarın erken gelirsiniz! dedi.

—    Hayır, biz gitmeyiz efendim... diyen mukarreplerine sordu:

—    Fakat niçin?

—    Sabaha dört beş saat var! Biz burada hem mızıka çalarız, hem nutuklar veririz.

Efruz Bey bunu muvafık görmedi.

—    Ama, ben uyuyamam, dedi, biraz uyuyup» yarın erken kalkmalıyım?

—    Pekâlâ... susalım, sizi öyle bekleyelim. Canı sıkıldı.

—    Hayır canım, diye bağırdı, gidin başka yerde nümayiş yapın, beni biraz rahat bırakın..

Kahramanın öfkesinden korkan mukarrepler:

—    Başüstüne, başüstüne diye eğilerek, "yaşasın, yaşasın!" diye haykırarak uzaklaştılar. Efruz Bey kapıyı çaldı. Tekrar çaldı. Yine çaldı... nihayet duyurdu. Bodrum katında uyuyan aşçı Durmuş ağız bir tarafta, burun bir tarafta, bir elinde şamdan kapıyı açtı. Annesinin hem uşak, hem aşçı diye kullandığı bu hissiz herife kızdı:

—    Ulan, bu ne uyku!

Durmuş eliyle gözlerini ovuşturarak:

—    Daha sabah namazı okunmadı ki... dedi.

—    Sana namazı soran yok.

—    Peki efendim.

—    Hürriyet neye derler?

—    Bilmem efendim.

—    Tuh Allah belânı versin.

Şamdanı elinden aldı. Yürüdü. Kendi gibi hürriyeti vaz'edenin evinde hâlâ onun ne olduğunu bilmeyen vardı. "Ayı..." diye mırıldandı. İki gündür dünyayı yıkan nümayişlerin ne olduğunu bile merak etmemişti. Hasır döşemeli merdivenleri çıktı. Odasına gireceği zaman Despina'yı gördü. Yüzü kızarmıştı. Geziniyordu.

—    Ne bekliyorsun? dedi,

—    Sizi bekliyorum!.

Tatlı tatlı yüreği çarptı. Ama pek yorgundu! Parmağını kaldıracak hali yoktu. Kızın gülen şuh gözlerine dikkatle baktı. Şamdanın şulesi bebeklerinde altın alevler parlatıyordu.

Burnunu kaşıdı. Tek gözlüğünü yerleştirerek sordu:

—    Annem uyuyor mu?

—    Evet...

Annesiyle aynı katta yatarlardı. Odaları karşı karşıya idi.

—    Dadımla öbür kızlar beni beklediğini biliyorlar mı?

—    Biliyorlar.

—    Yarın anneme söylemezler mi?

—    Zaten hanımefendi, sizi bekleyeyim, dedi.

—    Ne?

—    Hanımefendi dedi.

—    Annem mi?

—    Evet.

Efruz bıyığını tuttu. Düşündü. Bu ne tebeddüldü? "Deli Saraylı" denen annesinden yılmıştı.. Bu kadın son derece kıskançtı. On dört yaşından beri oğlunu hizmetçilerden kıskanırdı. "Hangi çamlar bardak oldu" dedi. İşte bu mutlaka hürriyetin tesiriydi. Demek ki annesi bu güzel Despina'yı ona. oda hizmetçisi tayin etmişti. Kapıyı açtı.

—    Gel bakalım, dedi. Kız içeri girince:

—    Şu gece kandilini yak! diye gerindi. Kandil yakılırken kızın hareketlerine bakıyor,

şimdiye kadar onun güzelliğine dikkat etmediğine şaşıyordu. Ah yorgun olmasaydı...

—    Artık her gece beni bekleyecek misin?

—    Hayır.

—    Niçin?

—    Bu gece isi var da...

—    Ne işi?

—    Size bir telgraf var. Azeleymiş. Hanımefendi "gelinceye kadar bekle. Eline ver!" dedi.

—    Nerede o telgraf

—    İste...

Kızın cebinden çıkarıp uzattığı kâğıdı aldı.

—    Şu mumu da dışarda söndür... dedi.

Odasında ölü gözü gibi yanan kandilinin başında yalnız kalınca telgrafı açtı Pek merak etmiyordu. Okudu. Bir şey anlamadı:

NİŞANTAŞI'NDA KAHRAMAN-I HÜRRiYET EFRUZ BEY KARDEŞİMİZE

Bası mesail-i muallâka-i mühimme-i âli-ye-i inkılâbiye ve meşrutiyeti bera-yı tezkâr ve müzakere Nuruosmaniye'deki muvakkat kulübü teşrifiniz ehemmiyetle rica olunur, efendim.

İttihat ve Terakki İstanbul Heyet-i Merkeziyesi

—    Tuhaf şey! Bu ne demek? dedi... Bu cemi-.yet, bu kulüp nereden çıkmış?

Fakat hayretinde son derece samimîydi. İki gün evvel hürriyetperver gibi "unvan" satarken tutulduğu cereyan içinde kendini kaybetmiş, hatta bir gazete bile okumamıştı. Hemen herkesin mevcudiyetini duyduğu İttihat ve Terakki Cemiyetinden onun henüz haberi yoktu. Bu üç gün zarfında o, yalnız söylemiş, fakat asla dinlememişti!

Etrafındakiler, arabasını çekenler, alkışlayanlar, hatta yaverleri, mukarrepleri bile onu, İşte bu.. daha henüz ismini bilmediği İttihat ve Terakki Cemiyetine mensup sanırlardı. Telgrafı bir kere daha okudu. Dudağını büktü, tek gözlüğünü çıkardı, düşünür gibi gözlerini ufalttı.

—    Bunlar mutlaka bizimkiler olacak! Fakat benden habersiz nasıl kulüp falan açıyorlar. Ne ise... yarın görürüz! dedi.

Acele soyundu. Al pijamalarını giydi. Karyolasına uzandı. Daha gözlerini kapar kapamaz uyumaya, tatlı, doyulmaz rüyalar görmeye başladı. "Bizimkiler" diye hiç ehemmiyet vermeyerek kendi hürriyetperverleri sandığı İttihatçılar ilk gün onun hareketinden, şöhretinden bir şey anlayamamışlar, fakat ertesi gün Selanik'teki Merkez-i Umumîlerinden bu Efruz Beyin salâhiyetini, kim olduğunu sormuşlardı. Daha ertesi gün Merkez-i Umumîden gelen cevap "komitanın bu namda bir mensubu olmadığı gibi İstanbul'da vasi salâhiyeti haiz hiç bir ferdi bulunmadığına, bu Efruz Bey denilen şahsın süratle tevkif olunarak sükûnetin, asayişin tehlikeden kurtulmasına" dairdi.

Efruz Bey bu sabah pek erken uyandı. Geç yatınca erken uyanmak onun âdetiydi. Kahvaltısını yaptı. Tıraş oldu. Giyindi. Atsız arabasını çoktan kapının önüne getirmişlerdi. Kendini alkışlayanları selâmladı. Bindi:

—    Kulübe çekin... dedi.

Çalmaya başlayan bandoların ağır gürültüleri içinde mukarrepler sordular:

—    Bizim kulübe mi efendim?

—    Sizin kulüp hangisi?

—    Bizim kulüp İşte...

_ ?

Üç gündür en ziyade gözüne görünen, bahriye korvet kâtipliğinden vatanperverliği için tart olunduğunu vakit bulup kendine anlatan genç bir mukarrep bilgiçliğini göstermek için arkadaşlarının arasından ilerledi. Arabaya yaklaştı.

—    İttihat ve Terakki kulübü efendim... dedi.

Efruz Bey nümayişler içinde hürriyet, müsavat, adalet uhuvvet kelimeleriyle işittiğini hatırladığı halde bu kelimeleri ilk defa duyuyordu. Bozuntu vermedi.

—    Evet, bizim İttihat ve Terakki kulübüne! diye bağını salladı.

—    Alesta......

—    Ama çabuk.

Genç mukarrep avazı çıktığı kadar bir nara bastı:

—    Yaşasın İttihat ve Terakki!

Bando gürültülerini söndüren halkın sadası bu sözü tekrarladı. Yine bir alkış tufanı koptu. Efruz Bey bir şey anlamıyor, anlamış görünerek düşünmeye lüzum görmüyordu. Her günkü alayla bayraklar, alkışlar, nutuklar, hitabeler, çiçekler, çelenkler arasında, kulüp denen yere geldi. Burası mavi soluk boyalı eski b:r konaktı. Arabadan tek gözlüğünü tutarak, kurula kurula indi.

Fakat daha kapıdan girer girmez şaşırdı.

Çünkü kendini karşılayacaklar sanıyordu. Kır bıyıklı bir adam ne istediğini sordu:

—    Ben Efruz Beyim!

—    Kim olursan ol... Ne istiyorsun?

—    Burası İttihat ve Terakki kulübü değil mi?

—    Evet.

—    Git, kime lazımsa haber ver, ben geldim. Kır bıyıklı adam, onu baştan aşağı bir süzdü.

—    Pekâlâ, hele sen şuraya gir, diye onu eski kaba hasır döşeli, pis, küçük bir odaya soktu. Mukarrepleri, alay, bandoları dışarıda kalmıştı.

"Yaşasın İttihat ve Terakki" avazeleri, içinde bulunduğu odanın kirli badanalı duvarlarını sarsıyordu. Oturacak bir yer yoktu. Gezine gezine bekledi. Bir saat kadar bekledi. Alayı, bandoları uzaklaştılar. Gürültü kesildi. Artık hiddetleniyordu. Bu nasıl hareketti? Kendisine, Efruz Beye karşı ha... Hiddeti kabarıyor, kabarıyor topuklarının hizasına çıkıyorken kır bıyıklı herif geldi.

—    Haydi bakalım... diye onun önüne takıldı.

Geniş bir merdivenden çıkardı. Bir odaya soktu. Burası küçükçe bir evvel zaman salonuydu. Duvarlar nakışlıydı. Ortada yeşil örtülü büyük bir masa vardı. Bu masanın etrafında tanımadığı birkaç kişi toplanmıştı. Ne selâm verdiler, ne de ayağa kalktılar. Yalnız hayrete benzer bir nazarla kendisini baştan aşağı süzüyorlardı. Sabredemedi. Hiddetle, hiddetinin bütün celâdetiyle onlara:

—    Siz kimsiniz? Beni ne sıfatla çağırabiliyorsunuz? diye kabardı. Kendilerinin "Heyet-i Merkeziye" olduğunu söyleyerek heyecanlı sualine hiç cevap vermeyen bu adamların en genci onu âdeta istintak etti:

—    Asıl isminiz ne?

—    Efruz.

—    Müstear isminiz var mı?

—    Var.

—    Nedir?

—    Ahmet...

—    Babanızın ismi?

—    Mustafa Tevfik...

—    Sağ mı?

—    Hayır, beş sene evvel öldü.

—    Neciydi?

—    Defterdardı. Mutasarrıflıklarda gezdi.

—    Nerede oturuyorsunuz.

—    Nişantaşı'nda...

Bu mavi gözlü, iri boylu bir zattı. Tatlı tatlı gülümseyerek soruyordu. Efruz Bey manyatizma olmuş gibi, iradesinin haricinde bir itaatle cevaplar veriyordu. Üç gün evvelki hayatının her tarafını ona söylettiler. Sonra onun "hiç bir şeyden haberi olmadığını" sırf gösteriş, sırf nümayiş, sırf satış için bu kadar gürültüye sebebiyet verdiğini anlayınca hepsi birden kahkahalarla gülüşmeye başladılar.

—    Olur iş değil...

—    Olur iğ değil... diyorlardı.

Kendilerine mensup tahlifli   bir jandarma neferiyle onu hapisane-i umumîye gönderdiler.

Bu idarî hapis keyfiyeti vakıa çok sürmedi. Efruz Bey yine serbest bırakıldı, ama daha bırakılmadan "halk" denen kütle atmasyonlarına aldanıp üç gün taptığı mabudunu üç saniye içinde unutmuştu.

Foyası meydana çıktıktan sonra Efruz Bey de üç büyük gününü mühim bir bahar rüyası gibi kolaylıkla unuttu.

—    Acaba sahiden rüya mı idi? şüphesiyle düşünürken hiç bir şey hatırlayamaz oldu. Unuttuğu bu tatlı rüyasında kendi arabasını çeken coşkun hürriyetçilerin arasına katıldı. Atlara binmiş, elleri kırbaçlı iki hatibin, Selim Sırrı  ile Rıza Tevfik'in  peşinde günlerce koştu.

—    Yaşasın, yaşasın! diye bağırmaktan sesi kısıldı. Alkıştan avuçlarının içine kan oturdu. Yaralar açıldı. Yorgunluktan hastalandı. Fakat sesinin kısıklığı, ellerinin yaraları, hastalığı... Her şey, her şey, şanlı, şöhretli, şerefli, kahramanlı günler her şey, her şey gayet parlak bir hayal şimşeği çabukluğuyla geçti. Yalnız bu nur, bu emel, bu hülya, bu ümit kıyametinden ona emsalsiz, işitilmemiş bir yadigâr kaldı!

—    Bu neydi? Biliyor musunuz?

—    İsmiydi! İsmi...

—    Asıl kendi ismi: Efruz Bey.

Vakit gazetesi, 10.12.1919 - 23.12.1919 ASİLLER KULÜBÜ

—    Monşer, asalet olmazsa bu memleket batar.

—    Evet, ben de bu fikirdeyim.

—    Ben de bu fikirdeyim.

—    Ben de.

—    Ben... diye başlayıp lafını, her nedense, tamamlamayan Efruz Bey yalnız "bu fikirde" değil, hatta fazla olarak bizzat kendisi hâlis bir "asilzade" idi. Kökten, silsileden, anadan, babadan, ecdattan, taştan, topraktan asildi... Asalet yalnız kanında değil; etlerinde, sinirlerinde, lenf alarmda, rie   lerinde, böbreklerinde, hatta kemiklerinde, kemiklerinin içindeki iliklerinde kaynıyordu. Çaya davet ettiği bu dört asil dostuna bugüne kadar kendi asaletinden hiç bahsetmemişti. Dördünü de mektepten tanıyordu, ikisi galiba Nişantaşı'nda oturuyordu. Hepsi zengindi.

İçinde en beğendiği "Azizüssücufüz-zırtaf'di. Bu, ismini kendi gibi İstanbul'da hiç kimsenin bilmediği gayet meşhur, gayet büyük bir Arap şeyhinin oğluydu. Bu şeyh bir prensten büyüktü. Hemen hemen bir krala yakındı. Azizüs-sücuf babasının sarayını, altın mahfeli fillerini, içi civa dolu havuzlarda yüzen ödağacından sandalları, Hint'ten, "İran'dan, Turan'dan, Kafkasya'dan getirilmiş kızları anlatırken Efruz Bey kendini hayalî bir Elhamra 'nın semavî bahçelerinde sanırdı.

İşte bu, bir kral kadar büyük şeyhin oğlu tekrar:

—    Asalet olmazsa bu memleket batar! diyordu. Bunda şüphe mi vardı? Bunda şüphesi olan birtakım avam güruhu, reziller, fakirler, baldırı çıplaklardı. Efruz Bey, çay fincanını küçük masanın üzerindeki tabağa koydu. Ayağa kalktı. Gözlerini büyülttü. Sağ kaşının ucunu biraz kıstı:

—    Ben asil olduğum için tamamıyla bu fikirdeyim, dedi, arıların, karıncaların, hâsılı cemiyet halinde yaşayan bütün hayvanların bir beyleri var. Hayvandan başka hiç bir şey olmayan avam insanların da beyleri olmalı. Olmazsa...

Dizanterici Salih Paşazade Nermin Bey lafını kesti:

—    Meşrutiyet denilen hezeyan olur.

—    Fakat asalet meşrutiyete zıt mıdır, Sör?  

Bu suali soran Müzekki Bey bıyıklarını İngilizvari tıraş ettirmiş, iriyarı, Türkçe dahil olduğu halde on üç lisanın yazılarını yazar, lâkin hiç birinin kitaplarını okuyamaz bir gençti. Dünyada ne kadar futbol kulübü varsa hepsinin fahrî âzasındandı. Babası Sabir Paşa henüz ne sürülmüş, ne de tekaüde sevk edilmişti. Nermin Bey:

—    Şüphesiz. Efruz Bey:

—    Zannetmem!..

Münakaşalarda kaç taraf olursa o kadar tarafa tarafgir olmak sanatını bilen Kâmuran Kara Tanburin Bey de:

—    Asaletle meşrutiyet birbirine hem zıttır, hem değildir! dedi. Annesinin otuz sene evvel Mısır çarşısından alınan gelinlik takımlarıyla döşenmiş bu yarım alaturka, yarım alafranga odaya Efruz Bey "salonum!" der, her perşembe öğleden iki saat sonra kibar, asil dostlarını kabul ederdi. Perşembe "kabul • günü" idi. Evine asillerden, paşazadelerden başkasını kabul etmezdi. Kibar, zengin, asil bir aile içinde alafranga terbiye alarak büyümeyenler salonlara kabul edilmeye lâyık değildiler. Çünkü bunlar ne kadar yüksek mevkilere geçseler, hatta mebus, milyoner olsalar, yine-"âdabı muaşeret" denilen kaidelere, usullere kendilerini uyduramazlar, çizgili pantalonun altına sarı potin giymek nezaketsizliğini irtikâp ederlerdi. Hele başlarından feslerini çıkarıp kapının yanındaki portmantoya bırakmamaları, salona, sokağa çıkar gibi fesle girmeleri tahammül olunur rezaletlerden değildi. Çayı tıpkı Şehzadebaşı'ndaki çayhanelerdeki Türklerin tavrıyle içerlerdi. Likör kadehini tutmasını, bisküit almasını bilmezlerdi, l emek yemesini, çay içmesini, reverans yapmasını bilmeyen insan mıydı? Hâlbuki bir salona ancak medenî sayılabilecek alafranga beyler girebilirdi. Efruz Beyin çocukluğunda Galatasaray Sultanisinde tanıdığı arkadaşlarının hemen hepsi böyle "dİştenge",  böyle medenî idiler. Hususuyle bugünkü davetli arkadaşları; hepsi asildi. Bir krala yakın bir prens, diğerleri de kont, marki sayılabilirlerdi. Hepsi terzi Mir'de giyinirlerdi. Küçük parmaklarındaki uzun tırnaklarla o kadar bedi  bir tarzda saçlarının yanlarını, burunlarının uçlarını kasırlardı ki... Kendilerini görüp asaletlerine hükmetmemek mümkün değildi.

Salon sahibinin ikram ettiği Havana sigaralarım içiyorlar, elleri ceplerinde, ihtiyar koltuklara uzanmışlar, asil bir dalgınlıkla münakaşalarına devam ediyorlardı. Dizanterici Salih Paşanın oğlu meşrutiyetin esaslarından biri "müsavat" oldukça: "asalet" için bir hak kalmayacağını ispata çalışıyordu. Tek gözlüğünün zinciri, yaka, kol düğmeleri, yüzükleri, saat kordonu, kravat iğnesi, hâsılı dişlerinin kuronlarından, potinin düğmelerini ilikleyecek âlete varıncaya kadar üstünde madenden ne varsa hep altın olan Nermin Bey müteassıp bir asalet taraftarı idi. İnce, sarı, narin yüzünün, müphem bakışlı gözlerinin öyle baygın, öyle nezih bir hali vardı ki... Buna ancak "asalet" denebilirdi. Babası çok zengindi; okuyup yazması yoktu. Bununla beraber doktordu, ilaçlarından yarım kutusu İstanbul halkınca kırk elli lira ederdi. Bu büyük adamın nereden, ne vakit geldiği pek malum değildi. Yalnız Nişantaşı'ndaki kâşanesi, Boğaziçi'ndeki çifte-korulu yalıları, çatanaları, Beyoğlu'ndaki apartımanları biliniyordu. Hürriyetin ilânı akabinde kim olduğu şimdi tamamıyla unutulan bir gazeteci "Dizanterici Salih Paşa vaktiyle ne idi?" unvanlı gayet merak verici bir hikâyeye başlamış, birinci kısmını neşretmişti. Bu makalede otuz sene evvel Salih Paşanın Tunus'ta dilencilik ettiği, İstanbul’da evvelâ falcılığa girişerek sonra dizanteriye ilaç vermeye başladığı, dizanteri ilâcı sayesinde saraya mensup bir akağasıyle  bir haremağasının yirmi beş senelik memelerini iyi ettiği, mahareti duyulunca saraya alınıp o günden itibaren dizanteri tedavisine siyaset karıştırdığı ifşa olunuyordu. Ertesi gün herkes makalenin mabadını bekledi. Fakat bu mabat çıkmadı. Salih Paşa birkaç kutu ilaç bahanesiyle bu gazetecinin ağzını kapatmış, o da yapacağı münasebetsiz müverrihlikten vazgeçmişti. Daha sonra diğer serseri gazeteciler de Salih Paşaya bentler uydurup şantajlar yapmaya kalkmışlardı.

Paşanın davası hepsini mahkemeye sürükledi. Hakikati tafsilâtiyle bilmedikleri için mahkûm oldular. Tabiî sustular.

Müzekki Bey:

— Asalet için ilk lâzım olan şey meşrutiyettir! dedi. İşte size İngiltere büyük bir misal! Meşrutiyet sayesinde İngiltere, nüfusu üç yüz milyona yakın Hindistan'a hâkimdir. Daha hesaba, gelmez binlerce müstemlekeye hâkimdir. Demek bir kere meşrutiyet sayesinde İngiltere, Hindistan'ın, Mı-.sır'ın, daha birçok yerlerin efendisi olmuş, dünyanın en yüksek "asalet" mevkiini almıştır. Asıl İngiltere'ye gelince meşrutiyet sayesinde orada her şey asillerin, lordların elinde demektir. Hatta arazi bile... İskoçya, İrlanda, Britanya, hâsılı bütün İngiltere birkaç bin lordun malikânesi demektir.

Halk arasında zekasıyle, dehâsıyle hükümette yükselenler yeni baştan lord olurlar. Asalet kesbederler. Sonra yüksek mevkilere geçerler. Eğer İngiltere'de meşrutiyet olmasaydı, iki yüz elli seneden beri "avam" denilen herifler ayağa kalkar, lordların canına okurlardı.

Müzekki Bey eski devirde olduğu gibi yeni devirde de babasının daima ikbal mevkiinden inmeyeceğini bilirdi. Her şey gibi meşrutiyet telâkkisini de değiştiriyor, âdeta bu tarzın istibdattan daha müthiş bir idare olduğunu zannettirecek tarihî misaller getiriyordu. Babası İngiliz taraftarıydı. Sefaret tercümanı her hafta evlerine gelir, siyasetin yeni safhalarından onlara malumatlar telkin ederdi. Hakikatte Müzekki Bey İngiltere’yi vatanından ziyade severdi. Bunu hiç saklamaya lüzum görmez, herkese çekinmeden:

—    Biz İngilizler sayesinde yaşıyoruz, derdi, yoksa ne Abdülhamit(1) bizi rahat bırakırdı, ne de İttihatçılar'5' çetesi... Başımız sıkıya geldi mi hemen. onlara koşacağız. Tabiî onları severiz.

Efruz Beyin en hoşuna giden onun bu haliydi.

—    Ne karakter, ne karakter! Sanki anadan doğma bir İngiliz... derdi. Fakat Azizüssücuf Müzekkiden pek hazzetmez:

—    Yalnız kendini asil zannediyor diye omuz; silkerdi.

Misafirlerinin asalet, meşrutiyet münakaşasını dinleyen Efruz Bey meşrutiyete hiç ehemmiyet vermiyor, hep asalete ait sözlere dikkat ediyordu. Otuz Bir Mart inkılâbından sonra onun ruhunda da birden derin bir inkılâp tutuşmuş, yine birden sönmüştü. Böyle politika gürültülerinin, şakşakların, adilik, cahillik olduğunu anlamıştı. Şimdi ne meşrutiyet taraftarıydı, ne de istibdat.

—    Ben kibarım, ben asilim. Böyle şeylerle uğraşmak bana yakışmaz! diyordu.

Kahramanlıklarını, verdiği nutuklarını, nümayişlerini mevkilerini -hiç vaki olmamış gibi- unuttu. O kadar unuttu ki memlekette siyasî bir tebeddül olup olmadığının bile farkında değildi. Hep Beyoğlu'nda geziyor, Tokatlıyan'da arkadaşlarıyle buluşuyor, şık, mükemmel, temiz bir hayat geçiriyor, yeni metreslerden, son âşıklardan dem vuruyordu.

Politika avama, âdi adamlara mahsustu.

Bu âdi, bu ne oldukları belirsiz adamlar birbirleriyle boğazlaşa boğazlaşa nihayet didinmelerinden vazgeçecekler, memleketi idare etmek için mutlaka bir gün asilleri çağıracaklar, "gelin! Bize emredin..." diye yalvaracaklardı.

Rusya'da Çarın meclisindeki azalar, ayanlar hep asildi. Almanya'da asil olmayan hatta bir süvari zabiti olamazdı. İşte meşrutiyet ilân olunalı hemen hemen iki sene oluyordu. Hâlâ Türkiye uyanmamıştı. Hâlâ asiller aranmıyordu. Hâlâ "bizim köylümüz arazi sahibidir. Anadolu'da hiç arazisiz esir yoktur. Esir olmayınca tabiî arazisiz asla do olmaz" diye mantık yapılıyordu.

Kendisi, dostları asil değil de ne idiler?..

Beyoğlu arkadaşlarından bir Yusuf Pinko vardı ki, hâlis muhlis asil bir prens, hatta bir kıraldı. Arnavutluk'taki çatısız şatosunda hâlâ dedesi Büyük İskender’den kalma heybeler, çuvallar bulunduğunu görenler söylüyorlardı. Hele şu Azizüssücu-füzzırtaf... Bir prensliğe, bir krallığa değil, hatta bir imparatorluğa lâyıktı. İsmindeki o tarihîyet,  o kadimiyet  ne ahenkli, ne derin, ne ulviydi!.. Onu daha küçükken, Galatasaray'ın ilk sınıflarından tanıyordu. Asaletten, tarihî kıdemden anlamayan Türkler onunla alay ederler, "Hacı Zırt" diye lakap takmaya cesaret ederlerdi. Sonra Ebülhüda Efendi Hazretleri tarafından bu kadar asil bir prensin, ne olduğu belirsizler içinde bulunması münasip görülmemişti. Mektepten çıkartıldı. Hususî muallimler tutuldu. Mabeyne  alındı, İstanbullu çocuklar onun hakkında bin türlü iftira uydurmuşlardı. Sözde Aziz bir köle imiş. Efendisi Avrupa'ya gideceği için onu leylî olarak mektebe koymuş. Avrupa'dan gelmeyip Jön Türklere   karıştığı mabeyinde işitilince emlâki haczedilmiş. Bu yağma esnasında küçük köle Aziz de Ebülhüda Efendi hazretlerine düşmüş.... imparatorluğunu içinde bulunduğu durumdan kurtarmak için kurulmuş gizli dernek ve onun üyeleri (1865).

Efruz Bey bu yalanların hiç birisine inanmazdı.

—    Meşrutiyet falan laflarını bırakalım, dedi. Böyle âdi şeyler konuşmak bize yakışmaz. Mademki biz asiliz. Düşüncelerimiz de, musahabelerimiz de asilce olmalı.

—    Evet.

—    Evet.

—    Evet, evet, dediler.

Hepsi bu fikirdeydi. Efruz Bey ayağa kalktı. Ellerini pantolonunun ceplerine soktu. Ayaklarını biraz açtı. Güzel laf söyleyeceği zaman daima bu vaziyeti alırdı.

—    Bu memlekette asalete o kadar ehemmiyet verilmiyor. Niçin? Buna hepiniz cevap veriniz.

Azizüssücufüzzırtaf:

—    Millet bozulmuş da ondan... Nermin Bey:

—    Meşrutiyet sebebinden. Müzekki Bey:

—    Meşrutiyet daha iyice anlaşılmadığından! Kara Tanburin Bey de:

—    Henüz mükemmel tarih, hukuk kitapları yazılmadığından ! dedi.

Efruz Bey başını salladı. Hayır... Bunlar ciddî sebepler değildi. Asıl sebebi, hiç biri bulamıyordu. Vakıa asildiler. Fakat asaletin ruhî, içtimaî mahiyetini bilmiyorlardı.

—    Bakınız, ben bu sebebi size söyleyeyim. Biz asil olduğumuz halde ismimize ehemmiyet vermiyoruz. Ecdadımızın namlarını taşımıyoruz. Asalet unvanları kullanmıyoruz. Biz kendi kendimizi tanımazsak halk bizi tanır mı?

—    Doğru.

—    Evet, doğru.

—    Hakikaten doğru.

—    Hakikaten çok doğru...

Efruz Bey en doğru sebebi bulabildiği için sevindi. Gözleri parladı.

Tek gözlüğü düşecekti. Hızla, cebinden çıkardığı eliyle bu mühim aleti tuttu:

—    Evvelâ kendimizi, sonra birbirimizi bilelim. Birbirimize unvanlarımızla hitap edelim. Toplanalım. Birleşelim. Kuvvetlenelim. Birleşmekten kuvvet doğar!

—    Şüphesiz.

—    Evet, şüphesiz.

—    Evet, seksiz şüphesiz.

—    Evet, katiyyen seksiz şüphesiz...

Efruz Beyi tasdik ederken misafirlerin dördü de sari, mihaniki yeni bir hareketle ayağa kalkmıştı. Ortadaki fesrengi ipek örtülü yuvarlak masanın başına toplandılar. Mühim bir müzakerenin mukaddemesini hisseden Efruz Bey:

—    Altımıza birer sandalye çekelim! dedi. Hepsi birer sandalye aldı. Oturdular. Dirseklerini masanın kenarına dayadılar. Konuşmak için bir ruhu çağıran ispirtizmacıîar gibi ciddî oturuyorlardı.

Efruz Bey:

—    Evvelâ kendimizi biliyor muyuz bakalım! dedi.

İçlerinden "kendisini bilmeyen" çıkmadı. Hepsi prensti. Hepsi silsilelerini, cedlerini, tarihlerini tanıyorlardı. Müzekki Bey bundan altı yüz sene evvel birinci Sultan Osman'a Britanya adasından sefaretle gönderilen ceddinin, İngiltere’de eski cedlerini bile tanıyor, su gibi ezberden sayıyordu. Sultan Osman'ın yanına gelen "Lord Conson Sgovat" isminde ceddî tam iki bin senelik bir ailenin son goncasıydı. O vakit "hukuk-u düvel" (1) kavaidini hükümetin hariciye nezareti kabul etmediğinden, Sultan çok beğendiği lordu tekrar memleketine göndermemiş ve... gözlerinin önünde çatır çatır sünnet ederek Müslüman yapmıştı. Amelî bir surette hidayete erdirilen bu zata, maatteessüf tarihlerin ismini söylemediği bir prenses, Prens Orhan'ın küçük sütkardeşi verilmişse de Britanya hükümeti bu lütfü bir tecavüz addetmişti. Türkiye'ye hemen ilânı harp etti. O vakit Osmanlıların daha hiç sahili yoktu. İngilizler, Türklerin sahile inmelerini belki yarım asır beklediler. Nihayet sahile gelen Türklerin donanmaları yoktu. Donanma tesis: etmelerini yüz elli sene beklediler. Sonra bir gün Edremit önünde ilk rast geldikleri bir Türk yelkenlisini hatırdılar. İçindeki Rum balıkçıları esir aldılar. Bu iki yüz senelik harp halinden bugünkü tarihler gibi o vakit ki hükümet adamlarının da haberleri yoktu. İngiltere intikamını almış farz etti. Kendik kendine, tek başına bir sulh aktederek muahedenameyi Rodos açıklarında yine tek başına imzaladı. Bu muahedenamenin aslı şimdi kiralın kütüphanesinde saklıydı. Dünyada yegâne tek bir devlet tarafından tek başına yapılmış bir muahede olduğu için tarih nazarında baha biçilmez derecede bir vesikaydı. Lorda, Türkler, evvelâ "Damat Con Paşa" demişlerse de "Con" kelimesinden mana çıkaramayan halk bunu "Civan Paşa" ya tebdil etmişti.

Müzekki Bey:

—    İşte, dedi, onun için bizim ailemize "Civanzadeler" denir.

Efruz Bey sordu:

—    Niçin bu kadar eski, bu kadar asil ailenizin ismini taşımıyorsunuz? Müzekki Bey başını sallayarak:

—    İki sebepten! dedi. "Civanzadeler" desem "Razakizade" gibi pek karagözvarî oluyor. Çok alaturka bir isim. Sonra kendime "Müzekki Civan", yahut "Civan Müzekki" desem bıyıklarımı tıraş ettiğim için halk bundan kötü bir lakap telmihi çıkarıp aile ismim olduğunu anlamayacak. Kâmuran Kara Tanburin Bey: "Müzekki do Civan" deyiniz. Ezzırtaf:

—    Evet, meselâ "Marki Müzekki do Civan..." dedi.

Müzekki Bey:

—    Fakat azizim, marki diyorsunuz. Hâlbuki ben prensim, diye reddetti. Nermin Bey itiraz etti:

—    Nasıl prens oluyorsunuz? Ceddiniz lord imiş! Hiç hükümdarlık etmemiş.

—    Hayır. Prensim! Ceddim lord damat Con Paşa, sonradan pek büyük bir imparator olan Orhan'ın süt kardeşini almış. Orhan ilk zapt ettiği eyalete ceddimi hükümdar yapmış.

—    Bundan emin misiniz?

—    Ben söylemiyorum azizim, tarih söylüyor. Efruz Bey:

—    O halde mükemmel bir prenssiniz! Hatta biraz daha çalışsanız ceddinizin eyaletini bile elde edebilirsiniz, dedi.

Müzekki do Civan'a prens unvanı verilince Kâmuran Bey aslını, ecdadım anlatmak için acele etti. Bu bey Rusya'nın Orenburg beldesindendi. Babası orada küçük bir köyün mescidinde müezzinlik eder, civardaki açlıktan ölen müterakki  medenî tatarcıkları yıkar, kefinler, gömer, böylece geçinip giderdi. Babası bir gün açlıktan ölünce öksüz kalan Kâmuran'ı, yedinci defa Hicaz'a gitmek üzere olan katmerli bir hacı yanına hizmetçi gibi aldı.

Bu adam da, İstanbul'da Türk hacılarına otel olan selâtin camileri  avlularından birinde mermerlerin, poyrazın tesiriyle hastalandı. Altı defa tahammül ettiği bu seyahat hayatına bu sefer dayanamadı. Öldü. Cennete gitti. Kâmuran'ın o vakit ismi "Cihanyan" idi. Küçük Cihanyan aç kalınca dilenmeye başladı. Sonra onu zabıta bir şüphe üzerine tuttu. Darülacezeye koydu. Küçük Cihanyan gayet zekiydi. Tatar olduğuna inanılmayacak derecede güzeldi. Orada bir kâtip, haline acıdı. Darüşşafaka'ya naklettirdi. Orada bir muallim, zekâsına hayran oldu. Meccanen Galatasaray'a geçirtti. Galatasaray'a gelirken Cihanyan kendi ismini değiştirdi. "Kâmuran" yaptı. O vakitten beri zekâsı sayesinde her şeyi buluyordu. Bilhassa en lâzım olan iki şeyi: Para, iltimas...

—    Ben Kara Tanburin ailesindenim! dedi, fakat Prens Müzekki do Civan gibi cedlerimi birer birer sayamam.

Efruz Bey sordu:

—    isimlerini bilmiyor musunuz?

—    Biliyorum.

—    O halde?

—    Fakat o kadar çok ki... Saymak mümkün değil!

—    Demek son derece eski?

—    Son derece! On bin sene evvel... Efruz Bey tekrar sordu:

—    Bundan on bin sene evvel mi?

—    Hayır.

—    Hicretten mi?

—    Hayır.

—    Milâttan mı?

—    Hayır.

—    Tufandan mı?

—    Hayır.

Başka tarihî bir mebde tanımayan Prens do Civan hayretle:

—    Ya neden ? dedi.

—    Hilkatten!

—    Hilkatten mi?

—    Evet, hilkatten on bin sene evvel ilk ceddim nurdan bir sütun içinde "kutlu Yeşim dağı" üzerine inmişti. Yeşil, alacalı bir geyik oralarda geziniyor, arkasına düşen çapkın bir bozkurt onu kovalıyordu. Ceddim Kara Gök Kaan bu kurdu öldürdü. Geyiği tuttu. Nur sütunu ile gökten indi ineli ağzına bir şey koymamıştı. Karnı zil çalıyordu. İlâhî bir sevk-i tabiî ile geyiğin memelerine sarıldı. O saatta bu memelerden mavi bir süt gelmeğe bağladı. Ceddimin karnı doydu. Dünya üzerinde bir kendi, bir bu alageyik vardı. Gezmek için bu alageyiğin üzerine biner, geceleyin üstünde yatar, acıkınca sütünü emerdi. Yavaş yavaş ilâhî, nâsûtî  her ihtiyacını bu geyikle teskin etmeğe başladı. Nihayet geyik gebe kaldı. Dokuz ay on gün sonra sabahleyin beş, öğleye doğru üç, akşamüstü bir tane olmak üzere üç defada dokuz Kaanzade doğurdu. Dikkat ediniz. Beş, üç, bir, dokuz! Bu dört sayı İşte bunun için bütün insanlarca mukaddestir! Fakat bu prenslerin hepsi boynuzluydu. Ceddim sekizinin boynuzunu kırdı. Yalnız bir tanesini boynuzlu bıraktı. Boynuzları kırılan prensler hemen öldüler. Tek kalan boynuzlu yaşadı. Babasından kendine miras kalan alageyik ile birleşti. Evlâtlarının ötesini berisini kırmadığı için hanedan çoğaldı. Hükümet teşkil etti. Bu aileye "Kara Tanburin" denir ki, bütün Şark kavimlerince mukaddestir. Oğuzlar, Cengizler, Hülagûlar, Timurlar, Selçuklar, hâsılı ne kadar şark hükümdarları varsa hep Kara Tanburin ailesinin aylıklı uşağı mesabesindeydi.  Henüz Türk tarihi Türkçe olarak yazılmadığı için bunları tabiî bilmezsiniz!

—    O halde siz de prenssiniz? Kara Tanburin Bey güldü:

—    Eğer tenezzül edersem, düşününüz.

Hepsi düşünüyorlardı. Kâmuran padişahlardan, imparatorlardan büyüktü, semavî bir aileye mensuptu. Allah'ın torunlarından biriydi.

Nermin Bey sükûtu ihlâl etti:

—    Bu semavi aileye mensup başka prensler var mıdır?

—    Hayır, yoktur. Vakıa Rusya'da bir iki kişi biz de "Kara Tanburin ailesindeniz!" iddiasında bulunmuşlardı. Fakat yalanları meydana çıktı.

—    Sizin kardeşleriniz, akrabalarınız yok mudur?

—    Hayır, kimsem yoktur. Efruz Bey dayanamadı:

—    Fakat evlenseniz... Kazara hayatınıza bir şey olursa semavî, ilâhî bir aile kaybolacak.

Diğerleri de ilâve ettiler:

—    Bu kadar eski, semavî bir aile olmazsa etrafında toplanılacak bir asalet kâbesi kalmayacak. Netice olarak asalet bitecek.

—    İhtimal bu semavî ailenin fenâsıyle  beraber kıyamet kopacak

Kâmuran hepsini temin etti:

—    Merak etmeyiniz, dedi. Ben kırk yaşma gelince evleneceğim. Bir erkek çocuğum olunca hemen kendimi iğdiş yaptıracağım.

—    O niçin? diye sordular.

—    Kıymetin bir hikmeti de azlıktadır. Ben Kara Tanburin ailesinin çoğalmamasını isterim. Daima bu aileden bir kişi bulunmalı. Evlâdıma da bu prensibi talim edeceğim. Ancak, ancak, ancak o vakit...

İğdişliğe kadar varan bu büyük fedakârlığın ulviyeti karşısında gaşyoluyorlardı. Efruz Bey:

—    Size bir unvan bulmak mümkün değil! dedi.

—    Evet.

—    Evet.

Hepsi tasdik etti. Prens, Ruva,  Emperör...  Bunlar nihayet dünyevî şeylerdi. Nermin Bey:

—    Eğer kabul ederseniz size Semavî Prens! diyelim, teklifinde bulundu.

—    Başka kimseye bu unvan verilmemek şartiyle.

—    Elbet.

—    Elbette...

Prens Eternel  do Kara Tanburin!..

Hepsi bu muhteşem ismi tekrarladılar. Prens Etemel'in badem gözleri hazdan parlıyor, yüzü daha ziyade aylaşıyordu. İşte nihayet bir prens telâkki olunuyor, ismi teyit ediliyor, tasdik ediliyordu, o, efendisi hacının cami avlusundaki mermerler üzerinde öldüğü dakikadan beri tuhaf bir ru-hiyet ile, dilenmek için elini uzattığı İstanbul Türklerinden kendini çok yüksek görürdü. Dilenirken bile onlara hakaretle bakardı. Darülâceze'de, Darüşşafaka'da kendine, kendi kendine hususî bir ehemmiyet vermiş, muhitine bu vehmî  ehemmiyeti ibram etmişti . Son derece mağrur, son derece kibirli idi. Kendisiyle konuşanlar, karşısında gayri ihtiyarî bir hürmet duyarlar, kendilerini gayet büyük bir adam huzurunda sanırlardı. Hiç bir muayyen fikri yoktu. Bugün pantürkist,  yarın politürkist...  döner dururdu. Edebiyat, ilim âleminde de -hiç bir eseri olmadığı halde -sırf gösteriş, sırf satış sayesinde kendini tanıtmıştı. Nazırları ziyaret eder, politika fırkalarının   hepsiyle müsavi derecede münasebette bürünür, hepsine kendilerinden tarafa imiş hissini verirdi. Hem Yunan hükümetinin, hem Türkiye'nin pençesinden kolaylıkla kurtulan Kefalonyalı   Rum kasa hırsızları gibi iki pasaportu vardı. Rus sefarethanesi onu Rus tebaası tanır, bizim siyasî düşünmek eziyetine katlanamayan zavallı nüfus memurlarımız ona "Osmanlı tâbiiyetini haiz müslim" diye nüfus kâğıdı verirler, yol tezkeresi doldururlardı, İstanbul'un Ruslar tarafından alınacağına iki kere iki dört eder kadar kaniydi. Onun için Rus pasaportuna, Rus sefarethanesinin teveccühüne ehemmiyet verir, Türkiye nazırlarının kendine teklif ettiklerini söylediği mevkileri -muvakkat olduğu için- kabul etmek budalalığında bulunmazdı! Her sabah başka bir fikirle uyanır, öğleye kadar birkaç defa bu fikri değiştirir, fakat her gün, her dakika, her saniye yalnız "asaleti" hususunda sabit kalırdı. Bu asalet tamamıyla Efruz Beyi tanıyor, arkadaşlarının muhitine giriyordu, İstanbul'da bütün edebiyata intisap iddia eden kadınlarla, vezir torunları, paşa akrabaları, ne kadar "Biz asiliz efendim!" iddiasında bulunan hanımefendi varsa hepsiyle dosttu. Onları ziyaret eder! Siyasî dedikodulardan, son iktisadı dalaverelerden gayet müstehziyane bahsederdi. Hâsılı tam bir salon adamıydı.

— Yirmi sekiz yaşındayım! derdi.

Ablak çehresi o kadar sakin, o kadar ciddî idi ki, yalan mı, samimî mi söylüyor anlaşılamazdı. Herkese her vakit, her fırsatta ailesinin, Kara Tanburin kökünün eskiliğini anlatır, iftihar ederdi.

Nermin Bey, asaleti kadar hakikati de severdi. Altın tabakasından çıkardığı bir sigarayı altın ağızlığına taktı. Altın kibritliğinden bir kibrit aldı, çaktı. Sigarasını tutuşturdu. Sonra altın kibritliği cebine koyan eliyle altın saatini çıkardı. Baktı.

—    Dostlarım! Gecikmişiz, saat beş! dedi, fakat benim tarihî hikâyem yok. Hem ben prens olamam. Çünkü cedlerimden birisinin hükümdarlık ettiğini bilmiyorum.

—    Bununla beraber asilsiniz.

—    Şüphe yok. Fakat prens değilim. Belki bir marki, bir kont...

—    Marki, marki...

—    Evet, marki.

Nermin Bey:

—    Pekâlâ, marki olabilirim. Cedlerim hep hükümdarların dizanterilerini iyi etmişlerdir. Dizanterinin sırrı tâ Lokman Hekimden beri bizim ailemizin malıdır. Sizin kadar asil değilsem de hepinizden zenginim.

Bu iddia biraz Efruz Beye dokundu:

—    Hepimizden zengin olduğunuzu söylemek biraz ciddî değil... Vakıa ben çok iktisat yaparım. Fakat ne kadar iradım olduğunu biliyor musunuz?

—    Hayır.

—    O halde kendinizi hepimizden zengin addetmeniz muvafık değildir. Kıvırcık saçlarının arasına koyu patalumba renginde parmaklarını sokmaya çalışan Azizüssü-cufüzzırtaf tasdik etti:

—    Efruz Bey, ben sizin servetinizi biliyorum. Siz gizli milyonersiniz. Efruz Bey bunun üzerine iratlarını, çiftliklerini saymaktan vazgeçti. Azizüssücufa gayri ihtiyarî minnettarlığını göstermek ihtiyacını duydu:

—    Azizim Prens Zırtaf, siz cidden asilsiniz! dedi, evet siz hâlis prenssiniz. Bize kendinizi tanıtınız. Fakat rica ederim mütevazı olmayınız.

Zırtafm gözleri parladı. Bu, hakikatte kaşerlenmiş bir serseri, gayet mahir bir şantajcıydı. İttihad-ı İslâmla Arap imparatorluğu mefkûrelerinin   ikisine de aynı miktarda malikti. Gördüğü oldukça iyi tahsile rağmen iptidaî bir zihniyetle dünyadaki insanları "İslam, hıristiyan" diye iki basit kısma taksim eder, ne kadar İslâm varsa hepsine Arap nazariyle bakardı. Ebülhüda'nın yetiştirmesiydi. Eskiden mabeyne nasıl girip çıkarsa, şimdi de, Babıâliye, sadarete, teşkilâtı mahsuslara, cemiyeti hayriyelere, edebî kulüplere, siyasî mahfillere öyle girip çıkardı. Gayet şıktı. Beyoğlu'nda birinci sınıf bir apartmanda yaşıyor; kumarda, sefahette harcettiği paraların membamı, kimse değil, hatta kendi bile bilmiyordu.

—    Benim ailem, İslâmiyet sayesinde Kureyşler  iktidarı elde ettiğinden beri siyasî mücahedesinde devam eden minimini gizli bir kabileciktir iddiası bütün Araplardan büyük bir imparatorluk teşkil, Afrika ile beraber Asya'yı, Çin, Hindistan, Türkistan, Silezya, Türkiye dahil olduğu halde tamamen Araplaştırarak tekrar Cebelüttarık'ı geçmek İspanya’yı, Fransa'yı, Almanya'yı, Avusturya'yı, İtalya'yı, hâsılı bütün Avrupa'yı ezerek İngiltere ile Amerika'yı zaptetmektir. Ceddimiz Kays'üssücufüzzırtaf'tır.

Müzekki Bey, zihninde birden uyanan mazinin sem'i hatırasıyle:

—    Zannedersem Zırtaf değil, Zırt... dedi.

—    Hayır, efendim, Zırtaf... Siz mektepte çocukların bana "Hacı Zırt" dediklerini hatırlıyor, ihtimal diğer münasebetler gibi bu mektep lakabını bozarak kendime aile ismi yaptım sanıyorsunuz. Hayır, yanılıyorsunuz. Benim ceddim Kaysüssücu-füzzırtaftır!.. Bu ismin bütün Araplar indinde meşhur bir hikâyesi vardır. Bu hikâye binlerce âşıkane şiire mevzu olmuş, hatta muallekata   bile telmih olunmuştur.

Efruz Bey:

—    Rica ederim, şu şairane hikâyeyi anlatınız, dedi.

— Peki anlatayım. Hicretten binlerce sene evvel ceddim Kaysüssücufüzzırtaf on buçuk yaşında bir çocuktu. Daha kimse onun büyük bir şeyh, büyük bir hükümdar, büyük bir cihangir olacağını bilmiyordu. Zayıftı, sıskaydı. Biraz, biraz değil, epeyce karnı şişti. Çenesinin altında bir davul gibi kabarıyordu. Bu esnada kabilesi, civardaki kabileler üzerine gazve yapmış, sayısız ganimetler yağma etmişti. Bu ganimetler vahada denk denk birbiri üstüne yığılmıştı. Ekserisi setrelerden, kumaşlardan ibaretti. Gece bütün kabile halkı uyurken ceddim uyumuyor, ileride yapacağı cihatları düşünerek yığının dibinde geziniyordu. O, böyle küçük mikyasta gazvelere tenezzül etmeyecek, şarkı, garbı birleştirecek, yani dünya durdukça arza hâkim olacaktı. Tam bu sırada dehşetli bir fırtına çıktı. Ganimet yığınları devrildi. Ceddim bunların altında kalıp ezilince karnındaki gazlar o kadar şiddetle intişar etti ki... Havan topu gibi patlayan bir şada ile bütün kabile halkı uyandı.

Ganimetlerin yanına koştular. Denkleri kaldırdılar; altından küçük kahraman Kays'ı çıkardılar. Zaman geçti. Bu Kays büyüyüp bütün Arabistan'a hâkim olunca bu vaka da kendi kadar şöhret kazandı. Arapça sücuf "secf' in cem'idir, setreler, örtüler demektir. İşte örtü, gömlek denkleri tazyikiyle ceddimin karnından çıkan bu şada "Sücufüzzırtaf' diye evvelâ kendine, sonra ailesine, ondan sonra beş yüz bin sene var ki, hanedanına alem olmuştur.

Efruz Bey:

—    Oh, ne romantik menkıbe! dedi. Prens Eternel Kâmuran do Kara Tanburin şiirle de iştigal ettiği için bunu pek şairane buldu:

—    Pek bedi bir levha... Düşününüz. Çölde bir vaha. Tüyleri dökülmüş kamış yelpazeler halinde sakin, nazenin duran hurma ağaçları... Saf, asude, dumansız, lekesiz, yıldızsız bir sema... Susuz bir kuyunun başında ince mugaylan   fidanları arasında kurulmuş çergeler...  Herkes uyuyor. Hurmalar, sema mugaylanlar; her şey, her şey uyuyor. Yalnız kahraman Kays uyanık! Ganimetlerin dibinde, birden çıkan rüzgârla denkler yıkılıyor. Müthiş bir şada, bütün bu sakin ufku dolduruyor:

Zırrrrt... diye! Herkes uyanıyor, koşuyor, denklerin altından birkaç sene sonra tanıamıyle küre-i arza hâkim olup Zuhal, Utarit, Zühî e gibi küreleri de zapt için projeler yapan cihangiri çıkarıyorlar... Dünyada bundan nefis bir trajedi, bir destan, hatta bir opera mevzuu olamaz.

Vakanın şiiri, tabiati, hepsini teshir ediyordu. Zırtafın tarihine bu hadise ile başlanmasını münasip buluyorlar. Oğuldan evlâda, evlâttan toruna uzayıp gelen bu büyük kahramanlık tarihinden bir destan, bir opera yapılınca besteleyecek bestekâra mukaddime olarak ne nefis, ne tabiî bir şada hazır olduğunu söylüyorlar, bu tabiî sesten ilâhî bir melodi çıkarmak için bir Verdi, bir Wagner, bir Beethoven doğmasını temenni ediyorlardı. Prens Azizüssücufüzzırtaf ceddinin daha birçok hikâyelerini anlattı. Artık hava kararıyordu. Nermin Bey:

—    Asaletmeaplar! dedi, vakit geçti, artık dağılsak...

Fakat Efruz Bey kendi asaletini, kendi cedlerini anlatamamıştı. Saat altıyı geçiyordu. Bu beş asil genç birbirlerinden ayrılamadılar. Hemen oracıkta, aceleyle "Asiller serkli"  namıyle bir kulüp tesisine karar verdiler.

Oraya bütün asiller toplanacaklar, şarkta da, garpta da olduğu gibi asaletin hakkını arayacaklar, milletlerin idaresini ellerine alacaklar, avamı -asillerin iddiasızlığından fırsat bularak- sıçradıkları yüksek mevkilerden indirecekler, lâyık oldukları kovuğa sokacaklardı. Ayrılırken ev sahibinin ellerini samimiyetle sıktılar.

—    Yarın Perapalas'ta...  diyorlardı.

Orada bir odada toplanacaklar, nizamnamelerini, duhul şartlarını, unvan, derece meselelerini müzakere edeceklerdi. Ev sahibi tâ kapıya kadar misafirlerini teşyi ediyordu. Prens Zırtaf:

—    Efruz Bey, sizinle bir dakika yalnız kalmak isterim, dedi.

—    Emredersiniz prens... Emrini icraya hazırım, cevabını veren Efruz Bey, misafirlerinin arkasından kapıyı kapadıktan sonra Prens Zırtafla kapının sağındaki salona döndü.

—    Buyurunuz efendim?..

Prens sıkılıyor, ellerini ovuşturuyordu. Gayrete geldi. İnce, parlak potinlerinin narin uçlarına bakarak:

—    Portmone mi düşürmüşüm! dedi.

Efruz Bey çok zengin olduğu için para meselelerine ehemmiyet vermeyi asalete mugayir görürdü:

—    Ne zararı var efendim?

—    Sizden yarın akşam vermek üzere küçük bir meblâğ isteyeceğim. Zırtaf, Efruz Beyin doğru bir mazeret uydurmasına meydan vermeden ilâve etti:

 — Bin lira, kadar bir şey!

... Bu, Efruz Bey için vakıa çok ehemmiyetsiz bir para idi. Lâkin aksi şeytan, şimdi vermek mümkün değildi. Çünkü mazeretini Efruz Bey saklamadı:

— Kasamın anahtarları annemdedir. İki hafta var ki nasırlarını kestirmek için profesör Verşinker'in yanına Viyana'ya gitti... Üç ay sonra gelecek... Burada olsaydı vallahi billahi, namusum, asaletim, üzerine tekrar tekrar yeminler ederim ki şu bin lirayı hemen size verirdim.

Prens Zırtaf teşekkür etti, sonra başını eğdi:

—    Şimdi yüz lira verseniz?

—    Aksi şeytan! dedi... O da yok.

—    Bir lira lütfetseniz?

Efruz Bey, binden bire yıldırım gibi inen prense dikkatli dikkatli baktı. Ne diyecekti. Fakat mazereti pek makbuldü:

—    Bugün yanımda ne kadar bir lira varsa sizin gibi bir dostuma verdim. Elime ancak yarın para geçecek.

—    Şimdi bir mecidiye olsun veremez misiniz? Kurtulamayacağını anlayan Efruz Bey parayı asil dostunun avucuna koyarak:

—    İşte bir çeyrek! Daha fazla veremediğim için beni affediniz, dedi, hayatta bazan öyle münasebetsiz, öyle aksi anlar oluyor ki...

Prens çeyreği cebine koydu. Teşekkür etti. Konuşarak para üzerine, aksi tesadüfler üzerine, zenginlik üzerine felsefeler yaparak Efruz Bey, misafirinin elini sıkıyor, veda ediyordu. Ansızın, arkada, mermer döşeme methalde dehşetli bir gürültü oldu. Çığ gibi yuvarlanan al yanaklı şişman, yuvarlak bir evlâtlık sanki birkaç kilometre ötede birisine söylüyormuş gibi nefes nefese, avazı çıktığı kadar:

Küçük bey! Küçük bey! diye haykırdı. "Anneniz beni görmeden gitmesin!" dedi. Size çarşıdan burnunun kıllarını çekmek için cımbız aldıracakmış!

Efruz Bey, Zırtafın arkasından kapıyı kapayınca annesinin yanına koştu. Burası beyaz dokuma sedirli, Uşak halısı döşenmiş, Şam perdeli, gayet alaturka bir oda idi. Duvarları hep âyet, hadis levhalarıyle örtülüydü. Eğer bir "Allah", bir de "Muhammed" levhası olsa mükemmel bir mescit sayılabilirdi.

—    Anne! Niçin o münasebetsiz kızı misafirlerin yanına gönderiyorsun? diye karşısına dikilen hiddetli oğlunu bu sert Çerkeş hemen yatıştırdı. Acele ile o rast gelmişti. İşte onun için göndermişti... Münakaşadan ziyade iş yapmasını seven Efruz Bey lafı pek uzatmadı. Hemen evde yeni bir tensikata girişti. İki İslâm, bir Rum hizmetçi kızla küçük evlâtlığı, dadısını çağırdı:

—    Şimdiden sonra "Despina" dan başka hiçbiriniz bana lakırdı söylemeyeceksiniz! dedi.

Dadısı mahzun mahzun baktı:

—    Küçük beyim! Niçin bize darıldın?

—    Bak hâlâ "Küçük Bey" diyor.

—    Ne diyeyim a beyciğim?

—    İsmimi söylemeğe hacet yok. Yalnız unvanımı telâffuz edersin.

Hiç bir şey anlamayan dadı, hanımefendisine, kızlara "ne diyor?" gibi baktı.

—    Kaim kafalı Çerkeş! Laf anlamazsın ki... Efruz Bey tekrar hiddetlendi, köpürdü. Hepsine ayrı ayrı sordu:

—    Benim unvanım ne? Sonra annesine döndü:

—    Söyle anne, benim unvanım ne?

Hiç birisinden bir cevap alamayınca daha ziyade ateşlendi. Ana oğlunun, hizmetçiler efendilerinin unvanını bilmiyorlardı. Bu memleket batmasın da neresi batsın?.. Bu ne idraksizlik, bu ne kabalık, bu ne hayvanlıktı.

—    Benim unvanım: Prens... Ben prensim! Beni artık prens diye çağıracak, medeniyete girmeğe alışacaksınız. Hain vahşîler...

Hanımefendi yine oğlunu, geçen seneki gibi ismini değiştiriyor sandı:

—    A oğlum, bari kendine bu sefer bir İslâm ismi taksan... dedi.

—    Sus anne! Cahilliğini meydana vurma. Bu isim mi? Unvan.

—    Her neyse... Bari İslâmca olsa.

—    İslâmcası Han, amma böyle söylerseniz insanı Acem zannederler. Hanımefendiyi yine bayılmaktan kurtarmağa çalışan dadı:

—    Başüstüne, öyle deriz efendim. Artık hepimiz size "Prens Bey" deriz.

—    "Prens" dedikten sonra "Bey" demeğe hacet yoktur.

Efruz Bey, Despina'ya döndü:

—    Söyle beni nasıl çağıracaksın?

—    "Müsyü lö Prens" diye.

—    Yalnız o kadar mı?

—    "Müsyü lö Prens zenapları" diye.

Efruz Bey memnun oldu. Annesi, Bolulu aşçı ile fingirdeyen bu kızı ay nihayeti savmak istiyordu. Fakat oğlunun tensikatı niyetinin aksine çıktı. Despina'nın maaşına bir lira daha zammolundu.

Erkek misafir geldiği zaman Despina'dan başka kimse salona, kapının yanına uğramayacaktı.

Efruz Bey yarım saat içinde hizmetçilerin meselesini bitirdikten, küçük evlâtlığın misafir kargısında bağıra bağıra yalan söylediğine ceza olarak iki gün tavan arasında hapsine hükmettikten sonra yatak odasına çekildi. Yemek yemeğe gelmedi. Düşünmek istediği akşamlar yemeği hazf eder:

"Boş mide, dolu zihin, parlak fikir!" derdi. Koltuğuna uzandı. Hava tamamıyla kararmıştı. Gölgeler, karanlıklar içinde düşünmeğe başladı. Evet, kendi bir prensti! Fakat hangi aileden? Bunu, hakikatte, ancak tarihler biliyordu. Hâlbuki Türklerin tarihi henüz yazılmamıştı. Annesi Osmanlı asaletine akıl erdirecek zihniyette değildi. Tabiî hiçbir şey bilmiyordu. Ama yalnız kendi... yalnız kendisi ailesini biliyor, ruhundaki derunî bir sadanın, bir tahaddüsün,  bir ilhamın ismini haber verdiği asil ailesini bütün tarihiyle, bütün ananatiyle  biliyordu. Babası ölmezden birkaç sene evvel Kastamonu vilâyeti defterdarlığında bulunmuştu, ihtimal bu adamı gizli bir "sevkitabiî" son günlerde ecdadının payitahtına çekmişti. Ecdadı ihtimal ki... Hayır, "ihtimal ki" değil, muhakkak surette "Kızıl Ahmet" illerdi.

— Prens Efruz do Kızıl... dedi.

"Ahmet" ismi âdi idi. Hazfetmek icap ediyordu.

Odanın yalnızlığı içinde ecdadının mazisini tahayyül etmeğe başladı, o cenkler, o saraylar, o atlar gözünün önüne geliyor, Kızıl Ahmetli bayrağının dalgalandığını, altından armaları, elmaslı tuğları görüyor gibi oluyordu.

Kalktı. Soyundu. Aç açına yatağına yattı.

Rüyasında Kastamonu'daki muhteşem şatosunun büyük salonunu gördü. Bu altın kanape, billur avizeli salonda asil dostlarına, av için kendini ziyarete gelen Prens Eternel do Kara Tanburin, Prens Sücufüzzırtaf, daha birçok Marki, Kont, Lord, Veliaht nevinden asillere ziyafet veriyordu. Şampanyalar içildi. Sofrasında şimdiye kadar haremlerin gölgeli kafesleri arkasında mahpus, meçhul kalan Şark Prensesleri de çırılçıplak hazır bulunuyorlardı.

Hele Prenses Zırtaf...

Efruz Bey tabiî asil bir şövalye serbestliği ile sofrada, kocasının, bütün davetlilerin önünde bu çırçıplak güzel prensesin beline sarılıyor, şampanyalı dudaklarından öpüyordu. Fakat Prens Zırtaf kıskandı. Afrikalı bir maymun çevikliğiyle sofranın tâ ortasına atıldı. Efruz Beyin üzerine hücum etti. O anda bir kargaşalık koptu. Kadehler, sürahiler, avizeler devrildi; silâh, kılıç, kalkan, mızrak, tabanca, top; mitralyöz; bomba sesleri işitildi. Karanlıkta salonun eski büyük kubbesi çöktü. Efruz Bey can havliyle gözünü açınca kendini yatağında dimdik buldu. Sabah olmuş, hızla kapıyı açan Despina sütlü kahvesini getirmişti.

—    Buyurunuz Müsyü lö Prens zenapları... Müsyü lö Prens cenapları derhal yataktan fırladı. Tersine giyilmiş pijamasının hiç bir düğmesi iliklenmemişti. Hâlâ rüyasında kucakladığı Prenses Zırtafın aşkıyle ruhu, kalbi, sinirleri gergindi. Şakadan Despina'nın üzerine atıldı. Belinden yakaladı. Karyolanın içine attı. Sütlü kahve dökülmüş, fincanlar odanın ortasına yuvarlanmıştı.

—    Ah Prenses, Prenses...

—    Vire duyazaklar şimdi... Olazayiz rezil...

Bu esnada sofadan geçen Hanımefendi fincanların şangırtısını duymuştu. "Ne oluyor!" diye vurmadan, habersizce kapıyı itince öyle' müthiş bir çığlık kopardı ki... Herkes yukarı koştu. Manzara müthişti! Prensin elinden kurtulan Despina, saçı başı karmakarışık, tıpkı iffetine tecavüz olunmuş masum bir kız oğlan kız gibi hıçkıra hıçkıra, derin derin ağlıyor, yanmamak için hemen kazı çeviren Prens:

—    İşte sütümü döken beceriksizi ben böyle döverini! diyordu.

Ama hanımefendi yutmadı. Bağırdı:

—    Dışarıda ne haltı yersen ye... Burası bildiğin yer değil... Benim boynuzlarımı takmağa vaktim yok...

Despina'yı hemen kovdu.

Ana oğul işi azıttılar. Kavga azıcık daha dövüşe dönecekti. Hanımefendi her vakit ki gibi bayıldı. Prens Efruz bu aralık çabucak giyinerek kendisini sokağa attı. Serin, rüzgârsız bir eylül günü, tatlı güneşiyle her tarafı parlatıyordu. Tek gözlüğünü taktı. Yürüdü. Yanından geçenleri görmüyordu. Harbiye'nin önünde bir arabaya atladı. Perapalas'ın önünde indi. Prens Eternel do Kara Tanburin, Prens Zırtaf, Prens Müzekki. Marki Nermin otel kapısının karşısında, yaya kaldırımında ayakta durmuş, konuşuyorlardı. Onu görünce:

—    İşte Efruz Bey, diye döndüler.

Efruz Bey asillere yakışmayan bu hitaptan müteessir oldu. Elini onlara uzatmadı. Dargın bir tavırla:

—    Asaletmeaplar beni tanımıyorlar, dedi. Tanıyorlardı. Fakat ismini bilmiyorlardı. Prens

Zırtaf hemen intikal etti:

—    Prens hazretleri dün bize ailelerinin ismini söylemedi.

—    Hakkınız var. Unuttum.

—    O halde simdi lütfediniz.

—    Prens Efruz do Kızıl...

Hepsi bu ismi tekrarladı. Prensin elini sıktılar,

—    Beni mi bekliyordunuz?

—    Evet, evet...

—    O halde niçin girmiyoruz?

—    Marki Nermin Bey makul bir şey düşündü. Perapalas'ta içtimaimiz münasip değil.

—    Niçin?

Marki cevap verdi:

—    Çünkü bu otele âdi politikacılar da girebiliyor. Ondan başka iktisat serserileri de burada toplanıyor. Bizi bilâhare tanıyacak olan asiller ilk içtimaimizi burada yaptığımızı duyarlarsa protesto ederler.

Prens do Kızıl, arkadaşlarını evine, kendi salonuna davet edecekti. Ama henüz sabahki vaka aklında olduğundan teklife cesaret edemedi.

—    İyi? Fakat nerede toplanacağız? dedi. Prens Eternel:

—    Nerede olursa olsun, hususî bir yerde... Kendi evi pek uzakta, Fatih'te olduğu için

dostlarını davet şerefinden mahrum kalacağına dair samimî, hakikî teessüfler izhar etti.

Prens Zırtaf:

—    Benim apartmana buyurun! dedi.

Kabul ettiler. Yavaş yavaş Caddeikebir'e   doğru yürümeğe başladılar. Zırtaf yirmi senedir İstanbul'da umumhaneler, kumarhaneler işletmekle milyonerleşmeğe yüz tutmuş bir Rum'un geçen sene yaptırdığı büyük "Megalo Idea"  apartmanında, ikinci kattaki dairede oturuyordu. Burası son derece muhteşem, son derece süslü idi. Kapısında beyaz fistanlı, Karadağ tabancalı iri, ince belli efzunlar duruyor, gelene geçene bir kral sarayı bekliyorlarmış gibi dehşetli dehşetli bakıyorlardı. Bu esatir kahramanlarının önünden geçerken Prens Efruz do Kızıl, asil kalbinin gururla titrediğini duydu. İşte arkadaşı prens, nasıl ismiyle unvanına lâyık bir ikametgâhta yaşıyordu. Geniş mermer merdivenleri çıktılar. Kapının düğmesine Prens Zırtaf bastı. Açılan kapıda kesik kır bıyıklı ihtiyarca bir uşak göründü. Sadece, yani âdeta kabaca:

—    O! İşte! dedi.

Prens Zırtaf, asil arkadaşlarının hepsini kendi önünden geçirdi. Salonuna götürdü. İhtişama, mobilyelerin zenginliğine hepsi şaşıyordu. Duvarlarda kıymetli açık saçık resimler asılıydı. Köşelerdeki sehpalarda beyaz mermerden heykeller parlıyor, nefis vazoların içindeki taze çiçek kokularına, sanki ağır bir tütün kokusu karışıyordu. Ortadaki masa salona göre biraz büyüktü. Üzerinde ağır neftî çuhadan bir örtü vardı. Kumaş koltuklara oturdular.

Prens Zırtaf:

—    Evimde ulvî bir vesile için toplandığımıza çok memnunum, dedi. Bütün içtimalarımız için bütün apartmanım, uşaklarım, kendim emrinize tâbiyim.

—    Teşekkür ederiz.

—    Ben size teşekkür etmeliyim. Çünkü ilk içtimai benim evimde yapmak şerefini, bana... müşerref olmaklık... Çünkü...

—    Teşekkür ederiz.

—    Bin teşekkür...

—    Mersi.

—    Asaletiniz...

Zırtaf, cümlesinin nihayetini getiremedi. Prens Eternel:

—    Vakit nakittir.. diye söze başladı. Şimdi boş durmayalım. Biliyorsunuz ki maksadımız pek âlidir. Kendi asaletimizle beraber köşede bucakta kalmış asaletleri de meydana çıkaracağız. Onlara evvelâ unvanlarını vereceğiz. Sonra haklarını aramağa, bulmağa çalışacağız.

—    Haydi, çalışmağa başlayalım.

—    Evet.

—    Haydi.

—    Hemen...

Prens Eternel:

—    Acelemiz teşekküre şayandır. Fakat evvelâ bir reis intihap etmeliyiz ki müzakerelerimiz muntazam olsun.

—    Evet.

—    Evet.

—    Rey-i hafi ile mi?

Marki Nermin:

—    En iyisi kura ile, dedi, vakıa içimizde en asil, en eski aileye mensup sizsiniz, azizim Prens Eternel, bu teklifimi kabul buyurursanız asaletinizden daha büyük bir tevazu fazileti göstermiş olacaksınız.

—    Hay hay... Kabul ederim. Teşekkürler.. takdirler, hayretlerden sonra

Prens Zırtaf kâğıt kalem istemek için uşağını çağırdı. Bir elektrik düğmesine bastı. Hemen açılan kapıdan deminki alkolik ihtiyar uşağın girdiği görüldü. Elindeki iki üç deste açılmamış oyun kâğıdiyle, büyük bir fiş kutusunu, abanozdan bir para küreğini masanın üzerine bıraktı. Prens Zırtaf:

—    Götür bunları, dedi, şimdi oynamayacağız, çabuk kâğıt kalem getir. Kumar âlâtını geri götüren uşak birkaç dakika sonra kâğıt kalem getirdi. Zırtaf; prenslerin, markinin isimlerini yazdı. Kâğıt parçalarını bir mendile koydular. Tam çekecekleri zaman dışarıda bir gürültü oldu. Efruz yan gözle ev sahibine baktı. Zırtaf sapsarı kesilmişti, ayağa kalktı:

—    Ne var?

—    Hiç...

—    Bu gürültü...

—    Uşak bir şey devirmiş olmalı...

—    Fakat...

—    Bu sesler...

Zırtafın çıkmak için yürüdüğü kapı birdenbire açıldı. İki iri adam bir anda göründü. Ellerinde rovelverler vardı:

—    Ellerinizi yukarı kaldırın!

Prens Efruz do Kızıl'ın aklından bin bir ihtimal bir anda geçti. Acaba asalet teşkilâtı yapacaklarını haber alan demokratlar, hayatlarına karşı bir suikast mı tertip etmişlerdi? Zırtaf uçacakmış gibi zayıf kollarını havaya kaldırmıştı. Arkadaşları da şaşırmışlar, onu taklit etmişlerdi. Efruz Bey soğukkanlılığını kaybetmiyordu. Fakat ah, keşke rovelveri yanında olsaydı... O da ekseriyete uydu. Pantolonunun cebinden çıkardığı ellerini, inanılmaz bir mabuda dua edecekmiş gibi istemeye istemeye yukarıya kaldırdı. Kendilerine kumanda edenlerin arkasında iki de polis duruyordu.

En öndeki memur, bu polislere üzerlerini aramak için emir verdi. Prens Efruz soğukkanlılığını bozmuyor, hiç sesini çıkarmıyordu. Evet, anlaşılıyordu ki işe hükümet de karışmış! Demokrat hükümet asilleri yakalamak, programlarını, filan elde etmek istiyordu. Ama bir şey bulamayacaklardı.

Komiser olması icap eden memur: "Fiğleri, kâğıtları filan hep getiriniz" dedi. Anlaşıldığına göre işi kumar baskını halinde idare etmek istiyorlardı. Hay kurnazlar hay...

Sivil komiser, elleri havadaki Prens Zırtafa sordu:

—    Aziz! Bu seni kaçıncı yakalayışım? 

Ben "Bu Beyoğlu'nda sana kumar oynatmam demedim mi?

—    Biz burada kumar oynamıyorduk ki...

—    Ya ne yapıyordunuz?

—    Hiç...

—    Onu sen babana yuttur. Beş gündür seni takip ediyoruz. Kumarcıları toplayıp toplayıp buraya getiriyorsun. Mihal'i de şimdi götüreceğim. Onunla ortak olmuşsunuz. Sizin işleteceğiniz kumarhane değil, batakhane...

—    Vallahi komiser bey, burada şimdi kumar oynamıyorduk.

—    Ya ne yapıyordunuz?

Zırtaf cevap vermiyordu. Prens Efruz'un ödü koptu. Ya hakikati söylerse... İşte o vakit işleri yamandı, ihtilâlcilikle, inkılâpçılıkla itham olunacaklardı. Prens Efruz bunu çaktı. Gülümsüyordu.

—    Söyle Aziz, ne yapıyordunuz?

—    Konuşuyorduk.

—    Ne konuşuyordunuz?

—    Şuradan buradan...

—    Bana yutturamazsın. Dün gece, evvelki gece, pazar sabahı hep buradan şuradan mı konuştunuzdu ?

—    Hem Mihal'le ortak olmuşsun.

—    Hâşâ...

—    Bu apartmanı o tutmuş.

—    Olabilir.

—    Mademki ortak değilsin, sen burada ne arıyorsun?

—    Burada kira ile bir oda tutuyorum. Efruz gülümsüyordu. Cepleri arandığı halde hâlâ hepsinin kolları yukarıdaydı. Kara Tanburin, Müzekki Civan hiddetten kıpkırmızı idiler. Prens Efruz ilk defa ağzını açtı:

—    Memur efendi, affedersiniz, kollarımız ağrıdı. Müsaade ediniz de aşağı indirelim.

—    İndiriniz, indiriniz.

Sonra; Prens Zırtaf saçmalayıp da sırlarını meydana vermesin diye işi kısaca kesti:

—    Evet, komiser efendi. Biz burada kumar oynuyorduk.

Komiser hemen Zırtafa döndü:

—    İşte arkadaşın itiraf ediyor.

—    Yalan.

Siyasette yalan caizdi. Efruz Bey bu iftirayı hakaret telâkki etmedi. Tekrar

—    Yalan değil! dedi.

Komiser biraz tereddüt ediyordu:

—    Hepinizin üzerinden beş lira çıkmadı. Paralar nerede?

Para lafı Efruz'un kibrine dokundu. Sert bir cevap verdi:

—    Biz üzerimizde para taşımaya tenezzül etmeyiz.

—    Vay beyim vay! Y;a ne yaparsınız?

—    Paralarımız bankada durur.

—    Ha İşte, ben de o bankayı soruyorum.

—    Size söylemeğe bir mecburiyetim yok.

—    Karakolda bülbül gibi söylersin.

Sonra komiser. Mihal diye adını bildiği uşağı sıkıştırıyor, paraları nereye sakladığını soruyordu.

Efruz Bey asıl tahkikatı kumar meselesine çevirebildiği için memnundu. Hiç mukavemet etmedi. Karakola gitti. Bir gece yattı. Ertesi gün kefaletle tahliye olundu. Uzun müddet asil arkadaşlarına rast gelmedi. Böyle asırlarca asalete ehemmiyet vermemiş bir muhitte resmî asalet iddiasına kalkmak hakikaten oldukça tehlikeli bir şeydi. Gazetelerde "Prans Uzun Hasan" in nasıl kartı teşhir edilerek maskaraya çevrildiğini hatırladı. Aziz Zırtafın Beyoğlu'nda meşhur sabıkalı bir kumar kılavuzu olduğunu bir türlü öğrenemedi. Altı ay hapse mahkûm edildiğini işittiği zaman:

—    Zavallı Prens! dedi, asaletin kurbanı oldu! Sırrımızı hükümete vermemek için yalancıktan kumarcılığı kabul etti. Haysiyetini kaybetti; ama, denklerin altında kalan büyük ceddi Kaysüzzırtafin "azametli ruhu" şüphesiz yine ruhunda yaşıyor.

Politika, asalet teşebbüsleri cılk çıktıktan sonra Efruz Bey için yapılacak yalnız bir şey kalıyordu: Milliyetperverlik! O, öyle bir köşede oturacak, şöhretten, şandan uzak yaşayabilecek bir tip değildi. Hareket, inkılâp, gürültü, harıltı adamıydı. Koştu. Gitti. Bucağa yazıldı. Oranın geceli gündüzlü bir müdavimi oldu. Artık evine pek geç vakit gelir, güneş doğmadan kendini sokağa, yani Bucağa atardı!..

Vakit gazetesi, 1.7.1926 - 10.7.1926

 


 

BİLGİ BUCAĞINDA

Ama epey zamandan beri Efruz Bey hiç bir tarafta görünmüyordu. Bucakta verdiği son konferansları hatırlayanlar onu Kâşgar'a gitmiş sanıyorlardı.

Ah hakikaten onlar ne konferanslardı! Bu meşhur konferanslar sayesinde değil miydi ki İstanbul'da yeni bir âlem doğdu. Yüz bin "Arnavut-köy akıntısı" kuvvetinde şedit bir cereyan başladı. Herkes anladı ki biz, yani İstanbul, biz Türkiye ahalisi, Türk değilmişiz!.. Bucağın salonu hıncahınç doluyordu. Efruz Beyin şaşaası içinde Capakçurlu, Manayof gibi en büyük, en dâhi Bucaklıların namı söndü. Türklerin millî büyük şairleri Emin Beyle,  gayri millî "Dâhi-yi Azimüşşan" ları Abdülhak Hâmid'in resimleri indirildi. Yerlerine Efruz Beyin, yollar kapalı olduğundan henüz gidemediği Petersburg etnografya müzelerindeki derin derin tetebbüleri neticesinde bulduğu hayır, bulduğu değil, keşfettiği millî Türk kıyafetiyle çıkarılmış-resimleri asıldı. Bu resimler tabiî büyüklükte idi. Bucağın reisi bunlara göre Efruz Beyin bir de heykelini yaptırmak istemiş, fakat o vakit Efruz Bey razı olmamıştı.

Her ne kadar Türkçülük mahfeline yeni girmişse de korkunç mucit zekâsı sayesinde yine onların siyasetini çakmıştı. Biraz akıllı, biraz istikbali parlak bir adam gördüler mi içlerinden "İşte bir rakip!.." derler, hemen onun fotoğrafını büyülterek salonun duvarına asarlardı. Sanırlardı ki fotoğrafı asılan Bucakçı artık en büyük mevkii ihraz ettiğine inanacak! Enayiler buna kanardı. Fakat Efruz Bey... Efruz Bey gibi bir dâhi budala mıydı? Resmi asıldıktan sonra da konferanslarına devam etti. Bucağın gayet nazik reisi:

—    Biraz fasıla versek, azizim korkuyorum ki Bucaklılar derslerinizden bıkacak, dedikçe o başını sallar, gülümserdi. Hangi Bucaklı onun derslerinden bıkacaktı? Her cümlesinden sonra daima bir alkış tufanı koparanlar mı? Kıvırcık kirpikli iri siyah gözlerini kırpıştırarak monoklünü düzelterek tekrar gülümser:

—    He, he aziz reisim, derdi, işi tabiata bırakınız; maksat onlara bir şey öğretmektir. Benden çalışmak! Bıkarlarsa bıksınlar. Dünyada zaten neden bıkılmaz? Bonboncunun çırağı birbiri üstüne iki bonbon yiyebilir mi? Fakat işi tabiata bırakalım. Ben derslerimden vazgeçmem. İsteyen gelsin, dinlesin, istemeyene tün aydın.."

Bu lafları söylerken içinden de derdi ki: "Ah Tıain reis! Beni bilmiyor mu sanıyorsun? Bütün Bucaklıların bana taptıklarını anlıyorsun. İhtimal gelecek intihapta beni reis yapacaklar. Sen iyot gibi açıkta kalacaksın. İstiyorsun ki şimdiden beni biraz unutsunlar."

Resmi duvara asıldıktan sonra artık reis onu dolaylıkla Bucaktan uzaklaştıramazdı.

Artık her sabah erkenden damlıyor, öğle yemeğini bile Bucakta yiyor, akşama kadar çay içiyor, konuşuyor, kendi ilmine, fiiline, malumatına dair propaganda yapıyordu. Onun bütün hayatını Bucakta geçirdiğini hizmetçilerden öğrenen reis, şaşar:

—    Fakat azizim, konferanslarınızı ne vakit hazırlıyorsunuz? diye sorardı.

—    Geceleri!

—    Hangi gecelerden bahsediyorsunuz?

—    Her geceden.

—    Fakat azizim, her gece, gece yarısına kadar burada konferans veriyorsunuz.

—    Gecelerin, yarısından sabaha kadar süren kısımda.

Reis bütün bütün şaşardı:

—    Öyle ise ne vakit uyuyorsunuz?

—    Ne uykusu?

—    Bayağı uyku, gece uykusu...

—    Aziz reisim, sen beni bir gümrük hamalı sanıyorsun. Ben dimağıyle yaşayan bir adamım. Ben geceleri hiç uyumam.

Reisin şaşması değişir, gözlerinin beyazı büyür, ağzı açık kalırdı:

—    Aman yarabbi bu nasıl olur? Hiç uyumamak, bu nasıl olur?

—    Pek tabiî. Yalnız gündüzleri on dakika kadar uyurum.

—    Her sabah erkenden Bucağa geliyorsunuz. Akşama kadar bir dakika uyuduğunuzu gören yok.

—    Tabiî böyle uyanık bir mahfelde uyuyamam. Evet, tramvaya bindiğim zaman Taksim'den geçerken dalarım. Galatasaray'da bilet kontrolcüsü uyandırır. Köprüye kadar tekrar dalarım. İşte benim uykum! Hâlbuki konferans hazırlamaya onun hiç ihtiyacı yoktu. O cahil miydi? Kitabı açıp okuyup söyleyenler pek cahillerdi. Kitaptan okuyup söyledikten sonra konferansçılığın ne ehemmiyeti kalırdı?

Kitaptaki olan şey zaten söylenmiş demekti, isteyen alıp okur yahut her kim isterse bu kitabı verir, okutturur, dinlerdi. Marifet, okumadan söylemekti. Fakat Bucakta bu hakikati bilen olmadığı için, Efruz Bey hep çok okuyor, derin derin tetebbu ediyor gibi gözükür, kataloglardan ezberlediği filozof, âlim namlarını sık sık tekrarlayarak daima "asıl kendine ait fikirler" söylerdi. Meselâ bir meseleyi izaha başladı mı evvelâ derdi ki: "Efendiler, işiteceğiniz ders asla benim fikrim değildir, Dün gece tamamıyla okuduğum kitapları şimdi size sayacağım. Mehazım bu kitaplardır. Ben yalnız bu fikirleri terkip ettim. Zaten bir âlimin vazifesi de yalnız budur." Sonra en aşağı yirmi kitap ismi sayardı. Bucaklıların ona o kadar itimatları vardı ki içlerinden hiç biri, bir gece içinde tanesi en aşağı üçer yüzer sayfalık yirmi kitabın, yani altı bin sayfanın okunamayacağına akıl erdiremezdi. Efruz Beyin kütüphanesinde kataloglar hemen hemen büyük iki raf işgal ederdi. Her gece yatmazdan evvel bu kataloglardan birkaçını açar, tetebbu ettiği müelliflerin, eserlerinin ismini yazar, diğer defa yine bu müelliflerden bahsetmemek için katalogdan isimlerini iyice silerdi. Hatta bazan yevmî gazetelerde kendine reklâm yaparken: "Ben şimdiye kadar dört yüz bini mütecaviz tarih kitabı okudum, ilâh..." diye istemeye istemeye, her vakit iddia ettiği tevazuuna rağmen, kendinden başka Türkiye'de âlim bulunmadığını söylemeğe mecbur olurdu. Ah, fakat kıskançlık... İşte insanlığın en kötü bir kusuru... her âlim gibi onu da kıskanmağa başlamışlardı. Kıskananların başı, birincisi, reis, aynı zamanda Bucağa reis olandı. Onun derslerine mani olmak için mütemadiyen planlar kuruyor, sanki bir darülfünun, bir lise imiş gibi Bucakta da yaz tatilini kabul ettirmeye çalışıyordu.

—    Yaz tatili ne demek? diye Efruz Bey hemen itiraz etmiş; dört gece sıra ile yaz tatilinin fenalığına, lüzumsuzluğuna, dine mugayir olduğuna dair serbest dersler yermişti, beşinci gece birçok âyet, hadis, Arapça cümleler okuyor, derin derin tefsirler yapıyordu. Meselâ: "Utlub-ül ilme velev bissîn" diyordu.

—    Evet, bu ne demektir? "ilim, Cinde bile olsa gidip bulunuz, isteyiniz, öğreniniz." değil mi? Pekâlâ Çin'e gitmek için iki yol vardır. On sene evvel okuduğum otuz bin sayfalık kocaman ve "siyah kaplı bir coğrafya kitabında bu yollara ait pek mühim malumat edindim. Biri İstanbul, Erzurum, Tahran, Kaşgar, Tibet, Mançuri yolu! Diğeri İstanbul, Marsilya, Cebelüttarık, Liberya, Ümit Burnu, Madagaskar, Zengibar, Avusturalya, Filipin, Formoza, Şangay yolu. Laf arasında unutmayayım, size fazla malumat olmak üzere söyleyeyim; Filipin'de pek derin fıkıh, ilahiyat âlimleri bulunduğunu müsteşrikler müttefikan beyan ederler. Bahsimize gelelim: Bu yollar ancak yazın işler. Kışın fırtınalar, tayfunlar münasebetiyle seyahat mümkün değildir. Hâlbuki biz yaz tatilini kabul edersek zımnen Çin'e gitmek imkânını da kaldıracağız. O halde ne olacak? "İlim Çin'de olursa, yaz tatili münasebetiyle gidip onu aramayınız. Bulmayınız. Cahil kalınız!" değil mi? Düşününüz efendiler, bu ne müthiş bir küfürdür. Bundan başka...

Bucaklıların alkış tufanından salonun havası sarsılıyor, elektrik lambaları titriyor, duvarda meşhur dâhilerin resimleri sallanıyordu:

—    Lanet olsun yaz tatiline! Lanet...

Reis, Efruz Beyin galebesinden sapsarı kesilmişti. Bu Türklerin Çiçeron'u idi. En tabiî bir fikri küçük bir ima ile dâhiyane bir mantık ile silip süpürüyor, en basit hakları korkunç cinayetler gibi gösteriyordu. Efruz Bey monoklünü çıkarmış, önüne bakıyor, alkışın nihayetini bekliyordu. Fakat bu alkış durmadı. Aynı zamanda müthiş§ bir hatip olan reisin sesi işitildi:

—    Muhterem arkadaşlarım, efendilerim. Burada biz pek ziyade hissiyatımıza tâbi oluyoruz. Parlak sözlere kapılıyoruz. Hâlbuki hakikat parlak sözler değildir. Mantıktır, muhakemedir. Efruz Bey:

—    Sözümü kesmeyin Reis Bey, diye haykırdı. Ben bitireyim, sonra kürsüye çıkınız. Burası hürriyet ve serbesti Bucağıdır. Burada herkes söz söyleyebilir. Yalnız mantıktan, hakikatten ayrılmamak lâzımdır. Kimse kimsenin sözünü kesemez. Burası sizin eviniz yahut mektebiniz değildir. Siz reissiniz, yalnız o kadar...

Reis bu feveran karşısında korkup susuverince Efruz Bey yine ilmî itirazına devam etti:

—    Reis Bey diyor ki: "Parlak sözlere kapılıyoruz. Hakikat parlak sözler değildir." Ben de bunu tasdik ederim. Fakat benim sözlerim asla parlak değildir. Benim sözlerim kurudur. Mantıkîdir, İlmîdir, fennîdir; fakat asla parlak değildir. Onun için safsata ile susturulamam. Beni mantıkla, ilimle cerh etmeli. Evet ne diyordum?..

Bucaklılar Efruz Beye mevzuunu hatırlattılar:

—    Lanet olası yaz tatilinden bahsediyordunuz.

—    Ha... Evet, yaz tatili..- Tabiî siz hepiniz talebe genç olmak itibariyle benden iyi biliyorsunuz ki "Utlub-ül ilime min el lâhdi ilel mehd" değil mi?

—    Evet, evet......

—    Şüphesiz.

—    Yaşayın. Yaşayın...

—    Sükûnet ister! Hissiyatınızı nidalarla dışarı vurmayın! Bu, hayvanlara mahsus bir zihniyettir.

Sakin olun. Evet bunun manası "Daima mezardan beşiğe kadar ilmi isteyiniz" demektir. Eğer yaz tatili meşru olsa "yaz tatilleri müstesna olmak üzere mezardan beşiğe kadar ilmi isteyiniz" demek icap ederdi. Sobanın yanında oturan Reis Bey birdenbire hiddetlendi; ayağa kalktı. Herkes deli oldu sandı. Hızla kürsüye doğru koştu. Bucaklıları eziyor, bazan kendi yere yuvarlanıyor, kalkınca sıçrayarak omuzlarından aşarak Efruz Beye atılıyordu. Bir suikaste maruz kaldım zanneden Efruz Bey hemen eğilmiş kürsünün içine saklanmıştı. Reis boş kalan kürsüye fırladı. Ağzını açtı. Artık Efruz Bey görünmüyordu.

—    Efendiler, kardeşler, muazzez Bucaklılar, şarlatanlık oluyor, bir şarlatan, evet Bucaklılar bir şarlatan tâ Turfan tepelerinden kopan Altayî bir çığ gibi bizim üzerimize çökmüş, bizi aldatıyor. Bucaklılar, bizi aldatıyor.

Kürsünün içinden, derin derin "Haşa! Haşa! Haşa!" sesleri geliyordu. Reis devam etti:

—    Evet, aldanıyoruz, Bucaklılar, aldanıyoruz. Meselâ bu şarlatan "Utlub-ül ilme min el mehdi ilel lâhd" diyecek yerde "Minel lâhdi, ilel mehd" diyor. Bu haşa huzurunuzdan uzun kulaklı bir mahlûka yakışacak derecede ağır bir hitaptır. Bundaki mana farkını anlıyor musunuz?

Bucaklıların en ön sıralarda oturan en ateşlileri:

—    Hayır, anlamıyoruz. Biz Arap mıyız? diye mukabelede bulundular.

—    Vakıa değilsiniz. Anlamak vazifeniz değildir. Fakat ders vermek iddiasını güden bir âlim bunu bilmelidir. Bu şarlatan evvelâ bunu yanlış söyledi. Hiç olur mu efendim, "mezardan beşiğe kadar?..." Hayır, "Beşikten mezara kadar..." olacak. Yani "İnsan doğduğu zamandan öleceği âna kadar" demektir. Bizi hemen iki seneden beri aldatan bu şarlatanı nihayet İşte böyle cürmü meghut halinde yakaladım. Arapça bilmiyor. Sonra "mezardan beşiğe kadar" yani "ölümden doğmaya kadar" diyecek derecede mantıksız bir cahil..

Bütün salon bu "cürmü meşhut" karşısında sessiz kaldı. İki senedir tapındıkları mabutları İşte böyle kazara devriliyordu. Bucağın bu anda ruhuna, hissiyatına ancak Frenklerin "muvman kritik"  dedikleri terkibi tercüman olabilirdi. Reisin gözleri parlıyordu, İşte nihayet hasmını yere sermişti. Fakat.

Fakat yere serdim sandığı hasmı yavaş yavaş bacaklarının arasından yükseldi. Kafasını meydana çıkardı. Bir eliyle reisin omuzunu tuttu. Diğer elini Bucaklılara uzattı:

—    Hiç biriniz kımıldamayın. Ey reis, sen de kımıldama. Artık sen manen öldün.. Çünkü cehaletin fena halde meydana çıktı. Ey Bucaklılar, iki dakika beni dinler misiniz? Bunu vadediyor musunuz?

Reis omuzundaki Efruz Beyin eline şiddetle vurdu:

—    Hâlâ şarlatanlık, hâlâ şarlatanlık.

—    Şarlatan sensin!. —Sensin.

—Sensin. —Sensin.

—    Artık bu kürsüde laf söylemeye senin hakkın yoktur.

—    Senin hakkin yoktur.

Efruz Beyle reis birbirlerinin boğazlarına sarıldılar. Bucaklıların kürsüye çıkmaları "dahilî nizamname" ile menolunduğu için gidip ayıramıyorlardı.

—    Bu, beni tahkir!

—    Asıl beni tahkir!

—    Düello...

—    Tenezzül etmem..

Bucağın kahvecisi reisi kurtarmak için hemen arkadan fırladı. "İki çay parasını inkâr etti" diye Efruz Beye zaten garezi vardı. Kürsüye koştu. Efruz Beyi boğazından yakaladı, yere indirdi. Yere inen Efruz Bey hâlâ metanetini muhafaza ediyordu. Avazı çıktığı kadar:

—    Hak, hakikat boğuluyor, ey Bucaklılar. Bana müsaade ediniz. Çıkayım haklı olduğumu söyleyeyim. Eğer reis haksızlığına emin değilse buna mani olmasın. Ben söyleyeyim, o da söylesin. Siz hükmediniz. Siz hakem olunuz, burası Engizisyon olmasın. Viktor Hugo hazretlerinin dediği gibi "Müsademe-i hakikat barika-i efkârdan doğar."

Salonda büyük bir gürültü koptu. Ekseriyet Efruz Beye taraftardı. Zaten reİşten bıkmışlardı. Bu adam her şeye karışıyor, kendisinden başka söz söyleyene meydan vermiyor, konferansları kesiyor, her şeyi piç ediyordu. Daima fikri "Hep ben hâkim olayım" idi. Hem demek onun maksadı orada, köşede, büyük beyaz sobanın dibinde sakin sakin oturup konferans dinlemek, istifade etmek değilmiş. Pusuda imiş! Efruz Beyin küçük bir hatasını yakalar yakalamaz aç kurt gibi atıldı. Evet, ekseriyet Efruz Beye taraftardı. Çünkü Bucağın daimî misafiri olan Rusyalı talebe Efruz Beye "Bizgim Tolstoygumuz!" derlerdi. Efruz Bey gündüz fikirlerini propaganda ederken onlara: "Asıl Türkler sizsiniz. Türkiye Türkleri Türk değildir. Dejeneredirler. Biz medeniyeti sizden alacağız. Hepimiz Tatar olacağız. Kazgan'da, Orenburg'da çıkan âlimlerin bir tanesini Türkiye yetiştirebilmiş mi? Hatta Rusların terakkisi bile sizin yüzünüzdendir." derdi. Sonra bu ilim fikrine gayet amelî bir proje de ilâve ederdi:

"Ben Bucağa reis olursam evvelâ burasını resmî bir akademi gibi hükümete kabul ettiririm. Sonra size yalnız oda, yatak değil, günde dokuz defa da yemek verdiririm. Hepinizi millî akademiye maaşlı tabiî âza yaparım." İşte böyle propagandalarla Bucağın Tatar kısmını, şimal kuvvetini kendine temin eden Efruz Bey öyle, şüphesiz bir cahilliği meydana çıktı diye kürsüden vazgeçemezdi. Bağırdı, çağırdı. Salonda belki cinayetler olacaktı. Nihayet reisle Efruz Bey ayrı ayrı dinlenilmek şartıyle musalâha yapıldı. Herkes yerine oturdu. Efruz Bey:

—    Evvelâ ben söyleyeceğim, sıra bendedir, diyerek kahvecinin darbesiyle beş dakika evvel yuvarlandığı kürsüye tekrar muzafferane çıktı:

—    Dinleyiniz, dikkatle dinleyiniz. Eğer ben şarlatan isem beni bir daha bu Bucağa koymayınız. Fakat reis şarlatan ise... ben ondan bir şey istemiyorum. Yalnız onun şarlatanlığını, bana haksız hücum ettiğini ispat edersem bana tarziye verir mi?

Reis hakkından emin olanlara has bir tereddütsüzlükle:

—    Veririm, veririm, ispat et bakalım, diye haykırdı.

Bütün salonun üzerinde ne kesif bir "ezmine-i tenkıdiye"   havası dalgalandı. Herkes merak ediyordu. Bu kadar sarih bir hatadan Efruz Bey nasıl yakayı sıyıracaktı?

—    Dinleyiniz, dikkatle dinleyiniz. Benim için reis "Arapça bilmiyor" diyor. Bunu reddederim. Vakıa bir Türk için bu bir kusur değildir. Fakat ben mükemmel Arapça biliyorum. Araplar benim kadar Arapça bilmezler.

Reis kendini tutamadı, güldü:

—    Bu nasıl olur?

—    Bayağı olur. Çünkü Araplar benim gibi İbranîce bilmezler. Ben İbranîce de bilirim. Sair lisanların hepsini bilirim.

Reis yine kendini tutamadı:

—    Ne malum?

—    İsteyen imtihan edebilir. Benim bu lisanları bildiğim her ne kadar Türkiye'de meçhul ise de Avrupa'da öyle değildir. Herkes beni tanır. Hatta Max Nordau  müşküllerini hal için bana mektup yazar. Yarın onun İbranîce mektuplarını getirir hepinize gösteririm.

Ne ise sadede gelelim. Evet, ben Arapça pek iyi bilirim. Söylediğim sözü de biliyorum. "Min-el lâhdi ilel mehd" dedim, yani "mezardan beşiğe kadar." Bu sözde reis bir yanlış var zannetti. Sonra inkâr etmemesi için tekrar bunu kendisine soracağım, cevabını hepinizin huzurunda tekrar aldıktan sonra benim doğru söylediğimi, onun bu sözümü anlayamayacak kadar cahil olduğunu ispat edeceğim. İşte reis bey, size soruyorum. "Min-el lâhdi ilel mehd" yanlış mı?

—    Evet yanlış.

—    Sonra pişman olacaksınız. Buna emin misiniz ?

—    Herkes gibi eminim.

—    Pekâlâ! Bucaklılar. Ey Darülfünunun sıralarında dirseklerini çürüten, geceleri dağ gibi büyük kitaplar üzerinde gözlerinin nurlarını solduran gençler! Size hitap ediyorum. Çünkü reis söyleyeceklerimi anlamaz. İşittiğime göre hiç mektep görmemiştir. Mantıkta bir "tahlil, terkip" vardır. Biliyor musunuz?

Bucaklıların zaten bundan başka bildikleri şey yoktu: bağrıştılar:

—    Biliriz.

—    Bir de "istidlal, istikra" vardır. Biliyor musunuz?

—    Biliyoruz.

Reis aptallaşıyordu. Çünkü o, vaktiyle mantığı inkâr etmiş olan bir nesle mensuptu. Mantık, hep laf, hep boş sözdü.

Cevabına güzel bir zemin hazırlamak için -mutadı veçhile- yanında duran genç bir Robert Kolejli'ye yavaşça sordu:

—    Bu "istidlal, istikra" ne demek?

—    Galiba "gitmek, dönmek" olacak. Efruz Bey yumruğunu kürsüye vurdu:

—    Pekâlâ... İstidlal mebdeden neticeye doğru yürümektir. Bu, riyaziyata mahsustur. Riyazi meselelerde bir mebdeden kalkarız, derece derece neticeye ineriz. Fakat tabiî ilimlerde iş değişir. Tabiat sahasında usul "istikra" ya istinat eder. İstikra neticeden "mebde" e çıkmak demektir. Anlıyor musunuz?

—    Anlıyoruz.

—    Anlıyoruz.

—    Su gibi anlıyoruz.

—    Pekâlâ; gürültü yok! İçtimaî hadiselerin ilmine "içtimaiyat" derler. Bu ilim, tabiî ilimlerden sayılır. Demek bunda usul, istikra, yani "netice"-den "mebde" e doğru çıkmaktır. Ben zaten bahsediyordum. Yaz tatilinden! değil mi? O halde bu riyazî bir hadise değildir. Ya nedir? Şüphesiz içtimaî, yani tabiî bir hadise! Pekâlâ demek ki içtimaî ve tabiî bir usulü takip etmekliğim icap ediyordu. Eğer "beşikten mezara kadar" demiş olsam "mebdeden neticeye doğru" yürümüş olacaktım. Sözüm büsbütün cahilane olmazsa da tam ilmî bir mahiyeti, haiz bulunmazdı. Çünkü ben riyaziyattan bahsetmiyordum. Onun için "mezardan beşiğe kadar" dedim. Yani neticeden mebdee doğru yürüdüm. Reis Bey cahil olduğundan bunu anlamadı. Fakat ben onun cahilliğini affederim. Çünkü bu hal pek tabiî, pek içtimaî bir hadisedir. İnsan ne kadar tabiî kalırsa o derece cahildir. Bizde ne kadar tabiîlik varsa hepsi cahillikten gelir.

Bucakta ıstılahların büyük bir icazı vardı. Evvel zamanda nasıl âyet, hadis olmayan bir Arapça cümle müthiş bir kuvveti haiz ise bugün de -hatta hiç tarifine ihtiyaç gösterilmeyen- rastgele bir ıstılah aynı korkunç, müthiş kuvveti haizdi. Kalbur samanda iken âyet, hadis: olmayan bayağı Arapça bir cümlecik ile koca bir padişah bir imparator nasıl kesilirse bugün de hakikatte manası olmayan atmasyon bir ıstılah ile en mufassal mesele halledilir, en meşhur bir adamın cehaletine hükmedilir. Yani manen kafası kesilirdi. Efruz Bey İşte bu ıstılah cellâtlarından biriydi, münakaşaya girişti mi ıstılahlar atmaya başlar, bu atılan şeylerin karşısında kırk ikilik gülleler gibi hiç bir mantık, malumat blokhavzı dayanamazdı. Reis de artık söyleyeceğini bütün bütün şaşırmıştı. Ne cevap verecekti? Yapılan "ilmî istikra" imiş! Ellerini ovuşturmaya başladı. "Evet, Ocaklılar, evet kardeşler... muazzez refiklerim." Yutkunuyor, fakat arkası gelmiyordu. Göğsünü hemen otuz santimetre daha kabartan Efruz Bey tekrar kürsüye vurdu:

—    Ey Reis Bey tarziye ver bakalım.

Derin bir sükût! Bütün gözler kürsüden Reis Beye, Reis Beyden kürsüye... Hiç ses, şada yok. Mağlûbiyet müthiş! Ezici! Ani....

—    Ey Reis Bey, tarziye ver bakalım.

Bucaklılar arasında tehditkâr bir fısıltı... "Ne demek! Vermeli, vermeli ya... Bu haysiyet meselesi.."

Efruz Bey, Reisin feci haline dayanamadı. Gayet âlicenaptı. Bu âlicenaplığı İstanbullular tarafından maskara edilen o hakikî asaletinden ileri geliyordu. Bir anda ecdadı, Kızıl Hanlar gözünün önünden geçti. Büyük babası Tanrı kendinden daha küçük ilâhları, olanları affetmez miydi?

—    Ma'raz-i hacette sükût ikrardan gelir, diye haykırdı. Reis Bey sizi tarziye vermiş addediyorum. Sıkılmayınız, bir daha bir âlime itiraza kalkmayınız.

—    Teşekkür ederim.

—    Estağfurullah.

Yine bir alkış tufanı koptu. O gün celseye böyle nihayet verildi. Bucak yaz tatilini reddetti. Temmuz, haziran aylarında da içtimalar olacaktı. Reis Bey bu kahkarî hezimetinden sonra Efruz Bey tehlikesini anlamıştı. Efruz Bey, duvara resmi asılmakla iktifa edecek bir tip değildi, İşte o vakit onun heykelini yaptırmak emeline düştü. Bu heykel eski çini taşlarının dökülmesinden hâsıl olma bir sima ile yapılacaktı. Enliliği, boyu Türklerin mukaddes âdetlerine müsavi olacaktı; eni beş, boyu dokuz metre..

Bunu işittiği zaman Efruz Beyin monoklü tam on dört büyük adım, yani beş ile, dokuz metre ileriye fırladı.

—    Ne?

—    Bu, en büyük şan, en büyük şeref! deniliyordu.

—    Ne?

Efruz Bey budala mıydı? Başını salladı. Alkışçıların yerden alıp kendine verdikleri monoklünü gözüne iyice yerleştirdi.

—    Yaşayan adamın heykeli yapılmaz! diye haykırdı.

O aptal mıydı? Kurnaz reis onu sağken taş haline getirecek, donduracaktı. Ürktü, manevî, sebepsiz bir korku, soğuk bir ürperme rüzgârı gibi topuklarından yukarı yürümeye başladı. Safa ile Cefa masalında Cefa'nın nasıl taş kesildiğini hatırlıyordu. Evvelâ dizlerine kadar, sonra göbeğine kadar, sonra boğazına kadar... Sonra...

—    Yaşayan adamın heykeli yapılmaz.

Efruz Bey şiddetle bu şerefi reddetti. Bir an gözünün önüne heykeli geldi. Demek artık Bucak'ta kendisi bir zâir mesabesinde kalacaktı. Herkes gibi mahcubane girecek, yavaş yavaş heykeline yaklaşacak, herkesle beraber kendini seyredecekti ha. Bu ne korkunç bir haldi! Öldükten sonra, ruhumuzun havaya uçarken bir kere dönüp yatakta kalan soğuk ve sarı nâşımıza yabancı bir nazarla bakması gibi.

* * *

Efruz Bey, Bucaktan yaz tatilini kaldırmaya muvaffak olduktan sonra haziran, temmuz, ağustos aylarında geceli gündüzlü konferanslarına devam etti. Bu konferanslara Bucakta serbest dersler denilirdi. Bunlar birkaç seriden ibaretti.

Efruz Bey tamamıyla değişmişti. Bugün, dün söylediklerinin zıddını anlatıyor, yarın büsbütün başka fikirler ortaya atıyordu. Hareli bir kumaş gibi mütemadiyen rengini değiştiriyor, ama muayyen iki üç renkten harice çıkamıyordu. Bucaklılar:

—    Efendim, dün buyurmuştunuz, deyince:

—    Evet, inkâr etmiyorum. Fakat bugün de böyle buyuruyorum, diye mukabele ederdi: "Dün gece okuduğum kitaplar fikrimi değiştirdi. Ben eşek miyim, sizin gibi daima bir fikir üzerinde ısrar edeyim!.."

İlk derslerde yeni lisancılarla eski lisancılara hücum ediyordu:

—    Türkçe, Türkçedir, diyordu, birtakım türediler, (affedersiniz Bucaklı kardeşlerim, bu türedi tâbiri benim değil, en büyük bir Türkçünündür. Ben yalnız tekrarlıyorum.) evet birtakım türediler bir vakit ortaya bir iddia fırlattılar. Hakikî canlı lisan, konuşulan usanmış! İstanbul Türkçesi imiş! Bu konuşulan tabiî lisanla yazmak kâfi imiş! Düşününüz böyle bir ihtimal kabul olunursa herkes muharrir oldu demek! Herkes kalemi eline alınca yazmaya başlayacak! Fransızlar, Almanlar, Bulgarlar gibi... Ayrıca lügat öğrenmeye, kaideler öğrenmeye lüzum yok. Âlâ terkib-i vasfî, vasf-ı terkibiler, Arapça, Acemce zarflar, edatlar, o güzelim cemi mükesser kaideleri hep cicos ha? Böylesi olmaz! Yeni li-sancılar işin kolayına gitmek isteyen birtakım tembel cahillerdir. Bir şey öğrenmesinler, kulaktan, hayattan öğrendikleriyle iktifa etsinler!.. Bununla beraber ben eski lisancılarm da aleyhindeyim.

Onların işi de, yeni lisancılarınki kadar değilse de, yine kolay... Alâ kafiye lügatleri... Koca koca vasf-ı terkibi, terkib-i vasfı defterleri! Bir şey icap etti mi hemen defterlerini açarlar, parlak terkiplerden her cümlenin içine birkaç tane atarlar. Alaşağı! İşte sana mükemmel bir eser... "nahüda-yı hüda naşinas, ahkümekâr, nahcir, şiriyetken, yed-i ahenin" ilâ ahırıhi vel-baki ve gayrihim.

Eski lisancılarm en âlimlerinden merhum Ahmet Şuayb'in metrukâtı içinden büyük bir "Arapça, Acemce terkip" defteri çıkmıştır. Anlaşılıyor ki yazıları kendisi yazmadan birkaç sene evvel, Gaston Deschamps tarafından çalınıp "La vie et leş livres" yani "hayat ve kitaplar" unvanı altında neşrolunan, büyük âlimimiz o parlak terkipleri hep bu defterinden çıkarıyormuş. Diğer eski lisancılarm da böyle mükemmel, büyük terkip defterleri olduğu rivayet olunuyor. O halde meslek zannolunduğu kadar güç değil. Ben de, siz de pekâlâ yapabiliriz. Ne derin bir say, ne nihayetsiz bir tetebbu ister!.. Ah, hele o yeni lisancılar... Bunların ismini anınca sinirlerim oynar. Söylendiği gibi yazmak kolaylığın adını "tabiîlik" koymuşlar. Hâlbuki sanat sunîdir. Tabiatın gayrıdır. Haricîdir. Her "tabiî şey" âdi demektir.

... Ders devam ettikçe Bucaklılar "Yaşasın, yahut kahrolsun lügat" diye haykırışırlardı. Efruz Beyin lisan hakkındaki fikirleri onlara pek mülayim, pek ilmî geliyordu: Asıl Türkçe, en eski Türkçedir!.. "Her lisan kendi cezirlerinden değil, tasarruflarından mürekkeptir." düsturu reddolunuyor, "Her lisan kendi cezirlerinden ibarettir." hakikati kabul olunuyordu. Efruz Beye göre Türkçedeki lahikaların hepsi "edat"di. Bunları artık serbest serbest kullanabilmeliydik. Meselâ "eldiven" kelimesi... Buradaki "diven" bir edattı. Çoraba pek güzel "ayakdiven" diyebilirdik. Lisana, hatta konuşma lisanına ne kadar Arapça, Acemce, Frenkçe kelimeler girmişse hepsi atılmalıydı. Türkçesi olmayan, Tatarcadan, Moğolcadan alınıp Türkçe lahikalarla birleştirilmeliydi. Meselâ geceye tün, merkebe bingeç denmeliydi. Birkaç ders içinde Efruz Bey lahikalarla yüzlerce kelime uydurmuştu. Bucaklıların bunları kabul edip ezberlemesi kâfiydi. Sonra Efruz Bey bunu hükümete asıl resmî, millî lisan diye kabul ettirecekti. Hükümet emreder etmez bütün ahali bülbül gibi beş bin sene evvelki Kıpçak, Uygur Türkçesini konuşmaya başlayacaktı. Bucaklılardan biri:

—    Bu mümkün olabilir mi? diye bir şüphe gösterince Efruz Bey taştı:

—    Niçin olmasın? Sizin imanınız yok. Hâlbuki her iğin başı imandadır. İnsan uçacağına iman etse serçe kuşu gibi uçar. Nitekim Aynaroz'daki papazlar uçacaklarına iman ettikleri için uçarlar. Hazreti İsa Efendilerinin yanına giderler. Hâlbuki ne kanatları vardır, ne de uçkuçları...

—    Ne efendim, ne?

—    Uçkuç..

—    Uçkuç ne?..

—    Tayyarenin Türkçesi.. Hatta ben seyahatim esnasında Aynaroz'da bir papazın havaya uçtuğunu, şu size bakan gözlerimle, gördüm. Yemin ederim. Elinde teşbihi vardı. Salladı. Derin bir haç çıkardı. Göğe baktı. Tıpkı bir esir gibi yavaş yavaş havaya yükseldi. On dakika sonra havada bir sinek gibi görünüyordu. Yarım saat sonra bir nokta kadar bile görünmedi.

İşte orada siz imanın kuvvetini görmeliydiniz.

Şimdi siz de Türkçenin en eski Türkçe olduğuna iman ederseniz iş bitti demektir.

Bütün Bucaklılar asıl Türkçenin en eski Türkçe olduğuna hemen iman ediyor, şehadet getiriyorlardı. Uygurca, Yakutça, Mongolca kelimeler havayı dolduruyor. Herkes beş on bin sene evvelki lehçelerle şakıyordu. Manaya kimsenin ehemmiyet verdiği yoktu. Fakat sesler, sadalar oldukça iptidaî idi. Eğildi, kürsünün yanında bir grupun konuşmasına dikkat etti. Pek lâtifti:

—    İskacı itgam mağay?

—    Tangırgiz garcudağez..

—    Minkir taçgam orakza minkütati.

Atılbik kişinin tura kütardilar.

Tışka çıkalgım.

Tukima birsayı nodon birla tüzletim.

İşte Türkçe buna derler. Efruz Bey hemen kürsüden atladı. Arzu ettiği eski Türkçeyi konuşan Bucaklıların ellerini sıktı:

—    Kut itargam, kut itargam.. (tebrik ederim, tebrik ederim.)

Boyunlarına sarıldı. Hepsini öptü. Öyle yanık bir milliyetperverdi ki milliyetinin bu ani, bu mu-cizekâr tezahürü ona inci gibi gözyaşları döktürdü. Ağlıyordu. Evet, demek ki herkes hiç olmazsa her Bucaklı asıl lisanını biliyormuş! Tarihî Türk grameri hepsinin sinesinde gömülü imiş!. Henüz kendisi (z) lerin (s), (e) lerin (g) olduğunu, yirmi sekiz harfin asıl esası "ga, gu, ti, giz, yiğ, gaç" hecelerinden, iştikaklarından ibaret olduğunu anlatmamıştı. Ama buna hacet var mıydı? Pekâlâ, doğru olarak konuşuyorlardı. Tekrar kürsüye fırladı. İki yumruğunu birden sıraya vurdu. Çıngırağı kaptı. Hızlı hızlı salladı. Asıl eski Türkçe fırtınasının çakıllı çukullu gürültüsü dinince aynı lisanla:

—    Buğcağlılar! dedi.

Fakat Bucaklıların hepsi lafını anlamadı. Bunu pekâlâ sezdi. Çünkü kendi daha eski, gayet eski bir şive ile söylüyordu. Bir kere de bugünkü İstanbul Türkçesiyle tekrarladı:

—    Bucaklılar! Şimdiden sonra derslerimize bu eski Türkçe ile devam edeceğiz. Yarına kadar hepiniz bilmediğiniz sigaları, lügatleri öğrenmelisiniz.

Zavallı Bucaklıların hepsi, hatta o gece, tıpkı Efruz Beyin tetebbuatını yaparken sarf ettiği cent gibi fevkalbeşer bir kuvvet, bir dikkat sarf ederken yüz binlerce kelime, siga falan öğrendiler. Fakat yazık ki bu korkunç zahmetleri pek boşuna gitti. Çünkü ertesi akşam Efruz Bey değişmişti. Dün geceki basit fikri bu akşam mürekkeplisinin aksa-sını geçmişti.. Kürsüye çıkınca bermutat:

—    "Yaşayan değişir" hakikatini savurdu; evet Bucaklılar, ben sizden ayrıldıktan sonra dün gece ölmedim. Yani uyumadım. Yaşadım. Yani okudum. Tamam yüz yirmi cilt kitap okudum.

Arka taraflardan:

—    Anlamıyoruz, anlamıyoruz. Türkçe söyleyin!

İtirazları işitildi.

—    Pekâlâ anlarsınız. Şimdiye kadar eski Türkçe ile konuşmuyordunuz ya? Bu akşam onu size söyleyeceğim ki asıl cezirlerinden mürekkep bej bin sene evvelki Türkçe, tasfiyecilerin mefkûresi olan bu mübarek lisan artık bugün konuşulamaz. "Niçin" diye soruyorsunuz?

Seciyeleri, mütemayiz vasıfları "iman, itikat" olan Bucaklılar yine hiç seslerini çıkarmadılar.

—    Sormuyorsunuz, susuyorsunuz. Ama ben size söyleyeceğim. Niçin? Çünkü asıl Türkçe basittir. "Basit" hakikat olamaz. Hayaldir. Hakikat mürekkeptir. Öyle ise hakikat olabilecek lisan mürekkep olan lisandır. Biz fevkalâde mürekkep bir lî-sana taraftar olmalıyız.

—    Evet, evet...

—    Bu çok doğru...

—    En doğrusu buydu...

—    Yaşasın Efruz Bey!

—    Varolsun..

Ve ilâh...

Şimdi bütün Bucaklılar "mürekkep lisan" taraftarı idi. Efruz Bey fahrî talebelerinin bu temayüllerini keşfettiği için sevindi. Mürekkep Türkçe için bütün umdelerini birkaç derste anlattı. Yine evvelâ yeni lisancılardan ayrılıyordu. "Onlar her ne kadar şimdiye kadar lisana girmiş Arapça, Acemce, Frenkçe kelimelerin ipkasına taraftarlar ise de Türk harfinin haricindeki ecnebi kaideleri kabul etmiyorlar. Millî Türk harfinin tamamiyetini istiyorlar. Hâlbuki bu da bir cihetten basitçilik sayılır." diyordu. Onun fikrince Türkçe: "Arapça, Acemce, Frenkçe, Almanca, Rumca, Latince" lisanlarından mürekkep mükemmel bir lisan olmalıydı. Ecdadımız Arapça, Acemce kaideleri çok kullanmışlardı. Her ne kadar bunlar konuşulan lisana geçmemişse de hükümet şimdiden sonra gayret ederek, ahaliyi cebrederek pekâlâ geçirebilirdi. Fakat bu Arapça, Acemce kaideler Türkçe kelimelerde de kullanılmalıydı. Meselâ "evimin kapısı" denecek yerde Farisî kaidesiyle "kapıyı evim" denilmeliydi. Sonra Türkçeye birçok Frenkçe kelimeler de girmişti. Bu zavallı kelimeler için hiç olmazsa lütuf makamında birkaç Fransızca gramer kaidesi kabul etmemek en büyük bir haksızlıktı. Öyle ya, Arapça, Acemce kaideler vardı. Niçin Frenkçeler için olmasın? Meselâ niçin "istasyon direktörü" denilmeliydi? "Direktör do stasyon" en haklı en mantıkî bir telâffuzdu. Hem de "do" edatı Farisî "i" edatından daha kullanışlı bir izafet edatı idi. "Hokka-i gülbeşeker" diyecek yerde "hokka do gülbeşeker" demek daha iyi değil miydi?

... Efruz Bey, lisana dair son verdiği dersten sonra kâtip tarafından yapılan "Compte rendu" ye baktı. Şu idi:

1    — Türkçe, esasen Arapça, Acemce, Frenkçe, Almanca, Latince, Rumcadan mürekkeptir. Diğer lisanlardan kelimeler de alabilir.

2    — Türkçede aslen Türkçe olmayan bütün ecnebî kelimeler kendi millî gramer kaidelerine tâbidir.

3    — Arapça, Acemce, Frenkçe, Almanca ilâh, terkip cem kaideleri aslen Türkçe olan kelimelerde de kullanılır; misal:

Elmasunül karım — Karımın elmaslar. Atan kırmızı — Kırmızı atlar. Le vazife do me biraderler — Biraderlerimin vazifeleri ilâh...

4    ... Ecnebi edatların hepsi, bilhassa Farisî "ya-yı nisbet" Türkçe kelimelerde kullanılır, pek güzel yeni sıfatlar teşkil olunur. Misal:

"Hayalî, ezelî, edebî, ilmî" gibi "güzeli, çirkini, hüzî, dikî, inişî, yokuşî" denilir. Eski lisanla: "Ziraî, mimarî, irfanî, terakkıyat-i ameliyemiz gayri kabil-i red-d-i inkârdır" demek mürekkeptir. Ama az mürekkeptir.

Türkçe kelimelerle de bu mürekkepliği muhafaza edebiliriz: "Ekim, yapıî, bilgiî ilerlemeiyat-ı yüksekiyemiz gayri kabili yok demek ve red-detmeklir."

Efruz Bey:

—    Tam İşte bizim müstakbel sarfımız! diye haykırdı, fakat dört madde. Bu adet mukaddes değildir, bir madde daha lâzım... yazınız:

Kâtip kâğıdı aldı. Dinleyenler son maddenin ne olacağı için hep kulak kesilmişlerdi. Efruz Bey yavaş yavaş, tane tane söyledi:

"Madde beş: Yukardaki maddeleri gerek konuşurken, gerek yazarken, gerek okurken bütün millet tatbik etmeye memurdur."

Yine bir alkış tufanı... bir alkış tayfunu, bir alkış zelzelesi, hayır, bir alkış kıyameti... Hemen herkes bu beş maddeyi yazdı. Hemen bu maddelere göre konuşmaya başladılar. Efruz Beyin "yayı nisbeti" Türkçe kelimelerde de kullandırmak eskiden beri en birinci emeliydi. Bunun için aylarca propaganda yapmış, yorulmamış, bıkmamıştı. Bu fikrini ne yeni lisancılar, ne de eski lisancılar kabul ediyordu. Nihayet bugün İşte dersinde bunu umuma kabul ettirmeye muvaffak olmuştu. Bucaklıların mecmuu iki üç yüzü geçmezdi. İstedikleri şeyi millet namına kabul ederler, kendileriyle beraber aynı fikri herkesin kabul ettiğine samimî bir iman ile kani bulunurlardı. Efruz Bey de bir Bucaklı gibi aynı kanaatte idi. Tasfiyecilikten, lisandaki basitçilikten, "en eski Türkçe" taraftarlığından bir gece içinde böyle son derece mürekkep, karışık bir mürekkepçiliğe-dönen Efruz Beyin edebiyata dair verdiği dersler vakıa daha ilmî, daha mükemmeldi. Lâkin mürekkep bir lisanla söylenilmişti.

Ancak Bucaklılar anlayabiliyordu. Hariçten birisi işitse mümkün değil neden bahsolunduğunun farkına varamazdı. Efruz Bey yine kürsüye çıkar çıkmaz:

—    "Yaşayende dar tebeddül ederest" hakikatini savurur, sonra monoklünü güzelce gözüne yerleştirirdi; edebiyat bir gayet ter güzelest ol bir cihanı bîdibest. Senbolizmiyat, kılâsike-i eskiyan ve sairun pek karma karışıkiyeti harikulade ve lâhav-arz eder, elhak, ammaki bu dahi bir yamanlıkıyet, bir faikiyettir ki edebiyatı diğer budun anda bulunmayan bir yed-i yesarı irfan sayılır. Hatta.. Cebel-i esved padişahı Nikolay Amimüşşim vaktiyle yazdığı piyes-i merkâmerkte, ilâh...

Bu dersler, lisan derslerinden daha çok sürdü. Efruz Bey terakki, teali ancak geriye dönmekle mümkün olabileceğini ispat ediyordu. Nedim,

Baki, Nefî opera haline geçirilmeliydi. Hele "Nailî-i Kadim!" "Bu bir haliktir" diyordu. Her gazelinden bir trajedi çıkabilirdi. Süruri ile

Aristofan arasında münasebetler buluyor, Sully Prodhomme'un, eser-rini Ahmet Neylî'den intihal etmiş olduğunu meydana çıkarıyordu. Efruz Beyin edebiyattaki bu derin vukufu herkesi hayretler içinde bıraktı. Vezin meselesinin halli, artık tamamıyla ona kalmıştı. Eski lisancılar Acem aruzu, yeni lisancılar millî aruz taraftarıydı. Efruz Bey "tarz-ı benan" dediği parmak hesabından nefret ederdi. Eski lisancıların "efail tefail" ini de kabul etmeği kibrine yediremiyordu. İkisinin haricinde bir şey... Öyle bir şey ki ne Acem aruzu, ne de parmak hesabı! Daima:

—    Arıyorum, hem buldum. Bunu size bir gün göstereceğim, derdi.

Bu iki ahvalin haricindeki icadını Bucaklılar çok beklediler. Fakat Efruz Bey gösteremedi. Hain, garezgâr muterizler:

—    Elkimya, elkimya, bu olacak şey değil..

Diyorlardı. O meyus olmuyor, "bulduğunu söylediği şeyi" bulmaya  çalıştıkça evvelden olan malumatlarını da kaybediyor, tıpkı –Türkçeye  yedi yüz sene evvel ilk defa Acem aruzunu sokmaya çalışan Sultan Veled  gibi- bahri remel vezinleriyle şiirler yazıyor, müzehanedeki Asurî tabletleri kadar "taze ve ter" yenilikler gösteriyordu.

* * *

Fakat Efruz Beyin asıl ilmi, serbest tarih derslerinde belli oldu. Bucaklılar, ulema, edipler, müverrihler, bütün Türkiye, Avrupa'daki bütün müsteşrikler derin bir hayrete düştüler. Pastör nasıl tababeti değiştirmiş ise Efruz Bey de şimdiye kadar bilinen tarihi öyle değiştirmişti. (Yaşayan değişir!) demek bu canlı bir tarihti! "Amasya Tarifti" müellifi pek eski zamanlara ait sandığı masallarının daha dünkü vakalar olduğunu anladı. Efruz Bey Türklerin Amerika'dan geldiklerini ispat •ediyordu. Hilkatten biraz sonra büyük bir zelzele neticesi olarak Amerika Asya'dan ayrılmıştı. Yalnız Kamçatka bir köprü gibi kalmıştı. Türkler İşte bu toprak- köprüden geçmişler, tarihin haber verdiği devletleri kurmuşlar, muharebeler yapmışlardı... Bütün bu derin tarihin devirlerini cam akisleriyle gösteriyor, bir satırda en aşağı on ıstılah kullanıyordu. Herkes anlayamıyordu. Fakat dinliyorlardı ya... Bu kâfiydi. O, ıstılahlarına devam ediyordu. Zoolojik, jeolojik... İlâh, hep Latince kelimeler... Ne yapalım. Henüz bizim lisanımız ilme tercüman olamazdı!

Efruz Bey o hatırdan çıkmaz tarih dersleriyle anlattı ki biz Türk değiliz; asıl Türk olanlar Amerikalılardır. Tarihte bazı milletler vardı. Lisanlarını kaybettikleri halde, hatta bazan millî dinlerini de değiştirdikleri halde milliyetlerini muhafaza ediyorlardı. Meselâ Yahudiler... Lisanlarını kaybetmişlerdi. Bugün Türkiye'dekiler İspanyolca konuşuyorlardı. Fakat

Yahudilik bakiydi. Asıl Türkler, yani Amerikalılar lisanlarım kaybetmişlerdi. Bugün İngilizce konuşuyorlardı. Fakat milliyetleri bakiydi. Bu milliyet öyle bir şeydi ki şuurlu olmasına ihtiyaç yoktu.

Bu tarihî keşif ilim âleminde hakikaten büyük bir gürültü hâsıl etti. Efruz Bey Ressam Dersimî'-ye yaptırdığı "asar-ı atika" resimlerinin fotoğraflarını gösteriyor, duvara aksettiriyor, hiç kimsede şüphe bırakmıyordu.

Efruz Bey tarih derslerine nihayet verirken şu sözleri ilâve etmişti:

—    Bucaklılar! Ahmet Mithat Türkiye'de saltanat hanedanından başka Türk olmadığını ispat ettiği halde yine Afrika zencilerinin Türk olduklarını meydana koymaktan geri durmamıştı. Amasya Tarihi müellifinin buluşları da az değildir. Necip Asım Beyi de unutmamalı. Müverrih -Ahmet Refik Sümer- Akad, Hititlerin Türk olduğunu, diğer millî bir müessesede anlattı. Fakat benim bulduğumu kimse bulamadı. Ben Amerikalıların Türk olduklarını buldum!.

Efruz Beyin şöhreti bu serbest derslerle o kadar büyüdü, o kadar büyüdü ki Bucağın bacalarından taştı. Bütün şehre, bütün memlekete, bütün arza yayıldı. Cenubî Amerika gazeteleri bile resimlerini bastılar, İstanbul'da artık onun resminin bulunmadığı yer yok gibiydi. Bütün fotoğrafhanelerde ayrı ayrı vaziyetlerde resmini çıkaran Efruz Bey pazarlıkta daima şu şartı tekrarlardı: "Fakat resmim üç sene camekânmızda duracak!" Fotoğrafçı bunun sebebini anlamayıp yüzüne bakınca hiç aldırmaz, devam ederdi:

—    Bu şart niçin? Biliyor musunuz? Fotoğrafımı iyi yapman için bir garanti... Çünkü fena yaparsan camekânına asamazsın. Bundan başka...

—    Bundan başka, fazla bir para da vereceksiniz tabiî...

—    Hayır canım; fazla para değil. Sen benim kim olduğumu bilmiyorsun? Meşhur adamların resimleri fotoğrafçılar için bir "reklam" sayılır. Herkes "Mademki bu büyük adam fotoğrafını burada çıkarmış, burası mahir bir sanatkâr atölyesi olacak!" der. Hemen resmini çıkarmaya karar verir. Hatta siz benim gibi meşhur adamların resimlerini bedava çıkarıp kartpostal yapmalısınız.

Efruz Bey lafını uzatır, fakat fotoğrafçının merak edip hâlâ ismini sormadığını görünce dayanamazdı:

—    Azizim siz beni tanıyor musunuz?

—    Hayır efendim.

—    Ciddî mi söylüyorsunuz?

—    Pek ciddî.

—    Beni tanımıyorsunuz ha?..

. Hayretler içinde kalırdı. Gazeteler okunmuyor, resimli risalelere bakılmıyor muydu? Hakikaten insanların hayvanlığına nihayet yoktu. Yaşadıkları memleketin en meşhur simalarını tanımıyorlardı.

—    Ben Efruz Beyim...

—    Pekâlâ.

Pekâlâ ha... ne hayret, ne hürmet... Hiç bir şey! Efruz Bey meşhurluğunu uzun uzadıya anlatır, dünyada kendisini bilmeyen bulunmadığını söyler, fakat fotoğraf ücretini on para aşağı indiremezdi. Bilâkis kapının yanındaki camekâna konulması için fazla bir ücret, kira gibi fazla şey de verirdi. Daha kendisi şöhret kazanmadan evvel büyük, harikulade feylesof Doktor Rıza Tevfik'i çok kıskanırdı. Çünkü nereye gitse, hangi kitabı yahut gazeteyi açsa, hangi fotoğrafhaneye girse onun resmini görürdü.

"Ah, benim de resimlerim böyle her tarafa asılacak mı?" diye içini çekerdi. Fakat İşte o da beş altı senedir Rıza Tevfik gibi şöhret kazanmış, umumî, kâinatî, manevî, maddî, ilmî, fennî bir şöhret kazanmıştı. Fotoğrafçılarla yaptığı "kombinezon"lar sayesinde her fotoğrafhanede büyütülmüş bir resmi girene çıkana, gelene gidene gülümserdi. Sağında, solunda en aşağı yarım düzine yerli "dâhi" resmi bulunurdu. Efruz Beyin de onlardan aşağı kalır yeri yoktu. Onlarla müsaviydi. Belki... belki biraz daha onlardan yüksekti. Beş altı sene kadar az bir zaman içinde kim kendi gibi meşru, hakikî bir şöhret kazanmıştı? Hele son günlerde tabiî hacminden dört misli büyüklükte bir resmi bütün İstanbul'un duvarlarına yapıştırılmıştı. Bu, bir ilândi. Öyle bir ilân ki Amerika'da bile eşine rast gelinemezdi. Dört metre boyunda, iki metre eninde çarşaf kadar bir kâğıt:

"GAYET MÜHİM BÎR MÜJDE-İ EDEBÎ BEKLEMEYİNİZ, DURMAYINIZ, ALINIZ!"

Acaba yeni bir sinema mı diye bakanlar tek gözlüklü, başı açık, ablak çehreli bir resmini görürler, birden bire ne Rigaden'e, ne de Maks Linder'e benzetemezlerdi. Bu, Efruz Beyin resmi idi. Yaklaşırlar, altındaki şu tafsilâtı okuyunca işi anlarlardı:

"Memleketimizin en büyük edip ve muharriri tarihşinas, meşhur, allâme-i bimedanî, muharrir-i bilmisil Efruz Beyefendi Hazretleri tarafından keşide-i silk-i tahrir buyurulan bu eser lisaniyat, bediiyat, edebiyat, hayvaniyat, hayatiyat, nebatiyat, pedogojiyat. İlâh, ilimlerinden bahseder. Bu kadar esaslı bahisler ancak yüz yirmi sayfa içinde mükemmelen tafsil edilmiştir. Beş kuruştur. On birinci tab'ı yani dört yüz elli bininci nüshası basılmaktadır. Acele edip alınız. Sonra bulamayacaksınız..."

Bu ilânın küçük kıtada örnekleri, yine resimli olarak, Babıâli'de her kitapçının camekânına perde olmuştu. Hakikaten bir hafta içinde İstanbul'un bir milyon ahalisi içinde Efruz Beyin resmini görmeyen yüz kişi kalmamıştı. Cami duvarlarından viraneliklere, mahalle kahvelerinden en büyük gazinolara, bulvarlardan en çıkmaz sokaklara kadar bu "resimli müjde-i edebî" çarşafı yapıştırılmıştı. Efruz Beyin bu mühim eseri iki ay içinde satıldı. Ancak Hamiyet kütüphanesinin mahzenlerinde "bin dokuz yüz elli" nüsha kalmıştı. Eserin tab'ı tarihinden üç ay geçmeden kütüphane sahibi Acem bu "bin dokuz yüz elli" nüshayı bir kâğıtçı Yahudiye okkası iki kuruştan satmıştı. Babıâli'nin helvacıları, bakkalları, manavları hep sattıkları şeyleri Efruz Beyin eserine sarıyorlardı. Bunu hakaret sayan arkadaşları Efruz Beye bu münasebetsiz hali anlattılar:

—    Sanki eserini dört yüz elli bin defa niçin bastırdın? diye itiraz edecek oldular.

Efruz Bey bağını salladı:

—    Bunda bir garez var. Benim eserimden hiç kalmamış, hepsi satılmıştı. Düşmanlarım namımı kirletmek için bir plan yapıp tekrar bastırmış olmalıdırlar. Hem malum ya insanlar fenadır! Fenalığın önüne geçilmez. Bu bir kanun, tabiatın kanunu!. Allah belâsını versin. Hayır, hayır vermesin. Benim neme lâzım...

Ah bu ne felsefe, ne ulvî felsefeydi! Büyük Efruz hatta hakarete, gareze de aldırmıyordu. Lâkin arkadaşları onun gibi mütevazı bir feylesof değildiler. Kendine haber vermeden intikamını almaya karar verdiler. Evvelâ bu münasebetsiz tecavüzün nereden geldiğini anlamak lâzımdı. "Hamiyet" kütüphanesine gittiler. Zebani gibi bir Acem karşılarına çıktı:

—    Ne istersüz? Böyle encümenle gelüpsüz? diye kabardı. Hepsinin hiddeti gözlerinden belli oluyordu, içlerinden en soğukkanlısı işi anlattı. Acem çürük dişlerini göstererek gülüyor, kahkahayı atıyor, ellerini oyluklarına vuruyordu:

—    Ne diyorsuz? Dört yüz elli min nüsha... Bunu size kendisi söylemüştür ki?

—    Evet, ilânlarda yazıyor...

—    İlânları kendüsü yazmış, kendüsü basturmuştur. Biz kitaptan iki min nüsha basup (otuz beş nüsha) tahrir hakkı olarak kendine vermüşüz. Amma Perverdigâr bilür, üç ay içinde tamam on beş tane satabilmişüz. Ne yapalım? Sonra geri galan min dokuz yüz elli nüshayı kise kâğıdı yapmak için Yahudiye satmaya mecbur olmuşuz.

... Efruz Bey arkadaşlarının teşebbüslerinden haber almamıştı. Bucakta, gazinoda, hususî mahfellerde o kadar çok basılan eserlerinden piyasada ancak bin dokuz yüz elli nüsha kaldığına iftihar edip duruyordu.

Eserindeki fikirler o kadar parlak, o kadar bariz hakikatlerdi ki, henüz şimdiye kadar hiç itiraz eden olmamıştı.

Şöhreti arttıkça artıyor, büyüdükçe kâinatı kaplıyordu. Bucakta her türlü meseleyi ona sormak âdet olmuştu.

Meselâ bazı gün Bucaklılar:

—    Efruz Beyefendi şiir nedir? Bize anlatınız, derlerdi.

Efruz Bey hemen:

—    Gayet basit!, diye başlardı; size ilmî bir lisanla anlatacağım: Şiir görüştür. Hissettiğini, hiç olmazsa bir kişiye olsun hissettirmektir. İşte size psikolojik bir misal; sigaranızı yakınız, elinize dokundurunuz.

Cızz... "Oh" dersiniz. İşte bir elem duydunuz. Şimdi bu sigarayı sevgilinizin yanağına dokundurabilir misiniz? Cızz... Bu sefer o "Oh" diyecektir. İşte demin duyduğunuz elemi başkasına da hissettirdiniz. Bu da asıl şiirdir. Hayır, hayır, artık cehalet zamanları geçti. Şiir, "mevzun-ü mukaffa söz" değildir, dikkat ediniz, diye ağzını açar, saatlarca kapamazdı. Bucaklılar içinde bazı ilim, malumat açgözlüleri o söylerken not tutmak isterlerdi. Efruz Bey buna çok kızardı. "Ben yazar, sonra size veririm. Siz not tutmayın, yalnız dinleyin" derdi. Hayvanın boynuzundan, insanın sözünden tutulacağını bilirdi. Herhalde bu yuları ele vermemek hikmete muvafıktı. Söylenen söz havaya kaçardı. Efruz Bey bunda çok cesurdu. Lâkin yazmağa gelince.. Bundan korkardı. Kendisi de bilirdi ki bugünkü şöhretini bu korkuyo, bu "açıkgözlük" e borçlu idi.

Söylediklerini yazdırsaydı şimdiye kadar ne teviller, ne itirazlar, ne ihtiraslar, ne garezler doğacaktı! Şöhretin yolu "şifahî bir kehkeşan" idi: yoksa "tahrirî uçurumlardan aşan bir keçiyolu" değil... Hatta eserinin son kalan bin dokuz yüz elli nüshasının kesekâğıdı yapmak için Yahudi'ye satıldığı hakikatinden de için için memnun oluyordu. Artık itiraz için kimse bulup okuyamayacaktı. Yalnız "harf meselesi" ne dair söylediklerinin not edilmesine müsaade ederdi. Ona kim itiraz ederse etsin, korkmazdı. Hakkından emin idi.

—    Harflerimiz mi? derdi, bunlarda hiç tereddüde hacet yok; Milaslı'nın harflerini kabul etmeliyiz. Yalnız biz değil, Avrupa, Afrika milletleri de kabul etmeli. Çünkü Milaslı ilmen, fennen Arap, Latin harflerinin hıfzıssıhhaya mugayir olduğunu itiraz götürmez bir surette ispat etmiştir. Bu yeni harflerin mucidi, hakikaten büyük bir dâhidir!

Bucaklılardan farz-ı muhal olarak birisi:

—    Dâhi diyorsunuz, fakat kimse onun teklifini kabul etmemiş, kimse onun harflerini yazmamış, yalnız kendisi meşgul... diyecek olursa Efruz Bey:

—    İyi ya, diye yine Milâslı'nın dâhiliğini ispat ederdi; Abdülhak Hâmit ne? Bir dâhi değil mi? Söyleyiniz, buna itiraz eden var mı? Hayır, yok, değil mi? Pekâlâ...

Abdülhak Hâmit niçin dâhi? Onun vasıflarını arayalım. Bu zatın eserlerini kimse okumaz, kimse anlamaz. Ahaliden kimse Hâmit'in eserlerini okumamıştır. Okusa da tabiî anlamaz. Hâmit'in eserleri öyle "La Dame aux Camelias, Manon Lescault, Rafael filan.." gibi avama mahsus yazılmış âdi şeyler değildir. Tiyatrolarına gelince kimse yine bir şey anlamaz. Hâmit öyle Shespeare, Moliere gibi âdi, aşağı bir piyes muharriri değildir ki eserleri sahnede anlaşılsın, alkışlansın. Hâmit'in dâhi olduğuna sebep eserlerinin hiç yokmuş gibi hiç kimse tarafından tanınmamasıdır. Yalnız edebiyat muallimleri, birkaç şair dostları, perestişkârları bilir. Bir dâhiye "âmme" olarak on beş kişi çoktur bile.. Mi-lâslı'nm sıhhî, nefis harflerini de bütün büyük adamlar kabul etmişlerdir. "Herkes" denilen bu cahil halkın ne ehemmiyeti var? Milaslı dâhidir, harflerini kabul ettiklerine dair Arap, Türk bütün büyük adamlardan birer senet, birer imza almıştır. Cenap Şehabettin, Abdülâziz Çaviş, Halit Ziya gibi birçok "yarım dâhi"ler de harflerinin en doğru, en mükemmel harf olduğuna dair Milâslı'ya imza vermişlerdir, icadını herkesin kabul etmediği, herkesin anlamadığı içindir ki Milaslı dâhidir.

Efruz Beyin bu takdirinden Milaslı pek çok istifadeler etmiş, bizzat gelmiş, söylerken Bucakta notlar tutmuştu. Tramvaylarda, köprüde, vapurda, dairede, sokakta, caddede, çayırda mesirelerde, garda, gazinoda, herkese bedava dağıttığı broşürlerinin başında Arap harfleriyle yazılmış "EuzübiUâhi mineşşeytanirracim, bismillâhirrahmanirrahim" ibaresinin altına Efruz Beyin şu beyanatını kendi iri harfleriyle ilâve etmişti: "Huruf-u çedide-i munfasıla-i Milâsi'ye dünyanın en sıhhî göz ağrılarını geçirir mucizekâr harflerdir. Bu huruf sayesinde yalnız Türklük, İslâmiyet değil; beşeriyet, Hıristiyanlık bile kurtulacak, Latin harflerinin sebebi yegâne olduğu cehalet sönmez nurlara tahavvül edecektir."

Efruz Beyin şöhreti arttıkça, şahsiyeti güneş gibi bütün fikirlerin, bütün hislerin üzerinde parladıkça kıskançlık denilen o korkunç burkan da etrafında derin derin uğultular, homurdanmalar, zelzeleler hasıl ediyor. Bucağın bu dâhi hatibini düşündürüyordu. Onu en ziyade hiddetlendiren şey serbest derslerine devam ede ede birkaç söz öğrenmiş genç yeni Bucaklıların kendini kıskanmaya kalkmalarıydı. "Bunlar kim oluyor?" diye dişlerini gıcırdatırdı. Edebiyata dair bütün malumatlarını kendinden almamışlar mıydı? Ondan evvel Bucakta Omiros, Virjil, Aristofan, Pan, Temistoklis,. Paul Fort namlarını kimse biliyor muydu? Sembolizm, natüralizm, romantizm, karmakanşıkizmin (Electisme mukabili. Bu tâbiri bizzat Efruz Bey bulmuştu) ne gibi mezhepler olduğunu Reis bile bilmiyor, o anlatırken alık alık ağzını açıyordu. Hele Rabelais, bu büyük adamın ismini şehir ismi zannedip haritalarda arıyorlardı. İşte o kadar şeyler öğretti ki şu Bucaklılar şimdi sıkılmayarak onu kıskanıyorlardı. Ona itiraz ediyorlar, onu çekiştiriyorlar, onun aleyhinde bulunuyorlardı. Vakıa onun şöhreti artık yıkılmaz bir derecede idi. Ah keşke heykelinin yapılmasına müsaade etseydi! Fakat yine emniyet edemiyordu.

Meşrutiyeti ilân ettiği zaman üç dört günde yükseldiği mevkiden birdenbire nasıl düştüğünü hatırlayınca azıcık daha ödü kopacaktı. Cemiyetin daha tanılmamış birçok kanunları vardı. Bu cemiyet öyle berbat bir şeydi ki dün peygamber diye göklere çıkardığını yarın indirir, çarmıha gererdi. Hiç bir şeye güvenmemek en doğru bir hikmetti. Nihayet bir gün Reis kendisine:

—    Efruz Bey, heyet-i idare karar verdi; vereceğiniz dersleri evvelâ yazıp Bucağa göndereceksiniz. Ancak heyet tasvip ederse verebileceksiniz, dedi. Bu âdeta bir tahkirdi. Efruz Bey dudaklarını ısırdı. Bir dakika düşündü. Tek gözlüğünü çıkardı. Başını kaşıdı. Dersleri evvelâ yazmak... Ha?

—    Vereceğim dersi yazdıktan sonra artık gelip onu okumaya ne lüzum var? dedi, siz kürsüye •çıkın okuyun.

Bu serzenİşteki manayı anlamayan Reis:

—    Heyet-i idareye arz edeyim, nasıl tasvip ederlerse öyle yapılabilir.

—    Yıa?..

—    Evet..

"Heyet-i idare" ha?.. Efruz Bey başım salladı. İçini çekti. Evvelâ kızardı. Sonra sarardı. Heyet-i idare kimdi? Kendi şöhretini çekemeyen aleyhinde ittifak etmiş birkaç kişi değil mi? Maksatları ona yazı yazdırmaktı. Onun el yazısını ele geçirdikten sonra kim bilir neler yapmayacaklardı. Fakat Efruz Bey yazının şöhret için en büyük bir tehlike •olduğunu bilmiyor muydu? O, bu kadar yüksek şöhretini yazmakla mı kazanmıştı? Hayır, söylemekle.. Pek büyük bir şair olduğu halde şiirlerini yazmaz, Omiros zamanındaki gibi yalnız söylerdi. Hayır, hatta şiirini bile söylemez, yalnız şiiri olduğunu söylerdi. Şimdi onu faka bastırmak istiyorlardı. Fakat soğukkanlılığı bozmamak lâzımdı. Hiç renk vermemeli, bu müşkül mevkiden münasip bir Tîurnazlıkla kurtuluvermeliydi.

' — Pekâlâ, pekâlâ, dedi. Ben de zaten derslerimi yazmak, kitap şeklinde çıkarmak niyetinde îdim.

Ertesi günü hastalandı Bucağa gitmedi. Her şeyi tadında bırakmalıydı. Meşrutiyetin ilânında ikinci, üçüncü günler o Tîadar ileri gitmeseydi şimdi ayan değilse bile bir gün en aşağı bir mebus, yahut, yahut... herhalde İşte bir "quelque chose"  du. Şöhretinin çokluğu siyasî sukutuna en hakikî bir sebep olmuştu. İlmî, edebî şöhretini de zıvanasından çıkarmamak lâzımdı. Hayat ne dehşetli bir darülfünundu! İnsan bu darülfünunda bir yaprak, bir sayfa açmadan ciltlerin, kütüphanelerin öğretemeyeceği ilmi kazanırdı. Evet, artık Bucaktan çekilmek icap ediyordu. "İtiraz, tenkit" başladı mı en rasin, en müthiş, en granit kuvvetler bile bahar sabahlarındaki nazik kırağı tabakası gibi birkaç saniye içinde eriyebilirdi. Şan, şöhret yolunun kapısı yalnız Bucak mıydı? Hayır, hayır... Hem bu kadar kalabalık bir kapı! İyi olduktan sonra (ama hangi hastalıktan?) bir gün Bucağa uğradı, Reis gördü.

—    Derslerinizin müsveddelerini mi getirdiniz Efruz Bey?

"Ah hain ah... Nasıl kapan da kaçan mı?" Efruz Bey enayi miydi? Meşrutiyet ilânı gibi en buhranlı dakikalarda otuz sekiz kırk milyonluk bir devleti mükemmelen idare etmiş bir adam bir maymuna aldanır mıydı?

—    Yazdım, fakat getirmedim, dedi.

—    Vah, vah!... Niçin efendim?

—    Çünkü...

... Efruz Bey, kendisinin kıskanıldığım, böyle küçüklüklere tahammül edemeyeceğini, artık şimdiden sonra yüz binlerce lira verseler Bucakta gelip bir kelime söylemeyeceğini anlattı!

—    Ben çok samimî idim, beni anlamadılar, dedi. Beni kıskandılar. Zannettiler ki şöhret peşinde geziyorum. Hâşâ... Ben şöhrete tenezzül etmem. Şöhret öyle bir şeydir ki kendi kendine gelir, insanın İşteyip istememesinin ehemmiyeti yoktur...

Sonra hayat hakkında gayet acı felsefeler yaptı. İnsanlar nankördü. Kıymet bilmezlerdi. O söylerken Reis içinden gülüyor, "Oh, İşte bir belâyı atlattık" derken dışından:

—    Vah, vah... Cidden meyusum, bedbahtım, sizin gibi fâzıl bir refiki kaybettiğimiz için cidden bedbahtım, diyordu. Reisin hüznü Efruz Beye de sirayet etti. Azıcık daha ağlayacaktı. Ondan ayrıldı. Kütüphaneye girdi. Birçok Bucaklılar önlerinde kitapları açmışlar, hiç okumuyorlar, bermutat gevezelik ediyorlardı.

—    Allaha ısmarladık arkadaşlar! dedi.

Bu vedaın sebebini anlamayan Bucaklılar hemen onun etrafına üşüştüler. Onlara da "şahsiyat olmasın" diye ismini söyleyemeyeceği dostları tarafından kıskanıldığını, böyle küçüklüklere şiir, edebiyat, tarih, biyoloji ile yükselen ruhu tahammül edemeyeceğini, artık Bucak'ta ders vermemeye katiyen karar verdiğini söyledi.

—    Burada ahlâk bozulmuş. Bucakçılık Turan'in merkezinde olur. Oraya gitmeli, orada çalışmalı?.

Hazır bulunanların hepsinin elini ayrı ayrı sıktı. "Beni unutmayınız, eserlerimi okursunuz!" diyor, gayet uzak bir diyara gidecekmiş gibi hareket ediyordu. Kütüphaneden çıktı. Salonu geçti. Yavaş yavaş büyük filozoflara has bir sükûnetle merdivenden indi. Yağmurlu bir gündü. Sokakta şakır şakır seller akıyordu. Kapıdan çıkmazdan evvel o kadar alkış, şapaş, şöhret, şan topladığı bu mukaddes binaya bir kere daha baktı. Gözlerini bahçeye çevirdi. Meydan bomboştu. Ah razı olsaydı, şimdi orada heykeli yükselecek, değil kıskançların, çekemeyenlerin, hatta asırların 'eli bile dehasının, ilminin bu müebbet abidesini yıkamayacaktı! Başını salladı. Titreyen dudaklarından gayri ihtiyarî "Türkün aklı sonradan başına gelir" hikmeti döküldü. Açık kapıyı atladı. O kadar dalgındı ki sanki son çıkışı olduğunu biliyormuş gibi kapıcının kendisine ehemmiyet vermediğini, önünden geçerken ayağa bile kalkmadığını istemeye istemeye gördü.

Sokağın şakırtılı çamurları üstünden fani bir hayal gibi kaydı, gitti...

... İşte o vakitten beri Efruz Beyi hiç bir tarafta görmeyen Bucaklılar, onun kendilerine son hitaplarını hatırlarlar, salondaki büyük Turan haritası üzerinde, arifane ile aralarında para toplayıp mahsus Almanya'dan getirttikleri coğrafya aletleriyle bir merkez tâyinine çalışırlar:

—    Ah Kâşgara gitti, Kâşgara galiba... diye ağlaşırlardı.

Vakit gazetesi, 19.7.1926 - 1.8.1926


 

AÇIK HAVA MEKTEBİ

Efruz Bey Bilgi Bucağı'ndan  çekildikten sonra evinde derin tetebbüatına dalmış, uğraşıyordu! Fakat kitap tedariki biraz müşküldü. Avrupa postası bir ayda gelmiyordu. Bir gün sıkıldı.

—    Ben kitapların olduğu yere gitsem, dedi. Hem Avrupa'da tahsilini de ikmal etmiş olurdu. Annesine bu fikirlerini açtı... Bin dereden su getirdi. Nihayet kandırdı. Lâkin ne tahsil edecekti.

—    Müfat Beye  danışırım, diye mırıldandı. Bu zat Efruz Beyin dünyada en beğendiği bir adamdı. Hemen hazırlandı. Ne vakitten beri bir kürek mahkûmu gibi odasında kapalı yaşıyordu.

Sokağa çıkınca halkı, gelenleri, geçenleri o kadar şen, o kadar şatır gördü ki.. "Ne tuhaf, bütün dünya mesut!" dedi. Rüzgârsız, parlak bir sabah her tarafı parlatıyor, apartmanların pencerelerinden hizmetçi kızlar öteberi silkiyorlardı. Yaya kaldırımlarında beyaz esvaplı dadılar çocuk arabaları sürüyorlar, mektebe geç kalmış yaramazlar itişerek, kakışarak koşuyorlardı. Harbiye Mektebinin önünde bir arabayı durdurdu, içine atladı:

—    Aksaray! dedi.

Müfat Bey gece gündüz Aksaray'daki "Tıfıl Kovuğu" denilen mektebinde bulunurdu. Burası eski bir konaktı. Dört yüksek duvar arasında gayet rutubetli, dar, çukur bir bahçenin içindeydi. En üst kattan bile duvarların öbür tarafı gözükmezdi. Altmış sene evvel, doksan yaştan sonra on dört yaşında bir kızla evlenen kıskanç bir ihtiyar tarafından yaptırılmıştı. Mal sahibi bahçenin duvarlarını yapan ustaya mütemadiyen "içerisini kargalar bile görmesin!" demişti. Uçan kargalar değil, hatta kenarlarına konan serçeler bile içerisini görmüyorlar; bostan kuyusu zannederek kaçıyorlardı. Halk mektebe, bu mimarî vaziyeti için "Kovuk" namı verilmiş sanıyordu.

Hâlbuki bu namın sebebi mektebin çukurluğu, kapanıklığı filân değildi. Müfat Bey her ne hususta olursa olsun intihalin aleyhinde bulunanlardan biriydi. Şiirlerini perestiş derecesinde sevdiği Fikret'in  bile yirmi beş senede yazdığı eserin ismini "Emil Berjera"  dan çaldığına şaşıyordu. Emil Berjera'nın eseri "Lyre Brise"  idi. Fikret yarım Türkçe kitabına bu terkibi Farı-sîye tercüme ederek bir isim bulmuştu: "Rübab-ı Şikeste". Kitabının ismini Emil Berjera'dan çalan bu şairin evine "Aşiyan" diyorlardı. Birisi bu ismi aldı, gazetesine unvan yaptı. Sonra diğer bir mektepçi kalktı: "Çocuk Aşiyanı" diye bir mektep ismi çıkardı. Bir intihal zinciridir, gidiyordu. Müfat B'ey bunlara kızar: "Zavallılar hiç manayı düşünmüyorlar" derdi. Çocuk aşiyanı manasız bir şeydi. Çünkü aşiyan "yuva" demekti. Yuva en çok havada uçan hayvanlar hakkında kullanılabilirdi. Kuş yuvası, karga yuvası gibi. Hâlbuki yerde yaşayan hayvanlar için "in" kelimesi kullanılırdı. Tilki ini, kurt ini gibi insanlar kuştan ziyade dört ayaklı hayvanlara yakındı. Çocuk aşiyanı yerine "çocuk ini" denilmiş olsa daha mantığa muvafık hareket edilmiş olacaktı.

İşte Müfat Bey, insanları kanatlı hayvanlardan ziyade dört ayaklı hayvanlara benzettiği için mektebine "Tıfıl Kovuğu" demişti. Kovuk İstanbul'un en meşhur bir müessesesi sayılırdı. Alafranga, gayri millî terbiye taraftarları çocuklarını hep buraya verirlerdi.. Zira Müfat Bey "Türk, Türklük" diye bir milletin vücudunu kabul etmiyordu. Millî terbiyenin en büyük aleyhtarı idi. Türk milliyetperverliğinin muhtelif cereyanları karşısında "din var, millet yok!" şiarlı bayrakların sallandığını görmüştü. Fakat Müfat Bey için şiar "din de yok, millet de yok" tu. Onun mefkûresi yalnız alafrangalaşmak taklit, Avrupalılara benzemekti, İstanbul gibi terakkiyi sever bir muhitte bu mefkûre çok terakki buluyordu. Kovuğun çocukları için en büyük küfür "Türk!" kelimesiydi. Bu kelime ile arkadaşına küfreden çocuk hemen mektepten kovulurdu. İşte Efruz Bey bu kadar büyük, bu kadar ilmî hareketin serdarı olan bu zata "Avrupa'da ne tahsil edeceğini" sormağa geliyordu. Arabadan inince kocaman duvarın dibinde hakikaten bir kovuğa benzeyen küçük kapının önünde durdu. Aralıktan baktı; karanlık bahçede muallimler, çocuklar geziniyorlardı. Yavaş yavaş; önüne çuha şalvarlı bir kavas dikildi. Elhamdülillah tabancasıyle yatağanı yoktu.

—    Ne istiyorsun?

—    Müdür beyi göreceğim.

—    Sen kimsin?

Efruz Beye bu kaba istintak dokundu. Acaba onu milliyetperver bir maarif müfettişi mi zannetmişti. Bu zannı düzeltmek lâzım geliyordu:

Ben Efruz Beyim..

—    Evet..

—    Kendisine haber verelim.

Zavallı Efruz Bey kırk dakikadan fazla bekledi. Çocuklar derse girdiler. Nihayet kavas geldi. Deminki muamelesinin aksine, çok nazikleşmişti:

—    Buyurunuz efendimiz, müdür beyefendi sizi bekliyorlar.

—    Haydi...

Efruz Bey kavasla yürüdü. Bu anî tahavvülün manasını bir türlü bulamıyordu, içinden: "Bütün insanlar ayrı ayrı bir muamma!" dedi. Rutubetten çürümüş, küflenmiş merdivenlerden geçtiler. Kavasın bir adım ilerleyerek açtığı geniş bir odaya girdi. Büyük yeşil çuha örtülü masanın kenarında Müfat Bey oturuyordu. Ayağa kalktı. Zairini selâmladı:

—    Buyurunuz, diye sağındaki küçük bir koltuğu gösterdi. Kendi de oturduğu sandalyeyi çevirdi. Efruz Beye, birkaç sene evvel bir konferansta takdim olunmuştu. Biraz gözü ısırdı:

—    Evvelden teşerrüf ettik galiba? — Estağfurullah, evet efendim.

—    Nasılsınız?

—    Çok şükür, iyiyim. Siz?

—    Biz de elhamdülillah..

Susuyorlardı. Efruz Bey bu kadar büyük, bu kadar âlim bir adamın kendisine söyleyecek bir laf bulamamasına şaştı. Şaşkın şaşkın etrafına bakındı. Duvarlar meşhur büyüklerin resimleriyle doluydu. Bir köşede koca bir küre duruyordu. Kütüphaneler ağzı ağzına kitapla doldurulmuştu. Böyle bir odada oturan adam ömründe kitap açmasa âlim olabilirdi.

—    Siz Türkçü müsünüz?

Efruz Bey hemen protestoyu bastı:

—    Asla! Bunu kabul etmem efendim. Bendeniz de zatıâliniz gibi Türk milliyetperverliğinin aleyhindeyim.

—    Fakat Ocak'ta konferanslar verdiğinizi işitiyordum.

—    Veriyordum, fakat samimî değil._?

—    Orada da iktidarımı göstermek için.

Mahdumunuzu mektebimize mi vereceksiniz?

—    Hayır, benim mahdumum yoktur.

—    Kızınız var mı?

—    O da yok.

—    O halde ne arzu buyuruyorsunuz?

Efruz Bey birdenbire esas meselenin karşısında kalınca şaşırdı. Ellerini ovuşturdu:

—    Kendime ait bir şey sormaya gelmiştim.

—    Buyurunuz.

—    Bendeniz Avrupa'ya tahsile gidiyorum. Ne okuyayım ?

—    Ne okumak istiyorsunuz?

—    Daha bir şey tasarlamadım. Yaşım otuza yakın. Öyle bir tahsil istiyorum ki, gayet kolay olsun, kısa olsun. Hatta...

—    Hatta?

—    Kitap bile olmasın. Şöyle şifahî bir ilim! Zira gözlerim artık yoruldu. Müfat Bey gülümsedi. Mektepçi oldu olalı okumak istediği halde gözlerini yormaktan korkan, kitapsız ilim arayan bir adama ilk defa rast geliyordu. Şifahî bir ilim... Evet, gramofonlar bu kadar terakki etmemişti. Plaklar harikulade bir tekâmüle uğrayıp cilt haline geçirilirse okumadan âlim olmak mümkündü. Fakat Müfat Bey çok misafirperver olduğu için bir ilim âşıkını meyus bırakmak istemedi. Dünya bu... Aşıka maşuk mu bulunmaz!

—    En ziyade neye istidadın var? diye sordu. Efruz Bey için bu suale cevap vermek pek müşküldü:

—    Her şeye efendim.

—    Ama en çok neye?

Biraz düşündü. Onun her şeye en çok istidadı vardı. Şair, riyazî, musikişinas olduğu gibi ressamdı da...

—    Resme.

—    Resme mi? Çok iyi öyleyse. Elişlerine çalışınız.

—    Elişlerine mi?

—    Elbet, bu da bir ilim.

—    Fakat mekteplerde de okutulur mu?

—    Elbet, şimdi hemen her mektepte. Eskiden resim bile günahtı.

Çocuklar bir resim yaparlarsa yarın ahrette "bunun canını ver bakalım!" teklifine maruz kalacakları söylenirdi.

—    Demek elişleri bir ilim ha... Efruz Bey şaşıyordu.

Müfat Bey izahat verdi:

—    Elişleri sayesinde çocuklar küçükken büyüklerin yaptığı en mühim işleri öğrenirler, kurnazlaşırlar. Neyi tutsalar bir şeye benzetirler, kendilerinde beceriksizlikten eser kalmaz. "Oyun, mekteptir!" diyen feylesof çok haklıdır.

—    Elişi her çocuğa gayet az bir masrafla gösterilebilir. Biraz zamk, biraz kâğıt...

Müfat Bey, Efruz Beyin: "Aman efendim zahmet etmeyiniz, lütuf buyurunuz. Bendeniz pekiyi bilirim." demesine bakmadı. Kalktı, kütüphaneden birçok elişleri çıkarıp gösterdi. Elişlerinin bütün tarihini, mucidini, en muvaffak olan sanatkârları, fabrikaları, hepsini, hepsini anlattı, işte bizim memleketimizde hakkıyle elişlerine aşina kimse yoktur. Mademki Efruz Beyin istidadı vardı, o halde mutlaka elişlerine de istidadı olacaktı. Müfat Bey: "Elişleri muallimliğinin yanında Darülfünun müderrisliği, iptidaîye hocalığı gibi gelir!" diyordu.

Yarım saat sonra Kovuk'tan çıkarken Efruz Bey, âdeta bir elişi kahramanı, bir elişi fedaisi olmuştu. Evet, şöhrete, şaşaaya bakmamalıydı. Lafa lüzum yoktu, işe ihtiyaç vardı, elişine, elişlerine!

Efruz Bey bir türlü Avrupa'ya gidemedi. Zaten gidenler ne öğrenmişti? Yalnız kuru bir yaldız, iki gönül bir olunca samanlık nasıl seyran olursa, okuyan için de kitapları elde ettikten sonra kendi evi, kendi odası Haydelberg, Oxford, Sorbonne  olurdu! Efruz Bey elişlerine dair birçok modeller, kitaplar, metotlar getirtti, kütüphanenin bir tarafını atölye haline koydu.

—    Avrupa'ya gitmiş gibi üç sene sokağa çıkmayacağım, tahsilimi odamda ikmal edeceğim, diyordu.

Bununla beraber herkese kendini Avrupa'ya gitmiş bildirmek isterdi. Bir hafta tanıdıklarını ziyaret etti:

—    Size vedaa geldim.

—    Hayırdır inşallah... diye şaşıyorlardı.

—    Bir haftaya kadar Avrupa'ya gidiyorum.

—    Niçin canım?

—    Niçin olacak. Burada kalıp cehaletten patlayayım mı? Tahsile gidiyorum.

—    Ne tahsiline?

Efruz Bey yalnız tanıdıklarının bu sualine doğru cevap vermiyordu:

—    Gelince ne tahsil etmiş olduğumu görürsünüz, diyordu.

Efruz Bey ortadan kaybolunca dostları hep Avrupa'ya gitmiş sandılar. Eve uğrayanlara:

—    Londra'da... Mektup almadık! cevabı veriliyordu. Fakat Efruz Bey odasında, kitaplardan kurduğu darülfünunda iki aydan ziyade duramadı. Azıcık daha can sıkıntısından patlayacaktı. Nihayet kendini sokağa attı. Arkadaşları ona rast gelince şaşıyorlar:

—    O!.. Hoş geldin. Ama ne çabuk! diyorlardı.

—    Hoş bulduk.

—    Yahu kuş mu kaçırdın? Gitmenle gelmen bir oldu.

—    Kâfi!

—    Ne kâfi?

—    Tahsil için iki ay...

Sonra hepsine nasıl tahsil ettiğini, iki günde koca bir darülfünunun bütün imtihanlarını vererek diploma aldığını anlatırdı. Evet, Efruz Bey Avrupa'da pedagoji tahsil etmişti. Şimdi memleketin en büyük pedagoguydu, ilk hareketi mevcut pedagogları yıkmak oldu. Konferanslarında hiç ilimden, ıstılahtan bahsetmiyor, yalnız yeni meslekdaşlarına hücum ediyordu. Evvelâ Kovukçu Müfat'a saldırdı. Zavallı Müfat bunu görünce azıcık daha aklını kaçıracaktı. Gelip kendisinden elişinin ismini ömründe ilk defa işiten bu züppe onun ilmine, fazlına:

—    Şarlatanlık! diyordu.

Efruz Bey Müfat'ı yıkınca kargısında Terbiyeci İsmail Hakkı'yı buldu. Bu adamı tanımıyordu. Fakat darülfünunda falan dersleri olduğunu biliyordu. Onunla münakaşa güçtü. İhtimal bir pot kırabilirdi. İşi siyasete vurdu. Ortaya bir fikir fırlattı:

—    İsmail Hakkı  terbiyeci değildir!

—    Ya nedir? diyenlere:

—    Bir "nazariyatçı!" cevabını veriyordu. Hâlbuki asıl terbiyeci kendisiydi. Terbiye, nazariye demek değildi. Terbiye amelî idi. Evet, Efruz Bey terbiyenin nazariyelerinden hiç bahsetmemek için her konferansının nihayetinde:

—    Vallahi, billahi, tallahi, diye yemin ediyor; dinleyenleri de, nazariye söyleyenleri bir daha dinlememeleri için yemine davet ediyordu. Bu sayede İsmail Hakkı azıcık daha sâmisiz kalıyordu. Efruz Beyin "amelî terbiyeci" ligi bütün mahafilce duyuldu. Ne yapacağını söylemiyordu:

—    Ben, yaptıktan sonra görürsünüz! diyordu. Mektepçiler, terbiyeciler, muallimler, müdürler toplanıyorlar: "Acaba ne yapacak?" diye düşünüyorlardı. Efruz Bey susuyor, cevap vermiyor, esrarengiz niyetine dair tasavvur ettiği projeleri söylemeden dinleyenlere ihsas etmeye çalışıyordu. Bir gün:

—    Ben, Pastör'ün  yaptığını yapacağım. O, nasıl tıbbı değiştirmişse, ben de maarifi kökünden değiştireceğim, dedi.

Sonra ilâve etti:

—    Ama İsmail Hakkı falan gibi kitap içinde, kâğıt üzerinde değil... Amelî olarak, amelî... Amelî.. A....

Efruz Bey "terbiye mütehassısı" gibi önüne gelen resmî, hususî mektebe dalıyor, sınıfları geziyor; muallimleri, muitleri  lafa tutuyor, çıkıp giderken hepsine birer resimli kart yadigâr bırakıyordu. Kasımpaşa'da "Maşrık-ı Envar-ı Maarif-i Osmanî  mektebi en ziyade nazar-ı dikkatini celbeden bir müesseseydi. Müdürü tam filozof, malumatlı, kıymetli bir gençti. Uzun saçları eski redingotun yağlı yakasına dökülüyor, ona dünyadan vazgeçmiş sarhoş bir şair hali veriyordu. Mekteple uğraşalı Fransızcayı unutmuştu. Ona Efruz Bey ilk gördüğü zaman:

—    Hangi mektepten mezunsunuz? diye sormuştu.

—    "Mekteb-i Tabiat" tan!

—    Ne demek?

—    Yani kendi mektebimden! Ruso  gibi...

—    A.....

Efruz Bey bu cevaba bayılmış, içinden: "İşte emsalsiz bir adam. Meçhul bir dâhi!" demişti. İsmi pek uzundu: "Mehmet Mustafa Tahsin Nidaî..." Amma herkes bu uzun ismi söylemiyor, yalnız "Müdür Bey" diyorlardı. Kupkuruydu. Koyu esmerdi. Köse olduğu için çok saçlarının altında yüzü daha minimini görünüyordu. Efruz Bey bu kıymetli gence meftunluğundan her gün mektebe gelmeye başladı. Onunla kafadaş oldular. Müdürün en bariz hasleti amelî olmasıydı. Hiç nazariyat bilmiyordu. Hatta:

—    Okumam efendim, diyordu, okutan okumaz!

"Okutan okumaz!" Efruz Bey bu hikmeti içinden tekrar ediyor, yine içinden "demek bende okutmak seciyesi daha galip!" hükmünü çıkarıyordu. Mektebin binası pek haraptı. Pencerelerin camları kâğıtlarla yapışıktı. Hele müdürün odası görülecek şeydi. Çökük bir yazıhane, duvarda büyük bir Alasonya  haritası...

Yazıhanenin karşısında eski bir kanape! Kanapenin üstünde Müşir Ethem Paşanın  Acem matbaalarında basılmış müthiş bir resmi!..

Efruz Bey bu kadar mükemmel bir adamın, bu kadar tahammül olunmaz çirkinlikler arasında nasıl oturduğuna bir türlü mana veremezdi. Bir gün:

—    Azizim Mehmet Mustafa Tahsin Nidaî Bey, dedi. Ben, sizin iktidarınıza hayranım.

—    Tabiî.

—    Evet, tabiî olarak hayranım. Lâkin sizde bir noksan görüyorum.

—    Ne gibi?..

—    Bediiyata, bediî terbiyeye hiç ehemmiyet vermiyorsunuz.

—    A.....

Müdür bu laftan hiç bir şey anlamadı:

—    Bediiyat ne demek?

—    Estetik.

—    Maliye nazırı değilim ya... —• Ne demek?..

—    Öyle ya, estetikle maliye nazırları uğraşmalı. Bizim ne vazifemiz?.. Efruz Bey yine bir şey anlamıyordu. Bediiyat ile maliye nazırları niçin uğraşsın?

—    Fakat anlamıyorum.

—    A canım, şunu bunu rakamlarla cemedip rakam neticeler çıkarmak değil mi, bizim ne vazifemiz?

Efruz Bey gözlerini açtı:

—    Hayır canım.

—    Ya ne?

—    Estetik...

—    O da ne? Ayrı bir şey mi?

—    Bediiyat İşte...

—    Bediiyat ne efendim?_A

Efruz Bey, bakından' fakından karıştırarak bediiyatı tarif etti. Gaye: Güzellikti, insanın oturduğu, yattığı, okuduğu, hâsılı yaşadığı muhit güzel olmalıydı. Sonra samimî bir münekkit gibi mektebin haline geçti. Pisliğe itiraz etti. Yağmur günlerinde her taraf akıyordu. Sonra müdür odasının bu mobilyesizliğine geldi. O söyledikçe sıska müdür gülümsüyordu. Nihayet:

—    Görüyorum ki Efruz Bey, dedi. Siz de bütün iddianıza rağmen bir "nazariyatçı" siniz.

—    Neden bildiniz?

—    Söyledikleriniz hep nazariye mahsulâtı, hiç ameliyatla münasebeti yok.

Efruz Bey izah etmesini rica etti:

—    Lütfen.

—    Pekâlâ, evvelâ mektebe itiraz ediyorsunuz. "Niçin harap, perişan?" diye, değil mi?

—    Evet.

—    Size söyleyeyim. Ahalinin dörtte üçü fakirdir. Bunların çocukları yıkık, harap evlerde yaşadıkları için mahfuz, mükemmel mektepler sıhhatlerine dokunur.

—    Ya zengin çocukları?

—    Mektebin haraplığı onların istifadesine başka türlü hizmet eder.

—    Nasıl?

—    Eğer babalarından kalacak mirasları, hesapsız yerlerse en nihayet böyle harap binalarda soğuktan, rüzgârdan ıstırap çekeceklerini düşünürler, peşinen akıllanırlar.

Efruz Bey bu amelî felsefeye hayran kaldı. Müdür pisliğin faydasını da anlatıyordu.

Hıfzıssıhha kendimizi soğuktan, sıcaktan  hafaza değil, belki bu soğuğa, sıcağa alıştırma Bugün hastalıkların esası mikroptu, hastalıkdan korunmak için mikroplardan kaçmak  onlara alışmak, onlarla anlaşmak icabediyordu.Temizlik tabiatta vardı. Temizlik bid'at  icabı bir şeydi. Bütün hastalıklar medeniyetlerini temizlikle başlamıştı. Temizlik ne olduğunu bileyen iptidaî insanlar, bugünkü vahşîler niçin hastalanmıyorlardı?.. Çünkü mikroplarla, yani pisle ünsiyet peyda etmişlerdi.  Efruz Bey müdürün izahatını dinliyor, yakasındaki yağlara, kalıpsız fesindeki dört santimetre kadar yukarı doğru ilerleyen kirlere bakıyordu. Evet, bunlar ne basit hakikatlerdi! Fakat ne kadar orijinal, ne kadar yeni hakikatlerdi! Müdür pislikten sonra lüksün aleyhinde ağzını açtı, yumdu gözünü...

Dünyada felâketlerin en baş sebebi lükstü! Süslü ev, süslü esvap, süslü muhit... Bu süs iptilâsı insanları kudurtuyor, fakirlerin zenginler aleyhine kalkmasına sebep oluyordu! İhtimal bir gün bütün fakirler birleşecek, süse dair ne varsa ev, apartman, gazino falan... hepsini yağmaya verecekler, hepsini harap türap edeceklerdi. Mektepte mobilya aleyhtarlığını amelî bir surette tatbik etmişti. Muallimler adî hasır kahve sandalyelerinde oturuyorlardı. Pencerelerde tek bir perde yoktu. Mademki hava yahut ziya için açılmışlardı, bu menfezlere perde takmanın manası var mıydı?

Efruz Bey "Maşrık-ı Envar-ı Maarif-i Osmanî" müdürünün bu prensiplerini dinledikçe talihin kendisine daha bir arkadaş çıkardığına seviniyor, "İşte amelî terbiye ufuklarında benimle çalışabilmeye müsait bir arkadaş" diyordu. Evet, bu tam amelî bir adamdı. Şeniyeti olduğu gibi görüyordu. Ekseriyetin fakir olduğunu bildiği için bu fakirliğin de zenginleşmek arzusunu veren yegâne âmil bulunduğuna kanaat getirdiği için mektebi sefil bir dilenci kulübesi sisteminde tertip etmişti. Fakrin, zaruretin "ibretengiz" levhaları her köşede nazara çarpıyordu. En büyük buluşu "amelî adalet" ti.

Efruz Bey:

—    Bu ne?, diye sordu. "Amelî adalet" mi?

—    Evet. Gayet tabiî bir şey. Yani hakikî adaletin ta kendisi...

—    Aman izah ediniz. Müdür Bey:

—    Başüstüne, diye başladı, insanlar tabiati bozarak hayatı hafifleştirmek için kendi felâketlerini 'elleriyle hazırlamışlardır. Meselâ "hak, adalet" gibi tabirler uydurmuşlar, yaşayışın revişin-deki ahengi bozmaya kalkmışlardır. Sözde mücerret bir hak varmış. Asırlardan beri onu ararlar! Asırlar içinde; Nasrettin Hoca'dan başka "hakk" ı anlayan gelmemiştir.

—    O, nasıl anlamış?

—    Hikâyesini biliyor musunuz?

—    Hayır.

—    Bir gün Nasrettin Hoca, yolda birkaç çocuğun kavga ettiklerini görmüş.

—    Ey?..

—    "Niçin dövüşüyorsunuz?" diye sormuş; çocuklar da "Şuradan ceviz topladık. Pay edemiyoruz." demişler. Hoca: "Ben size pay edeyim mi?" diye sormuş. "Et" demişler. Fakat Hoca çocuklara tekrar "Hakça mı, kulca mı pay edeyim?" diye sormuş. Çocuklar düşünmüşler, hakça pay edilmesini istemişler. Nasrettin Hoca rastgele kimine bir, kimine üç, kimine beş ceviz vermiş. Geri kalanını da kendi heybesine doldurmuş.

—    Sonra!..

—    Sonra, çocuklar: "Bu nasıl pay, Hoca?" diye şaşırmışlar. Hoca: "Hakça pay buna derler. Rastgele! Kimine az, kimine çok, kimine hiç..."

—    Ey sonra?

—    İşte bu kadar... Yani müsavat hülyasının insanlara mahsus bir vehim olduğunu Hoca daha o vakit çakmış. Evet, tabiata bakarsak adaletin gayrı mantıkî bir fantezi olduğunu sarahaten görürüz.

İnsanların bir kısmı fakir, bir kısmı zengin, zenginlerin içinde hiç çalışan olmadığını, budalaların, aptalların ekseriyet teşkil ettiklerini düşünürsek, sâyin, zekânın ne kadar hayalî bir kıymeti olduğunu anlamakta bir güçlük çekmeyiz. Evet, saadet, felâket bir işin muayyen mukabili değil, öyle gelişi güzel üzerimize düşen, bir talihtir. Yegâne kanunu...

—    Nedir?..

—    Mantıksızlık! Azizim Efruz Bey, âdeta bütün hayat mantıksız bir temadidir.

—    Fakat...

Bu esnada müdür odasının tek kanatlı rezeleri kopuk kapısı açıldı. Kısa boylu, perişan, zayıf bir muallim içeri girdi, arkasında iki çocuk vardı. Bunlar ağlıyorlardı. Birisinin burnu kanıyordu.

Müdür sordu:

—    Ne oldu?.. Muallim:

—    Efendim, dedi. Bunlar hiç rahat durmuyorlar. Yine muslukların bağında kavga etmişler. Yetmiş altı, doksan ikinin burnunu kanatmış.

Artık bu efendilerden bıktık.

—    Ben onlara şimdi gösteririm, dedi. Sonra tekrar muallime emir verdi:

—    Sen git, bana muslukların civarında dolaşan "meccani”  lerden iki tane yakala, getir.

—    Başüstüne!

Muallim çıkınca, müdür çocuklara, kapının dışarısında adalete muntazır bulunmalarını söyledi. Odada yalnız kalınca, Efruz Beye döndü:

—    Tam tesadüf! İşte şimdi size amelî adaleti göstereceğim...

—    Nasıl?

—    Göreceksiniz. Sabrediniz.

—    "Meccani"ler kimler?

—    Maarif yüzde yirmi talebeyi ücretsiz okutmamızı şart koymuştur. Her sınıfta birkaç tane "meccani" vardır. Bunlar mektepte ayrı bir cins teşkil ederler. Hani Hindistan'daki paryalar gibi.

—    Ey?..

—    Ben mektepte ne vukuat olursa cezalarını meccanilere veririm.

Efruz Bey âdeta galeyan etti:

—    Bu olur mu ya? Bu olur mu ya?

—    Mis gibi... Cızıltıya meydan vermez. Malûm ya, mektepte dayak resmen yasaktır. Hâlbuki bu dayak müessesesi cennetten çıkmıştır. Kim ne derse desin onsuz terbiye olmaz. Tabiî bizim mektepte de resmen dayak yok... Amma "meccani"ler müstesna. Onlar şikâyet falan edemezler, hemen kovarız. Kim ne yaparsa dayağı "meccani"ler yerler. Kabahatli çocuklar "meccani"lerin yediği dayaklardan ibret alırlar.

—    Fakat...

—    İşte amelî adalet, azizim.

—    Ama "meccani"lerin kabahati yok ki...

—    Olmasına hacet yok ki... Maksat ibret için •ceza...

—    Fakat...

Efruz Bey itirazına devam edemedi. Muallim iki çocuk daha getirmişti. Bunlar hemen yalınayak, başıkabak denecek derecede perişan kıyafetteydiler. Müdür Bey:

—    Çağır öbürlerini de...

—    Başüstüne!

Kavga eden çocuklar da içeri girdiler. Müdür ""meccani"lerden birisine sordu:

—    Muslukların başında ne arıyordun sen?

—    Su içmeye gitmiştim.

—    Zehir iç, şimdi görürsün. Meccanilerden ikincisine döndü:

—    Ey sen? Sen ne arıyordun orada?

—    Hiç!..

—    Vay, inkâr mı ediyorsun?

—    Hayır efendim.

—    Söyle öyleyse...

—    Geçiyordum.

—    Geçecek başka yer yok muydu?

Zavallı çocuk titriyor, bir cevap bulamıyor, önüne bakıyordu. Müdür Bey yazıhanesinin altından bir değnek çıkardı... Ayağa kalktı. Bütün kuvvetiyle bu iki "meccani"yi dövmeye başladı. Çocuklar ağlıyorlar, kollarını yüzlerine siper ediyorlar:

—    Aman Müdür Bey, affediniz Müdür Bey! diye yalvarıyorlardı. Mehmet Mustafa Tahsin Nidaî Bey, hakikaten gazaba gelmişti. Efruz Bey bile müdahaleden korktu. Zayıf tüysüz çehresinde deminki donuk gözleri büyümüş, parlamış, birer alev parçası olmuştu, iyice dövdüğü çocukları tekmeleyerek dışarıya attı. Sonra asıl kabahatlilere:

—    Gördünüz ya... Bir daha yaramazlık ederseniz sizi de böyle döverim, dedi.

Muallimle onlar da odadan çıktıktan sonra tekrar yazıhanesinin başına oturdu. Hâlâ soluyordu. Efruz Bey şaşırmış, bembeyaz kesilmişti. Kabahatsiz çocukların acıklı feryatları onu müteessir etmişti. Dayanamadı

—    Bu "amelî adalet" hiç bir şeye benzemiyor,, dedi.

—    Ne diyorsunuz?

—    Evet, hiç bir şeye benzemiyor.

—    Siz azizim Efruz Bey, nazariyatçısınız.

—    Hâşâ...

Efruz Bey "nazariyatçı" ithamına çok kızardı.

—    Evet, nazariyatçısınız.

—    Niçin?

—    Çünkü amelî kaidelere akıl erdiremiyorsunuz.

—    İzah edin, rica ederim.

—    Şimdi ben "meccani"lerden birini dövdüm» Pekâlâ! Farz edin ki onlar kavga etmişler...

—    Farz olur mu ya?..

—    Olur ya. Cebir, riyaziyat, ciddî, esasî ilimler hep faraziyat değil mi? Faraziye hakikatin annesidir.

Efruz Bey bunu reddedemedi.

—    Evet, farz ediniz "meccani"ler muslukların başında birbirleriyle kavga ettiler. Birisinin burnu kanadı. Vakıa bu bir faraziye! Amma nasıl bir hakikat doğuracak?

—    Ben onlara sopayı çektim. Asıl kabahatliler bunu gördüler. Şüphesiz ibret aldılar. Hiç olmazsa kendilerinin lâyık oldukları cezanın ne olduğunu anladılar.

—    Doğru.

—    Hâlbuki mektepte dayak yasak.'

—    Evet..

—    "Meccani"lere gelince.. Kimsenin aldırdığı yok. Onların sayesinde "dayak" müeyyidesi mektepte zararsızca yaşatılabilir.

—    Vakıa doğru...

—    Hele şöyle azizim, "Amelî adalet" e akıl erdirebildiniz mi?

Vakıa Efruz Bey buna hiç akıl 'erdirememişti. Fakat bunu söylemek izzetinefsine ağır geldi. Gayri ihtiyarî:

—    Evet, dedi.

Böyle her gün, Efruz Bey Mehmet Mustafa Tahsin Nidaî Beyin hakimane hareketlerini gördükçe bütün büyük adamların meydanda değil, gölgede saklı olduklarına kanaat getiriyordu. Lüksün aleyhinde olduğu halde odasında Ethem Paşanın o berbat resmiyle Alasonya'nin topoğraf haritasını bulunduruşuna bir türlü mana verememişti. Bir gün bunu da sordu.

Müdür:

—    Bundaki manayı anlamayışına teessüf ederim, cevabını fırlattı. Zaten cümleleri, hele hitap halindeki lafları pek ağır, pek şiddetliydi. Efruz Bey bediiyat prensiplerinden kendine bir siper yapmaya çalışarak tekrar sordu:

—    Duvardaki levhalardan maksat sırf bir ziynet, bir süstü. Haritaya gelince, onda da bir kaide olmalı. Ethem Paşanın şu resmi son derece fena. Ne o öyle, atı şaha kalkmış, harpte başkumandanın böyle bir mevkide bulunması mümkün değil. Alasonya haritası ise küçücük bir kazayı gösteriyor. Ne faydası olabilir?

Müdür güldü:

—    Hep nazariye, hep nazariyat! dedi. Azizim Efruz Bey, senin ne vakit amelî düşündüğünü göreceğim?.

—    Canım bunda amelîlik, nazarîlik var mı?

—    Var ya?..

—    Neresinde?

—    Sorduğun şeyler hep nazariye.

—    Pekâlâ, bunların amelî bir cevabını veriniz bakalım...

—    Vereyim. Bizim millî ressamımız, hatta millî dâhimiz meşhur Hulusi Efendi dir! Bu levha da onun eseridir. Milletin ruhunu tanır, millet nasıl isterse öyle yapar. Cahil olmadığı için tabiî bir başkumandanı, maroken koltuğa kurulmuş ağır bir perdenin altında yapamaz. Münevverler hâlâ Avrupa taklidi eserleri sanat tanırlar. Cahilliklerinden... Ahaliden kim on para verse onların resimlerini alır. Hâlbuki Anadolu'ya falan gitmeye hacet yok, İstanbul'un kahvelerini gez. Hepsinde Hulusi Efendinin bir eserine mutlaka rast gelirsin.

Bu ressam o kadar amelî bir dâhidir ki gözü, karıncayı yormamak için resimlerinin altına ne olduğunu yazar. Topun altına top. Geminin altına gemi. Şimendiferin altma şimendifer... Efruz Bey dayanamadı:

—    Ya Alasonya haritası? dedi.

—    Bunu İşte anlamamak pek büyük bir ayıp. Dünyada son zaferimizin geçtiği yer! Yanya, Alasonya,  Mohaç'tan, Çaldıran'dan, Kosova  meydanından mühimdir.

Efruz Beyin dudakları titredi:

—    Doğru.

—    İşte Hulusi Efendinin eseriyle topografya haritasının manası!

—    Hakikaten siz gayet mühim bir şahsiyetsiniz, azizim Mehmet Mustafa Tahsin Nidaî Bey...

—    Hüsnü teveccühün demeyeceğim. Bu memlekete göre hiç şüphesiz en büyük bir adamım.

Efruz Bey kendi meziyetlerinin azameti için muhiti de kabul etmediği için arkadaşının bu tevazuunu lüzumsuz buldu:

—    Estağfurullah... Estağfurullah...

Sonra uzun bir hasbihale başladı:

—    "Ah bu memleket..."

.... Evet, bu memleket kördü. Hiç doğruyu görmezdi. Meselâ, hâlâ mektepler binaların içindeydi. Hâlbuki medenî memleketlerde... Müdür, küçük gözlerini Efruz Beye kaldırdı:

—    Medenî memleketlerde mektepler binaların içinde değil midir?

—    Değildir ya...

—    Ya nerededir?

—    Açıkta...

—    Açıkta mı?

—    Evet...

—    Doğru mu söylüyorsunuz?

—    Şüphe mi ediyorsunuz?

—    Yok, fakat...

—    Gözümle gördüm.

—    Yaz, kış mı açıkta?

—    Yaz, kış...

—    Nasıl?

Efruz bey, asılsız tafsilâta başladı mı coşardı:

—    Açık hava mekteplerini işitmediniz mi?

—    Senden bir kere duydum sanıyorum.

—    Evet, Avrupa'da açık hava mektepleri vardır. Tabiî papaz mektepleri falan buradaki gibi hâlâ binalar içinde... Fakat yeni terbiyeyi, yani teşebbüs-ü şahsîyeyi Anglosakson terbiyesini kabul eden kaya mektepleri hep açıktadır.

—    Kaya mektepleri ne demek?

—    Ekol do roş... Yani, kayalar üzerinde ders okunan mektep.

Mesele mühimdi. Müdür masanın başından kalktı. Efruz Beye daha ziyade yaklaşmak için önüne gitti.

—    Kayalar üzerinde mi?

—    Evet...

—    Niçin kayalar üstünde?

—    Pek, basit, çünkü rutubet yoktur. Kaya nakil olmadığı için yazın soğuk, kışın sıcaktır. Adeta Allah'ımızın bir kaloriferi...

—    Rica ederim Efruz Bey, bu açık hava mekteplerine dair tafsilât ver.

Çok mühim buluyorum.

—    Başüstüne...

—    Buyur!

Efruz Bey, tam bir buçuk saat buyurdu. "Maşrık-ı Envar-ı Maarif-i Osmanî" mektebinin mühürü öğrendi ki açık hava mektebi ilk insanlar gibi çocukları tabiî hayata alıştırmak için kurulmuş ilmî bir müessesedir. Yaz, kış, gece gündüz, muallimler, talebeler, hepsi hayatlarını kırlarda geçirirler. Okumak yazmak pek az! Yalnız ekip biçmek! Yol yapmak! Kanal açmak! Köprü kurmak! Nadas etmek! Hayvan yetiştirmek! Tavukların dil altlarını çıkarmak! Beygirleri nallamak! Güzel üvendire kullanmak! Falan filan...

Efruz Bey de ayağa kalktı.

İki şahsiyet karşı karşıya geldi, birbirlerinin gözlerine baktılar. Sıska müdür:

—    Ne duruyoruz? dedi.

—    Bizim gibi ilmî inkılâpçılara bu miskinlik yakışmaz.

—    Efruz Bey başını salladı:

—    Doğru, yakışmaz.

—    O halde ne duruyoruz?

—    Ne duruyoruz?

—    Yarından tezi yok. Hemen açık hava mektebini bu memlekette tesis edelim.

—    Edelim...

—    Hazırlığa falan...

—    Ne lüzum var, ne vakit.

—    Fakat...

Çocukların anası, babası duyarsa ihtimal razı olmazlar.

—    Sanki bir tenezzühe çıkıyormuşuz gibi kalkar, buradan gideriz. Bir daha gelmeyiz. Bizi kırlarda kim arayıp, kim bulacak?

—    Fakat...

—    Fakati, makatı yok... diye Efruz Bey, müdürün bütün tereddütlerini gevşetti. Hademeye falan da lüzum yoktu. Meccaniler hademelik edeceklerdi. Tedris ücretlerine gelince, kırda, açık hava mektebinde tesis olunacak çiftliğin varidatı milyonları bulacaktı, ihtimal talebeler aldıkları yüksek yevmiyeleri ailelerine gönderebileceklerdi. Efruz Bey zengin hayalinden açık hava mektebinin kârlarına dair tafsilât verdikçe müdürün küçücük dar muhayyileciği genişliyor, kocaman bir göl oluyordu. Saatlerin geçtiğini duymadılar. Masanın başına oturdular. Planlar çizdiler, yarın sabah çocuklar, bir günlük yemekleriyle beraber mektebe geleceklerdi.

Sonra erkenden Köprü'ye  gidecekler, vapurla Haydarpaşa'ya geçecekler, daha sonra öğleye kadar cebrî yürüyüşle  Maltepe'yi  tutacaklardı. Sonra?

Efruz Bey:

—    Sonra, diyordu, ertesi gün sabaha karşı bir mavna ile doğru Hayırsızada'ya...  Tabiî ilk Türklerin Gelibolu'ya çıkışları gibi!

Orada tabiatla yalnız kalacağız! Mücadele başlayacak. Angtosakson terbiyesi başgösterecek, her çocuk bir Robenson... Biz de birer Robenson! Müdür:

—    Ya ekmek? dedi.

—    Düşündüğü şeye bak. Acıkan ekmeğini taştan çıkarır.

—    Bu doğru; fakat su?

—    Zannederim ki Hayırsızada'da su vardır. Arayıp bulacağız, bulamazsak...

—    Ne yaparız?

—    Deniz suyundan tatlı su çıkarırız.

—    Nasıl?

—    İngiliz tayfalarının yaptıkları gibi.

Her şeyi müzakere ettiler. Artık mektebin akşam tatil zamanı yaklaşıyordu. Efruz Bey bir şey teklif etti. Bu açık hava mektebinin tesis şerefini yalnız "Maşrık-ı Envar-ı Maarif-i Osmanî" müdürüne bırakmak istemiyordu.

—    Ortaklaşa! diyordu.

—    Fakat nasıl?

—    Ben mektebin resmen ders nazırı olayım. Salâhiyetim sizinkiyle müsavi olsun.

—    Bir görevde iki baş olur mu?

—    Olur...

—    Nasıl?

—    Fevkalâde ejderhalarda olduğu gibi.

—    Ejderhaların masallarda kuvveti hep, yedi sekiz başlarından ileri gelir.

Müdür düşündü, taşındı:

—    Bu olamaz, Efruz Bey! dedi..

—    Olamaz mı?

—    Olamaz.

—    O halde ben yalnız başıma bu mektebi tesis ederim...

—    Talebe bulamazsın.

—    Bana iki çocuk kâfi..

—    Onu da bulamazsın.

—    O halde?

—    Gel beraber yapalım, ittihattan kuvvet doğar.

—    Ben de bu fikirdeyim. Fakat salâhiyetim olmazsa...

—    Resmen olmasın da... Hususî, ne istersen yap...

Efruz Bey düşündü. Bir kere koloniyi teşkil ettikten sonra müdürü aldatmak kolaydı. Bir ihtilâl kâfiydi. Hatta icap ederse denize bile attırır, her türlü! münasebetsizlikten birdenbire kurtulabilir. Vâsi, fakat hususî bir salâhiyetle mektebin nazırı oldu. Müdür:

—    Çocuklar gitmezden evvel seni takdim edeyim, dedi.

—    Muallimler nerede?

—    Mektepte yalnız bir muallim var.

—    Bir muallim mi?

—    Evet..

—    Eh, kaç sınıf var?

—    Yedi...

—    Diğer muallimler nerede?

—    İkisi hasta. Üçü izinli. Biri tebdilhavah... Altısı da mazeretli olmalı. Bugün gelmediler.

—    Bir muallim yedi sınıfı nasıl okutuyor?,

—    Geriye kalan altı sınıf müzakere eder. Eski derslerini pişirirler.

—    Çok iyi, zaten açık hava mektebinde eski muallimleri kullanmayız.

—    Ben yeni muallim almam. Bu, bir prensip meselesi.

—    Hayır canım, hiç muallim almayacağız. Bir ben kâfi. Ben her şeyi öğreteceğim.

—    Teşekkürler...

Müdür için için seviniyor, neşesini saklayamıyordu. Evvelâ mektep kirasından, sonra da muallim ücretinden kurtulacaktı. Dışarı fırladı. Çocuklar da dersten çıkmışlardı. Trampeti vuran hademeye:

—    Çabuk muallim beyi gönder. Efendiler çıkmasınlar. Beklesinler. Divan var! dedi.

Oda kapısında bekledi. Yan gözle içeriye bakınca yüreği hop etti. Efruz Bey kendi makamına oturmuştu. Dalgındı. Gözlerini sanki Ethem Paşanın şaha kalkmış küheylânına dikmişti. Acaba bu büyük şahsiyetin yanında kendi varlığı sönecek miydi? Müdür bunu muhakeme edemeden çağırılan muallim gelmişti.

-— Divan var, çocukları toplayınız.

—    Başüstüne.

—    Amma, çabuk..

—    Bir dakika...

Yıkık binanın alt kamdan kulakları paralayacak derecede şiddetli gürültü yükseliyordu. Çocukların en kızdıkları şey bu divandı. Müdürün yarım saat gevezelik edip kendilerini sokağa çıkmakta geç bırakmasını bir türlü çekemezlerdi. Zayıf muallim, müdür beye, çocukların hazır olduklarını söylediği zaman, bu gürültü daha ziyade azıtmıştı. Sokak kapısını kilitleyip önünde bir put gibi duran kapıcının etrafında çocuklar, Karagöz'deki "Başlar mısın, başlayalım mı?" bestesiyle bağrışıyorlardı:

—    Açar mısın, açtıralım mı?

Müdürle Efruz Bey eski konaklarda "ev altı" denilen bu loş meydana gelince gürültü birdenbire durdu. Müdürün ince, keskin, madenî sesi öttü:

—    Efendiler! Şimdiden sonra ders nazırınız Efruz Beyefendidir. Size takdim ederim.

Onun sayesinde neler öğreneceksiniz, neler...

Evvelâ o, sizi yoran, gözlerinizi ağrıtan kitaplar kalkacak, hiç kitapsız okuyacaksınız.

Deminden binayı yıkacak gibi haykıran çocuklar şimdi, hayretten nefes bile alamıyorlar, işittiklerine inanmıyorlardı. Kitapsız ders. Bu ne saadet! Gayri ihtiyarî itiraz ettiler:

—    Şaka ediyorsunuz?

—    Şaka mı?

—    Şaka... Şaka...

—    Müdürünüzün şimdiye kadar bir defa olsun şaka ettiğini gördünüz mü? Ciddî söylüyorum. Efruz Beyefendi kitapları, defterleri, kâğıtları, kalemleri, hatta siyah duvar tahtalarını, tebeşirleri, hepsini kaldırıyor. Artık vazife falan da yazmayacaksınız...

Çocuklar sevinçten uğulduyorlar:

—    Şaka...

—    Şaka...

—    Şaka söylüyorsunuz! diye haykırışıyorlar-dı. Müdür Bey uzun uzadıya, izahat vererek hepsini inandırdı. Mektep yeni terbiye usullerini kabul ediyordu.

Bu yeni usul hayat içindi. Hayatta kitabın ehemmiyeti yoktu. Kalkan yalnız kitap, yalnız okuyup yazmak, yalnız ezberlemek değildi...

Başka...

Çocuklar, tekrar:

—    Ne? Ne? Müdür Bey, ne? diye bağırıştılar.

—    Evet, Efruz Beyin sayesinde mektepten "ceza" da kalkacak, herkes müsavi. Meselâ ben de sizin gibi olacağım. Artık bana selâm vermeye mecbur değilsiniz. Hepimiz müsaviyiz. Muallimler size karışmayacak. Size kimse karışmayacak. Hatta ananız, babanız bile... İstediğinizi yapacaksınız...

—    Yaşasın Efruz Bey!

—    Yaşasın!...

Çocuklar öyle müthiş bir gürültü ile alkışlıyorlardı ki... Efruz Bey gayri ihtiyarî ilk hürriyet günlerini hatırladı. Müdürün yanında ayakta duruyordu. İki ellerini yukarı kaldırdı. Alkışçılara karşı:

—    Söz isterim, söz isterim! diye haykırdı. Kendilerine tasavvur edebilecekleri en büyük

saadeti getiren bu halaskarı çocuklar dinledi. O müthiş gürültü birdenbire kesildi. Efruz Bey nutkuna başladı:

—    Arkadaşlar! Evet, size "arkadaşlar!" diyorum. Çünkü benim talebem değil, arkadaşımsınız. Talebelik, muallimlik, amirlik, madunluk, büyüklük, küçüklük bugün öyle şey yok. Sabık müdürünüzün söylediği gibi, herkes müsavi...

Müdür birdenbire sarararak, Efruz Beyin sözünü kesti:

—    Sabık değil, hâlâ müdürünüz benim... Efruz Bey:

—    Hayır, sabık! diye devam etti. Hiç müdüre bakmıyor, doğrudan doğruya çocuklara hitap ediyordu.

".... Müdürünüz, eskiden müdürünüzdü. Kendisinin belki haberi yok.

Şimdi o sizin müdürünüz değil. Nihayet bir arkadaşınız. Artık kendisine "Müdür Bey" demek bir hakarettir.

—    Demeyiz... Demeyiz...

—    Evet, doğrudan doğruya ismini söyleyiniz. Fakat ismi de çok uzun!

Mehmet Mustafa Tahsin Nida"!.. Adeta dört kişilik bir isim!

Evvelâ bu arkadaşınızın ismini kısaltmalı. Bu acele çocukları çıldırttı:

—    Kısaltalım.

—    Kısaltalım.

—    Nasıl kısaltalım?

Müdür sapsarıydı. Gürültü o kadar şiddetli, Efruz Beyin tesiri o kadar kuvvetliydi ki...

İçtimai dağıtmaya cesaret edemedi. Yalnız bir kâbus içinde gibi dinliyordu

—    Bana kalırsa ona "Mistik" diyelim. Bu muhacir ismidir. Bu suretle vatanperverliğimizi, hamiyetimizi de göstermiş oluruz.

—    Mistik...

—    Mistik... Hey Mistik, diye bir gürültü koptu. Bu ismi herkes beğeniyordu.

Mustafa Mistik, Arabaya kıstık...

Efruz Bey, müdürün ismini düzelttikten sonra programa geldi:

—    Arkadaşlar! Yarın hepiniz daha güneş doğmazdan bir saat evvel buraya geleceksiniz, kitap falan getirmeyiniz. Yalnız bir günlük yiyecek... Ekmek, zeytin, peynir falan... Yarın ilk defa açık hava dersine çıkacağız. Gevezelik edip de evde ailenize bir şey söylemeyiniz.

—    Söylemeyiz... Söylemeyiz...

—    Haydi bakayım. Tabur mabur istemez, serbestçe dışarı çıkınız, paydos! Kapıcı anahtarı güç çevirdi. Bir çocuk tufanı taştı. Civardaki evler, yangın var, sandılar. En ziyade azanlar "Meccani"lerdi. Kapıdan çıkarken:

—    Allaha ısmarladık Mistik! diye bağırıyorlar, bazıları bu vedaı:

—    Çiroz Mistik!

Kitabiyle tamamlıyorlardı. Efruz Beyin on dakikalık telkiniyle eski zaptın, raptın, kaidelerin, nizamın, intizamın bir anda yıkıldığını gören müdür birdenbire ürktü. Gözlerini açtı. Ev altında çocuk kalmayınca Efruz Beye döndü:

—    Fakat azizim. Biz bunları zaptedemeyiz...

—    Niçin?

—    Böyle müsavat falan yapacağını bilmiyordum.

—    içeride konuşmadık mıydı?

—    Konuştuktu.

—    O halde artık itiraz etmezsiniz. Çünkü kabul ettiniz sayılır.

—    Fakat...

—    Fakat...

—    Evet, Mistik, görüyorum ki sen hürriyetten korkuyorsun. Çocuklara tabiî hürriyetlerini, tabiî zevklerini verince taştılar. Gürültüye başladılar. Bu, İşte onların "hayatiyet"leridir. Bu hayatiyet eski batıl itikatlarla bağlı duruyordu. Hiç istifade olunmuyordu. Şimdi onların hürriyetleri olacak. Hayatiyetlerini istedikleri gibi izhar edecekler. Bak bu -aşkın çocuklardan ne harikalar doğacak! Ne kadar dâhiler çıkacak.

Müdür ürkmüştü. Cevap veremiyordu. Beş dakikalık hürriyetin artık önüne geçilemeyeceğine kaildi. Kendine "Mistik" diye haykıran talebelere artık talebe namı verilemezdi, İşte on senelik mektep birdenbire yıkılmıştı. İçinden: "Ne yaptım da o adama kandım?" diyordu.

Efruz Bey dalgınlığından onu uyandırdı:

—    "Yanlış bir şey yemiş ispinoz gibi ne düşünüyorsun Mistik? dedi.

—    Hiç...

—    Cesaret, haydi hazırlan. Bu gece mektepte yat. Ben de gece yarısı geleceğim. Yarın ileri...

Ok yayından çıkmıştı. Zaten artık geri dönülemezdi. Zavallı Mistik:

—    Pekâlâ, yarın erkenden... diye başını salladı. Hele bu kısalmış ismi kendine ağır bir hakaret gibi geliyordu. Efruz Bey bu kendi eseri olan ismi sık sık tekrarlıyor, ne bey, ne efendi ilâve ediyordu.

Mistik zihninden: "Bari Mistik Bey" dese fikrini geçirdi. Hatta yüzünü kızarttı. Bu arzusunu söyledi. Efruz Bey bir kahkaha attı:

—    Azizim Mistik! Sen gayet mahdut bir adammışsın. Seni de açık hava mektebinde müsavata, hürriyete, yani demokrasiye alıştıracağım. Deli mi oldun? Hiç "Mistik Bey!" denir mi? Bu ismin tabiatında, âhenginde, telâffuzunda bile demokratlık vardır. Bey, paşa, efendi, ağa gibi elkapları kabul etmez.

Efruz Bey hakikaten gece yarısı "Maşrık-ı En-var-ı Maarif-i Osmanî" mektebine geldi. Kapıyı vurdu. İçeride galiba kimse yoktu. Cevap veren olmadı. Mehtap her tarafı aydınlatıyordu. "Biraz gezeyim, düşüneyim!" diye Kasımpaşa'nın sakin sokaklarına daldı. O da annesine üç sene için veda etmişti. Nereye gittiğini inat etti, söylemedi. Evet, üç sene, Hayırsızada'da büyük bir müstemleke yaratacaktı. Fakat vaktiyle İstanbul'da toplanıp oraya sürülen köpeklere dair duyduğu şeyler müthişti !, Bu hayvanlar aç kalınca birbirlerini yemeğe başlamışlar, en kuvvetlileri zayıfları yiye yiye azarak yırtıcı bir sürü olmuşlardı. Hatta denizlerde yüze yüze civardan geçen sandallara yaklaşıyorlar, içindekileri kaparak çatır çatır yiyorlardı.

Çocuklarla buraya çıkınca, mutlaka bir muharebe lâzımdı. Muharebe için de silâh! Silâhı nerde bulacaktı?

Fakat ihtiyaç her şeyi insana buldurur. Efruz Bey gülümsedi. "Buldum, buldum!" dedi.

Talebeleri silâhlandırmak için bir şişe "kloroform" kâfiydi. Küçük bir şişe kloroformla bir tabur teşkil edebilmek!.. Gülümsedi. Kendi kendine söylenmeğe, konuşmağa başladı:

"— Dâhiyim desem, herkes güler.

"— Hâlbuki...

"— Kim bir mecidiyelik kloroformla bin liralık silâh elde edebilir?

"— Şüphesiz, hiç kimse?

"— Ben yapacağımı söylesem...

"— Gülerler.

"— Ah budalalar.

“— Evet, bir gişe kloroform..."

Fakat bu şişeyi nerede bulmalıydı! Vakit geçirmeğe gelmezdi. Cebinde meşhur Doktor İsa Nazım'ın, annesine verdiği bir reçete vardı. Onu çıkardı.

Yazısını taklit ederek, imzasının üstüne "Kloroform" yazdı. Ay aydınlığında reçeteye dikkatli dikkatli baktı. Sahtekârlığı fark olunacak gibi değildi. Başladı, bir eczahane aramağa...

Rast geldiği bekçilere soruyor:

— Aşağıya in!

Cevabını alıyordu. Efruz Bey aksine yukarı çıktı. Perapalas'ın dibinden geçti. Koca Beyoğlu mehtapta sarhoş olmuş gibi uyuyordu.

İçinden: "Üç sene sonra benim müstemlekemin yanında köy halinde kalırsın!" dedi. Camekânında aydınlık gördüğü bir eczahaneye daldı. Kapının gürültüsünden uyanan çırak sersem bir tipti. Reçeteyi okudu. Hiç şüphelenmedi. Efruz Bey onun şüphesini bütün bütün gizlemek için: 

— Aman çabuk, bütün doktorlar evde bir ameliyat yapacaklar! dedi. Pamuk da aldı. Şişeyi cebine koyunca azıcık daha muvaffakiyet neşesiyle bir nâra atacaktı. İşte silâhlarım hazırlamıştı...

* * *

O daha adaya çıkar çıkmaz "kloroform" kullanmaya hiç hacet kalmamış, bütün sürgün köpekler sanki manyetize olmuş gibi iki geceli dizilmişler, salta durarak dillerini çıkarmışlar, onu ve talebesini büyük bir memnuniyet ve hürmetle karşılamışlardı.

Efruz Bey Hayırsızada'da "Açık Hava Mektebi" müessisi olarak kalmadı.

Adeta orada bir hükümet, bir müstakil prenslik kurdu. Adanın en tepesinde beş metre genişliğinde, dokuz metre uzunluğunda tanı yedi renkli bayrağı dalgalanıyor, gürbüz açık hava mektebi talebesi sahillerde çardakların altında yan gelip yatıyorlar, denize giriyorlar. Adanın kendine mahsus motorbotları vızır vızır İstanbul'a martı yumurtası taşıyor. Hayırsızada birdenbire en hayırlı ada olarak Efruz Beyle tebaasına nihayetsiz servetler temin ediyordu.

Bir gün Efruz Bey adanın en tepesine alacalı bayrağın dalgalandığı yere çıktı. Oturdu. A, ne oluyordu. Ada birden büyümeğe, şişmeğe başladı. Efruz Bey bağırmak istedi. Fakat sesi çıkmıyordu. Toprak beraber yükseldi, yükseldi, yükseldi. Belki Hazreti İsa'nın haram ettiği dördüncü kat göğe vardı. Birden başına gayet ıslak bir şey dokundu...

Gözlerini açtığı zaman, beyaz gömlek giymiş genç bir doktorun başucunda alnına ıslak soğuk bezler sarmakla meşgul olduğunu gördü. Kımıldamak istedi. Fakat her tarafı külçe olmuştu.

Yavaş yavaş hatırlar gibi oluyordu. Hain müdür onu aldatmış, ne kendisi gelmiş, ne de çocuklardan kimseyi yollamıştı. Fakat Efruz Bey azimkârdı. Fikret'in:

"Hak bellediğin bir yola yalnız gideceksin!" 

Mısraına iman etmişti. Bir sabah erkenden vapura binmiş, Kınalıada'ya (2) geçmiş, yanına öteberi de almıştı. Akşama kadar tepeden dürbünle Ha-yırsızada'yı tarassut etmiş, geceyi otelde geçirmişti.

(1)    Tevfik Fikret'in Halûk'un Defteri adlı kitabındaki Bir Tasvir Önünde şiirinin bir dizesi.

(2)    Kınalıada:    Marmara'da İstanbul'a en yakın ada.

Sabahleyin arka tarafta, in cin olmayan bir yerde boş bir sandal bulmuş, hemen içine atlamıştı.

Bundan ötesini bir türlü tahattur edemiyordu...

Şimdi bulunduğu yer "Yalova" idi. Demek bir felâkete uğramış, dalgalar onu istemeye istemeye Yalova sahasına götürmüştü. Fakat hayır, büyük işler yapmak, meşhur olmak emelindeydi. Her zaman olduğu gibi, düşünmeksizin aklına bir şey geldi. Buradan hemen İstanbul'a dönmek, oradan Yunanistan'a, Akropol'a(1) gitmek, sanat, edebiyat hocası olmak... Oooh, bu ne ilâhî bir mefkûreydi: Karyolasının içinde çırpınmaya başladı. Akropol'a, Akropol'a!..

Genç doktor hezeyanın yeniden başladığına sahip olmuş, Efruz Beyin alnına taze taze ıslattığı bezleri sarmaya çalışıyordu.

 


 

GAYET BÜYÜK BİR ADAM

"Safahat" dergisinde roman olarak duyurulan bu yazının sonu, derginin kapanması yüzünden, yayımlanmamıştır. Daha sonra yazar, "Şîmeler" adiyle bir hikâyesini yayımlamıştır.

BİRİNCİ KISIM

Hürriyet ilân olunduğu vakit ben İzmir'de idim. El şakırtıları, allı yeşilli bayrak dalgaları, birbiri üstüne binerek "yaşasın!" diye haykıran şuursuz halkın içinde beni arkadaşlarım buldular:

—    Ulan, hâlâ burada sen ne duruyorsun? dediler.

—    Durmayıp da, ne yapayım? diye ağzımı açtım.

—    Ne yapacaksın! İstanbul'a git! diye haykırdılar.

—    Senin gibi feylesof, muharrir, şair, müverrih, mütefennin bir genç payitahtta milletine hizmet edebilir, yoksa burada değil...

Ve beni omuzladılar. Havaya kaldırarak el üzerinde gezdirmeğe başladılar. Halk, hürriyet kahramanlarından biri sanarak, beni, onların elinden zorla aldı. Ayaklarımı ve pantolonumun paçalarım öperek saatlerce sokaklarda dolaştırdı. Ben, bu tezahürleri kendim için çok görmüyordum. Çünkü biliyordum ki, Türkiye'de benden başka ambryologi ilminde ihtisas kazanmış kimse yoktu. Ve halk, haberi olmadan, bu meziyetim için beni yükseklere kaldırıyordu, ilimsiz, irfansız,, fensiz, felsefesiz bir vatan yaşar mıydı? Eğer uykusuz kaldığım geceler ambriologi ile uğraşmasam, bu güzel ve aydınlık saadet gününü görebilir miydik? Rıhtımdaki Paris Kahvesi'nde yapayalnız bunu düşünüyordum. Artık gece yarısı çoktan geçmişti. Mersinlinin üstünde, menekşe, mor ve sincabi renkte bir fecir açılıyordu. Garsonlar uyukluyorlardı. Ve önümden hür ve insanlık hukukuna malik Osmanlılar geçiyorlardı. Kalktım. Onların arkasına takıldım. Galiba biraz sarhoştular. "Yeni bir âleme doğan bu yeni halk ne konuşuyor?" diye merak ettim. Kendilerine yaklaştığımı duymuyorlardı. Biri diyordu ki:

—    Bu eğlenmekse, eğlenmemek nedir?

—    Yatıp uyumak...

—    Sabaha kadar uyanık durmak bir şey olduğunu hileydik.

Abdülhamit'in devrinde de yapardık.

Gülümsedim. Kalbim çarpıyordu. Daha hürriyetin ilânından üç gün geçmemişti. "Dün" ayrılıyor, Abdülhamid'in devri oluyordu. Onları dinledikçe yetmiş dört birahane gezdiklerini, doksan iki şişe bira içtiklerini ve daha yüzümü kızartacak birçok şeyler işitiyordum. Biraz geriledim. Arkamdan yine hür Osmanlılar geliyordu. Ve kendileri gibi lâfları da kulaklarıma geliyordu:

—    Sabah oluyor, yahu...

—    Hürriyet bu... Gündüz uyku, gece keyif...

—    Eyy, para?

—    Allah kerim!

Onlar da yanımdan geçtiler. Ve Mısır Oteli'nin işkembeci dükkânına girdiklerini görünce, karnımın acıktığını hatırladım. Ben de girdim. Çorbayı içtikten sonra çıkarken elimi cebime soktum. Ancak bir çeyrek bulabildim. Ve işkembeci altı kuruş istiyordu. Sözde içine dört yumurta fazla kırmış...

—    Ne yapayım? Ne yapayım? diye başımı kaşıdım.

Pazarlık olmazdı. Hem bu millî şenlik içinde bir tatsızlık yapmak, artık vücutları görünmez olan polisleri yine meydana çıkarmak, benim gibi fâzıl ve uyanık, âlim ve muharrir bir gence yakışır mıydı? Fena olduğunu bildiğim halde yalan söylemenin faydasını inkâr edemem. Aklımda ismi kalmayan bir feylesof, "Yalan olmasa, dünya dönmez, yıkılır, giderdi." diyor. Kaşlarımı yukarı kaldırdım:

—    Eyvah! diye bağırdım, çantamı düşürmüşüm... ve hemen ilâve ettim: İçinde yedi İngiliz, dokuz Fransız, on bir Osmanlı, hatta bir tane de Fas lirası vardı. Mührüm altından idi.

Tezgâh başında hesap gören hür Osmanlılardan hiç bir kimse hür bir kardeşinin ziyanına eseflenmedi:

"Korkma Usta, şimdi paranı vereceğim," diyor, çantamı kim bulursa, Fas lirasından mâdasını kendisine hediye edeceğimi söylüyordum. Herkes başını sallıyor, en dikkatli dinleyen bile gülümsü-yordu. Çantamın kaybolmasından ancak işkembeci heyecana geldi:

—    İnşallah bulursunuz, dedi. Ama şimdi üzerinizde başka para yoksa, bana bir şey rehin bırakınız.

Üzerimde beş sene evvel iki kuruşa aldığım bir cep cüzdanı vardı. Bir de kurşun kalemi, iki forma Fransızca "Essai sur l'embryologie",  bu kâğıtları uzattım.

—    İşte, sana bir rehin! dedim. Bir liradan fazla eder.

Usta, gözlerime baktı:

—    Eğleniyor musun? diye sordu. Ve köşede yığılmış Rumca büyük gazete yığınını göstererek ilâve etti: Kâğıt para etseydi, biz dükkânları kapardık. İşte sana on okka kâğıt, getir beş kuruş, al hepsini git.

Mesele çatallaştı. Çorbasını bitiren tezgâhın başına geliyordu, içlerinden bazısı şüpheli nazarlarla beni süzerek:

—    Ayıp, ayıp! diye homurdanıyorlar.

Al aşağı, ver yukarı, sanki haberim yokmuş da, kazara buluyormuşum gibi, cebimdeki çeyreği çıkardım. Geriye kalan bir kuruş için de yeleğimi bıraktım. Kapıdan kendimi dışarı attım, îçimde bir acı duyuyordum, izzeti nefsim kırılmıştı. Hiç bir kuruş için adamın ceketi çıkartılır, yeleği arkasından alınır mıydı? Keski tütünü bırakmasaydım! Tütünü bırakmasam bu felâket başıma gelmeyecekti. Çünkü fakfon tabakamı da kaybetmeyecek, müşkül bir mevkide, bir kuruşa karşı rehin gibi onu kullanacaktım. Zaten adam, üzerinde kıymetli bir şey bulundurmalıydı. Bu âdeta içtimaî bir mecburiyetti. Fakat benim gibi âlimane, say ve tetebbu içinde hayat geçirenler, akıllarını öyle lüzumsuz şeylere sarf edemezler.

Spenser gibi büyük bir feylesof bile üzerinde elbette gümüşe dair bir şey taşımazdı. Büyük hakikatin herkes tarafından anlaşılması için aç açına kitaplar yazdı. On beş sene yazdıktan sonra otuz bin franktan, yani bin beş yüz liradan fazla bir para kaybetti. Yine yılmadı. Kendisine verilen mükâfatları, rütbeleri bile istemedi. 1882'de Paris "Ulûm-i Mâneviyye ve Esâsiyye Akademisi" ne âza tâyin olunduğu halde, tabiî, bir genç Osmanlı vatanperverliği ile hiç bir ecnebi müesseseye giremeyeceğini söyledi. Amerika'da kendini seven dostları ve okuyucuları bu feylesofun fakirliğini, açlığını düşünerek, aralarında kırk bin frank kadar para toplamışlar ve bir altın saatla göndermişlerdi. Spenser saati aldı, paraları da geri yolladı. Sonra Kraliçe Viktorya'nın kendisine verdiği rütbe ile Almanya imparatorunun madalyasını da geri çevirdi. Güzel ve küçük bir odasında yattığım Hacı Seymen Hanına giden sokaklardan geçiyordum. Kalabalık buralara bile taşmıştı. İstemeye istemeye:

—    Doğrusu bu Spenser biraz budala imiş... diyordum ve ne kadar büyük olursa olsun ona benzememeğe karar verdim. Hayatta niçin para ve menfaatten böyle nefret etmeli? Eğer ilim için bir budalalık lazımsa, ben bütün embryologiye ait notlarımı yırtar, meydana atılarak:

—    Cahilim, yahu, ben de cahilim! diye haykırmağa başlardım.

Hâlbuki İşte hürriyet ilân edildi. Bunu, şu, yahut bu zat, isimlerini bütün dünyaya telgrafların aksettirdiği Niyazi ve Enver yapmadı. Halk yaptı. Ahali yaptı. Uyanan Osmanlılar yaptılar. Tabiî şimdi bunlar gençliğe, ilme, fenne, hususuyle embryologi'ye büyük bir kıymet verecekler ve bizim gibi âlimleri, bu akşam bana yaptıkları gibi hep el üstünde gezdirecekler, mükâfatlar, paralar, maaşlar bahşedeceklerdi. Ve akademi açılacaktı... Embryologi mütehassısı ben, mutlaka ilk azadan olacaktım. Yarın nereden para bulabileceğimi hep bunlarla beraber düşünüyordum. Artık son parasız günlerimiz bu günlerdi. Yarın Meşrutiyet ve Hürriyet sayesinde şöhret cennetine girince gamlı bir mazi olan sefalet ve züğürtlüğümü nasıl hatırlayacak, hatıramı yazarken bir saat evvelki yelek vakasını nasıl ballandıracaktım.

Hanın kapısına geldim. Tuhaf! Hancı Mesut beni bekliyordu. "Hey gidi Hürriyet hey!.. İşte ilmin, âlimin kıymeti bilinmeğe başladı" diye sura-timi ekşittim. Mesut, kalın karakaşlı, kısa boylu, ters ve mendebur bir herifti.

—    Seni bekliyordum, dedi, feneri nerede söndürdün?

—    Heyhat, zavallı diye kabardım, fener söndürmedim. Bilâkis hezaran es bi eydi hisad hezaran eşi'a-i hürriyet ikad ettim.

—    Ne yaptın, ne yaptın?

—    Söylediğimi anlamadın mı?

—    Yoook...

—    Niçin?

—    Türkçe söylemiyorsun ki babam, boyuna lügat paralıyorsun.

—    Bu Osmanlıca, ilm-i lisandır. Sizin Türkçe ile söylenmez.

—    Öyle ise sus, hiç söyleme...

Fena halde surat astı. Gözlerini öbür tarafa çevirdi. Ben, sevgili vatandaşımın hatırını kırmamak için lafımı Türkçeye tercüme ettim:

—    Bak, ne diyorum: Fener filan söndürmedim. Bilâkis binlerce fikirsiz kafada yüz binlerce hürriyet alevlendirdim.

—    Ey, sonra buraya niye geldin?

—    Yatmağa...

—    Ben senin odana iki müşteri yatırdım. Hiddetlenecektim. Hâlbuki, iki aylık borcum vardı. Şimdi Mesut, biraz akıllı ve fikri açık bir adam olsa, benim gibi, tam şöhret ve samanın eşiğine gelmiş bir. âlime böyle eşekçe muamele eder miydi? Feylesofluğa vurmak istedim:

—    Ne ise zararı yok. Başka, cahil bir adam olsa, bu yaptığına kızardı...

—    Ben cahile kızmam ama... parasız biri elime geçse, anasını bellerim... Gayri ihtiyarî:

—    Yaaa... diye ağzım açıldı.

Gündüz oluyordu. Uyku gözlerimden akıyordu. Ayaklarım titriyordu. Acaba bu kaba herif benim parasızlığımı yüzüme vurmak, taş mı atmak istiyordu? Yine pişkinliğe vurdum. Feylesofların avam ile uğraşmaları ayıptı. Gülümseyerek '

—    Pek uykum var, bana başka bir yatak göster sen de, bir iki saat kestir sem... dedim.

—    Hiç boş yatağım yok.

—    Ey, ben şimdi ne yapayım?

—    Senin ne yapacağını ben ne bileyim? Artık herifin münasebetsizliğine dayanamadım, iki aylık borcumu vermeyeceğimi söyledim. Cevap olarak benim bütün eşyalarımı, yatağımı, kitaplarımı zaptettiğini söylemesin mi?.. Boğazına sarılacağım geldi. Lâkin artık Meşrutiyet'ti... Böyle vahşice ve barbarca bir hareketin benden çıkması, doğrusu gençliğe, Meşrutiyet'e, ilme, insaniyete leke olabilirdi. Ah, kendimi tutmak için nasıl dişlerimi sıktım. Gıcırdarken "çatt!" dedi. Üst sıra dişlerimin sağdan üçüncüsü kırılmasın mı? Hiddetimin dehşetinden kendim de korktum. Tekrar caddeye doğru kaçmaya başladım. Mesut arkamdan küfürleri basıyordu.

Salepçibaşı Hanının kıraathanesine girdim. Henüz kimse yoktu. Başımı, masanın mermerine dayadığım kollarımın üzerine bir güzel yerleştirdim. Kulaklarım uğulduyor, başım ağrıyordu. Evet, ben İstanbul'a gitmeliyim. Şan, şöhret, saman beni orada bekliyordu.

"Safahat" dergisi, sayı 2, mart 1330 (.1914)


 

ŞİMELER 

Herkesin: "Gayet büyük bir adam" dediği bu zat sahiden pek büyüktü. Boyu bir doksan beş santimetre idi. Yahut yürürken çok kabardığından öyle görünüyordu. Kuvveti, şiddeti çıplak resimlerindeki kabarık bazularından belli oluyordu. Hele bıldırcın avına gidecekmiş gibi başı açık, spor elbisesiyle çıkarttığı fotoğrafı... Elinde tuttuğu kaim ve korkunç kırbaç... Tüyleri ürperme-den kimse bu nefis, kahraman hayale bakamazdı. O kadar büyüktü ki nazırlar yanında pek küçük kalıyordu. Okuduğu birkaç milyon kitabın kafasına yığdığı o nihayetsiz malumat, okumayıp ha "okudum diye iddia ettiği birkaç milyon risalenin sayıları da ilâve edilecek olursa zekâsının... hayır, hayır, dehasının dehşetinden titrememek kabil değildi.

Bütün gençlik, bütün ihtiyarlık, bütün orta yaşlılık, dişilik, erkeklik, büyüklük, küçüklük, iyilik, fenalık hasılı bütün dünya onun adı anılınca ayağa kalkıyor; evvelâ rükûa, sonra secdeye varıyor, vardığı bu secdeden bir daha doğrulamıyor, bir daha kımıldanamıyordu.

Bu "gayet büyük adam" m en ziyade kızdığı şey millî, dinî mefkûrelerdi. "Ah bu serseriler, derdi, ellerinden gelse bütün insaniyeti mahvedecekler..." Evet, dünyada milliyet kadar çirkin, yırtıcı bir vahşilik iddiası olamazdı, İtalyanları yarım asır evvel Avusturya'ya karşı isyan ettiren, kurdukları müstakil hükümetleri birdenbire büyüterek, meşum tarihlerinden ilham alarak Trablus'a atılmalarına sebep olan "milliyet" hissi değil miydi? Rusya'nın Asya'yı benimsemesi, Japonya'nın sivrilişi, sarı tehlike, Pan' Cermanizm,  Pan îslavizm  tehlikeleri hep bu milliyet hissinden doğmamış mıydı?

Bulgarların iki hafta içinde İstanbul'a dayanmaları hangi uğursuz kuvvet sayesinde idi? Milliyetler, dinler olmasa insanlar bu arzın üzerinde kardeş gibi yaşayacaklardı. Türkiye'de olmayan bu tehlikeyi icat etmek en büyük bir cinayet değil miydi?

Büyük adam, aynı zamanda gayet büyük bir muharrirdi. Liberal gazetelerin baş sütunlarında Pan Türkizm, Pan İslâmizm, aleyhinde birçok yazılar yazdı. Hatta bir mecmua: "Yeni lisan, yeni hayat" hareketinin aleyhinde bulunuyor, millî cereyanı asker bozuntusu iki üç muharrire atfediyordu. Büyük muharrir sabredememişti. Hemen bir mektupla: "Ben de tamamıyla sizin fikrinizdeyim. Türklük cereyanı vatana, millete (!) çok muzırdır.”,diye takdirlerini saçıyordu. Onun fikrince felsefenin, ilmin, fennin gayesi fertleri cemaatlerinden ayırmak, onu hür, müstakil bırakmaktı. İlme, felsefeye yabancı kalmayan bir fert ne milliyetini, ne dinini tanır, ayrı dinlerin saliklerini hep kardeş tanırdı.

Bütün arz onların vatanı idi. Milliyetleri insanlıktı. Ancak bu nazik, medenî noktayı anlayan insan, insan olurdu... Yoksa milliyet gibi vahşet, karanlık zamanından kalma bir müesseseye bağlayan, bir cemaatin ruhuyle, iradesiyle hareket eden, kendi arzularını unutan bir adam asla insan addolunamazdı. Bu "insan addolunamayan güruh" halkı kendilerine benzetmeye çalışıyor, "Turan, Turan, Turan" diye tehlikeli bir gürültü koparıyordu.

Kırk sekiz yaşındaydı."Memeden kesilir kesilmez düşünmeye, yazmaya başladığı gayri matbu altı yüz bin sayfalık eserinde medeniyetin ferdiyete doğru yürümek olduğunu ispat etmişti. Milliyetler ölüme mahkûmdu.Cemaatler dağılınca millî vicdanlar da yaşamayacak, herkes umumî bir idare ile değil, şahsî arzularla hareket edecek, o vakit ortada yalnız "insanlık" kalacaktı. Fakat Avrupa'daki cemaat ruhlarının iflâsına daha çok zaman isterdi. Ruhsuz, idraksiz bir cemaat olan Osmanlı Türkleri İşte bu insaniyet gayesine yüzlerini çevirmişlerdi. -Politika ile uğraştığı zamanlar diğer Osmanlıları, yani Bulgarları, Sırpları, Rumları, Arnavutları pek iyi tanımıştı. O vakit ki bu gayri Türk Osmanlı arkadaşlarının milliyet, din hususundaki taassuplarına bakar, içinden:

—    Ne kadar kafalı herifler... derdi: Bununla beraber Kozmidi ile canciğer sevişirdi. İntihabat esnasında Boşo'yu halka "Sağlamdır... Benden hamiyetli, benden vatanperver bir Osmanlıdır." diye takdim etmişti. "Osmanlılık, müsavat, adalet, kanun, yine kanun, sonra yine kanun..." davasını şimdi Arnavut kırallığı nazırlarından olan eski fesatçılarla beraber ne güzel müdafaa etmişti! Artık "Elhamdül Bacon  ve Spencer  bu millî, taassup unsurları Osmanlılığın içinden çıkmışlardı. Araplar Arabistan'da, Türkler Anadolu'da hemen hemen yalnız kalıyorlardı. Türkleri yalnız İstanbul ahalisinden ibaret sanırdı. Ecnebî coğrafya kitaplarının adedini yazdığı on beş milyon Türk'ün varlığına inanmaz:

—    Bu Avrupalılar etnografya ilminde pek cahildirler, derdi. "Memaliki Osmaniye" ye haksız olarak Türkiye dedikleri gibi, Anadolu ahalisine de hep "Türk" diyorlar...

Faydasız mütalâayı sevmediğinden tarihe o kadar ehemmiyet vermemişti. Bütün tarihî malumatı mektepte öğrendiği şeylerdi. Bu malumatın verdiği katî itimat ile gülerdi.

— Anadolu'da on beş milyon Türk ha... Bunu yazan Avrupalılar hiç tarih okumamışlar. Türkler Anadolu'ya altı yüz sene evvel beş yüz çadır halkı olarak gelmişler. Ada tavşanı olsalar bu kadar üreyip çoğalamazlar...

Hâlâ mekteplerde okutulan, içinde "Türk, Turan" kelimesi geçmeyen küçük "Fezleke-i Tarih-i Osmanî" kitabından başka tarih görmediğinden Osmanlı Türkleri gelmezden evvel Anadolu'nun baştan aşağıya kadar Türk milletiyle dolu olduğunu bilmezdi. Selçukîleri Acem zannediyordu. Hele Aydın ahalisi tamamıyla Rum'du. Çünkü ora ahalisine verilen "Efe" ismi Rumca eski, genç kahramanlara verilen “Efe” kelimesinden çıkmamış mıydı?

Milliyetperverlerin "Türk" yapmaya çalıştığı Türk - Osmanlı nüfusu karmakarışık, kendi tâbirince "Mağşuşül-milliye" bir heyetti. Bunlara millî, dinî bir mefkûre vermek müşterek insanlığa karşı bir hıyanet idi.

Zira bu Türk - Osmanlıların damarlarında beş sene evvel Selanik'te çıkan milliyetperver bir paçavraya yazdıkları gibi: Rum, Bulgar, Sırp, Rus, Fransız, İngiliz, Alman, İtalyan kanı akıyordu. Asla "Türklük" ü kabul edemezlerdi, işte kendisi meşrutiyetin ilânından beri beş altı milliyete intisap iddia etmişti. Hatta Balat'ta verdiği bir konferansta:

— Bizzat bir siyonistim...  diye haykırmıştı. Lâkin yine Türklüğü kabul 'edemezdi. Çünkü kendisinin Türk olmadığını iyice biliyordu. Türk olmadığına zekâsı, dehası şahit değil miydi? Hiç Türklerin içinden kendisi gibi mütekâmil, âlim, fazıl, mütefennin, feylesof çıkabilir miydi?.

Kendisi olsa olsa "Osmanlı" olabilirdi. Öyle bir Osmanlı ki mazi ile "Memalik-i Osmaniye" haricindeki Türklerle, Türklükle, Turan ile katiyyen alâkası yok.

Yahşinin denize bakan en büyük odasını kütüphane yapmıştır. Yıllarca biriktirdiği, ciltlettirdiği kitapları birkaç sene evvel Türklük iddia eden Osmanlılara inat için-Hıristiyan, ecnebi bir müesseseye vermişti. O vakitten beri yine her hafta Beyoğlu'ndan bir küfe kitap alır, hammalla evine getirirdi. Bu zerzevat gibi küfe ile kitap almak onun eski bir âdetiydi. Osmanlılar küfe küfe alınan bu kitapların hepsini okur zannederek ondan ürkerlerdi. Hatta Abdülhamit Efendi bile padişahken onun şöhretinden, ilminden korkmuş, terbiyesini verememişti.

Yine dolmağa başlayan kütüphanesine bu sefer büyük büyük dolaplar da koydurmuştu. Akajudan yapılmış bu narin, şık dolaplar otuz âşıklı bir kokotun elbise dolaplarına benziyordu. Kapakların fildişi levhaları üzerinde yaldızlı harflerle: "Birinci sayfadan,

"Yüz on iki bin sekiz yüz kırk beşinci sayfaya kadar.

"Yüz on iki bin sekiz yüz kırk altıncı sayfa-

"Dört yüz otuz bir bin dokuz yüz yetmiş üçüncü sayfaya kadar.

"Beş yüz bin altı yüz elli üçüncü sayfadan, sekiz yüz bin üç yüz on birinci sayfaya kadar...' yazılmıştı. Bu dolaplar altı tane idi. Birisi görse bu gayet büyük adamın tavazu için yalan söylediğine, altı bin sayfalık eserinin birkaç milyon sayfalık olduğuna hükmedecekti. Fakat sıkı sıkıya kilitlenmiş olan bu dolapların içinde hiç kâğıt yoktu. Onun. eski spor elbiseleri, kırbaçları, kispetleri, tek, çifte gözlükleri, kemerleri, cübbesi, külahı, teşbihleri, neyi, tamburası dururdu.

Açık pencereleri indirdi. Hava çok güzeldi. Fakat soğuktu. Üstünde küçük kitap kaleleri yükselen yazı masasına oturdu. Her vakit ki meşguliyetine başlayacaktı. Bu masanın üzerinde asla yazı yazmazdı. Yalnız usturalarını bilerdi. Anahtarla çekmeceyi açtı. Bileyi taşını, küçük bir zeytinyağı şişesini, bir deste de ustura çıkardı. Büyük, âlimane bir dalgınlıkla işe başlayacaktı. Lâkin:

— Belki erken gelirler... diye durakladı. Düşündü. Tekrar çıkardığı şeyleri çekmeceye soktu, kilitledi. Sonra önüne büyük, İngilizce bir kitap açtı. Okuyormuş gibi bakmaya başladı. Bugün iki büyük adamı davet etmişti. Onları barıştıracaktı. Şair, âlim, mütefennin, feylesof, mutasavvıf ve kabalist   olduğu kadar hayalperverdi. Bu iki büyük adamın dargınlığında Osmanlılık için gayet büyük, hem gayet büyük bir tehlike görüyordu. "Mağşuş-ül-millîye" ve Türklükle, Turan'la münasebeti olmayan Osmanlıların en büyük adamı kendisiydi. Hatta üç dört aylık hükümeti esnasında vatana, millete ettiği büyük hizmetleri tarihin asla unutamayacağı "Büyük kabine" onun iktidarını, meziyetini' takdir 'ederek âyanlığa namzet göstermemiş miydi? Tuhaf, hayalî bir hezeyan içinde kendisini nazır zannetti. Yine yalnız hayalinde mevcut olan Osmanlı milletine bir hizmet edecek bu iki meşhur, büyük adamı barıştırarak ayana sokacaktı. O vakit ikiye ayrılan Osmanlılar birleşecekler, gayri millî, ferdî hayatlarına devam edeceklerdi. Bunlardan birisi "şîme-i muhabbet, birisi "şîme-i husumet" iddia ediyordu. Hayalinde büyüttüğü, hayalinde vücut verdiği gayri millî Osmanlı milleti şimdi şaşırmıştı. Husumete mi, yoksa muhabbete mi taraftar olsunlar? Bu iki âlemin, çıkardıkları davalarla şöhreleri cihana yayılmıştı. Eğer barışmazlarsa Avrupa'da değil, hatta bütün dünya yüzünde umumî bir muharebenin baş göstereceği iki kere iki dört eder kadar muhakkaktı. O vakit "şîme-i muhabbetciyle "şîme-i husumet" çinin namları tarihlere geçecekti. Bu ne muvaffakiyetti... Kendisi altı yedi yüz bin sayfalık bir eser yazmaya kalkmasına rağmen, fotoğraflarına, makalelerine, hususî mektuplarına, resmî istidalarına imzasını "feylesof' diye attığına rağmen, henüz onlar kadar baş döndürücü, anî bir şöhret kazanamamıştı. Bunu kıskanıyordu. Ah ne olurdu, o da bir "şîme-i bir şey uyduruverseydi... Lakin hayır, İşte kendisi nazırdı. Maddeten değilse bile manen nazırdı, mademki Türklüğü kabul etmeyen, milliyetperverlerin arkasından gitmeyen Osmanlıların en büyük adamıydı. Hakikatte hakkı nazırlık değil, sadrazamlıktı. Şîmecileri barıştırıp ayana koyacak, onların iddiasından kendisine mahsus vasati bir "Şîmei.." çıkaracaktı. Dünyada en nefret ettiği, sözüyle, kalemiyle, her fırsatta aleyhlerinde bulunduğu genç Türklerin en yırtıcı huysuzlukları, vahşetleri barışmamak, itilâf etmemekti.. Onlar "itilâf mesleğin ölümüdür." derlerdi. Biraz kendi imtinalarından, programlarından feda ederek muhalifleriyle, şantajcılarla anlaşmazlardı-Hâlbuki o "muhabbet" ile "husumet" i barıştıracaktı. Çünkü budala değildi, gayet zekiydi. Hem "muhabbet" ile "husumet" in arasında ne fark vardı? Hemen hiç... Beyaz ile, siyahın, tek ile çiftin,, altın ile suyun arasındaki fark kadar ehemmiyetsiz, bir başkalık... Bu başkalığa âdeta "müsavat" denebilirdi. Biraz tahlil istiyordu. Yoksa muhabbetin, husumetten, beyazın siyahtan, tekin çiftten, ateşin, sudan hiç farkı yoktu. Başını sallayarak:

—    Bütün yollar Roma'ya gider... dedi. Zaten o hissediyordu. Muhabbetçi ile husumet-

çinin yalnız nağmeleri değişiyordu. Bestelerinin, güftesi, bu güftenin manası hep birdi... Hep bir. Menfaat... Mademki fikirlerinin esası birdi, niçin dargın duracaklar, Turan düşmanı Osmanlılığı anarşi içinde bırakacaklardı.

Daldığı, cehennemdeki gayya kuyusundan daha derin mütalâadan hizmetçi kız uyandırdı... Rumca, şişman bir beyin geldiğini söyledi. O da Rumca, yanına getirmesini söyledi. On yedi lisan biliyordu, İngilizle İngilizce, Fransızla Fransızca, Rumla Rumca, Arnavutla Arnavutça, Yahudiyle İspanyolca, fakat Türklerle Osmanlıca konuşurdu.

Hizmetçi kızın arkasından giren "Muhabbetçi"' Bey idi. Biraz ayağa kalktı. Yer gösterdi.

—    Buyurun, oturunuz bakalım, dedi. "Muhabbetçi" nin mesut, şişman bir banker gibi dünya umurunda değildi. Güldü:

—    Geç mi kaldım? diye sordu.

—    Hayır, hayır...

—    Fakat matbaada işimi bıraktım. Zarar, ziyan olarak sizden bir makale almadan gitmem...

—    Pekâlâ, şeye dair yazdığım yazıları sana veririm...

—    Neye dair?

—    Şeye canım...

—    Neye?

Büyük adam öyle kaldı. Neye dair yazdığını bulamıyordu. Bazularım gerdi, dişini sıktı, attı:

—    Pestalojiye  dair canım, birden bulamadım.

"Muhabbete" sevindi:

—    Pestaloji... Evet, gayet mühim bir fen... Sekiz on senedir ben bu fenle uğraşıyorum. Osmanlılarca bilinmeyen bu ilimden ilk defa benim risalemle bahsolunması büyük bir şeref... Şerefin en büyük kısmı da size ait olacak.

Bir saat kadar Pestalojiye ait konuştular. Bu ilmin tarihinden, terakkisinden, tekâmülünden, bahsettiler. Hizmetçi kız, bir beyin daha geldiğini haber verdi. Büyük adam "Muhabbetçi" ye:

—    Sana bir sürpriz yayacağım, dedi. Mutlaka barışacaksın...

—    Ne? Beni onun için mi çağırdınız?

—    Evet.

—    Niçin!

—    "Husumetçi" ile barıştırmak için...

—    Mümkün değil.

—    Niçin?.

—    Çünkü o barışmaz. Yoksa bana göre hiç... Büyük adam hizmetçi kıza bu beyin getirilmesini yine Rumca emretti.

Muhabbetçiye:

—    Sen emin ol... dedi.

Beklediler... Biraz sonra kapı açıldı. Husumetçi büyük adama doğru yürüdü. Kendisine uzanan elleri sıktı. Yüzünü çevirip diğer misafiri görünce çehresi değişti. Bir an içinde kızardı, bozardı, sarardı, yeşilleşti, morardı, karardı. Adeta sathına bukalemun derisi kaplatmış bir husumet heykeline döndü. Gözlüğü titriyordu. Yumruklarını sıktı. Muhabbetçiye o kadar korkunç, ateşli bir gözle baktı ki... Büyük adam bile ürktü. Ayağa kalktı.

—    Ne oluyorsun yahu? dedi. Otursana... Tuhaf bir tesadüf. Hiddetlenmeye lüzum yok.

Birden Muhabbetçi de korkmuştu. Husumetçinin elinden bir kaza çıkacağından çekmiyorlardı. Fakat yavaş yavaş Muhabbetçi cesaret aldı. Arkadaş oldukları zaman onun ne kadar cesur olduğunu da öğrenmişti. Husumetçi:

—    Düşmanımın bulunduğu yerde duramam, mazurum, dedi. Tekrar kapıya doğru yürüdü.

Büyük adam fırladı. Onun belinden yakaladı:

—    Burası tekkedir. Gelmek sizin elinizde ama, gitmek değil... diyordu. İşitiyorlardı. Husumetçi kurtulmaya çabalıyordu. Ev sahibi bırakmıyordu. Muhabbetçi bedava sinematograf seyreden acemi bir polis hafiyesi kadar neşeliydi. Nihayet Husumetçinin gözlüğü yere düştü, büyük adam üzerine basınca tuzla buz oldu. 'Gözlüksüz kalan Husumetçi:

Teslim, teslim! diye bağırdı. Artık gitmeyecekti çünkü gözlüğü kırılmıştı. Artık hiç görmüyordu. Hatta şimdi kovsalar yine gidemeyecekti. Zira duvarlara çarpar, hendeklere düşse, denize yuvarlanırdı. Son nefesinde vasiyet veren bir hasta sesiyle:

—    Beni bir yere oturtunuz, dedi. Bir koltuğa oturttular. Elleriyle gözlerini ovuşturuyordu. Gayet büyük adam, feylesof, muharrir, âlim, şair,

' ilâ... olduğu gibi aynı zamanda doktordu. Husumetçiye gözlerinin miyop olup olmadığını sordu:

—    Ah ne miyopu, dedi. Hep kabahat bende... O kadar çok kitap okunur mu? İşte gözlerimi kaybettim. Gözlük olursa ne âlâ, görebiliyorum.

Yoksa körüm...

Büyük adam acıyor, ameliyat lâzım geldiğini söylüyordu. Bu gözlüksüz kalan gencin hali o kadar feci idi ki darılmazdan evvel onu birçok defalar gözlüksüz kitap okuduğunu hatırlamakla beraber Muhabbetçi bile acıdı. Husumetçi yumuşuyordu:

—    Görebiliyorum ama; pek az... Hayal meyal... Benden size nasihat, okumayınız. Deha, ilim okumakta değil, okumamaktadır.

Muhabbetçi sordu:

—    Peki okumayalım, fakat yazmayalım mı?

—    Feylesof, dargın olduğum bir düşmanın aczimden istifade ederek bana söz söylemesine müsaade etme. Ben sana hitap ediyorum. Evet, dostum, okuma. Yazmaya gelince, bunun için on beş, on altı yaşında bir çocuk bulur, onu kullanırsın. Sen söylersin o yazar. Tenkitleri o kadar mükemmel yazar ki...

Büyük adam dolapların birisinden büyük bir kutu gözlük çıkardı. Hiç biri Husumetçinin gözüne uymuyordu. Nihayet dört gözlüğü birbiri içine taktılar. Bağladılar. Artık Husumetçi bir parça görüyordu.

Yavaş yavaş konuşmaya başladılar. Yine bahis Pestaloji ilmine dayanmıştı. Bu ilim darülfünuna kabul olunmazsa, "Memalik-i Osmaniye" nin, belki bütün Osmanlıların mahvolacağını muhakkak addediyorlardı.

Husumetçi yazdırdığı yeni eserine Pestalojiye dair de bir fasıl ilâve ettiğini söyledi.

—    O kadar izahat verdim ki herkes şaşacak. Bütün "Memalik-i Osmaniye" halkı birbirine girecek. Sokaklarda nümayişler olacak... diyordu. Fakat "Pestaloji..."nin manasını bilmiyordu. O zaten ilimlerin kendilerini bilir, lâkin isimlerini bilmezdi. Hatta sipirtizm ile spiritualizm arasındaki farkı bilmediğini yüzüne vurmuşlardı. Cebinde "Larus do Poş"   cuğu duruyordu. Şimdi çıkarıp baksa Pestalojinin neden bahsettiğini birdenbire anlayacak, hatta buracıkta bir konferans bile verebilecekti. Fakat... Ayağa kalktı:

—    Biraz dışarı çıkacağım, dedi.

Yalının her tarafını tanırdı. Aptesaneye gitti. Kapıyı kapadı. Birbiri içine takılmış dört gözlüğü gözünden çıkardı, cebinden Larus'unu çekti.

Pestaloji kelimesine baktı. Hayret... Bu bin sekiz yüz yirmi yedide ölen İsviçreli bir terbiye mütehassısının ismi idi. Evet, bu bir insan ismiydi. Lâkin feylesofla Muhabbetçi ne kadar ciddiyetle ondan bahsediyorlardı. Gidip yalanlarını, cahilliklerini yüzlerine vurmayı düğündü. Hâlbuki kendisi Pestaloji'ye dair yeni eserine bir fasıl yazdığını söylemiş miydi. O halde onların yalanına iştirak etmişti. Tekrar oraya gitti. Hâlâ Pestaloji'nin son nazariyeleri konuşuluyordu. Sesini çıkarmadı.

Nihayet büyük adam dedi ki:

—    Bakınız, âlimlerin dargın durması millet için ne büyük felâket... Ben sizleri buraya barıştırmak için çağırdım. Vaktimiz ne kadar faydalı geçti. Pestaloji gibi Osmanlılarca meçhul bir ilim hakkındaki tetebbularımızı hatırladık. Birbirimizin malumatından istifade ettik.

Biz bir araya toplanmazsak cehalet karanlığını kim aydınlatacak? Hayır, hayır... Artık siz dargın duramazsınız. Barışmalısınız. Zaten iddialarınızın esası bir... ikinizin iddiasını kaynatıp bir meslek çıkarmak pek kolay. Husumetçiye döndü:

—    Meselâ siz "şîme-i husumet" diyorsunuz. Maksadınız milliyetperverlerinki gibi âdi, kaba, vahşiyane değildir. Bundan eminim. Meselâ siz zavallı Osmanlıları Türk yapmak, onları mazi, anane içinde, bir cemaat halinde toplayıp garbe intikam için, şarka ittihat için saldırmak istemezsiniz.

—    Tabiî... Hatta gayet büyük bir zata bu Türkçülük milliyet cereyanının vatan, millet için ne kadar muzır olduğunu söyledim. Katiyen milliyetperverlerin muhalifiyim.

—    Pekâlâ... Zaten bunu biliyorum. Senin kadar Avrupa'yı, Hıristiyanları ben bile sevemem. Senin maksadın Avrupalı dostlarımız senden korksun ve.,

—    Evet, evet...

—    Ve...

—    Evet, biliyorsunuz İşte maksadım o...

—    İşte o maksadınızın serbest adı "menfaat" tir. Yani şahsî menfaatiniz. Husumetten ürken ecnebîlerce siz şahsiyet olacaksınız. Yoksa her türlü şahsî menfaat fikrinden âri budala bir mefkûreci gibi:

"Vatan, ne Türkiye'dir, Türklere, ne Türkistan, "Vatan büyük ve müebbet bir ülkedir: Turan.."  demezsiniz.

—    Tabiî demem.

Büyük adam hâlâ koltuğunda rahat rahat gülümseyen Muhabbetçiye döndü:

—    Siz "şîme-i muhabbet" diyorsunuz. Avrupalılar ve Hıristiyanlar! ben de severim, lâkin niçin? Menfaatim için. Siz evvel zaman, kalbur saman dervişi gibi:

Vatan, ne Türkiye'dir, bizlere, ne Türkistan, Vatan büyük ve müebbet bir ülkedir: İrfan.... 

diye yuvarladığınız tekerlemeye sahihten inanıyor musunuz? Mücerret bir irfandan ne çıkar? Para vermeyen, menfaat getirmeyen mücerret, müsavi bir "irfan" emin olunuz "Turan" dan daha münasebetsiz, manasızdır, irfan: Gemisini kurtarıp kaptan olmaktır. Yani cahillerin gözlerini kamaştırmak, para, ihtiram kazanmak, rahat, mesut yaşamak, hâsılı irfan demek şahsî menfaat demektir. Ben başka türlü anlamam...

—    Ben de...

—    O halde Husumetçi dostumuzla sizin aranızda bir fark yok. Niçin dargın, muarız durup da birbirinizi çürütmeye çalışıyorsunuz. Kırılan şöhretiniz şahsî menfaatinize de dokunur.

Büyük adam susmuştu. İki muarız düşünüyorlardı. Söylediği laflar çok doğru idi. Dışarıda ötüşen martıların sesleri, geçen bir Şirket vapurunun düdüğü işitiliyordu. Mademki ikisinin de bir cemaate, bir mefkûreye ait fikirleri yoktu, gösterdikleri husumet, muhabbet hep şahıslarının, şahsî arzularının, menfaatlerinin tatmini içindi.

Mademki esas birdi. Niçin teferruattan ayrılıp kuvvetlerini dağıtmalı, milliyetperverlere matbuat âleminde fırsat bırakmalıydı?.. Husumetçi birbiri içine takılmış dört gözlüğünün altından baktı. Muhabbetçinin kalın dizlerini, kıllı ellerini görüyordu. Bu gözlüğün üstünden baktı. Ah, elbette eski samimî dostu gülümsüyordu. Onların ruhları, hisleri, fikirleri, idrakleri o kadar birbirine yakındı ki beş altı ay nasıl dargın durduklarına şaşıyordu.

Muhabbetçi de eski arkadaşına bakıyor, içinden "acaba bize büyü mü yaptılar?" diyordu.

Uzun bir sükûn dakikası geçti. Gayet büyük adam ayağa kalktı. Muhabbetçinin elinden tuttu. Gidip Husumetçinin eliyle birleştirdi:

SİVRİSİNEK

Bilsen Efruz'cuğum, kırk gündür burada ne rahat yaşıyordum. Ses yok, şada yok, dost yok, düşman yok! Gürültü yok! Yorgunluk yok! Bizi bitiren, benizlerimizi, dudaklarımızı sarartan, gür saçlarımızı vakitsiz döken ve ağartan hani o "hırs" dediğimiz sinir sıtması yok! Öyle bir rahat ki... Sanki adem!

Her sabah rüyasız, deliksiz uykumdan, penceremin yanındaki yüksek ağacın yanında tünemiş ak horozun "çat, çat!" diye kanat vurmasıyle uyanıyor, onun keskin, saf, mesut ötüşlerini dinliyorum. Bütün günüm erimiş bir billur gibi akan derenin başında geçiyor. Ah, bu billur akış... Sanki hemen şu top ağaçların arkasında sanılacak gizli bir cennetten sızarak nerede olduğu bilinmeyen uzak; toprakları dumandan peri memleketlerinin zümrüt sahillerine giden büyük akış... Gözlerimden tâ ruhumun içine aksediyor. Artık, bütün gün nereye bak-sam, ağaçlara, yerlere, gökte bulutlara, yoldan geçen davarlara... Her şey gözümün önünde bu billur dere gibi akıyor. Şehirde dost elleriyle kırılan kalbimden bütün kederler sızıyor, hepsi gözlerimden, muhitin hayaline karışarak, akıp gidiyor; mavi ziyalar, pembe nurlar, isimsiz renklerle billûrlaşıyor... İşte dün sabah yine derenin başında idim. O kadar derin bir rahat, o kadar derin bir sükûn içindeydim ki, biraz dikkat 'etsem, kalbimin akışlarını bile duyacaktım. Arkamdan bir ses: -

—    Hey Ahmet Ağanın misafiri! diye bağırdı. Döndüm. Gözlerimin önünde bir jandarma hayali aktı, kaynaştı.

—    Sana bir mektup getirdiler, al be...

—    Bana mı? Yanlışlık olacak, diye kalktım;: çünkü İstanbul'da kimse benim nerede olduğumu bilmiyordu. Hatta karım bile... Jandarmanın elinden mektubu aldım, baktım... Hakikaten bana.... Açtım, senin imzanı görmeseydim, hemen yırtıp atacaktım. Bu köyde bulunduğum kadar bir kelime okumamağa, bir harf yazmamağa ahdetmiştim. Ama, senin mektubunu, sevgili Efruz, mümkün mü okumayayım?..

Jandarma gidince tekrar derenin kenarına oturdum. Mektubunu okumağa başladım. Okudukça, kırk gündür ruhumdan gözlerime sızan o billur akış 'durdu. Karardı. Boşalmış sandığım kalbime yine bir elem ağırlığı ile doldu. Keşke anlattığın tesadüf bana bulunduğum yeri öğretmeseydi... Bu zehirler, bu şikâyetler, ömrümde birkaç gün dinlenmek için bir köye kaçmış bir zavallının önüne dökülür mü? Bu feryatlar, onun yalnız tabiatın nağmelerini işiterek teselli bulmağa yüz tutan kulaklarına haykırıhr mı?.. Hazırlan bakalım Efruz'cuğum, bu münasebetsizliğine ceza olarak seni şimdi biraz fazla hırpalayacağım...

Anladım ki, yine bir buhran geçiriyorsun. Büyük adamlara, muhterem üstatlara karşı savurduğun o küfürler ne? O ne şahsiyet? O ne sefil dedikodular? Ben sana her vakit:

—    Fertlere ehemmiyet verme! demez miyim? Tekrar uğraşmağa değmez. Fertler bir denizin dalgaları gibidir. Asıl olan denizdir; yani cemiyet... Dalgalar, yani fertler gelip geçici, muvakkat şekillerdir. Biraz felsefî fikri olan dalgaların bazan 'büyük olmasına, bazan taşkın olmasına hiç ehemmiyet verir mi? ilimce, fence, edepçe, malumatça, tahsilce senden pek aşağı olanların yüksek mevkiler ihraz ettiğini söylüyorsun. Fakat bu pek tabiîdir. Çünkü sende olmayan bir şey onlarda vardır: Liyakat... Liyakat kargısında senin ne ilmin, ne fennin, ne edebin, ne malumatın para eder, ne de tahsilin, iktidarın... Eminim ki şimdi şurasını okurken başını sallıyor, içinden:

—    Vay, bende liyakat yok mu? diyorsun. İstersen bana darıl, Efruz. Seni şüphede bırakmamak için serbestçe söyleyeceğim:

—    Sende liyakat yoktur!

—    "Ne malum?" mu diyeceksin? Dur sana ispat edeyim. Bizim Rüştiye'de iken bir Mantık hocamız vardı. Derdi ki:

—    İlim, tarif demektir, evlâtlarım, size bir şey söyleyenin "o söylediği şeyi" hakikaten bilip bilmediğini anlamak istiyor musunuz?

Kullandığı tâbirleri tarif, tahdit ettiriniz. O saatta ilmini yahut cehlini anlayacaksınız.

Ben çocukken öğrendiğim bu eski usulü İstanbul'da sana çok tatbik ettim. Sen her lafın arasında nakarat gibi kullandığın "medeniyet, fert, cemiyet, tarih, tahaddüs,) terkip, tahlil, ilâh.." gibi tabirlerin birisini bana —velev yanlış olsun— tarif edemedin. Hatta hiç unutmam, bir kere:

—    Şiirin ne olduğu asla tarif olunamaz, dedin. Hatırlıyor musun? Fakat "liyakat" böyle ilmî(!) bir tabir değildir. Bu âdeta altın gibi bir peydir. Kimde varsa ne olduğunu güneş gibi bilir, tarif eder. Meselâ bir bankere:

—    Lira nedir? desen, mutlaka:

—    Yuvarlak, sarı bir madendir! der.

Bu tarifi yapamayan ya hayvan, ya yamyamdır. Şimdi Efruz'cuğum, mademki —bak, nasıl biliyorum!— hâlâ başını sallıyor, içinden:

—    Vay, bende liyakat yok mu? diyorsun. Söyle bakalım: "Liyakat nedir?" Söyle, söyle, söyle!

Söyle!..

İşte bak Efruz'cuğum susuyor, hiç bir cevap, vermiyorsun... Çünkü bilmediğin, kendinde varlığını hissetmediğin bir şeyi tabiî tarif edemezsin. Merak etme, bu sefer de liyakatin ne olduğunu tarif edip sana "kulaktan ilim kazandırmak" cömertliğini göstermeyeceğim. Yalnız liyakatin olmadığına seni inandıracağım.

Liyakatin zıddı "aciz"dir. Kimde aciz varsa o şarlatandır, mütecavizdir. O âsidir, nümayişçidir, fertçidir. Bir kelime ile söyleyeyim, "gayri memnun" dur... Sakın bir kelime üzerinde oynama... Demek ki:

—    "Aciz" in mukabili "kuvvet" tir.

Hayır: Kuvvet "zaafın zıddıdır. "Liyakat" kuvvetten daha âli, daha ulvî, daha yüksek bir şeydir. Kuvvet vücutsa, liyakat ruhtur. Anladın mı Efruz'cuğum; ben sende liyakat olmadığını aczinden anlıyorum. Aczini de şarlatanlığından anlıyorum. Çünkü şarlatanlık aczin en bariz bir seciyesidir. Bu hakikati istersen sana, ispat etmeden, bir hikâyecikle öğreteyim; bazı akşamlar misafir olduğum evin çardağında toplanan ihtiyarlar öyle fıkralar anlatıyorlar ki... Adeta burası bir "kulak darülfünunu" yani kitapsız bir mektep! Tam, senin istediğin ilim burada var... Geçen akşam "Rüzgârla Sivrisinek" i anlattılar. Şimdi ben de sana bu hikâyeyi yazayım da maskara aczin ne müthiş bir şarlatan olduğunu gör. Gör de istersen anlama.

"Kuvvetin görünmez, elle tutulmaz bir ruhu •olan kahraman rüzgâr bir gün kırlardan, çiçeklerden, çamlardan, ormanlardan topladığı güzel kokuları etrafa dağıta dağıta gidiyor, tatlı tatlı esiyormuş. Herkesi sokup taciz ettiği mahut iğnesine büyük ehemmiyet veren sivrisinek onu görmüş; boyuna poşuna bakmadan:

"— Püf... pür... diye gülmüş. Kahraman rüzgâr "belki bana değil!" diye aldırmamış, yoluna devam etmiş. Fakat, sivrisinek arkasından daha ziyade gülmeğe, eğlenmeğe, hatta küfretmeğe başlamış. Rüzgâr liyakatli adamlara has olan o büyük ulvî soğukkanlılıkla, yavaş yavaş geri dönmüş, sivrisineğin önüne gelmiş. Hiddetlenmeden sormuş: "— Bana mı gülüyorsun? "— Evet, sana... "— Benimle mi eğleniyorsun? "— Evet, seninle... "— Bana mı küfrediyorsun? "— Evet, sana...

"Kuvvetli rüzgâr bu âciz sivrisineğin bu derece küstahlanmasına evvelâ şaşmış, sonra acımış. Şöyle konuşmağa başlamışlar:

"— Ne cesaret! Sen deli mi oldun? Ben bir kere esersem sen parçalanır, bir tarafa çarpar, hemen -ölürsün!

"— Ben mi? "— Sen...

"— Gülerim aklına! Ben bir uçmağa başlar, senin karşına çıkarsam, buralarda duramaz, uzaklara kaçar gidersin.

"— Ben mi?

"— Evet, sen...

"— Bu cirminle beni kaçıracaksın, ha?

"— Cirmimi beğenmiyor musun? Senin hiç cirmin yok ya...

"— Ben rüzgârım. Cirmim görünmez. Hızla estiğim, fırtına, bora, kasırga olduğum zamanlar en kuvvetli, en ağır şeyler karşımda çatır çatır yıkılır. Ummanları birbirine karıştırır, nehirlerin mecralarını değiştirir, dağları yerinden oynatır, balta girmemiş ormanları çayır biçer gibi yerlere sererim.

"— Puf, puf, puf... Beni korkutamazsın. Ben de seni kızarsam bir yaparım, bir yaparım ki..." diye sivrisinek öyle olmayacak laflar söylemiş, öyle küfürler savurmuş ki... anlatılamaz. O vakit âlicenap rüzgâr yine hiddetlenmeden ona küçük bir ders vermek istemiş, biraz hızlı esmiş, tabiî sivrisineği önüne katmış:

"— Buv, buuv...

"Tesadüfen bir çatının önünden geçiyormuş. Sivrisinek can havliyle bu çatıya atlamış, iki kirişin ortasına gizlenmiş, yine:

"— Puf, puf, puf... diye rüzgârla eğlenmeğe başlamış, rüzgâr kızmış, daha hızlı esmiş:

"— Buuuv, buuuuv...

"Daha hızlı: "— Buuuuuv, buuuuuuuv...

"Sonra daha hızlı:

"— Buuuuuuuv, buuuuuuuuuv...

"Fakat kirişin arasına iyice saklanan sivrisineği bir türlü yerinden sökememiş. Hiddetle fırtına olmuş. Sonra kasırga,' bora, nihayet tayfun olmuş. Başlamış çatıyı sarsmağa! Artık gülmeyi bırakan sivrisinek korkusundan yaptığı küstahlık için af dileyecek yerde:

"— Ulan terbiyesiz rüzgâr! Ne oluyorsun? Yoksa bana bu fakirin çatısını mı söktüreceksin? demiş..."

Anlıyorsun ya... Rüzgâr yıkamayacak da, sözde sivrisinek o incecik ayaklarıyle koca çatıyı söküp atacak! Kıssadan hisse: Aciz daima şarlatan... İşte, sevgili Efruz, senin manevî vaziyetin! Senin için yapılacak yegâne şey, evvelâ liyakatin ne olduğunu öğrenmek, sonra ona sahip olmağa çalışmaktır. Şikâyet, küfür faydasız bir şeydir. Bir şair insanlara:

— Kurbağalar gibi feryat etmeyiniz! diyor. Bu öğüt anlayan için ne kıymetli bir hazinedir. Dinle, sus.

Beni de, hiç olmazsa, şu köyde bulunduğum kadar, billur dereciğimin başında rahat bırak. Zira kuvvetli tabiatin güzel, muhteşem büyüklüğü karşısında yavaş yavaş yükseldiğini duyan ruh, aczin, küçüklüğün çırpınışlarını o kadar çirkin, o kadar âdi görüyor ki...


 

ASHAB-I KEHFİMÎZ;

BÎR ERMENİ GENCİNİN HATIRALARI 

İçtimaî Koman

Bu küçük romanı beş sene evvel yazmıştım. Maksadım edebî bir eser meydana koymak değildi. Sadece münevverlerimizin garip düşüncelerini içtimaî hakikatle karşılaştırmak istiyordum. Meşrutiyetten sonra büyük adamlarımızın çoğu ile görüşmüştüm. Hepsinin fikri, aşağı yukarı şu neticede toplanıyordu: "Osmanlılık, müşterek bir milliyettir. Osmanlılık ne yalnız Türklük, ne de yalnız Müslümanlık demektir. Osmanlı devletinin idaresinde yaşayan her fert (bilâ tefrik-i cins-ü mezhep) Osmanlı milletine mensuptur!" Hâlbuki bu fikir, gayri millî Tanzimat maarifinin yetiştirdiği dimağlarda doğmuş bir vehimden, bir ham hayalden ibaretti. Dini, lisanı, terbiyesi, tarihi, harsı, mefahiri ayrı olan fertlerin mecmuundan "müşterek bir milliyet" teşkil etmek imkânı yoktu. "Osmanlılık" hakikatte devletimizin namından başka bir şey miydi? Avusturya'da yaşayan Almanlara "Habsburg milleti, Avusturya milleti" denemezdi. Alman nereli olursa olsun, her yerde Almandı, Türkçe konuşan bizler de beş binlerce senelik bir tarihin, hatta pek eski bir esatirin sahibi olan bir millettik. Osmanlı devletinin memleketinde, Kafkasya'da, Azerbaycan'da, Türkistan'da, Buhara'da, Kâşgar'-ha, hâsılı nerede yaşarsak yaşayalım,, yine halis muhlis Türktük... Hâlbuki "Osmanlılık" kelimesine mevhum manalar veren münevverlerin siyasî fikirleri, içtimaî gayeleri ise insanın gözlerinden yaş getirecek derecede gülünçtü.

Bu muhterem efendiler; Balkan Muharebesinden sonra da hakikati göremiyorlardı. İşte o vakit bu kitabı yazdım. İçindeki fikirler sırf Tanzimat ilhamları olduğu için herhangi bir zata atfederek şahsî "enmuzec" ler çizmeğe çalışmamıştım. Türle köylüsü "dili dilime uyan, dini dinime uyan..." diye milliyetin hududunu pek- güzel anlarken münevver efendiler son inkılâp esnasında ne dile, ne dine ehemmiyet veriyorlardı. Nihayet, İşte zaman onlara yaman bir ders verdi. On sene içinde her biri bir asra sığmayacak vakalar basımızdan geçti. Artık umumiyetle milliyetin kıymeti bilindi. Konuşulan tabiî lisana, millî edebiyata, millî sanata, milliyet mefkûresine ehemmiyet verilmeğe başlandı. Bugün ihtimal şu kitaptaki kahramanların siyasî iddiaları, budalaca hareketleri müfrit birer "mübalâğa" gibi görünecek, fakat hâlâ milliyetperverliğe, Türkçülüğe aleyhtar geçinenlerin lisanda, edebiyatta, sanatta, siyasette —pek açıkça itiraf edemedikleri— gayeleri nedir? Eğer varsa hep bu boş hülyalar değil mi?

Sarıyer, 1918 Ö. S.


 

YENİ BİR DERNEK

30 Ağustos 1908 Moda

Şimdi gezmekten geldim. İçimde tatlı bir sevinç var. Pencereme oturdum. Komşumuz Ropenyanların yeşil iri papağanı kafesinin asılı durduğu balkondan bana bakarak:

— Hosegur, hosegur... diye bağırıyor.

Bahçenin gölgeli tarhlarında bir kedi oynuyor. Ağaçlar kuş dolu... Sanki sesleri güneşin yakıcı aydınlıklarını ürpertiyor. İçimde bir faaliyet arzusu kaynaşıyor. Kitap okuyamıyorum. Okumak abus, güneşsiz kış günlerinin mecburî eğlencesidir. "Ne yapayım?" diye düşünüyorum. Bir Ermeni ne yapar? Mutlaka faydalı, kârlı bir şey! Çocukken, daha Karabetyan idadisinde okurken Bağdaseryan isminde tuhaf bir coğrafya hocamız vardı.

—    Dünyada en birinci zevk ruzname  tutmaktır, derdi.

Ben bunu boş, manasız, pek münasebetsiz bulurdum. Kendi kendime: "Ruzname tutmak, tahrirî bir gevezeliktir", derdim. Daha pek gençken özendiğim şey "ciddî olmak" ti. Dersimi okurken, arkadaşlarımla konuşurken, yolda giderken böbreklerim sancıyormuş gibi yüzümü ekşitir, kaşlarımı çatardım. Bu âdetim yüzümde gayet derin, vakitsiz çizgiler bıraktı, "Söz gümüşse, sükût altındır" diyen ben, yazmak hususunda da perhiz ediyordum. Mektuplarım gayet kısa, gayet manalıydı. Ömrümde fazla bir şey söylemediğim gibi fazla şey de yazmadım. Bugün, ama bilemiyorum neden? Hep yazmak, hatıralarımı kâğıtlara geçirmek istiyorum.

Gözlerimi ağaçların baygın yaprakları arasında dinlendirerek hayalimi on beş senelik bir maziye çeviriyorum, İşte muallim Bağdaseryan... Şişman, kumral bıyıklı, kırmızı yüzlü, masum tavırlı bir adam.

Diyor ki:

—    Çocuklarım, siz her gün değişeceksiniz. Her gün siz büyürken, dimağlarınız, fikirleriniz de büyüyecek, her gün fazilete yaklaşacak, idraksiz, şuursuz geçen günlerimiz için teessüfler edeceksiniz. Düşündüklerinizi, duyduklarınızı beş on dakikaya acımayıp yazınız. Yarın yazdığınızı öbür gün bilmeyeceksiniz. Bir sene evvel yazdığınızı öbür sene okurken ne kadar değiştiğinizi anlayarak hayretler içinde kalacaksınız...

Üçüncü sıranın başında oturan Hayikyan gülümsüyor. Kocaman kafasını sallayarak "Öyle boş şeylerle uğraşacağıma faydalı bir şey okur, öğrenirim" diyor.

Zavallı dostum Hayikyan! O vakit hocanın sözüne inanıp ukalâlık etmeseydin bugün ömrünün, ruhunun manalı izleri elinde kalır, onların üzerinde, ne kadar feci olsa da uzaklaşıldıkça daha ziyade sevilen o muazzam maziye doğru gider, eğlenir, tatlı bir zevk bulurdun..

Şimdi İşte kalem elinde, böyle düşünüyorsun!

Şimdi evet, kalem elimde, düşünüyorum. Hatıram yıpranmış, hayalim yorgun... Kan lekeleriyle, kılıç gölgeleriyle kararan çocukluğumdan beri her an fikrim değişti. Okuduğum kitaplar, bozulan itikatlarım, kartlaşan masumluklarım bugünkü şahsiyetimi doğurdu. Bugünkü gözüm dünü, hakikate en yakın renkleriyle görmez. Bedbaht oldum. Lakayt oldum. Mesut oldum, meyus oldum. Ümit-var oldum. Muvaffak oldum. Fikirlerim gibi cisimlerimde de, talihimde de sabitlik yok. Her şey değişiyor. Eğer hakikatin ne olduğunu bilmeden her gün bin defa söylediğimiz bu kelimenin bir aslı varsa, artık bence şüphe yok ki, sabitlikte değil, değişikliktedir. Dünyada sabit ne var? Hayat bir fırtına ki bizi önüne katmış değiştirerek sürüp götürüyor. Bir dakika bir yerde, bir halde duramıyoruz. Olmayan şeyde hakikat mi olur? Evet, olan mütemadi değişikliktir. Bugün elimde bir ruznamem bulunsaydı belki hakikati anlayabilecektim. Şimdiden sonra da birçok fikirlerim, nişlerim, değişecek, unutulacak. Onları hatıramın, hissimin karanlığından kurtaracağım. Mademki doğru olarak dünü yazamıyorum. Bu günden itibaren yarını yazmağa başlayacağım.

On beş, yirmi gün içinde ne değişiklik ya Rab-bi! O kadar kardeşlerimizi Kürt cellâtlarına doğratan Kırmızı Sultanın kuvveti, iktidarı birdenbire söndü. İstibdat bahar sabahlarında uyanan bir adamın kâbuslu rüyası gibi tuhaf, gülünecek bir hatıra bırakarak silindi gitti. Dinler barıştı. Milletler kaynaştı. Papazlar, müteassıp hocalarla öpüştüler. Asırlarca birbirlerinin kanlarını emen, gözlerini oyan unsurlar kolkola oynadılar. Doğan hürriyet güneşini alkışladılar.

Her şeyi siyah gören bedbinler:

— Bu bir sıtmadır, geçer... diyorlar, güneşin altında yeni bir şey yoktur. Tanzimat hürriyetin aslı olamaz. Her millet bir millettir. Toplanıp bir millet gibi bir kanun altında bir vatan içinde rahat rahat geçinemezler. Fakat vakalar onları yalana çıkarıyor. Bugün Ermeni'nin, Rum'un, Arnavut'un, Sırp'ın, Bulgar'ın, Arap'ın, Türk'ün, Kürt'ün kalbi "Hür Osmanlılık" için çarpıyor. Beyoğlu'ndaki, Tepebaşı'ndaki nümayişler Rumların ne kadar Osmanlılığa müştak, ne kadar sadık olduklarını bariz bir surette gösterdi. Lisan meselesini, sair meseleleri açılacak mebusan meclisinde milletvekilleri adalet dahilinde halledecekler... iki ay evvel neler düşünüyordum; emindim ki Türkiye, bu hasta adam, artık düştüğü ecel yatağından kalkamaz. Bu hastayı böyle süründürmek-tense zehirleyerek çabucak içtinabı mümkün olmayan meşum neticeye götürmek... Ermenilere, hiç olmazsa, Rus himayesinde bir muhtariyet yapmak... Kürtlerle şehirlerde oturan Türkleri bir asır içinde Ermenileştirecek eski Ermeni imparatorluğunun temelini atmak...

Vakıa idealler "olan" değil, "olması istenilen" şeylerdir. Fakat ama münasebetsiz bir hülya... Niçin her millet ayrı bir zümre, ayrı bir hükümet yaparak yaşasın? İşte bir arada, menfaat, komşuluk bağlarıyle pekâlâ anlaşıyorlar. Amerikalılar mesut değil mi? Biz niçin Osmanlı olmayalım? Niçin bu otuz şu kadar milyonluk cemiyeti yıkalım? Mantıkla menfaat bizi hülya ile mefkûre peşinde koşmaktan menetmez mi?

Hâlâ devam eden alkışlar, nümayişler benim mantıkımda esaslı bir inkılâp vücuda getirdi. Şimdi pek vazıh, pek sahih düşünebiliyorum. Osmanlıyım. Osmanlı kalacağım.

Elveda ey eski ihtilâlci Hayikyan, elveda sana...

10 Eylül 1908, Moda

 

Ben tembelim! işte kaç gündür vapurda yolda yazacağım şeyleri düşünüyor, kendi kendime: — Bu akşam... diyorum.

Akşam, sabaha bırakıyorum. Sabahleyin de ertesi akşama... Meşrutiyetin, hürriyetin sarhoşlukları geçti. Şimdi hepimiz sersem gibiyiz. Memleketin dâhili karmakarışık! İşler pek öyle çabucak düzeleceğe benzemiyor. Vakıa meşrutiyeti alenen istemeyen yok. Ama yıkılan eski idarenin enkazı korkunç bir dağ gibi hâlâ üzerimizde duruyor, tatsız vakalar eksik değil. Beşiktaş'ta bir İslâm bahçıvanın kızı bir Rum'a kaçıyor. Herif karakola şikâyet ediyor. Kızla Rum'u tutuyorlar. Sonra halk karakola hücum ediyor. Kızla Rum'u o kadar dövüyorlar ki, Rum ölüyor. Rum'un ölüsünü alan Rumlar Beyoğlu'nda gezdirdiler, türlü türlü nümayişler yaptılar. Bu âdi zabıta meselesine millî bir şekil verdiler. Ben nümayişçilerin arasındaydım. Bir gün Türklerden intikam alacaklarını haykırıyorlardı. Patrikhaneler "Eski hukukumuz, eski imtiyazlarımız" diye kımıldanmağa başladılar. Hâlbuki Kanun-u Esasî bütün Osmanlılar için "bir" değil mi? Kanun-u Esasî karşısında hususî bir hukuk, hususî bir imtiyaz kalır mı? Hem kalması makul mu? Mantıkî mi? Bunun için birçok münakaşalar ettim. İtiraf ederim ki Türkler pek samimî! Tanzimat Kanun-u Esasî'si, Osmanlılık uğrunda kendi milliyetlerinden vaz geçiyorlar. Mektepte okuttukları kitaplarda, tarihlerinde, gazetelerinde, hatta bir tek "Türk" kelimesi ağızlarından kaçırmıyorlar.

"Biz Osmanlılar, hepimiz kardeşiz diyorlar, camilerin, kiliselerin dışarısında hiç bir ayrımız, gayrımız yoktur. Her şeyin fevkinde mukaddes, âlî Osmanlılık vardır!"

Bu fikre Türklerden hiç muhalif yok. Adeta Osmanlılık onlara mantık, münakaşa kabul etmez bir din gibi olmuş. Rumlar, Arnavutlar, Bulgarlar, bazı Ermeniler "Osmanlılık bizim milliyetlerimiz için bir tehlike teşkil eder." diyorlar. Ben bu sözü o kadar doğru bulmuyorum. Patrikhanelerin ektiği tohum... Papazlar siyasî kaynaşmanın, kuvvetlerini kıracağından korkuyorlar. Meseleye onların gözüyle bakılırsa hakları da yok değil.

Lâkin bugün papaz asrında mıyız... Kanun-u Esasî olan meşrutî bir memlekette "milliyet, kavmiyet" teşkilâtı ne demektir?

Kânunusani 1909, Moda...

 

Soğuk çok... Odun, kömür fiyatı pek pahalı! Evinde pansiyon oturduğum ihtiyar kadın:

— Dünyanın sonu! diyor.

Ömründe bu kadar soğuk, bu kadar pahalılık görmemiş. Elbiseyle odun parası bütçemi sarstı. Her ay üç yüz frankçığımı ayırıp bankaya teslim edemiyorum... işler kesat, kesat... Ticaret âlemini de terketmeyerek siyasîyata atılmağı canım o kadar istiyor ki! Evet, benim'kanımda bir kurt var. Ermeni fırkalarından birine dahil olmağı düşünüyorum. Fakat onların hiç birini Kanun-u Esasî'ye muvafık bulmuyorum. Zira "milliyet esaslarına müstenit siyasî fırkalar" Osmanlı Kanun-u Esasî'-sine muhaliftir. İttihat ve Terakkiyi düşünüyorum. Orası da benim için meçhul... işitiyorum ki Avrupalılar "Genç Türk" dedikleri bu adamlara Panislâmizm  gibi emeller atfediyorlar. Beklemek, acele etmemek lâzım... Hele bir yaz gelsin... Bakalım ne olacak?

17 Mayıs 1909, Moda

 

Yazı yazmakta o kadar tembelim, ki... Sözde hislerimi, hatıralarımı günü gününe yazacaktım. Nerde? İhmalci bir Türk gibi kendi kendimi "elim değmiyor" diye teselli ediyorum. Bugün İşte işim yok, zorla masamın başına oturuyorum. Kitapların gazetelerin altında kaybolan defterimi buluyorum. Dört aydır neler oldu, neler... Âdeta bir tarih... Düşmanımız kırmızı Sultan devrildi. Şimdi Selanik'te mahpus... Artık irticaın, istibdadın geri gelmek ihtimali yok.

İsyanın bütün safhalarında hazır bulundum. Bu irtica asla yeniliğe karşı millî bir isyan değildi, İstanbul'un bütün askerleri sanki kendilerine "Hıristiyansınız" diyen varmış gibi Müslüman olduklarım iddia ediyorlardı. Şapkalılara, hususiyle ecnebilere dokunmuyorlar, hatta onlara fazla ihtiram gösteriyorlardı. Genç Türk zannetmesinler diye ben de şapka giydim. Bütün dostlarım da şapka giydiler. Şapka ile ihtilâlcilerin arasında serbestçe gezilebiliyordu. Ne eğlenceli günlerdi... Hükümet falan her şey sönmüş, âdeta tebahhur etmiş, uçmuş gitmişti. Adi, küçük çavuşlar payitahta hükmediyorlardı. En meşhurları Hamdi çavuştu. Bu zavallıyı astılar. Kuvvetinin, iktidarının en şaşaalı zamanında Ermenice bir gazetenin muhabiri sıfatiyle kendisiyle mülakat etmek istedim. Taşkışla'nın muhteşem bir odasında beni kabul etti. Hâlâ çavuş forması taşıyordu. Belinde palaskası asılıydı.

—    Ne istiyorsun? dedi.

Muhabir olduğumu, Ermeni milletinin murahhası gibi kendisiyle görüşmek istediğimi söyledim. Vesika falan aramadı. Fakat oturtmadı da... Ayakta konuştuk:

—    Peki ne soracaksın, bakalım?

—    İhtilâlden maksadınız nedir?

—    Şeriatı çıkarmak...

—    Şeriat ne demektir?. Lütfen bana izahat verir misiniz? Bizim Ermenilerin bu hususta malumatı yok.

—    Şeriat ne demek olduğunu ulema efendilerimizden git öğren. Benim sana öğretmek haddim değil. Belki yanlış bir şey söylerim de günaha girerim.

—    Şeriati nasıl çıkaracaksınız?

—    Ne kadar mektepli zabit varsa hepsini öldüreceğiz, Jön Türk dedikleri dinsiz herifleri bir tane kalmayıncaya kadar mahvedeceğiz... Heyhat... Biz Jön Türklerin taassubundan, ittidah-ı İslâm   taraftarı olduklarından nefret eder, her fırsatta kendilerine hücum ederiz. Türkler de onlara "dinsiz" derler. Öyle bir tezat ki... Ama hangisi doğru...

—    Pekâlâ efendim, siz Türk müsünüz?

—    Hayır, Türk falan değilim...

—    Arnavut musunuz?

—    Hayır, hiç bir şey değilim...

—    Ya nesiniz?

—    Müslüman...

Dinin başka, milliyetin başka bir §ey olduğu bu çavuşa anlatılamazdı. Ayrıldım, dışarı çıktım. O gece Beyoğlu'nda kaldım. Gezdim. Bütün umumhaneler ihtilâlcilerle dolmuştu. Hepsi ölecek derecede sarhoştu. Alüfte lere sarılıyorlar:

— Şeriat isterük, diye avazları çıktığı kadar bağırıyorlardı.

Dünyada bu kadar maksatsız, bu kadar idealsiz bir ihtilâl olamazdı. Hareket Ordusu  gelince bir sabun köpüğü gibi isyanın ruhu söndü. Kahramanlar koyunlar gibi kışlalarda tutularak bağlandı. Rumeli'deki askerî yollarda çalıştırılmak üzere vapur vapur Selânik'e gönderildi. Abdülhamit'in huzurunda Kabuli Bey isminde bir kaptanı parçalayan bahriyeli neferler asıldı. Bir Türk - Osmanlı arkadaşımla asılacakları görmeye gittim. O gece Sirkeci'de otelde yattık. Sabahleyin erkenden darağaçlarının kurulduğu meydana geldik. Daha güneş doğmamıştı. Harbiye Nezareti tarafından bir gürültü koptu. Mahkûmları getiren arabalar ilerliyordu. Asılacak olanlar bütün kuvvetleriyle tekbir getiriyorlardı. Oradaki jandarma zabiti bize dedi ki:

— Bunlar gevezelik yapıyorlar. Öbürleri usluydu. Şimdi Derviş Vahdeti  teşvik ediyor. Zannediyor ki tekbir seslerini işiten halk gelip onu ipten zorla kurtaracak...

Son nefesinde bile halkı teşvik etmekten vazgeçmeyen bu adamı görmek istedim. Arkadaşımın tanıdığı zabitle beraber yanyana gittik. Bu ateş yüzlü, fakat vahşî azimli bir adamdı. Biraz sararmıştı.

Hâlâ genç Türklere küfürler ediyor, onların göreceklerinden filan bahsediyordu. Çok söylendirmediler. Astılar. Kafası düşünce bizim şehit olan fedakâr ihtilâlcilerimizi düşündüm. Türkler ne tuhaftır. Kendi milliyetleri gibi çok şeyi inkâr ederler. Gayet mükemmel âli, fedakârane olan Ermeni ihtilâllerine "isyan" bile demeğe tenezzül etmiyorlar, laf arasında geçerse yalnız "Ermeni gürültüsü..." diye gülümsüyorlardı. O kadar fedakâr veren koca ihtilâl... Evet bu memlekette buna adetâ bir "gürültü" deniyordu.

Derviş Vahdeti epeyce büyük bir rol oynamıştı. Fransızca bir isim ile çıkardığı dinî gazetesinin  sürümü otuz kırk bini bulmuştu. Adeta ben bile halkın inanmak için gayet büyük mantıksız budalalıklar aradığına kani oluyordum. Ali mektepten çıkan, en münevver gençler bile Derviş Vahdetî'nin yazılarını satırı satırına okuyorlardı.

Hele tanıdıklarımdan bir genç Türk vardı. Büyücek bir memurdu. İhtilâl günlerinde mebusanda idim. Onun cebinden yeşil, al iki bayrak çıkararak: — Ya bu kazanacak, ya bu... diye, şuh, hoppa, sevindiğini gözümle gördüm. Bu bir genç Türk'tü. Fakat ideal namına hiç bir şeysi olmadığından irtica, zulmetten, cehaletten de ona hoş geliyordu. Vakalarımı yazıyorum?... Gazetelerin yazdığı şeyleri yazmakta ne mana var? Ben kendi hislerimi, intibalarımı yazmak isterken haberim olmadan kalkıyor "vak'anüvis"lik ediyorum. Neyse... İşte o fırtına geçti... Şimdi rahat gibiyiz... Boyuna kabineler değişiyor. Vükelâya genç unsurlar giriyor. Talihimiz, Türkiye'nin talihi taayyün etmek üzere... Ben daha mesleği tayin etmedim. Ermeni fırkalarına mı gideyim! O vakit bir milliyetçi olmayacak mıyım? Hâlbuki ben Osmanlılığa itikat ediyor, iktisat bağlarının din, taassup, milliyet bağlarından daha kuvvetli olduğuna kani bulunuyorum.

 

11 Haziran 1909, Moda

Bugün bir Türk'le konuştum. Bende çok iyi bir tesir bıraktı. Mutlaka aramızda geçen lafları yazmalıyım. Bu zatın ismi Niyazi Bey... Meşrutiyetin ilânından sonra Avrupa'dan gelmiş. Gayet şıktı. Başında fes olmasa bir Avrupalıdan fark olunamayacaktı. Hukuk tahsilini Paris'te bitirmiş, birinci derecede diploma almıştı. Mebus Mizikyan'm evinde bana takdim olundu. Bahis politikaya dönünce ben "İttihat ve Terakki" hakkındaki şüphelerimi söyledim. Kendisi ne hükümet fırkasından, ne de muhalif, "müstakilim" iddiasında idi. O kadar değişmiş, o kadar medenileşmişti ki "Ah, her Avrupa'ya giden Türk böyle gelse..." diye düşünüyordum. Sözlerini büyük bir dikkatle dinledim:

— İttihat ve Terakki'den şüpheniz pek boştur! Diyordu, pantürkizm, panislâmizm, filan Avrupa hayalperverlerinin iftirasıdır. Bir de mesel vardır, biliyor musunuz? "Kişi kişiyi kendi gibi bilir." Avrupa'da meşum sunî bir cereyan yaşar: Milliyet, kavmiyet cereyanı! Orada her şeyi milliyet rengine boyarlar. Meselâ Fransızların ırkça bir vahdetleri olmadığı halde o kadar milliyetperver, o kadar milliyette müteassıptırlar ki Paris koketleri  bile Almanlarla münasebette bulunmazlar. Almanya'da her şey millîdir. Hatta sosyalizm bile...

Böyle bir muhitte "hüküm"ler de millî olarak verilir. Meselâ Rene Pinon bir kitabında "Türkler, aldıkları askerin içinden ırkça Türk olanları İstanbul'da, Edirne'de, Makedonya'nın mutedil, güzel yerlerinde istihdam ederler, gayri Türkleri Yemen'e, Fizan'a, en uzak yerlere gönderirler." diyor. Hâlbuki Osmanlı hükümeti tamamıyla bunun aksini yapmıştır. Arnavutlar, Araplar hep hassa ordusuna gelirler. Yıldız'ın rahat kısmalarında askerliklerim yaparlar. Yemen'e, Fizan'a, Makedonya'ya hep Türkler, yani Anadolu çocukları gider. Hatta Yemen'e "Türk mezarı" derler. Şimdiye kadar hastalıkla, harple bir milyondan ziyade Anadolulu Türk'ün Yemen'de öldüğünü rivayet ederler. Mösyö Rene Pinon yalan söylemek, bize iftira etmek istemiyor. Onun kendi mantığı Türklerin böyle yapmasını, yani İmparatorluğun fena, uzak yerlerine gayri Türkleri göndermesini kabul ediyor. Bizim de böyle yaptığımıza hükmediyor. Çünkü Fransa'da birkaç unsur olsa onlar mutlaka ilk peşin Fransızları düşüneceklerdir. Kezalik bu sırada İslav ittihadı, Cermen ittihadı, Latin ittihadı Avrupa siyasetinin ana hatlarıdır. Hep bu üç ideal etrafında onların politikası sabit, mütehavvil şekiller alır. Böyle ideallerin doğduğu muhitte insanî, necip bir siyaset düşünülebilir mi? Avrupalılar her milleti kendileri gibi sanıyorlar. Türklerin de "Türklük" diye bir milliyetleri, tarihleri, emelleri olduğuna ihtimal veriyorlar. Yanılıyorlar. Çünkü hisleriyle muhakeme ediyorlar. Bize dair hiç tetkikat yapmadan, hiç bir Türk'ün aklından geçmeyen "pantürkizm" hayallerini uyduruyorlar. Sonra sizin gibi içimizde yaşayan, bizim içimizi dışımızı bilen hıristiyan vatandaşlarımız da Avrupa hayalperverlerinin düzdükleri bu yalanlara inanıyorlar. Vatanımızda, yaşadığımız memlekete kim "Türkiye" der? Yalnız Avrupalılarla Avrupa gazeteleri bu manasız ismi çıkarmışlar, İşte Tanzimat maarifi meydanda... Hiç bir mektep kitabında, hiç bir coğrafya kitabında "Türkiye" diye bir memleket ismine rast gelmeyeceksiniz. Avrupa-yi Osmanî, Asya-yı Osmanî, Afrika-yı Osmanî, sonra hepsine birden "Memalik-i Osmaniye" deriz. Kendi tarihlerimizi tabiî bilirsiniz.

Bir de bizim mekteplerimizde okuttuğumuz tarihlere bakınız. Bir "Türk" kelimesi bulamayacaksınız. Bundan başka bizim tarihlerimiz bilhassa Türklük aleyhinde tertip olunmuştur. Hülâgû, Timurlenk gibi dünyanın en büyük cihangirlerini sırf Türk oldukları için, küfürler, lanetlerle tarihlerimizde yad ederiz. Sonra Sezar, İskender, Napolyon hakkında tarihlerimiz ihtiramda kusur göstermezler. Hatta bunlar için şairlerimizin bazıları şiirler bile tanzim etmişlerdir. Hele İskender, edebiyatımızda âdeta bir telmih olmuştur. Her milletin şairleri kendi milletlerini, tarihlerini, ananelerini terennüm ederler. Bizim şairlerden ne yenisi, ne eskisi, Türklük'e dair bir kelime yazmadıkları gibi kendi milliyetlerinden bahis icap-edince "Etrak-i bî idrak"  demişlerdir. Memleketimizin son şairi Tevfik Fikret  meşhur "Rübabı Şikeste" sinde ilâç için olsun bir "Türk" kelimesi geçirmemiştir. Mehmet Emin Bey  Osmanlılarca, bir fantezistten  başka bir şey değildir. İşte kendi milliyetini tarihiyle, maarifiyle, edebiyatıyle bu kadar inkâr etmiş bir millet kendi milliyeti esasına, müstenit bir "ittihat" ideali yapabilir mi? Avrupalılar bizi tetkik etmediklerinden böyle bir idealin vücuduna ihtimal verebilirler!... Aramızdakiler bu kadar saflık göstermemelidir. Memleketimizde "Türk, Türklük, Türkiyat", kelimelerinin medlulleri olmadığı gibi "Türkçe" diye de bir lisan yoktur.

Biliyorsunuz ki lengüistik ilmi "Her lisan bir lisandır" der. Biz Osmanlılar bu kaideyi asırlarca evvel bozmuşuz. Yeni, sunî bir lisan yaratmışız. Türkçe sarfını, Türkçe nahvini yalnız avamla kadınlar kullanırlar. Mütefekkirlerimizin, âlimlerimizin, ediplerimizin, ayrıca "Osmanlıca" namı tahtında üç lisanın ittihadından mürekkep bir tahrir lisanı vardır. Bu lisanda üç lisanın kelimeleri, kaideleri bulunur. Vakıa her lisandan her lisana kelimeler geçebilir. Meselâ İngilizcenin birçok kelimeleri Fransızcadır. Fakat İngilizleşmiş, İngilizce kaidelerine tâbi olmuşlardır. Osmanlıcada ise aksi... Arapça kelimeler Arapça, Acemce kelimeler Acemce kalmışlardır. Avam, kadınlar bunların telâffuzlarını bozarak Türkçenin selikasına tecvidine göre değiştirdikçe "galat" namı altında hemen ' Osmanlı âlimleri tashih ederler. Sonra dünyanın hiç bir lisanında olmayan bir hadise... Osmanlıcaya, Arapça, Acemce kelimeler, edatlar da girmiştir. "Bu lisana, tabiata muhalif, yabancı lisanlardan alınma sarf, nahiv kaideleri konulamaz. Çünkü lisanlar bir (müessese) olduğundan değiştirilemez" diyenlerin yalanları meydana çıkmıştır. Türkçenin esasında müzekkerlik, müenneslik yokken, Arapçanın bütün müzekkerlik, münenneslik kaidelerini, tetabularını Acemcenin terkip kaidelerini, edatlarını kabul etmişiz. Her ne kadar köylülerle avam, daha doğrusu halk bu sunî, bu zengin lisanı kabul etmemişlerse de şairler, edipler, hükümet bu mevzu "Osmanlıca" lisanını yazmışlar, konuşmuşlardır. Genç ediplerimiz lisanı daha ziyade muğlaklaştırıyorlar, bu hususta Fikret'in, Faik Ali'nin, Süleyman Nazif'in bilhassa Hüseyin Dâniş'in büyük hizmetleri sepkat etmiştir. Osmanlıca, ilk vâzıları-nın, eski şairlerin, Nerkisînin  lisanına doğru yaklaşmağa başlamıştır. Edebiyatta biraz daha faaliyet olsa birkaç seneye kadar, nasılsa kalan Türkçe kelimeler, sıfatlar, fiiller de tahrir lisanından kaldırılacak... "İttihat" için birinci vasıta lisandır. Kendi lisanını böyle öldürmeğe, katiyen millî edebiyatını satırlara geçirmemeğe ahdetmiş bir millet nasıl olur da millettaşlarıyle birleşebilir? Osmanlılar "Memalik-i Osmaniye"nin haricindeki Türkleri asla tanımazlar. Onlarla hiç bir münasebetleri yoktur. Hem olamaz da... Artık söyleyiniz "Türkizm" iftirası kadar budalaca bir iftira olur mu?

Bazı siyasî fırkaların Türkçülük gibi esassız, bir ideali olsa bile Osmanlı hükümeti daima Osmanlı kalacak, "Osmanlılık" haricinde hususî bir milliyet tanımayacaktır. Osmanlılık siyasî bir milliyettir. Tarihle, anane ile hiç bir münasebeti yoktur. Tanzimat ile beraber tesis edilmiştir. Bu vâki, bu tarihsiz milliyet son derece terakkiye, inkişafa müsaittir.. Muhtelit unsurlardan bir milliyet. Zaman, meşrutiyet bu hadiseyi doğuracak, tarihsiz olunca tabiî taassupsuz kalacak olan bu Osmanlı milliyeti yarım asır içinde dev adımlarıyle tealiye,, terakkiye yükselecektir. Şarkta henüz her şey hükümettedir. Babıâli'nin teessüs etmiş ruhu öyle kavi öyle dinçtir ki, İşte sizi temin ediyorum, ne ittihad-ı İslamcıların, ne de Türkçülerin hiç bir ideali-oraya hulul edemez. Osmanlı hükümetinin şiarı:  “bilâ tefrik-i cins ü mezhep” terkibinin içindedir. Hele bir Türk asla bir Rum, bir Ermeni, bir Arnavut, bir Bulgar, ilâh... gibi tarihî milliyeti namına en küçük bir hak bile iddia edemez. "Türk" lafzı kanunlardan, tarihlerden, coğrafyalardan, hatta bütün dimağlardan silinmiştir. Osmanlı, Osmanlı... Hükümetin güttüğü bu gaye o kadar necip o kadar insanîdir ki bunu anlamak için Tanzimat'ın insanîyetçi zihniyetini araştırmak ister. Tanzimat'ta tarih, kin, garez, milliyet yoktur. Eğer hakikî Osmanlılık teessüs etse dünyanın cenneti vatanımız olur. Ama buna yalnız Babıâli'nin ananesi muvaffak olamaz."

... Niyazi Bey iki saat söyledi. Osmanlılığın kıymetini anlar gibi oldum. Türkler hakikaten milliyet iddiasında değildiler. Dinî taassupları maarif ilerleyince, yani terakki başlar başlamaz uçup gidecekti. Bu görülüyordu. Hem bu ne âlicenaplıktı? Tarihinden, ananesinden vazgeçmek!... Şimdi hatırlıyordum. Sözde Türklerin içinde en demokrat, en milliyetperver olan Ahmet Mithat bile meşrutiyetin ilk günlerinde neşrettiği bir makalede padişahın hanedanından başka Türkiye'de hiç bir Türk aile bulunmadığını yazıyordu.

Ne tezat ya Rabbi! Hâlbuki biz Kürtlerin bile Ermeni olduklarını iddia ederiz.

* * *

15 Temmuz 1909, Moda

Bugün vapurda Niyazi Beye rast geldim. Yine Akonuştuk. Bu adam bana "Osmanlılık" abidesinin yegân sanatkârı gibi âli, masum, necip görünüyor. Hele Fransızca konuşurken o kadar nazik, o kadar kibar ki... Ah, bu kaba Türkçe onun ağzına yaraşmıyor. Bana:

—    Yakında bir cemiyet teşkil ediyoruz, dedi. "bilâ tefrik-i cins ü mezhep" herkes girebilecek.

—    Siyasî bir cemiyet mi? diye sordum:

—    Evvelâ ilmî, içtimaî..; Sonra, yani tekâmülünden sonra siyasî... Güldüm, İşte Türkiye'de de muhtelif cereyanlar başlamak üzereydi. Tekrar sordum:

—    Gayeniz ne olacak efendim?

—    Osmanlılık...

—    Osmanlılık olan bir şey... Var olan bir şey nasıl bir gaye, bir hedef olabilir?

Siyah gözleri parlıyor, yüzünde mahzun, fakat katî bir azmin aksi gölgeleniyordu.

—    Mevcut "Osmanlılık" yalandan başka bir şey değildir, dedi. Rumların patrikhanesi var. Ayrı lisanı var, ayrı mektepleri var.

Ermenilerin keza. Bulgarların keza. Sırpların keza. Arapların keza. Arnavutların, sair Osmanlıların da öyle... O halde nerede hakikî bir "yekpare, yekvücut" Osmanlılık? Babıâli bu ayrılığı inkâr ediyor. Ama gören bir gözden bu hakikat saklanılmaz. Tanzimatın yaratmak istediği "Osmanlılık" daha doğamamıştır.

—    Fakat o nasıl doğabilir? diye sordum.

—    Bütün unsurları kaynaştırıp birleştirme ile...

—    Bunu mümkün mü zannediyorsunuz?

—    Tamamıyla...

Düşündüm. Niyazi Bey bu zannına bütün mevcudiyetiyle itikat ettiği sözlerinin katiyetinden anlaşılıyordu. Devam etti:

—    Eğer Osmanlılıktaki bütün unsurların kaynaşacağından, bir olacağından, bir an şüphelensem Osmanlılığı esasından inkâr etmiş olmaz mıyım?... "Bilâ tefrik-i cins ü mezhep" bu ne demektir biliyor musunuz! "Hiç bir cins, hiç bir mezhep yok, yalnız Osmanlılık var!" demektir. Tanzimat cinsin, mezhebin arasında müsavat ilân ederek, onların ya

hiç olmamasını, yahut bir olmasını istemiştir. Bu büyük emeli yalnız kâğıtlara yazmış, kanunlara geçirmiş, yani hayalde bırakmış, fiile çıkaramamış. Meselâ o yekpare, yekvücut Osmanlılık için tek bir lisan, tek bir milliyet, tek bir din, tek bir terbiye, tek bir tarih, tek bir maarif ibda edememiş.

—    Lâkin bu nasıl mümkün olurdu?

—    Pekâlâ mümkün olurdu! Eğer mümkün olmasaydı Osmanlılık yalanını ihtira etmekten ne fayda çıkacaktı?

Hakikaten ben de düşündüm. Unsurların hepsini kaynaştırıp tek bir lisan ile konuşturmadan, tek bir terbiye ile, tek bir maarifle yetiştirmeden "yekpare, yekvücut" bir müessese temin olunamazdı? Evet mutlaka Tanzimatçılar bu hayali hakikat yapacaklarına kaildiler. İlk defa kendilerinin mensup oldukları Türk milliyetini Türklere unutturdular. "Türk" kelimesini tarihlerinden, edebiyatlarından, "Türkiye" kelimesini coğrafyadan kaldırdılar, işte muvaffak oldular. Demek bir millet kendi müessesatını, ananatını, lisanını, hatta milliyetinin ismini bile unutabilirmiş. Nitekim Hamdi Çavuş bana "Türk olmayıp Müslüman olduğunu" söylemişti.

Türkler hâkim iken böyle milliyetlerini terk edip mevzu, vâki "Osmanlılık" milliyetini kabul ettikleri, hem içlerinden henüz kimse buna itiraz etmediği halde diğer milletler niçin onları taklitten geri kalsınlar?... Düşünüyorum. Bu ne tuhaf olacak! Fakat bu aynı yamanda ne insanî, ne medenî, ne muasır bir milliyet olacak? Yeni bir lisanla, yeni bir ahlâkla, yeni bir gaye ile, yeni bir din ile, yeni bir terbiye ile yükselecek olan yeni "Osmanlı" milliyeti ihtimal arzda umumî müşterek insaniyet dininin vazıı gibi saadet, teali meş'aleleri tutuşturacak. Düşünüyorum... "Ah, bu hayal hakikat olsa..." diyorum.

18 Ağustos 1909, Moda

 

Hava o kadar sıcak ki... Başım ağrıyor. Aynı zamanda dehşetli bir nezlenin görünmez gemleri altında nefes alamıyorum. Şimdi Niyazi Beyden bir mektup aldım. Fikirlerim karma karışık! Boğucu bir kararsızlık buhranı geçiriyorum. Acaba ben de milliyetperver, ben de haberim olmadan mahdut bir adam, büyük insaniyet fikrini ihatadan âciz bir şoven miyim?

Bu mektubun aslını saklayacağım. Şayet kaybedersem diye buraya da kopya ediyorum.

17 Ağustos 1909, Pangaaltı

 

"Azizim Mösyö Hayikyan,

"Gecen ay vapurda size bahsetmiş olduğum cemiyeti teşkil ettik. Kulübümüz de açıldı. Hükümet istediğimiz müsaadeyi hiç geciktirmedi, verdi. Programımız, esâslarımız, Babıâli'nin bütün mukavemetlere rağmen takip etmek istememesi lâzım gelen gayeye çok muvafıktı. Evet, yine bilâ tefrik-i cins ü mezhep... Hükümete verdiğimiz beyannamede şunları yazdık:

1    — "Osmanlı kaynaşma" kulübüne "bilâ tefrik-i cins ü mezhep" her Osmanlı girecek.

2    — Osmanlı namı altında toplanan milliyetlere umumî, müşterek bir terbiye verilecek, Türklük gibi sair unsur ve milliyet hisleri yavaş yavaş iptal olunacak.

3    — "Osmanlı" vatanının birliği temin, yeni bir "Osmanlı" vatanîliği ihdas edilecek.

4    — Bütün Osmanlılara umumî, müşterek bir lisan öğretilecek, bu umumî Osmanlı lisanı Osmanlı maarifinin, edebiyatının ilminin lisanı sayılacak.

5    — Mekteplerde Osmanlılık haricinde hiç bir kavmiyete, milliyete kıymet verilmeyecek. Osmanlı memleketi çocukları kendi eski milliyetlerini, kavmiyetlerini, tarihlerini, edebiyatlarını öğrenmeyecekler.

6    — Kulübümüzün gayesine vusul için gazeteler, risaleler çıkarılacak, konferanslar verilecek... İlk adım olarak "İzabemi anâsır" şubeleri açarak, halk arasında mukabil dinî taassupların, millî iştiyakların söndürülmesine çalışılacak.

Fakat bu esaslar üzerinde yürümek değil, hatta bunlara yaklaşmak için çok büyük gayretler istiyor. Şimdi idealimizi ilim, fen noktasından tetkik ile harekete başlayacağız. Kulübümüzün idare heyeti, ilmî encümeninde yalnız Türk Osmanlılardan değil, Rum, Yahudi, Levanten, Arap, Bulgar da var. Ben idare heyetine, encümene Ermeni olarak sizin girmenizi arzu ediyorum. Arkadaşlarıma fikrimi söyledim. Sizin gördüğünüz Alî tahsil yarınki müşterek insaniyete bir numune olacak. "Osmanlılık" idealini nasıl neci bulduğunuzu anlattım. Arkadaşlarımızın içinde hiç meçhul kimse yoktur. Namuslarını irfanlarını bütün Osmanlı memleketi tanır, siz de tanırsınız. Bakınız:

Diyamandis Elendi Nikifor Angilef Efendi Nikolaviç Efendi Fraşarlı Nadir Bey Muiz Bori Efendi Salihülâynî Efendi Casimülkürdî Bey Louis Durant

Sadullah Behçet Bey

Hasan Rudi Bey

Şair Sait Bey

Celil Mün'im Bey

Hoca Bali Efendi

Doktor Eserullah Nâtık Bey.

Büyük emelimizin intişarına iştirak istiyorsanız iki satırla muvafakatinizi yazınız. Önümüzdeki pazartesi günü Nuruosmaniye caddesindeki "5T" numaralı kulübümüze teşrif buyurunuz.

Baki ümit...

Osmanlı Kaynaşma Kulübü

muvakkat kâtibi

Niyazi

Ne yazsam! Evet mi? Hayır mı?... Bugün aklım başımda değil.

Rahatsızım, 'biraz düşüneyim. Zaten hemen muvafakat hoppalık olmaz mı?

30 Ağustos 1909, Moda

Rahatsızlığım devam ediyor. Nezle zannettiğim şey kötü bir "korbator..." muş. Bu sıcakta nerde soğuk almışım?... Aklım ermiyor. Yarın biraz kalkabileceğim. Doktor:

— Yat, hiç dışarı çıkma... diyor. Bu onların âdetidir. İyi olursam neye mahpus kalayım? Zaten pazartesine epeyce var. Niyazi Beye şimdi cevap yazdım. "Osmanlı Kaynaşma" kulübüne gireceğim, iki üç gün nafile düşündüm. Böyle bir kulübe girmekte hiç bir mahzur yok. Lâkin bizde "vehim" bir illet, hayır ikinci bir tabiat olmuş. Hâlâ kendi milliyetlerini çoktan terk etmiş olan zavallı Türklerden çekinmek... Bu hakikaten manasız... Hem bu kulüpte Türk olmayan yalnız ben miyim? Rum, Arnavut, Sırp, Arap, hâsılı her milletten var. Benim milliyetim tehlikeye uğrarsa onlarınki de uğrar...  

Eylül 1909, Moda

Daha iyi olamadım. "Osmanlı Kaynaşma Kulübü" azalarından ne kadar Türk varsa hepsi mektupla hatırımı sordular. Diğer kavimlerden olan azalar hiç aldırmıyorlar.

 

21 Teşrinievvel 1909, Moda

Bugün kulübe gittim. Beni hararetle kabul ettiler. Bina gayet büyüktü. Eşya pek muhteşemdi. Kulübün masrafını Türk azalar uhdelerine almışlar. Niyazi Bey galiba çok zengin. İçtima salonu küçük bir saray divanına benziyordu. Uşakların hepsi resmî elbiseler giymişlerdi. içtima hakikaten ilmî idi. "içtimaî müesseseler kendi kendine mi teessüs eder, yoksa tesis mi edilir?" Meselesi mevzu idi. Herkes söyledi. Hakikaten âza şimdiye kadar gördüğüm adamların en mükemmelleri... Münakaşadan bir netice çıkmadı, dağıldık. Reis Sait Bey... Bu çok değerli bir adam; hakikaten şiarı:

Milletim nev'i beşerdir, vatanım rû-i semin  olan bir âlim...

 

7 Mart 1910, Moda

Altı ay ne çabuk geçmiş... Benim işlerim bozulmağa başladı. "Osmanlı kaynaşma" kulübüne mensubiyetimi bizimkilerden kimsenin duyduğu yok... Çünkü biz hiç gürültü yapmıyoruz. Henüz ne gazete, ne risale neşrettik. Müzakerelerimizden daima sabit bir netice çıkmıyor. Başladığımız iş o kadar büyük, o kadar müşkül ki kendim içinde olmasam, "Bu ancak bir hayaldir" diyeceğim.

Fakat Niyazi Beyin bir sözü hiç kulağımdan çıkmıyor:

Olmaz olmaz, deme, olmaz olmaz Güzelim âlenı-i imkândîr bu...

 

11 Mayıs 1910, Moda

Ah güzel İstanbul... Artık sana veda etmek icap ediyor. Bir haftaya kadar Marsilya'ya gidiyorum. Seksen lira maaş... Torakyan kumpanyasının vekili oldum. Niyazi Bey hareketimi işittiği vakit:

— Biz sana bu maaşı veririz, kal... dedi.

Hakikaten ne garip, fakat ne zengin adam... Kabul etmedim. Meyus oldu. Hiç olmazsa muhabir âza olmamı rica etti.

Şimdiye kadar Avrupa'da yaşamamıştım. Bakalım o hayat nasıl?... Maahaza bu adamı bırakmayacağım. Her fırsatta koşacak, yine bu manzaraya, bu sükûn, bu şiir içinde uyuyan fenere kavuşacağım.


 

SONUNCU OLAN İLK TEŞEBBÜS

 

23 Nisan 1912, Moda

Dün İstanbul'a geldim. Doğru odama koştum. Ah İşte yine yaz... Ropenyanların bahçesi yine çiçek içinde... Siyasiyat patlamış bir lâğım iğrençliğiyle memleketin her tarafını sarmış... Kaplamış, sanki iki sene geçmemiş. Ben dün büroma gitmişim. Bu sabah yedi vapuruyle odama gelmişim... Evet hayat, rüyadan başka bir şey değil. Kitaplarımı düzelttim. Koltuğumu yine pencerenin yanına çektim. Tıpkı eskisi gibi... Şimdi iki sene geriye dönmüştüm, iki yaş daha kazanmışım sanıyorum...

Bu tuhaf, bu masum nişle defterimi buldum. Yazdığım yirmi otuz sahifeyi o kadar lezzetle okudum ki... Niçin her gün yazmamışım... Yazık, yazılmayan günlerim, vakalarım mazinin içinde kaybolmuş. Hâlbuki İşte yazdıklarım... Onlar dipdiri duruyor. Okudukça tekrar yaşıyorum...

Acaba "Osmanlı Kaynaşma" kulübü de duruyor mu?...

Gitsem Niyazi Beyi görsem...

Yorgun muyum? Bir Türk gibi geriniyor: "Yarın inşallah..." diyorum. Fakat acelesi ne? Yavaş yavaş... Türkiye'nin hayatındaki şiar "yavaş yavaş" tır.

Şimdi çıkayım, iki senedir görmediğim aydınlık sokakları, rüyalı sahilleri gezeyim. Tatlı, seria rüzgârları koklayayım.

* * *

28 Nisan 1919, Moda

Dün kulübe gittim. Müzakereye dâhil oldum. İki senedir âza yirmi defa içtima etmiş. Hiç müspet netice çıkarmamışlar. Kâtibi umumî Niyazi Bey:

—    Şimdiden sonra ayda iki defa toplanacağız, diyor.

Benim artık İstanbul'da kalacağımdan, Marsilya'ya gitmeyeceğimden çok memnun... Encümen odasında kendisiyle uzun uzadıya konuştum, ilk içtimada katî programın kararlaştırılması lazımmış... Evvelâ lisan meselesi... Lisan için iki senedir söz söylenmiş. Kendisi "İspiranto" lisanının kabulüne mütemayil... Azadan bazıları Latin lisanını istiyorlarmış.

* * *

24 Mayıs 1912, Moda

Dün Diyamandis ile görüştüm. Tokatliyan'da bir arkadaşını bekliyordu. "Osmanlı Kaynaşma" sının lisanı "İspiranto" olursa bunu hepsinin kabul edip edemeyeceklerini sordum, güldü:

—    Türklerin zaten lisanları yok, dedi, onlar belki kabul edebilirler. Fakat Rumların beş on bin senelik mükemmel lisanları, edebiyatları var.

Hiç Ermeniler Ermeniceyi bırakırlar mı? Ben de bunu düşündüm.

 

30 Haziran 1912, Moda

Ben encümene de devam ediyorum. Şimdi farkına vardım, içtimalarda Arap, Rum, Arnavut, ,Sırp, Bulgar, Ulah, Yahudi azalar bulunmuyorlar. Biz sekiz kişi ile müzakerelerimizi yapıyoruz. Türk azalarla... Ben de artık bu kaynaşmış "yekpare, yek-vücut" Osmanlılık idealinin hakikaten çok, ama pek çok uzak bir hayal olduğuna kail oldum. Azanın yavaş yavaş kaçışmalarına sebep Niyazi Beyle .Sait Beyin ilmî nazariyeleri oldu, bu zatlar diyorlar ki:

"Osmanlılık içinde ayrı ayrı cemaatler var. Bu -cemaatler fertlerinin arzularını yutarak kavmî iradeler doğurmuş. Osmanlılığı kaynaştırmak için fertleri cemaatlerinden ayırmak lâzım. Fert cemaatinden ayrılır, yani iradesiz kalırsa o vakit ona yalnız kendi "arzu" su hakem olur? Fert menfaatinden başka bir şey düşünmez. Böyle yalnız kendi arzuları, yalnız kendi menfaatlarıyle yaşayan fertler iktisat bağlarıyle toplanır, Osmanlılığı teşkil ederler. Onun için ilk hücum olunacak noktalar cemaat müessesesinin direkleri olan milliyet, din, ahlâktır. Bu direkler yıkılınca fertler kendi uzvî arzularıyle karşı karşıya kalacaklar...

Mensup oldukları cemaatlerden ayrılmak gayri Türk azalardan hiç birisinin işine gelmedi. Kulübe uğramaz oldular. Ben ısrar ediyorum. Müzakereleri hiç kaçırmıyorum. Bütün kararlarda imzam var.

Görüyorum ki bu Türkler namussuz adamlar değil. Fakat hepsi ideolog... "Osmanlılık" vehmi -onların bütün mantıklarını, muhakemelerini uyutmuş.

 

15 Temmuz 1912, Moda

İki sene evvelki fikirlerim bugün tamamıyla değişmiş bulunuyor. Dün defterimin baş taraflarını okudum. Aman ya Rabbi! Ben, Dikran Hayik-yan, babası Ermeni milliyetinin baştan canlanması için alevlenen ihtilâlde âmillik ederken babası öldürülen öksüz bir adam, Osmanlılığa inanmışım ha...

"Osmanlılık" nedir? Kaynaşma kulübü bunun manasını bana öğretti:

1    — Osmanlı namı altında yaşayacak Türk mürk hangi milletten olursa olsun, milletler, kendi, milliyetlerinden vazgeçecekler.

2    — Dinlerinden, müesseselerinden, lisanlarından, yavaş yavaş ayrılacak.

3    — Cemaatlerinin ilham ettiği "irade"leri sunî bir nisyan ile unutarak yalnız ferdî, yalnız şahsî, uzvî arzularıyle yaşayacaklar.

4    — "Osmanlı" namı tahtında birleşerek yeni, tarihsiz bir milliyet husule getirecekler.

Bunlar hepsi o kadar boş, o kadar imkânsız şeyler ki! "Osmanlı kaynaşma" kulübü âzalarının nasıl böyle çocukça bir fikre kandıklarına şaşıyorum. Bu adamlar yalnız mantıklarıyle iş yapmak istiyorlar. Bilmiyorlar ki tarihte, içtimaiyatta mantık iş göremez. Tıpkı Fransız inkılâpçıları gibi düşünüyorlar. Onlar da mantıkla bir şey yapıyoruz, zannetmişler; dinlerini, tarihlerini, hatta senelerin isimlerini bile değiştirmişlerdi. Çok sürmedi, mantıkları da, kendileri de perişan oldular. Onların gayesi "insaniyet" idi. "Osmanlı Kaynaşma" kulübünün âzalarındaki ideal de aşağı yukarı "insaniyet" fikri... Türkiye'deki unsurlarda, fertleri birbirine - şahsî menfaatin pek fevkinde kudsî bir ihtiras ile - düşman eden cemaat ruhlarını öldürmek. Hususî mevziî, coğrafyaî bir beynelmileliyet tesis etmek...

Yarın yine içtima var. Ben bu sefer biraz onsları hırpalamak istiyorum.

 

28 Temmuz 1912, Moda

Evvelki gün hava biraz yağmurlu idi. Kulübün içtima salonunda hepsini hazır buldum. Hepsi deyince, yalnız Türkleri demek istiyorum; Aylar -var ki ne Diyamandis, ne Angelof, ne Nikolaviç, ne de diğerleri kulübe uğruyor.

Ruznamede lisan meselesi vardı.

Doktor Eserullah Natık Latince ile İbraniceden birisinin kabulünü teklif ediyordu. Bilhassa:

—    İbranice, en mükemmel lisandır! diyordu. Latinceyi Hasan Rudi Bey istiyordu. Bu tek gözlüklü genç bir Bey... Gayet şık, diğer arkadaşları gibi zengin. Aynı zamanda muharrir. Her on beş günde bir beş yüz sahifelik kitap neşrediyormuş.

—    Latince her ne kadar yaşamıyorsa, canlandırabiliriz. Baştan lisan aramağa ne hacet? diyor.

Sadullah Behçet'i kendine en sadık bir muin sayıyordu.

Hoca Bali Efendi itiraz ediyordu. Bu zat bizim kulübe gelmekle beraber müthiş bir politikacıdır. "İttihad-ı anasır" hususunda onun kadar ileri gitmiş daha kimse yok. Milliyetperverlerin aman vermez bir düşmanı... Onun fikrini hulâsa edeyim: "Dinlerin maksadı insanları mesut etmektir. Biz hocalar saibiye ruhanîleriyle, hahamlarla, Hıristiyan rahipleriyle itilâf etmeliyiz. Taassup aradan kalkar. Allah mademki bir, dinler niçin birkaç tane olsun?"

Hoca Bali Efendi bu fikrini İstanbul matbuatında da neşretti. Hiç bir taraftan itiraza duçar olmadığından anladım ki politika heyecanları arasında Türkler taassuplarını da unutmuşlar. O diyor ki:

—    Bugünkü edebiyat lisanımız olan bu Arap-çanın, Acemcenin karışmasıyle hâsıl olmuş Osmanlıca maksada kifayet eder. Üç lisanın membalarını; kaidelerini kendinin addettiği için dünyanın en büyük lisanıdır.

Celâl Mün'im, Şair Hâmit Bey de bu fikirdeler... Yalnız onlar Osmanlılığı teşkil eden bütün kavimlerin lisanlarından da kelimeler, kaideler alınmasını istiyorlardı. Doktor Eserullah Natık Türkiye'nin en âlimi, en büyük filozofu olmak üzere tanılır. Hatta bir Osmanlı akademisi açılsa mutlaka o reis olacak. Şimdi o da Türkiye'de bütün milletlerin lisanlarından mürekkep bir Osmanlıca tesis edilmesini tercih ediyor.

—    Zaten Türklerin lisanı yoktur. Onların kamusları Arapça, Acemcedir! icap eden kelimeleri ıstılahları hep bu Arap, Acem kamuslarından alırlar, diyordu.

Hatta daha ileri gidiyordu: Mademki Osmanlıca tanzim olunacak; Rumcadan, Bulgarcadan, Sırpçadan, Arnavutçadan, Ulahçadan, Ermenice-den kelimeler, hem bilhassa sarf, nahiv kaideleri alınacaktı, bu lisana daha umumî bir mahiyet vermek için nida  harflerini, İngilizceden, harf-i cerleri  Almancadan, resmî, hususî elkapları  Fransızcadan iktibas etmeliydi.

Ben Ermeniceye dair birçok tafsilât verdim.

Doktor Eserullah Natık böyle umumî, âlî, mükemmel bir Osmanlıcanın bütün dünya tarafından bile kabul olunacağını söyledi.

Sonra ben itiraz ettim:

"Lisanlar tesis olunmaz, her müessese gibi kendi kendine teessüs eder. İçtimaiyatın bu hakikatini kabul etmeyenler birçok defalar aldanmışlardır. Hiç sunî, mevzu bir lisan yaşamamıştır, yaşamaz da... İşte nitekim 1880 senesinde icat olunan "Volapük"  lisanı evvelâ epeyce ehemmiyet kazandı. Lâkin bu geçici bir moda idi. Çünkü bir lisan, yani bir müessese tesis olunamazdı. On sene içinde iki yüz seksen kulübü olan bu lisanın yirmi beş tane de gazetesi vardı. Yalnız Paris'te on dört tane "Volapük" dershanesi açılmıştı. Büyük mağazalar memurları için bu lisanı kabul etmek üzere idi. Ne oldu? Birdenbire bu lisan o kadar çabuk kayboldu ki bugün bütün dünyada "Volapük" çe bilen bir adama rast gelmek ihtimali yoktur. Sonra Espiranto   çıktı. O da şimdi yavaş yavaş sönüyor, yerini Ydo lisanına bırakıyor. O da yaşamayacak, mutlaka ölecek. Hâlbuki Ermenice... Asıl memalik-i Osmaniye'nin lisanı budur. Çünkü Türkiye'nin dışarısında Ermenice konuşan toplu bir millet, bir devlet yoktur. Hâlbuki Yunanistan Rumca konuşur, Mısır Arapça konuşur, Bulgaristan Bulgarca, Sırbistan Sırpça, Romanya Ulahça, ispanya Yahudice, Kâşgar, Hayve hanlıkları Türkçe konuşur. Bütün bu lisanlardan mürekkep bir lisanda mutlaka haricî bir milliyetin izleri de kalacaktır. Ermenice öyle değil. Bir kere yazması gayet kolaydır. Türkiye'nin hemen her büyük şehrinde Ermeni bulunduğundan bu lisanı, kabulü halinde pek çabuk intişar ettirebilirler..."

Sonra devam ettim. Bâli Efendi kanaat getiriyor gibi oluyordu. Sait Bey düşünmeye başladı. Lâkin Doktor Eserullah Natık benim teklifimi cerh etti

—    Vakıa "Memalik-i Osmaniye" haricinde Ermenice konuşan toplu bir millet, bir devlet yok, dedi. Ama bu lisan tarihî lisandır. Biz masnu,  bir yeni lisan istiyoruz. Dünyada lengüistik kadar efsaneden bir ilim yoktur. "Bir lisana kendi tabiatına muhalif, diğer lisanlardan alınan kaideler konulamaz." deniyor, değil mi, yalan! İşte bugünkü Osmanlıca... Türkçede olmayan Arapça, Acemce, kaideleri pekâlâ bizim iskolâstikler koymuşlar. Türkçenin tabiatinde olmayan "atf-ı tefsiri"leri  çoğaltmışlar. Edebiyatımızda otuz kırk satırlık cümleler var. Bugün kibar bir Osmanlı asla Türkçe kelimeye, Türkçe sarf kaidelerine tenezzül etmez. Zaten bizim tasavvur ettiğimiz Osmanlıca kısmen başlamıştır. İçinde biribirine yabancı üç ayrı dil birleşip bir araya gelirse, niçin on lisanın kaideleri birleşip bir arada yaşamasın?

Ben cevap vermedim. Fakat Eserullah'ın dediği Osmanlıca yaşıyor muydu? Görüyorum ki hayır... dikkat ettim: Osmanlılık iddiasında bulunan Türkler bile yalnız yazarken, şiir düzerken Arapça, Acemce kaidelerle, kelimelerle yapılmış yabancı terkipler kullanıyorlar. Konuşurken cümleleri hep kısa, hep tabiî... Hatta Arapça, Acem kelimeleri kendi tecvitlerine uyduruyorlar. Lâkin yazarken tabiatin yaptığı temsili âlimane bir tehalükle düzeltiyorlar...

Türkiye'de yaşayan bütün unsurların lisanlarından mürekkep bir Osmanlıca kabul edildi. Hasan Rudi "memalik-i Osmaniye" de Acem olmadığından eskiden nasılsa girmiş Acemce kelimelerle kaidelerin lağvını istedi. Hoca Bâli Efendi ona cevap verdi:

—    İstanbul'da, Anadolu'da epeyce Acem vardır. Bunlar Osmanlılardan kız alıp verebilirler. Niçin onların vaktiyle girmiş kelimelerini, kaidelerini atalım. Bilâkis Acemce Osmanlıcanın en güzel bir unsurudur.

Zavallı hoca Bâli Efendi... İstanbul'u, vilâyet, merkezlerini dolduran, tömbeki, çay, kâğıt, kalem ticaretini, ameleliği eline geçirmiş olan Azerbaycanlı Türkoğlu Türklere esvaplarına bakarak Acem diyordu.

 

20 Ağustos 1912, Moda

Dün Ermeni arkadaşlarımdan biri Fransızca Merucre de France  risalesinin 16 ağustos 1912 tarihli nüshasını verdi:

— Mutlaka oku... dedi.

Kurşun kalemle işaret ettiği şey gayet uzun, Risal imzalı bir makaleydi. Makalenin serlevhası: "Türkler millî bir ruh aramakta..." şimdi bitirdim, İşte şimdi acı bir hoşnutsuzluk hissediyorum. Eğer bu Mösyö Risal'in haber verdiği şeyler sahih ise berbat... Türkler de bir millet oluyor demek... Ötede beride birtakım adamlar varmış, bir Türk ruhu ararlar, Osmanlıca namı altında devam eden Arapça, Acemce, iskolastik, karışık lisanı bırakmaya, konuşulan, tabiî halk lisamyle edebiyat yapmaya çalışırlarmış.

Evet, Türkler de kımıldanıyorlar.

Bir İngiliz bana demişti ki: "Türkiye'de on dört milyondan ziyade Türkçe konuşur, tamamıyle Türkleşmiş bir halk var... Hâlbuki ne kadar Ermeni, ne kadar Rum var? Zannetmem ki bu iki unsur üç milyondan fazla olsun... Rumların fikri İstanbul'u, İzmir'i falan zaptedip bu on dört milyonu "Kızılırmak" m sağ tarafına atmak, Ermenilerin fikri büyük Ermenistan'ı teşkil edip ne kadar Türk varsa hepsini "Kızılırmak" m sol tarafına atmak... Eğer bu iki millet aynı zamanda muvaffak olursa Anadolu'da bir tane Türk kalmayacak, hepsi Kızılırmak'a dökülerek denize akacaklar. Lâkin! Türkler de Rumlar, Ermeniler, hatta Araplar, Arnavutlar gibi milliyetlerine sarılırlar-sa! On dört on beş milyonluk toplu bir kuvvetin karşısında biz ne olacağız? Pek dağınık, pek az olan biz Ermeniler bunu düşünmeli, "Osmanlılık" müessesesini kuvvetlendirmeliyiz. Asla üç dört milyon, on beş milyona galebe çalamaz.

Gayet muktedir Avrupalı bir muharrir diyor ki

"Türkler çok âlicenaptır. Kendi milliyetlerini, tarihlerini, ananelerini asla yad etmezler. Onlar şimdi yalnız, rahatça yaşamak istiyorlar. Eğer Türkiye'deki Hıristiyanlar fazla mutaassıp milliyetperverlik göstermeyip onları uyandırmasalar meşrutiyet sayesinde yarım asır içinde bir Türk kalmayacak, servet, ticaret, arazi, hatta hükümet Hıristiyanların eline geçecek, Türkler yine çadırlarına çekilecekler, namazlarını daha rahat kılmak için geldikleri tenha, saf, asude Türkistan'a dönecekler... Hâlbuki

Hıristiyanlar milliyetperverlikte taassup gösterdikçe Türklere de bu hal aksediyor. Birtakımları "Ben Türküm; Türklükle gururlanırım" diye ortaya atılıyor. Konuşulan tabiî Türkçe ile şiirler, kitaplar yazıyor, konferanslar veriyorlar. Hatta yavaş yavaş Türkçülük diye bir mefkûre bile canlandırıyorlar."

Düşünüyorum, biz Ermeniler, Rumlar, hatta Araplar, Arnavutlar milliyetimizde taassup göstermesek Türkler "Osmanlılık" namını verdikleri kozmopolitlikten ayrılmayacaklar, bütün varlıklarını unutacaklar.

Hükümeti elinde tutan fırka tamamıyla sukut ettirildi. Buna Rumlarla çalışan, bizim kaynaşma kulübünün daha mutedil, daha siyasî olan "itilâf" fırkasıyle milliyetperver Arnavut ihtilâlcileri, millî fikirlerden külliyen mahrum bulunan Osmanlı zabitleri muvaffak oldular. "Halaskaran zabitan grubu" şimdilik mevkie hakim... Kabinede Tanzimat ruhunun yetiştirdiği büyük simalar var. Meselâ dünyada kim tasavvur edebilir ki Kâmil Paşa gibi Tanzimat dâhisi bir Osmanlı, Türklüğü düşünerek hareket etsin... O tam bir Osmanlıdır.

Ah, lâkin harp ihtimalleri... Eğer harp olursa ya mağlûbiyet, ya galibiyet... Ben en çok mağlûbiyetten korkuyorum. Milletleri uyandıran büyük felâketlerdir. Ya Türkler de felâkete uğrayıp uyanırlarsa...

 

Teşrinievvel 1912, Moda

Harp başladı...(1) Bulgarlar, Sırplar, Karadağlılar, Yunanlılar, hatta bir parça da Arnavutlar Türklere ilân-ı harp ettiler.

Bizim kâinat umurumuzda değil. Yine kulübümüzde toplanıyor, müzakerelerimize devam ediyoruz.

Dün içtima günüydü. Ruznamede "din" meselesi vardı.

Eserullah Beyin tanzim olunacak yeni "Osmanlı" milletinin mutlaka bir dini olması icap ettiğini söyledi. Hoca Bali Efendi İslâmlığın; Musevîliğin, isevîliğin, Saibîliğin ceminden hâsıl olmuş bir din olduğunu, biraz değiştirilerek bütün Osmanlılara kabul ettirilmesini teklif etti. Sadullah Behçet bütün bütün dinin aleyhinde... Hasan Rudi "Japonlar gibi dinsiz olalım!" diye haykırdı. Müzakere epey sürdü. Neşriyata başlanınca halkın galeyanından korkuluyordu. Yeni bir din bulmak, yeni bir lisan bulmaktan daha zordu. Nihayet şimdilik "dinsiz" likte karar kıldılar. Rum, Bulgar, Sırp, Arnavut, Arap, Ermeni, hâsılı bütün Osmanlılar yavaş yavaş dinlerini terk edecektiler.

(1) Balkan Savaşı.

Sait Bey "ihmal, diyordu, ihmal bütün ocaklara incir diker!"

Böyle de tafsilât veriyordu:

"îlk Tanzimatçılar bir kalemde milliyetleri sildiler. Türk'e Türklüğünü unutturdular. Lâkin dine dokunamadılar. Çünkü onlar da bizim gibi, belki bizden ziyade asırlardan beri köklenmiş taassuptan korkuyorlardı. Taassup izale edilince tabiî din de kalmazdı. Buldukları çare "ihmal" idi. Çalışan demir parlar. Nasıl çalışmayanı küf tutarsa bir müessese de gençleştirilmez, kendi halinde bırakılırsa ihtiyarlar, yıkılır, dağılır. "Memaliki Osmaniye" de en çok mü'mini olan din İslâmlıktı. İslâmlığı yıkmak için ihmal icap ediyordu. Tanzimatçılar da memleketin her tarafını tanzim ederken medreselere hiç bakmadılar. Dinî müesseseleri hep eski halinde bıraktılar, îhmal ettiler. Biz de onların gittiği yoldan gideceğiz. Dini muasırlaştırmayacağız. Muasırlaşmayan dine tabiî muasırlaşan Osmanlılar yabancı kalacaklar. Bizim emelimiz de husul bulacak." Kulüpteki gayri Türk azaların gelmeyişine hâlâ hiç biri dikkat etmiyordu. Dalgın, her şeyden bihaber kararlar veriyorlardı.

Babıâli'den aşağı inerken Eserullah, Niyazi yanımda idiler. Asker sevkiyatına hiç bakmıyorlar, hatta o kadar gürültüleri işitmiyorlardı bile...

 

Teşrinisani 1912, Moda

İşlerim bozuldu. Harp hemen tesirini gösterdi. Piyasa durgun... Para yok... Bugün İstanbul'a geçiyordum. İskelede birçok kalabalık gördüm.

Diyorlar ki "İstanbul ahalisi Üsküdar'a, Kadıköyü'ne hicret ediyor." Fakat ne çabuk... Demek İstanbul'a Bulgarlar girecek, haftalar var ki Çatalca hatlarını zorluyorlar. Her taraf muhacirle doldu... Sefalet son derecede! Vapurda gözlerimi Ayasofya'nin kubbesinden ayıramadım. Yan kamaradayım. Güzel, şişman bir Rum kadını ancak dört yaşında tahmin olunabilir oğlu ile karşımda oturuyordu. Hava pek güzeldi. Uzaklardan top sesleri geliyor gibi oluyordu. Çocuk dizlerinin üzerine kalkmış dışarıya bakıyordu; Rumca:

—    Ayasofya bu değil mi anne? diye sordu. Kadın bir defa bana baktı. Başımda şapka çekindiği yok ya... Çocuğuna cevap verdi:

—    Evet yavrum.

—    Ah, ne güzel...

Sonra kadın eğildi. Pencereden dışarıya bakmaya başladılar. Yavaş yavaş konuşuyorlardı. Ben elimdeki gazeteyi okur gibi yaparak işitiyordum:

—    Ne vakit gelecek Kostantin?

—    Müttefikleriyle birleşecek. On beş yirmi güne kadar...

—    Niçin Bulgarlarla Sırplar girip almadılar şimdi ?

—    İstanbul'un asıl sahibini bekliyorlar...

—    İstanbul'un asıl sahibi kim?

—    Yörgi'nin kahraman oğlu Kostantin.

Tâ Köprü'ye gelinceye kadar dışarı baktılar. Onlar da benim gibi İstanbul'un son günlerini yaşadığına kaildiler, İstanbul'da herkes bunu bekliyor. Köprü'de rast geldiğim bir jandarma zabiti sefarethanelerle Kâmil Paşanın anlattığını, Bulgar askeri girer girmez Osmanlı jandarmalarıyle sefaret maiyet vapurlarından çıkacak ecnebi neferlerin bir ellerinde Osmanlı bayrağı, bir ellerinde mensup oldukları devletin bayrağı olarak devriye gezeceğini söyledi.

Bravo... Hakikaten şimdiye kadar Osmanlılardan Kâmil Paşa kadar büyük adam yetişmemiştir, yetişemez de... Sefarethaneleri İstanbul'a asker çıkarmak hususunda ikna etmek... Bunu her işiten Osmanlı, paşanın maharetine şaşarak, sevinerek "yaşasın siyaset piri!" diye rahat nefes alıyor. Bulgar Kiralı Ferdinand'in Ayasofya'da "taç giyme" resminde giyeceği esvapla formalar Paris'te yapılmış. Avrupa gazeteleri yazıyor.

Ey ihtiyar Ayasofya... demek beş yüz bu kadar sene sonra kubbene yine haç dikilecek ha!..

 

28 Kânunusani 1913, Moda

Hıristiyan müttefiklerinin orduları İstanbul'a giremedi. Top seslerini işittikçe ne kadar seviniyorduk. Bütün kiliselerde -gizli değil, alenî- mu-zafferiyet duaları ediliyordu. Rumeli'den Türkler kovuldu. Bulgarlar geçtikleri yerlerde cami, minare, islâm bırakmadılar. Yaktılar. Yıktılar. Öldürdüler. Pomakların hepsini Hıristiyan yaptılar. Bütün Avrupa genç Balkan milletlerinin cesaretlerine, azimlerine, şiddetlerine şaştı. Bulgarların millî rengi bu senenin Paris'te modası... Hatta Beyoğlu'nda bile Bulgar modası âdet oldu. Bulgar renginde kumaşlar İstanbul'da bile satılmaya başladı.

Ben "kaynaşma" kulübümüze devam ediyordum. Arkadaşlarım o kadar dalgın, müzakereleriyle o kadar meşgul ki, muharebeden haberleri yok... Galiba her gün ufuklarımızı inleten top seslerini bile duymuyorlar. Dünkü müzakerede Eserullah Natık Hıristiyanların medeniyetinden Türklerin, İslamların barbarlıklarından bahsetti. "Bizim memleketimizi Hıristiyanlar alsa asıl o vakit hürriyeti, serbestliği görürüz, İşte Mısır gözümüzün önünde... O ne refah, o ne saadet..." dedi.

Gazeteleri okumadığı için Balkanlıların yaptıklarından haberi yoktu. Ben itiraz etmedim. Bu ezelî uyku içinde müzakere uzadı.

Sait, Sadullah Behçet, hatta Hoca Bali Efendi Osmanlıları kaynaştırmak için ilk yapılacak iş "bilâ tefrik-i cins ü mezhep" kız alıp verme olacağında musırdılar.

Vakıa İslâmlar Hıristiyanlardan kız alabiliyordu. Lâkin veremiyorlardı. Arkadaşlar bu muvazenesizliği bozmak istiyorlardı. Gayet mükemmel bir mantık kullanıyorlardı: "Alınsın da niçin verilmesin?"

Hoca Bâli Efendi fikrini söyledi: "Din nedir? Saibîlik, Musevîlik, İsevîlik, İslâmlık değil mi? Biz bunların hepsini birleştireceğiz. Aslına irca edeceğiz. "Din-i İbrahimî" yi meydana çıkaracağız. "Din-i İbrahimî" milletlerle dinler arasında fark görmeyeceği için (bilâ tefrik-i cins ü millet) izdivaca da müsaade edecek."

Bâli Efendiye kimse itiraz edemezdi. Artık programımız tekâmül ediyor. Bugün dağılırken Doktor Eserullah Natık:

—    Yakında faaliyete geçeceğiz, dedi. Hakikat ilerliyor. Onu hiç kimse tutamaz...

 

7 Mart 1913, Moda

Fakat hangi hakikat ya Rabbi... Hakikat ilerledi. Henüz kimse onu tutmadı. Çünkü ilerleyen şeyden kimsenin haberi yok,

Kaç senedir tetebbu ederek çizdiğimiz esaslarımızı neşre, tamime başlayacağız. Evvelâ bir gazete... Bunu şimdilik haftada bir çıkaracağız. Lâkin gazetemizin ismini bulmak pek güç oldu. Kulüpte sekiz kişiyiz. Sekizimiz de ayrı isimler bulduk. Ben "Babil Kulesi" dedim. Bu hakikaten Osmanlılık kaynaşmasını iddia eden bir risale için tam bir isimdir. Eserullah Natık Alfred Fuyye'nin  "İdee force"  tabirini bozdu. Bundan bir mana çıkmadığını söyledi. "İdee-force" haline koydu. "Kuvvet-i zinde" diye tercüme etti, "kuvvet" yerine "fikir" konulursa maksadımızı neşredecek gazeteye tam muvafık bir isim olacaktı: Fikr-i zinde...

Sadullah Behçet:

—    Gazeteye isimden evvel bir "şiar" bulmalıdır! diyordu.

Bulduğumuz şiarlar da biribirine hiç uymadı. Gazetemiz için bulduğumuz sekiz isim şunlardı:

Babil Kulesi, Fikr-i Zinde, Şems-i Yegâne, İzabe-i Anasır, insanlık, Osmanlılar, Kaynaşalım, Vicdan-ı Hür, İrfan-ı Hür...

Nihayet kura çekmeye karar verdik. Bu sekiz ismi kâğıtlara yazdık. Bir tane çektik, "insanlık" çıktı.

Başmuharrir Sait oldu.

Felsefeye ait kısmını: Eserullah Natık yazacak,

İçtimaiyat kısmını: Sadullah Behçet, Hasan Rudi,

Edebiyat kısmını: Niyazi Bey,

Fen kısmını: Celâl Bey,

Din kısmını: Hoca Bâli Efendi,

Mütenevviayı da ben...

ilk nüshamızı bakalım ne vakit çıkarabileceğiz?

 

15 Nisan 1913, Moda

Dür. ilk nüshanın r 'inderecatını müzakere ettik.

Sait Bey, nev-i beşerirs bütün bir milliyet olduğuna (vatan) m da (rû-yi zemin) olması lâzım geleceğine, ancak bu hakikati anlayanın insan addedilebileceğine dair uzun bir şiir yazmıştı. Bu gayri millî, yani "Bilâ tefrik-i cins ü mezhep" edebiyatın hakikaten bir şaheseriydi. Dinlerin, milliyetlerin, muhitlerin, vatanların hep efsane olduğunu terennüm ediyordu. "Eserullah Natık" in makalesi elli sahifeden ziyade idi. Birçok ecnebi isimleri söylüyordu. Lâkin ne yalan söyleyeyim, makale gayet büyüktü. Ben de beğendim.

Sadullah Behçet, Hasan Rudi, bütün iktidarlarını göstermişlerdi. Hasan Rudi dört beş sayfanın içinde içtimaiyattan, gariziyattan,  tarihten, hayvanattan, metafizikten,  patolojiden  bahsediyor, spiritizm  ile spiritüalizm  arasında hiç bir fark olmadığını, bütün ilimlerin saçma olduğunu ispat ediyor; nihayette kendinin âlim olduğundan fahir-leniyordu.

Niyazi Bey her lisanın bir lisan olmadığını, lisanlar müesses olmayıp tesis edilebildiğini, bir lisandan diğer lisana gelme kelimeler olduğu gibi kaideler de olabileceğini iddia ediyor, mültekâmil Osmanlıca için tafsilât veriyor ve Arapça, Acemce, Rumca, Arnavutça, Sırpça, Bulgarca, ispanyolca kelimelerle, kaidelerle yapılmış cümlelerden misaller gösteriyor, bu karmakarışık masnu lisanın ahengini, güzelliğini anlata anlata bitiremiyordu.

Fen kısmı gayet parlaktı. Yegâne hakikatin fende olduğu, fennin haricindeki her şeyin bir vehim, bir hayalden ibaret olduğu ispat olunuyordu.

Hoca Bâli Efendi kaynaşmış Osmanlı milletinin müşterek dinini izah ediyordu. Bu, "Din-i İbrahim" idi. Saibîlik, Musevîlik, İsevîlik, İslâmlık karıştırılmalı, geriye gidilerek Hazret-i İbrahim'in dini bulunmalıydı. Bu nüsha âdeta meslek nüshasıydı. Kaynaşma kulübünün esas fikirlerini ihtiva ediyordu. Son sayfaya "Bilâ tefrik-i cins ü mezhep izdivaç" ilânları koyacaktık. Din, millet farkına bakmadan izdivaç edecek gençlere yardım edecektik. Benim makalem çok alkışlandı. Eserullah Natık:

— Bu nüshanın en mükemmel parçası budur, dedi.

Hasan Rudi bu fikirleri evvelce kendi de yazdığını söyledi. Şair Sait Benim tarihle etnografyadaki  vukufumu yeni anlıyordu.

Makalemin serlevhası:

"Mamalik-i Osmaniye'de ir kan, cinsen bir tane olsun Türk yoktur!" cümlesiydi... Tarihe, etnografyaya istinat ediyordum. İlmen iddiama kimse itiraz edemezdi. Makalemin hulâsası şu idi:

Memalik-i Osmaniye'de hiç Türk yoktur. Ahmet Mithat Efendi  bunu tasdik ile beraber yalnız Al-i Osman hanedanının Türk Dacik ırkına mensupluklarım yazmış ise de o da yanılmıştır. Âl-i Osman'ın dahi Türk Dacik ırkından olmadıklarını ispat etmezden evvel bütün memalik-i Osmaniye'de hiç bir fert Türk bulunmadığını anlatacağım. (Anadolu'da hiç Türk bulunmadığı) hakikatinin en büyük şahidi Fransız seyyahı "Taverniye"dir  On yedinci asırda üç defa bütün memalik-i Osmaniye'yi, İran'ı, Hindistan'ı dolaşan bu zat neşrettiği tarihte Tokat'tan Tebriz'e kadar olan büyük mesafede ancak ancak yüzde iki nispetinde Müslüman bulunduğunu yazıyor. Şundan anlaşılıyor ki Anadolu'da 200 sene evvel Türk değil, hatta Müslüman bile yokmuş! Bunun aksini ispat edecek bir tek delil olsun bulunamaz. Birtakım menfaatçi, müteassıp milliyetperverlerin "Türk" dediği Anadolu ahalisi kılıç zoruyle Müslüman olmuşlardır. Bu ihtidalar son iki yüz senenin vukuatıdır. Evet Anadolu halkı vakıa Müslümandır, lâkin katiyen

Türk değildir. Herkesi kandırıp hasis menfaatlerini istihsalden başka bir şey düşünmeyen milliyetperverler, "Memalik-i Osmaniye" de hiç Türk olmadığını görünce Arap, Acem, Bizans tesirlerinden bahsederler. Bu üç tesir altında "Türklük" ün kaybolduğunu söylerler. Olmayan bir şey sonra nasıl kaybolur? Memalik-i Osmaniye'deki Müslümanlar dinlerinden dönmüş eski Rumlarla Ermenilerdir. Bu zavallılar yeni dinlerini bırakıp tekrar eski milliyetlerine dönemezlerse asla Türklüğü de kabul etmezler. Nitekim Memalik-i Osmaniye'de kimse:

—    Ben Türküm, diyemez. Milliyeti sorulunca yalnız:

—    Müslümanım elhamdülillah... der.

Milliyetperverler içtimaî hakikatin bu ısrarından yılmazlar. Dünyada seksen milyon Türk olduğunu uydurarak ötekini berikini kandırırlar. Hele mefkûreleri olan "Turan" kelimesinin manası bile aleyhlerindedir. Rus âlimi meşhur Bartold bu menfaatperverlerin mazarratından ürkerek "Turan" kelimesinin ne demek olduğunu herkese ilân etmiştir, Bartold gibi bir Rus âlimi bize temin ediyor ki "Turan" İran'ın bir vilâyeti imiş, hem Farsça bir isim imiş."

O kadar tafsilât veriyor, Avrupa ulemasından o kadar şahitler getiriyor, hatta dünya yüzünde bugün "Türk" namında bir millet olmadığını o kadar mükemmel ispat ediyordum ki... itiraz mümkün değildi... Nahak yere kendilerine "Türk" diye iftira edilen Osmanlı arkadaşlarım arzın üzerinde hiç Türk olmadığından son derece seviniyorlar, beni kucaklıyorlardı. Hoca Bâli Efendi alnımdan öpüyordu. Zira o, milliyetperverliğin dinsizlik olduğuna kaildi. Sevincin verdiği heyecan ile titreyerek:

—    Varol Hayikyan Efendi evlâdım, diyordu, şu rezillere son sözü söyledin. Onlar şimdi Türkolojilerinden, morkolojilerinden bir cevap çıkarıp verebilecekler mi bakalım?..

Hem ilâve de ediyordu:

—    Onların mazarratından yalnız biz Osmanlılar değil, "Rusya devlet-i fahime-i muazzaması" dahi endişededir. İhtimal bu makaleni sefaret tercümanı tercüme edecek, sana "Petresburg Cemiyet-i llmiye-i Imparatoriyesi" nden bir mükâfat, bir nişan gelecektir...


 

ON İKİ SENE SONRA

"Hayat bir uykudur, aşk onun rüyasıdır!" derler. Ne doğru! Ben de sevdim, sevildim. Güzel, şefkatli Hayganoş'uma Haçiklerin evinde rast gelmiştim. Bu âli kalbe, bu zarif kıza beslediğim hürmet yavaş yavaş aşk oldu. İnsanları tatlı hülyalarla yaşatarak en mühim şiirlerin manasını öğreten âli heyecan nihayet bana da yaşamanın lezzetlerini öğretti. Bu lezzeti tattıktan sonra zevce, evlât, aile sonra da milliyet muhabbetini duydum. Hayganoş'u görmezden evvel sanki ruhum, sanki hissim yokmuş... Şimdi o benim karım... Aşağıda oynayan çocuklarımızın seslerini işitiyorum. Ne kadar mesudum.

Her taraf kar içinde... Sobanın odunları tatlı, ılık bir çıtırtı ile yanıyor. İşim yok, kitaplarımı karıştırıyorum. Kırk elli sayfalık bir şey... Bekârlığımın eksik, dağınık, perişan bir faslı... Bir roman ki benden başka kim okusa bir şey anlamaz. Eminim ki dünyada bu kadar intizamsız bir ruzname tutulmamıştır. Fakat okudukça hatıram alevleniyor. Osmanlılık kaynaşması vehmiyle toplandığımız günleri, o masum, ideolog, saf arkadaşlarımı hatırlıyorum. Senelerden beri unuttuğum şeyleri birden hatırlamak beni tahrik ediyor.

Vücudumun harareti çoğalıyor. Gayri ihtiyarî yine yazmak arzusuna düşüyorum. Yazacağım... Yazmak, eğlencelerin, fantezilerin en necibi, en faydalısı değil midir?

Geçen her sene hafif bir sis tabakası bırakmış. Mavi bir duman... Ben bu dumanın içinden yine görüyorum: Oynadığımız budalalık komedisinin son perdesini -sanki şimdi kapanmış gibi- noktası noktasına hatırlıyorum: İşte Nuruosmaniye'deki "Osmanlı Kaynaşma" kulübü! Sanki daha "İnsanlık" risalesinin birinci nüshasını çıkarmışız. Bugün yine müzakerelerimiz var.

Ben pencerenin yanındaki koltukta sigara içiyorum. Eserullah Natık konferansım hazırlamış, her fırsat bulduğu yerde söylemeğe başlayacak. Ne kadar seviniyoruz. Satış çok. •Sekiz bin nüshadan bir tane kalmamış. İkinci tabını da yaptırmağa karar veriyor, da-ğılıyoruz. Herkes gelip "İnsanlık" mecmuasından, istiyor. Hatta bazı kitapçılar beşer kuruşa satmışlar. Niyazi Bey:

—    Ah keşke dışarlara gönderdiğimiz bin nüshayı tehir etseydik... diyor. Evet, kaç gün sonraydı. İyi hatırlamıyorum. Yine içtima günüydü. Kulüpte toplanmıştık. Sait yeni yazdığı bir şiiri okuyordu. Masanın üzerinde Mr yığın kâğıt gördüm.

Niyazi Beye bunların ne olduğunu sordum.

—    Milliyetperverlerin teşvik ile çektirdikleri protesto telgrafları... diye güldü. Hoca Bâli Efendi sarığını salladı:

—    "Atarlar seng-i tarizi diraht-i meyvedar üzre." 

Ben yaklaştım. Bu kâğıtlara bakmağa başladım. Uzun kısa, hepsi bize "Ey milliyetini inkâr eden alçak sefiller! Biz Türk'üz, ne milliyetimizi inkâr ederiz, ne dinimizi değiştiririz." diyorlardı. Telgrafların bir çoğunda Türk vilâyetleri belediye reislerinin imzaları vardı. Galeyan müthişti. Lâkin kulüptekilerden kimsenin ehemmiyet verdiği yoktu. Hatta ikinci nüsha için yazılar getirmişlerdi. Türk Yurdu, Türk Ocağı, Türk Gücü, Altın Ordu, Yeni Turan, Türk Birliği cemiyetlerinin birer makale kadar uzun telgraflarını okuyordum. Kalbim çarpıyordu. Varlığı inkâr olunan büyük bir milletin bir tayfundan daha müthiş olan mukaddes, âli hiddeti kabarıyor, taşıyordu. Edirne, Bursa, Konya, Kastamonu, İzmir, Adana, Trabzon, Ankara, Halep vilâyetlerinin livalarından,  kazalarından, nahiyelerinden telgraflar yağmıştı.

Daha şark vilâyetlerine galiba "İnsanlık" mecmuası gitmemişti. Bütün Anadolu "Ben Türküm!" diye haykırıyordu. Kulübümüzün ilmî, içtimaî kasdı Türkiye'de yaşayan bütün milletleri müteessir etmişti. Osmanlılık kaynaşmasına yalnız Türkler değil, Araplar,. Rumlar, Ermeniler de kızmışlardı. Araplar İslâmlığı bozmağa, yeni bir din çıkarmağa kalkan Hoca Bâli Efendinin idamını talep ediyorlardı. Patrikhane bir beyanname neşretmişti. "Rumlar Rumdur, diyordu, başka bir milliyet tanımazlar.

Osmanlılık onların yalnızca resmî, siyasî unvanlarıdır. Türkiye'deki bir Rumla Atina'daki, Girit'teki, buradaki bir Rum'un arasında ne lisanca, ne ananatça, ne maarifçe, ne dince, ne mefkûrece hiç bir fark yoktur. Rum millî harsı bütün dünyada birdir. Kendi milliyetlerini mahva kalkan birtakım dehriler büyük Rumluğu asla ifsat edemez." Ermeni patrikhanesi, Ermeni mahafili bu kaynaşma teşebbüsünü gayet gülünç buluyordu. Kâğıtları okudukça içtimai müesseselerin, milliyetle dinin aleyhinde bulunmaktaki mantıksızlığı, zirzopluğu anlıyor gibi oluyordum. Uzaktan birtakım gürültüler yaklaşıyordu. Birbirimize bakıştık. Geniş pencereye doğru yaklaştık. Nuruosmaniye caddesinden bayraklı bir kalabalık geliyordu. Kırk elli bin ağızdan çıkan, bir neşidenin müthiş bir tehdit, canlı bir tekzip gibi yükselen uğultusunu işitiyor, sesimizi çıkarmadan sararıyorduk:

Biz Türk'leriz, biz Türkleriz... Mukaddestir ilimiz. 

"Birlik"tedir kuvvetimiz, birdir bizim dilimiz...

Uşaklar işi anladılar, İstanbullular bize karşı nümayiş yapıyorlarmış. Kulübün kapısını polisler muhafaza ediyorlarmış. Eserullah Natık bazuları-nı, dişlerini, bacaklarını sıktı.

—    Ah bu Türkçü serseriler! Bütün Osmanlıları kandırıyorlar, diye inledi. Sadullah Behçet bu müthiş kalabalıktan ürkmüş:

—    Foule, foule inconscinte, elle, veut nous ecraser , diye titriyordu. Hasan Rudi:

—    Ana tarafından galiba da Türk unsuruna mensubum... demeğe başladı. On dakika içinde bütün cadde doldu. Kalabalık o kadar çok, o kadar sıktı ki kimse kımıldayamıyordu. Bir genç -sonradan kim olduğunu öğrendim, Türkocaklarının hatibi imiş- bizim kulübün yüksek peronuna çıktı. Gayet gür, parlak, tannan bir sesle "Osmanlılık" kelimesinin "düvelî" bir tabirden başka bir şey olmadığını dinler gibi milliyetlerin de muhterem, kudsî, ihmal olunmaz müesseseler olduğunu, Türkiye'de on dört milyondan ziyade Türkçe konuşan Müslüman'ın Türk addolunduğunu, Arapça konuşan yine bu kadar Müslüman'ın Arap addolunduğunu, azlığı teşkil eden Rumlarla Ermenilerin de kendi milliyetlerini muhafaza etmelerini Türklerin memnuniyetle telâkki edeceklerini haykırdı. Eserullah Natık kulübün penceresinden Osmanlılığı da müdafaa ile "Türk" diye bir milliyet ihdas olunmasındaki münasebetsizliği nutuk halinde söylemek istiyordu. Hepimiz mani olduk. Korkuyor, sararıyorduk. Genç Türk hatibinin nutku bir konferans gibi uzuyor, sürekli alkışlar içinde derinleşiyordu. En nihayet bizim pencereye doğru elini kaldırarak:

—    Dikkat ediniz, ey dalgın cahiller! Türkiye'de hiç Türk yok diye yazıyorsunuz. Yalnız İstanbul'un bir köşesinde ne kadar çok Türk olduğunu görünüz... dedi.

Bilmiyorum, bir kumanda mı verildi... Sımsıkı duran kalabalık gevşedi. Yavaş yavaş bir yol açıldı. Uyanmış bir milletin dinç, ateşli ruhundan taşan neşideler bir bahar, bir saadet fırtınası gibi dalgalandı. Asker adımlarıyle manga manga Türk mekteplerinin, Darülfünun'un, Tıbbiye'nin talebeleri geçiyordu. Ondan sonra hususî mektepler... Ondan sonra Türkocağı, Altın Ordu, Türkgücü, sair birçok Türk cemiyetlerinin azaları... Türk esnaf cemiyetleri, spor heyetleri, tayyareciler, izciler, biniciler, makinist, elektrikçi cemiyetleri... Hepsi hepsi geçti. Belki bu muazzam geçit resmi üç saattan ziyade sürdü. Ben bunları seksen binden fazla tahmin ettim. Arkadaşlarımız bir afyon uykusundan uyanmış gibi gözlerini ovuşturuyorlardı. Hiç konuşmuyor, susuyorduk. Kulübün önünden geçen her Türk heyeti:

—    Lanet milliyetini, tarihini, mazisini, ecdadını ipkâr edenlere!... diye haykırıyordu.

Akşama doğru nümayişin kalabalığı azaldı, kaçacaktık. Sadullah Behçet fena halde korkmuştu. Eserullah Natık malum, bir hayvan kadar inatçı idi:

—    Ben meyus olmam, dedi, bütün Türkistan, bütün Turan ayağa kalksa ben yine yekpare, yek-vücut Osmanlılığı vücuda getireceğim.

Geç vakit uşaklara getirttiğimiz arabalara binerek kaçıyorduk. Yollara biriken ahali "milletlerini inkâr eden bunlar mı?" diye birbirlerine bizi gösteriyorlardı. Ertesi günkü "Iz'an" gazetesi başmakalesinde bizim Kaynaşma Kulübünden, fikirlerimizden, sonra bir gün evvelki muazzam nümayİşten bahsediyordu. Bu makalenin serlevhası "Ashab-ı Kehif' idi. O vakit bile bu gazeteden elli bin nüsha satılıyordu. Bu "Ashab-ı Kehif' tabiri benim Kaynaşma Kulübündeki arkadaşlarıma alem oldu. Herkes onlarla alay ediyor, kulübümüzün kapandığını, "Ashab-ı Kehif uyandı.." diye alay ederek yazıyorlardı. "İz'an" ın makalesi hakikaten pek mükemmeldi. Bugün münderecatını hayal meyal hatırlıyorum:

"Birtakım dehriler toplanmışlar, diyordu. "Osmanlı Kaynaşma Kulübü" namı altında bir cemiyet teşkil etmişler. Geçen gün mesleklerini tamim maksadıyle yazdıkları "İnsanlık" risalesinin ilk nüshası çıktı. Türkiye'de

bütün milletlerin lanetini celp etti. Bu güruhun maksadı vaki siyasî bir mecmuanın düveli bir tabiri olan "Osmanlılık" kelimesi altında milliyetleri, dinleri izabe imiş. İlk defa bütün kuvvetleriyle Türklüğe hücum ettiler. Onlarca Türkiye'de değil, hatta bütün dünyada bir tane Türk yokmuş. Fakat dünkü İstanbul Türk derneklerinin muhteşem nümayişleri onlara canlı bir cevap oldu. Dikkate şayan bir şeydir ki bu Osmanlılık kaynaşma iddiasını güden zatlar içinde Türk'ten başka unsurlardan kimse yok. Ermenilerle, Rumların, Arap kardeşlerimizin milliyetlerinde ne kadar mutaassıp, ne kadar muhafazakâr olduklarını herkes bilir. Bu izabeci güruhu uyuyor... Bir şeyden haberleri yok. Hatta felâketlerimizi, bu geçen muharebeyi, bu muharebedeki Osmanlı namında yaşayan Hıristiyanların Türklere yaptığı itisafları, Arapların Çatalca hattında top patlarken Paris'te aleyhimize konferans kurduklarını bilmiyorlar. Türklüğü, beş bin senelik bir tarihî lisanımızı, varlığımızı inkâr ediyorlar. Hatta Türkiye'de husule getirecekleri coğrafî beynelmileliyet için din icat etmeğe kalkıyorlar. İnsan bunların deliliklerine hükmetmekten başka bir şey yapamaz. On asırdır Türkiye'ye, Anadolu'ya yerleşen Türk unsuruna "Onlar Türk değildir." diyecek kadar mantıksızlık gösteriyorlar. Siyasî, idarî "Bilâ tefrik-i cins ü mezhep" tabirini içtimaiyata, cemaatlere de tatbik etmek istiyor, hatta birleştirip tarihsiz, ananesiz bir "Osmanlı" yapacakları Rumları,

Ermenileri, Müslümanları birbirlerinden kız alıp vermeğe teşvik ediyorlar. Hükümet bunları tutup tımarhaneye koymalıdır. Bu kadar cahil, bu kadar evham yaşayan kişilerin, ellerinde kalem, serbest serbest içimizde gezmeleri içtimaî bir tehlikedir. Mazallah bunlar bir ihtilâle de sebep olabilirler. Bir millete, bahusus Türklüğe "Sen yoksun!" demek ateşli bir küfürdür. Türkiye'de son felâketlerin uyandırdığı millî ruh büyümüş, alevlenmiş, her tarafı sarmıştır. Anadolu'nun en ücra köylerinde bile bütün Türk çocukları "Turan, Turan" diye bağırıyorlar.

Kaynaşma kulübünün azaları tiyatrolara gitmemişler, gazeteleri, risaleleri, romanları, şiirleri, hâsılı yeni mili: Türk edebiyatının bir sahifesini olsun okumamışlar. Kulüplerine tıkılmışlar, hiç durmadan kendi hülyalarına nizam vermişler. Kulüplerinden çıkınca dün cihanı gördüler. Gördüler ki Türkiye eski bildikleri uyuyan, milliyetinin farkında olmayan Türkiye değildir. Evet, dünkü nümayişlere tahminen otuz bin kişi iştirak etti. Yükselttikleri hakikat sadası Türklüğün varlığını onlara gösterdi. Hiç şüphesiz şimdi uyandılar. Ashab-ı Kehfin mağaralarından çıkıp da dünyayı değişmiş görünce şaştıkları gibi onlar da şaşırdılar. "Yok!" dedikleri milletin binlerce evlâdı millî iştiyaklarını haykırarak mağaralarının önünden geçti, içlerinden tamamıyla deli olmayan varsa, o anladı ki yaşayan dinç bir milletin ne tarihi, ne ismi değiştirilebilir.

"Ey Ashab-ı Kehif!  sizin Türkiye'de dilinizi anlayan yoktur. Yine mağaranıza kapanınız, ezelî uykunuza dalınız!"

"İz'an" in milliyetperver başmuharriri heyecanlı, vakur, kinli muhakkar ifadesiyle tam beş sütun doldurmuştu. Artık kimse "Osmanlı Kaynaşma Kulübü"nden bahsetmiyor, hep Ashab-ı Kehif konuşuluyor, onlarla eğleniliyordu. Mizah gazeteleri Sait'in, Eserullah Behçet'in, Hoca Bâli'nin, Celâl Mün'im'in karikatürlerini yapıyorlar, altına Ashab-ı Kehifin isimlerini yazıyorlardı. Hele Niyazi'nin karikatürünü sıska bir köpek şeklinde yapmışlar, altına "Kıtmir" yazmışlardı. Ben ihmal olunuyordum, îsmim söylenmiyordu. Yalnız Ermenice gazeteler "Türklerin Ashab-ı Kehifi içinde uyuyan bir Ermeni de varmış" diye biraz benden bahsettiler. Birkaç gün eğlendiler. Her şey unutulacaktı. Lâkin Eserullah Natık durur mu? "Kaynaşma" idealinde ısrar etti. Tek başına konferanslar vermeğe kalktı. Dinleyenlerin onu çürük yumurtalarla, limon kabuklarıyle, yuhalarla kürsüden indirdiklerini gazetelerde okudum. Tam bu esnada bir gece Hayganoş'uma rast geldim. Beni takdim eden:

—    İşte Türklerin Ashab-ı Kehifine karışan Ermeni!... diye şaka etti.

Ah sevgili, hassas Hayganoş... Benim hakikaten izabe taraftarı olduğumu, Ermenileri "Osmanlı" diye kozmopolit yaparak tarihlerini, milliyetlerini, lisanlarını kaybettirmek istediğimi sahi zannediyordu. Büyük kaşlarının gözlerine düşen görünmez gölgelerini daha ziyade koyulatarak:

—    Buna vicdanınız nasıl razı olacaktı?... diye soruyordu.

Mahsustan onların arasına girdiğimi, hiç bir vakit milletimin muhabbetini "Osmanlılık" gibi vahi kozmopolitlik iddialarına değişmeyeceğimi söyledim. Ayrılırken bana:

—    Mösyö Hayikyan milletini sev, milletini sev... diye rica etti.

Her tesadüfümüzde bu ricasını tekrarladı. Haftalar, aylar geçiyordu. Bu güzel Ermeni kızı bana:

—    Milletini sev... dedikçe ben onu sevmeğe başladım.

Zaten hakikî bir kadın aşkıyle milliyet aşkının arasında ne fark vardı? Birinci aşk bizi "nevi, aile" neticesine, ikincisi "cemaat, umumî vicdan" iradesine götürür. Aşksız aile olamadığı gibi, kinsiz, taassupsuz bir milliyet de olamaz. Hayganoş'un aşkı bana Ashab-ı Kehif, öyle münasebetsiz, manasız meşguliyetleri unutturdu. Onunla Fener'de ne tatlı, ne müheyyiç istiğrak geceleri geçirdik. Hep o gecelerde gökteki yıldızların "Seviniz, seviniz! Birlesiniz" diye titrediğini gördüm. Gurubun rengini, fecrin işitilmez seslerini, bülbüllerin ne söylediklerini hep ondan öğrendim. Hayat uykusunun içinde artık o âli rüyayı görüyordum. Ashab-ı Ke-hifi o kadar unuttum ki ne olduklarını merak etmedim. Hele bu defter... İşte kaç sene sonra elime geçiyor... Şimdi yine hatırlıyorum. Sait için "deli oldu" diyorlardı. Sadullah Behçet banker oldu. ismini malî mecmualarda görüyorum. Hasan Rudi hariciye memuru imiş. Eserullah Natık tekrar mağarasına girmedi. Kıtmir'le dışarıda kaldılar. Bilmem kaç sene evvel intihar edeceğini, vasiyetnamesinin metnini ilân etti.

"Benim ilmimi, fazlımı, irfanımı tanımayan bu memlekete yuf olsun!.. Üç milyon kitabı okuyarak vücude getirdiğim altı yüz bin sahifelik eserlerimi ateşe atıyorum. Kendimi öldürüyorum. Haleflerimden birkaç asır sonra mezarımın üstüne somakiden yahut altından tabiî cesamette bir heykelimin dikilmesini talep ederim. Başka vasiyetim yoktur." diyordu. Ertesi gün hakikaten Eserullah Natık intihar etmişti. Lâkin sıktığı kurşun gecelik külâhımın bir tarafından girip öbür tarafından çıkmış, tepesinin saçlarını da yakmıştı. Mizah gazeteleri mersiyelerle doldu. Bizim Ermenice matbuat bile alaya başladı. Türkler ne âlicenaptır. Milletini inkâr eden bu hokkabaza yine darılmadılar.

Kaynaşma Kulübüne ilk evvel giren gayri Türklerden Diyamandis Selanik mebusluğuyle Atina'ya gitmişti. Galiba orada nazır da öldü. Angelof muharebenin akabinde Bulgaristan'ın İstanbul sefareti müsteşarı olmuştu. Muiz Bori ihtilas dalaveresinden mahkûm oldu, kovuldu. Louis Durant'ın da ipliği pazara çıktı. İşitmiştim ki Beyoğlu'nda bir pansiyon işletiyor. Fraşarlı Nadir Arnavutluk kırallığı matbuat müdürü olmuş, islâmlığı bırakarak Katolik olduğunu İstanbul gazeteleri bir vakit büyük harflerle yazmıştı. Diğerlerinin ne olduklarını bilmiyorum. On iki sene içinde cihan altüst oldu. Bütün hayat değişti. Avusturya, Rusya gibi Osmanlı imparatorluğu da iflâs etti. Şimdi Arapların, Ermenilerin, hatta Kudüs'te Yahudilerin de ayrı birer devletleri var. Bana gelince; ben ne oldum... Ben... Ben gel zaman git zaman mutaassıp bir milliyetperver oldum. Hayganoş beni sevdikçe ben milletimi sevdim. Anladım ki, aile ile milliyet arasında hiç, hiç bir fark yok.

Enseme tatlı bir sıcaklığın dokunduğunu duyuyorum. Başımı çevirdim. Hayganoş... Sevgili, muazzez, melek zevcem... Omuzumdan ne yazdığıma bakıyor, soruyor:

—    O ne? Muharrirlik mi?..

—    Eski hatıralarımı yazıyorum.

Cevap vermiyor. Büyük mahzun gözlerini gözlerime dikiyor. Öyle duruyor. Bakışında o kadar güzel, o kadar hassas bir durgunluk var ki... Soruyorum:

—    Neye öyle bakıyorsun?..

Cevap vermiyor. Sanki ağlayacak... Kalbim çarpmağa başlıyor. Acaba bir kıskançlık vehmi mi?.. Fakat mümkün değil... Sağ gözünün uzun kirpiklerinde büyücek bir inci parlamağa başlıyor. Dönüyor, kalkıyorum. Alnından öperek tekrar soruyorum:

—    Söyle, sevgilim, senin elemin ne?

—    Senin yazdığın ne?

—    Eski hatıralarım...

Hıçkırıyor:

—    Niçin Türkçe yazıyorsun, Ermenice fena mı, kaba mı, âdi mi?, diyor.

Kirpiklerinden kopan inci yanağına düşüyor. Oh, necip kadın,. Anasının lisanını seven büyük kadın... Türkçeyi kıskanıyor. Anlıyorum; Türkçeyi kıskanıyor. Yine anlıyorum ki kadınlar olmasa, aşk olmasaydı, aile, saadet olmadığı gibi milliyetler de olmayacak, biz insanlar dünyada sefil ihtirassız, şanssız, rekabetsiz, miskin, perişan, nebatat gibi gelip geçecektik. Bize aşkı öğreten kadın aileyi de öğretiyor. Aile de mukaddes milliyet hislerini bizim dimağımıza ekiyor. Teselli etmek istiyorum:

—    Ağlama ruhum! Bu çok eskiden yazdığım bir defter...

Öyle ise yırt onu...

* * *

Ah zavallı Türkçe defter! Seni şimdi yırtayım mı? Lâkin hayır hayır... Ben kadın değilim. Asla Hayganoş kadar hassas bir milliyetperver olamam. Seni, onun göremeyeceği bir köşeye atacağım. Orada tıpkı Ashab-ı Kehfin mağarasına düşmüş bir demet yosun gibi uyu... Ama sakın Türkçe satırlarınla sevgilimin gözüne ilişme... Onu kıskandırıp ağlatma...

29 kânunusani, 1925

 

 

 

BİR YİĞİT - MEHMED RAUF

$
0
0

BİR YİĞİT

Genç teğmen albayın odasına girdiği vakit binbaşısını da orada buldu.

Binbaşı, onu görünce: "Gel oğlum!" dedi. Ve albaya dönerek: "İşte efendim, o iş için en evvel aklıma gelen yiğit. Kendisine her bakımdan güvenebilirsiniz." sözlerini söyledi.

Albay, delikanlıyı dikkatli dikkatli süzerek: "Bana bak evlât!" diye konuştu. "Yarın sabah erkenden düşmana taarruz edeceğiz. Fakat bir gönüllü casus bize düşmanın yedek cephanesinin geçici olarak depo edildiği bir kuleyi bildiğini, istersek bize yol göstereceğini söylüyor. Kumandan paşa hazretleri bu cephanenin hemen havaya uçurulmasını emir buyurdular. Binbaşın bu iş için bana seni tavsiye ediyor. Nasıl, ne dersin, becerebilir misin?"

—    "Elbette, albayım."

—    "İşin pek zor, pek tehlikeli olduğunu, yakayı ele verirsen kurşuna dizilmenin muhakkak olduğunu da biliyor musun?

—    "Elbette... Hattâ bu iş için beni lâyık gördüğünden dolayı binbaşıma minnettarım."

—    "Evli misin? Çocuğun falan var mı?"

—    "Hayır, albayım, bir annemle küçük bir kızkardeşim var."

—    "İnşallah başarıp da selâmetle gelirsin ya, şayet gelmezsen bile onlar için merak etme... Hiç merak etme. Dinamit hakkında bilgin var mı? Lâğım tertibini bilir misin?"

—    "Elbette, albayım."

—    "Haydi, öyleyse, Allah işini rast getirsin oğlum."

Albay teğmenin elini sevgiyle sıktı, binbaşıya döndü:

—    "Haydi, kendisini kılavuzla görüştürün, lâzım olan şeyleri verin de yola çıksınlar." dedi.

*

* *

Genç teğmen binbaşı ile görüşüp onun tembihlerini de aldıktan sonra, dönmediği takdirde annesine gönderilmek üzere, bir veda mektubu yazıp teslim etti. Sonra kılavuzu —orta yaşlı bir Laz uşağı— ve gerekli malzemeyi alarak yola çıktı. Gece iyice inmiş, kuru bir rüzgâr, keskin keskin etrafı tırpanlıyordu.

Teğmenin ruhu ise sıcak mı sıcaktı. Senelerden beri beklediği görev fırsatının bu kadar parlak bir şekilde doğmuş olmasından dolayı büyük bir mutluluk duyuyordu. Kılavuz ona çetrefil lisanı ile izahat veriyor; bu çevrelerde kaçakçılık ettiklerinden etrafı, yolları karış karış bildiğini, kendisine güvenmesini, hiç korkmamasını, mutlaka başarıya ulaşacaklarını söylüyordu.

Korkmak mı? Niçin korkacaktı? O sadece bir kuleyi değil bütün bir kâinatı havaya atacak kadar ruh kaynaması ve iman ateşi ile doluydu. Okulda tarih derslerinde bozgun ve yenilgi bahislerinde ruhu hep böyle bir emelle sızlamamış mıydı? "Ah bana da bir görev sırası gelse!" diye çırpınmamış mıydı? Savaş daha yeni başlamış olduğu halde, ümidinin pek üstünde olarak, kader bütün arkadaşları arasında yalnız kendisine böyle kutsal bir görev için tebessüm etmişti. Memleketine, milletine böylesine faydalı olmak ihtimali ortada iken şimdi neden ve ne için korkacaktı?

Onda Türklüğün geleceği hakkında sonsuz bir zafer ümidi vardı. Ona göre Türklüğün bugünkü ideali sadece görevini yerine getirmek değil, bütün dünyanın hayran kalacağı yeni kahramanlıklar icat etmekti. Yüzyıllardan beri türlü haksızlıklar ve musibetlerle ezilmiş olan milletinin alnını yeniden göklere yükseltmekti. İçinden: "Ama bunun için fertler feda olacakmış, varsın olsunlar. Millet geliştikten, ilerledikten, yükseldikten sonra Ötesinin ne önemi olur?" diye düşünüyordu.

*

* *

Bir saat kadar yürüdükten sonra kılavuz onu bir ormana soktu. Bir buçuk saat kadar da ormanda yürüdüler. Sonra ormanın kenarındaki fundalıklı bir bayırdan tırmanarak bir tepeye çıktılar. Sınıra yaklaşıyorlardı. Kılavuz ona çok sarp bir yarın gövdesinde kaçakçıların yapmış olduğu merdivenimsi pek gizli bir geçitten geçerek sarp sınırı aşacaklarını, böylece sınır karakollarının tehlikesinden kurtulacaklarını söylemişti. Şimdi bu yarın önünde idiler.

Kahrından içi içini yiyerek uzaklaşmaya başladı. Fakat niçin, niçin bu işi başaramamıştı? O kadar tehlikeleri aşıp buraya kadar yaklaştıktan sonra böyle hiç bir şey yapamadan, eli boş olarak dönmek kendisini mahvediyordu.

"Ya sahiden tıpa işlememişse?" diye soran bir burgu sanki içini delmeye başladı. Demek ki bu kadarcık bir işi beceremeden geri dönecekti? Hiç olmazsa yeniden ateşlemek gerekmez mi? Fakat...

Fakat yakalanmak ihtimali var, değil mi?

Ah, demek ki korkuyordu! Bugün ki, geleceklere gurur verecek yüce fedakârlıklar yaparak ebedileştirecek bir gündü ve işte kendisi demek ki korkuyordu; görevini tamamlamadan geriye dönüyordu!

Kendinden iğrenir gibi oldu. Silkindi, durdu:

—    "Hayır, hayır, ben döneceğim, tıpanın niçin işlemediğini mutlaka anlayacağım..." dedi.

Kılavuzun ısrarını, yalvar-yakarını dinlemeden onu orada bırakıp döndü. Tekrar kuleye yaklaştığı vakit orada büyük bir hareket ve telaş olduğunu gördü. Şüphesiz bu işi yapanı arayıp yakalamak için süvari kolları hazırlanıyordu.

Derin bir elem içinde: "Eyvah.." diye inledi.

Fakat bu "eyvah" kendisini düşündüğünden, yakalanmak ihtimalinden ileri gelmiyordu. Hiçbir şey yapamamış olmasının verdiği eziklik onu bitiriyordu. Bu kadar beceriksiz olduğu için kendi kendisine lanet ediyordu.

Öylesine bir üzüntüye kapılmıştı ki artık yakalansa da kendisi için bunun hiç bir önemi yoktu. Memleketine ve milletine bu kadarcık bir hizmeti olsun yapamadıktan sonra artık yaşamasının ne manası kalıyordu?

Araştırma kolları on dakika sonra teğmeni yakalayıp büyük rütbeli bir subayın yanına götürdüler. Bu subay kötü bir Fransızca ile onu sorguya çekti. Teğmen işini asla inkâr etmedi. Nöbetçileri kendisinin öldürdüğünü, dinamiti kendisinin yerleştirdiğini itiraf etti. Yalnız, başka arkadaşı olup olmadığını sordukları vakit kılavuzu olsun takip edilmekten kurtarmak için buraya tek başına gelmiş olduğunu söyledi.

Subay, kapının dibinde ayakta bekleyen öteki iki küçük rütbeli subaya bir şeyler söyledi. Onu alıp dışarı çıkardılar.

Avluda yüksek sesle emirler verildiğini işitti. Onu bir kapıdan çıkararak bahçeye götürdüler. Oradaki subaylardan biri kendisine bir mendil uzattı. Bunu görünce işin ne olacağını anladı. Ve mendili elinde tutarak ciddi ve metin bir halde ayakta bekledi.

Ve el fenerinin uğursuz aydınlığında bu uğursuz işi süratle bitirip çekilmek isteyen Moskof subayları, tüfekler patladığı vakit genç Türk subayının:

—    "Yaşasın Türklük!.."

Diye haykırarak yere düştüğünü gördüler...

Bin bir zorlukla, her saniye ayakları kayıp paramparça olmak tehlikesinin pençesinde kıvranarak, çalıların çırpıların yardımıyla, dik merdivenlerden çıktılar. Tepeye vardıkları vakit kılavuz, öbür tarafta vadinin karanlıkları içinde tek tük ışıldayan birkaç ışık gözü göstererek: "işte oraya ineceğiz... Fakat nöbetçi kollarına rastlamamız ihtimali vardır. Aman dikkat!.." dedi.

Artık tam bir ihtiyatla, iki dakikada bir durup yanı yöreyi dinleyerek yürümek lâzım geliyordu. Yirmi dakika kadar da böylece yürüdüler. Birden kılavuz heyecanla onun kolunu tuttu:

—    "Aman, yere yat..." diye fısıldadı.

Hemen yere uzandılar. Yanlarında taş kümeleri vardı. Onların bir kenarına büzüldüler. Yirmi beş metre kadar uzaktaki yoldan bir kol geçiyordu. Kol geçip gitti. Artık tepelerde kollara tesadüf etmek ihtimali bulunan yoldan değil, dört ayak yürüyerek fundalıklar arasından inmek gerekiyordu. Hayli vakit de böyle geçti. Bir an oldu ki kılavuz durarak, elli metre kadar ötede bir bina gösterdi:

—    "işte orası!" dedi.

Beş on dakika, uzaktan binayı incelediler. Bu büyük bir kaya üzerinde inşa edilmiş yüksek bir şeydi. Sürüne sürüne daha yakınına vardılar. Her köşesinde bir nöbetçinin bulunduğunu gördüler. Nöbetçilerden her biri bir boydan bir boya gidip gelerek görevlerini büyük bir dikkatle yapıyorlardı. Ancak bu gidiş gelişler muntazam değildi. Yani her seferinde birbirleriyle karşılaşmıyorlardı.

Teğmen hemen tertibi kurdu. Şimdi bir köşeye yaklaşacak, oradaki nöbetçinin, yalnız olduğu bir sırada, üzerine atılacak ve sesini çıkartmadan işini bitirecekti. Bu iş olunca öteki yandakinin sesini kesmek nispeten daha kolay olacaktı. Böylece nöbetçiler ortadan kaldırılınca köşelerden birine bombayı koyup ateşlemek işten bile değildi.

Şimdi nöbetçiye beş adım yaklaşmıştı. Onun tam yalnız bulunduğu bir saniyede elindeki bıçağı gırtlağına daldırmak bir anlık bir iş oldu. Bu bitince bin bir ihtiyat ve dikkatle öteki nöbetçileri de aynı şekilde gırtlakladı. Hemen köşenin ayak tarafındaki taş basamaklara basıp kulenin ilk katı hizasına yükseldi. Orada yoklaya yoklaya eliyle bulduğu mazgala, tıpası on dakika üzerine kurulmuş bombayı koymak ve sonra uzaklaşarak ileride bekleyen kılavuzun yanına varmak için yarım dakika yetti. "Çabuk, çabuk olalım..." dedi. İkisi de, geldikleri gibi, yüzükoyun uzaklaştılar.

Ah şimdi, şimdi, cehennemi andıran bir ateş sütunu, bir yanardağ patlayışı gibi, havaları yıldırımlarla yakıp tutuşturarak, belki bütün kâinatı gök gürleyişi gümbürtüleriyle sarsarak yükselecek darbeyi bekliyordu. Fakat dakikalar geçip hiç bir ses şada çıkmadığını görünce derin bir endişeyle harap olmaya başladı. Demek ki tıpa ya iyi işlememiş yahut da koyduğu bomba düşman tarafından bulunmuştu. Tıpanın işlememek ihtimali binde beş derecesinde olduğuna göre asıl korkulacak ihtimal onun koyduğu yerin düşmanlarca fark edilmiş olmasıydı. Eğer böyleyse ve kaldırılmışsa demek etraf velveleye verilmiş olacaktı. Kılavuz: "Aman, öyleyse çabuk, çabuk uzaklaşalım!" dedi.

Kahrından içi içini yiyerek uzaklaşmaya başladı. Fakat niçin, niçin bu işi başaramamıştı? O kadar tehlikeleri aşıp buraya kadar yaklaştıktan sonra böyle hiç bir şey yapamadan, eli boş olarak dönmek kendisini mahvediyordu.

"Ya sahiden tıpa işlememişse?.." diye soran bir burgu sanki içini delmeye başladı. Demek ki bu kadarcık bir işi beceremeden geri dönecekti? Hiç olmazsa yeniden ateşlemek gerekmez mi? Fakat...

Fakat yakalanmak ihtimali var, değil mi?

Ah, demek ki korkuyordu! Bugün ki, geleceklere gurur verecek yüce fedakârlıklar yaparak ebedileştirecek bir gündü ve işte kendisi demek ki korkuyordu; görevini tamamlamadan geriye dönüyordu!

Kendinden iğrenir gibi oldu. Silkindi, durdu:

—    "Hayır, hayır, ben döneceğim, tıpanın niçin işlemediğini mutlaka anlayacağım..." dedi.

Kılavuzun ısrarını, yalvar-yakarını dinlemeden onu orada bırakıp döndü. Tekrar kuleye yaklaştığı vakit orada büyük bir hareket ve telaş olduğunu gördü. Şüphesiz bu işi yapanı arayıp yakalamak için süvari kolları hazırlanıyordu.

Derin bir elem içinde: "Eyvah.." diye inledi.

Fakat bu "eyvah" kendisini düşündüğünden, yakalanmak ihtimalinden ileri gelmiyordu. Hiçbir şey yapamamış olmasının verdiği eziklik onu bitiriyordu. Bu kadar beceriksiz olduğu için kendi kendisine lânet ediyordu.

Öylesine bir üzüntüye kapılmıştı ki artık yakalansa da kendisi için bunun hiç bir önemi yoktu. Memleketine ve milletine bu kadarcık bir hizmeti olsun yapamadıktan sonra artık yaşamasının ne manası kalıyordu?

Araştırma kolları on dakika sonra teğmeni yakalayıp büyük rütbeli bir subayın yanına götürdüler. Bu subay kötü bir Fransızca ile onu sorguya çekti. Teğmen işini asla inkâr etmedi. Nöbetçileri kendisinin öldürdüğünü, dinamiti kendisinin yerleştirdiğini itiraf etti. Yalnız, başka arkadaşı olup olmadığını sordukları vakit kılavuzu olsun takip edilmekten kurtarmak için buraya tek başına gelmiş olduğunu söyledi.

Subay, kapının dibinde ayakta bekleyen öteki iki küçük rütbeli subaya bir şeyler söyledi. Onu alıp dışarı çıkardılar.

Avluda yüksek sesle emirler verildiğini işitti. Onu bir kapıdan çıkararak bahçeye götürdüler. Oradaki subaylardan biri kendisine bir mendil uzattı. Bunu görünce işin ne olacağını anladı. Ve mendili elinde tutarak ciddi ve metin bir halde ayakta bekledi.

Ve el fenerinin uğursuz aydınlığında bu uğursuz işi süratle bitirip çekilmek isteyen Moskof subayları, tüfekler patladığı vakit genç Türk subayının:

—    "Yaşasın Türklük!.."

Diye haykırarak yere düştüğünü gördüler...

MEHMED RAUF

BİR FİRAR-SABAHATTİN ALİ

$
0
0

BİR FİRAR

İki candarma İdris'i aralarına almış götürüyorlardı.

İdris ayaklarına basamayacak haldeydi. Candarmalar çok dövmüşlerdi, fakat seke seke yürümeye çalışıyordu.

Bayram namazında İmamköy Camii'ni bastığını ve orada namaz kılanları soyduğunu en nihayet itiraf etmişti.

Hâlbuki böyle bir şeyden haberi bile yoktu...

Ne çare?.. Dayak bu... Her şeyi söyletir.

En aşağı yedi sene yiyecekti.

Seke seke yürüyor, ara sıra ayağı bir taşa takılıp sendeledikçe candarmaların birisi koluna yapışıyordu.

Biraz yürüdükten sonra kendisine bir de sigara verdiler. ..

Bunlar da aslında fena adamlar değildi... Fakat ne yapsınlar, vazife... Takibe çıkarken, "faili  bulmadan gelirseniz gözüme görünmeyin!" diye yüzbaşı sıkı sıkı emirler vermişti. Köyü soyan çoktan kirişi kırmış  olacağı için, ne yapıp yapıp fail bulmak lazımdı. İdris de zaten kaç senedir buralarda serseri serseri dolaşıyor, binbir türlü dalaverelere girip çıkıyordu.

Birkaç kere de sigara kâğıdı ve çakmaktaşı satarken yakalanmıştı.

Asıl mühimi, köylü kendisinden şikâyetçiydi. İlk zamanlarda rahmetli babasının -babası köyün imamıydı- hatırını sayanlar bile onun bu hallerini görünce kaybolmasını istemeye başladılar.

İdris köyde kaldıkça candarmanın ayağı kesilmeyecekti.

Bunun için candarmalar İdris'i yakalayınca, muhtarla köy bakkalı, İdris'i vakadan bir gün evvel İmamköy tarafına giderken gördüklerini söylediler...

Bu kadarı yeterdi. Üst tarafını candarmalar söylettiler...

İdris İmamköy Camii'ni bayram namazında nasıl soyduğunu anlattı...

Şimdi İmamköyü'ne gidiyorlardı.

İdris düşünüyordu; adamakıllı dalmıştı.

Bu dakikada aklında, ne yediği dayak ne de yiyeceği yedi sene vardı. Onun zihnini büsbütün başka bir şey, başka bir düşünce dolduruyordu.

Bu düşünce ona dayaktan ve hapisten daha acı geliyordu.

Fazla işlemeye alışmamış olan kafası bir çare arıyor, bulamıyor, sıkıntısını, dışarıya fırlayan gözlerinde, yüzünün birbirine karışan sinirlerinde gösteriyordu.

Düşündüğü şey şuydu:

İdris dayak yerken, köyü soyduğunu söylemişti. İş bu kadarla bitmiyordu. Deliller de lazımdı. Bunun için paraları ve gümüş saatleri nereye koyduğunu söylemek icap ediyordu.

Ne parası? Ne gümüş saati... Hatta ne soygunu?.. Fakat söylemek lazımdı... Sopa, dipçik ve tekme dayanılır gibi değildi. Beyni kafasından fırlayacak gibi oluyordu: Ne söylesin?

"İmamköyü'nü ben soydum!" demek kolay... Fakat paralarla gümüş saatleri meydana çıkarmak zor...

Hem çok zor...

Değnekler, tekmeler, dipçikler kalkıp iniyordu. Bayılacak gibi oldu. Gözleri karardı. Elini hafifçe kaldırdı:

"Diyivereceğim!" dedi.

Candarmalar bıraktılar. Yüzüne su serptiler. Bir sigara verdiler. O zaman İdris ilk aklına gelen ismi söyledi:

"Paralar İmamköyü'nde kahveci Süleyman Ağa'da!" dedi.

Dayak kesilmişti. İdris'in de o zaman düşündüğü yalnız buydu. Fakat İmamköyü'ne doğru yola çıkınca büsbütün başka şeyler düşünmeye başladı. "Yandı garip Süleyman Ağa!" dedi.

Süleyman Ağa, kendi köyünde olsun, İmamköyü'nde olsun, ona hâlâ yardım eden bir tek kişiydi. Kahvesinde yatacak yer verir, ona nasihat falan ederdi.

Nereden aklına evvela bu zavallının ismi gelmişti?..

Şimdi candarmalar, hiçbir şeyden haberi olmayan ihtiyarı yatıracaklar ve döveceklerdi. Gebertinceye kadar döveceklerdi.

Süleyman Ağa: "Bilmiyorum!" diyecek, binbir türlü yemin edecek, fakat dayağı yiyecekti. Titrek sesiyle yalvaracak, anlatmak isteyecek, kıvrım kıvrım kıvranacak, fakat dayağı yiyecekti.

Aksakallı ihtiyarın, sakallarından yaşlar akarak ağladığını görür gibi oldu. İhtiyarın iki kat olmuş beline tekmelerin, dipçiklerin indiğini görür gibi oldu. Beyaz, gür kaşların altında, feri kaçıp dışarı fırlayan iki gözün kendisine dikildiğini, "beğendin mi ettiğini, İdris!" demek isteyerek baktığını görür gibi oldu.

Beline tekrar bir dipçik yemiş gibi inledi.

Candarmaların biri ona yandan bir göz attı... Sonra bir sigara daha çıkarıp verdi...

İdris sigarayı göbeğinin üzerinde sallanan kelepçeli elleriyle yakalayarak ağzına götürdü. Sıkı sıkı bir iki nefes çekti.

Beş on adım daha gittiler...

Sigara İdris'in ağzından düştü...

A-ah... Bunu yapamayacaktı...

Karşıdan İmamköy görünmüştü... Evvela bir iki uyuz ağaç, sonra birkaç kerpiç ev... Beş on çıplak çocuk...

Yüz adım daha... Sonra köye geleceklerdi... Ve Süleyman Ağa...

İdris etrafına bir bakındı... Şosenin sağ tarafı fundalıktı . Candarmalara baktı: Silahları ellerinde gidiyorlardı.

Bir sıçradı, hendeğin öbür tarafına atladı, düştü, tekrar kalkarak fundalıkta koşmaya başladı. Candarmalar "şırrak" diye mekanizmaları açıp kapadılar, ondan sonra iki tok ses... Havada kısa ve keskin bir vınlama oldu, İdris olduğu yere yıkıldı.

Candarmalar yanma koştular. Ağzından ince bir çizgi halinde kan geliyordu. Gözlerini açtı: "Süleyman Ağa'nın bir şeyden haberi yok..." dedi. Başı yana düştü. Ağzından tekrar ve çok kan geldi. Tekrar gözlerini açarak: "Benim de..." dedi.

Gözlerini bir daha kapayamadan hafifçe gerildi. Olduğu yerde dimdik kaldı.

1933

Sabahattin Ali

 


AÇLIKTAN ÖLMEMENİN ÇARESİ-HÜSEYİN RAHMİ GÜRPINAR

$
0
0

AÇLIKTAN ÖLMEMENİN ÇARESİ

L. Bey: "Bonjur, monşer..."

V. Bey: "Boniur, şer ami..."

—    "Sabah sabah böyle saçlar taralı, potinler yamalı, ahlâk kanunu keşfine çıkmış bir filozof dalgınlığı ile ne tarafa?"

—    "Hayır, hayır. Benzetmeni hiç yerinde bulmadım. İnsana derin bir sefalet hissettiren bu kasvetli, kirli sokaklarda sabahleyin aç karnına ahlâk kanunu keşfine çıkılmaz. Hem en büyük filozofların şimdiye kadar buldukları kanunların iflâs ettiği böyle bir günde zavallı insanlık senin, benim gibi ahlâksızların keşfedecekleri kanunla muhtaç kalırsa, vay olur onun haline! Benim aramaya çıktığım şey bütün bütün başka."

—    "Nedir?"

—    "Yüzümün sarılığına, şu dermansızlığıma bak da anla."

—    "Ha anladım. Une aventure d’amour (bir aşk macerası) aramaya çıkmış olacaksın."

—    "Ah dostum, maksattan ne kadar uzaksın! O senin dediğin tok karnına edilir haltlardandır. Ben sabah sabah parasız karın doyurmaya çıktım."

Karşısındakinin koltuğuna girerek: "O! Bu sözün beni çok enterese etti. Parasız karın doyurmak... Buna bir imkân keşfedebildinse hemen ilgili bulunduğu makamdan bir ihtira beratı alalım, keşfimizi ilân edelim. Hem âlemin karnı doyar, hem de biz böylelikle ihya oluruz."

—    "Yok, yok! Bu oldukça önemli bir keşiftir; fakat ilân etmeye gelmez. Bu karın doyurma yolunu başkalarına gösterirsek sonra biz yine aç kalırız."

—    "Eh, öyleyse bir sen bil, bir de ben bileyim."

—    "Karnın aç mı?"    *

—    "Zil gibi. Böyle bir soruyu senin aklına ve kavrayışına yakıştıramadım."

—    "Niçin?"

—    "Benim aylıkla geçinir bir zavallı olduğumu bilirsin. İşte bu salı tamam on beş gündür ki maaşın süresi geçti. Zaten geçen avın on beşini bulmadan paralar tamamıyla suyunu çekmişti. Bir aydır bilâ mangır yaşıyoruz."

—    "Kredi ile?"

—    "Adam sen de! Dünyada kimin itibarı kaldı ki, kasabın-bakkalın yanında benim kredim olsun!"

—    "Nasıl yaşıyorsun?"

—    "Avrupalı belediye reisini elli gündür açlıktan öldürmeyen Allah bizi de muhafaza ediyor. Fakat uzun söz dinlemeye tahammülüm yok. Aman Allah’ım açlıktan tın tın ötüyorum. Şu senin parasız karın doyurmak sırrına hemen ermek isterim."

—    "Öyleyse gel beraber. Ben ne yaparsam sen de onu yap. Lâkin öyle bitik, meyus durma. Tok bir adamın kuvvetini ve neşesini göster ki esnaf bizden şüphelenmesin."

—    "Ne o? Adam dolandırmaya mı gidiyoruz?"

—    "Evet ama, gayet küçük ölçüde."

—    "Tutulursak rezil oluruz."

—    "Bu öyle masumca bir hırsızlık ve dolandırıcılıktır ki mal sahibinin müsaadesiyle ve onun gözü önünde olur. Bu işe girişmeye cesaret edenler kanuni kovuşturma tehlikesinden tamamıyla uzak kalırlar."

—    "Acayip!"

—    "Haydi, gel, gel!"

***

İki arkadaş Balıkpazarı’na inerler. Dar, çukur, karanlık ve en nihayetinde ayazma gibi lamba yanan bir bakkal dükkânından içeri dalarlar. Sırtındaki gömlek her türlü yağ ve benzeri şeylerin bulaşmasıyla "emperme-abi" yani su sızdırmaz bir muşamba haline gelmiş koca karınlı, içi-dışı yağlı bakkal Bodosaki iki-üç müşteriyle meşgul. V. Bey alçak, tozlu tavana kadar her yanı istif istif, salkım salkım, tıklım tıklım dolduran malları aç bir kedi sinsiliğiyle gezden geçirmekteyken, gelenlerin hallerine dikkatten kendini alamayan bakkalın çırağına: "Peynir istiyorum." der.

Çırak: "Verelim. Kaç okka?"

V. Bey: "Dur bakalım, evvela malı beğenelim; okkası sonra."

—    "Bakınız, işte çok çeşit peynir var. Hoşlandığınızdan alınız."

—    "Kes bakayım şu peynirden bir parça."

Çırak kestiği peyniri bıçağın ucuyla müşterilere uzatır. V. Bey bir parçasını kendi yer, bir kısmını da arkadaşına tattırarak: "Hım, iyi değil, pek tuzlu."

—    "Tuzsuzu da var."

—    "Görelim."

Çırak yine bıçağın ucuyla her iki müşteriye tuzsuzdan tattırır. Müşterilerde çeneler hafifçe bir-iki kere oynar. Yüzlerinde hoşnutsuzluğu belirten çizgiler görünür. Çırak mal beğendirmekte ısrar gösterir; dört-beş çeşni daha takdim eder. Fakat bu çok zor beğenen müşterileri memnun edemez. Müşteriler beyaz peynirden vazgeçerek kaşara karar verirler. Onun da birkaç çeşidinden tadarlar. Çeşnileri yuttuktan sonra hep yüz ekşitirler, beğenmezler vesselam. Dükkândan ç:karlar.

V. Bey: "Nasıl, biraz safra bastırdın mı?"

—    "Şüphesiz. On dirhemden fazla peynir yedim. Fakat bir parça ekmek olsaydı."

—    "Ekmek olmaz. O vakit hilemiz anlaşılır. Hele gel bakalım, daha neler yiyeceğiz!"

Bir ikinci dükkâna girerler. Bu defa zeytin isterler. Yeşil, siyah, iri, ufak, orta taneli her cinsinden yerler. Pazarlık uymaz, çıkarlar.

V. Bey arkadaşına sorar:

—    "Kaç zeytin yedin?"

—    "Ben onbir."

Beş-on dükkân aşırı bir bakkala daha dalarlar. Şimdi de' pastırma, sucuk kestirirler. Eski mal, yeni mal, kuşgönü, iftariyelik... Tatmadık hiçbir çeşidini bırakmazlar. Tabiî pazarlık uymaz. Lâkin bu pastırma-sucuk muayenesi, tuzlu-baharlı gevrek gevrek hoşlarına gider.

V. Bey hep sorar: "Nasılsın?"

—    "Bir parçacık ekmek olsa bayağı tımtıkız doyacağım."

—    "Bu parasız ziyafetin tek sakıncası da işte bu ekmeksizliktir."

—    "Daha yemeğe iştahın var mı?"

—    "Bilmem, adeta tuzlandım."

Bu defa bal, bulama, pekmez, kabak reçeli çeşniciliğine çıkarlar. Yürekleri yanıncaya kadar parmak parmak yerler. Sonra üzüm küfelerinden rızk toplarlar: "Baba, kaça veriyorsun?" diye sorduktan sonra salkımların altından, üstünden çimlenmek. Böyle arı gibi her küfeye kona kalka iki-üç cadde takip edince bedavadan yüz dirhem üzüm yemek muhakkaktı.

V. Bey sıkı sıkıya Yemiş’e doğru yürürken arkadaşı sordu: "Nereye?"

—    "Kuru yemişçilere. Daha ceviz, fındık, badem, kuru üzüm, hurma, incir muayenesi var." *

—    "Kuru yemişçileri başka bir güne bırakalım. Vallahi çok doydum ben..."

—    "işte, birader, parasız doymanın sırrına erdik. Fakat her sanatın bir püf noktası vardır. Bununki de şudur: Bugün uğradığımız dükkânlara uzun müddet uğramamaktır. İstanbul pek geniş bir şehirdir efendim. Bugün Balıkpazarı’ndan nevaleni toplarsan, yarın Galata’ya, Tophane’ye geç. Öbür gün Kumkapı, daha öbür gün Samatya’ya git. Dolaş dur. Bizi yaratan bütün dünya âlemin rızkını verici, şüphesiz hepimizin kısmetini bol bol ayırmıştır. Fakat onu arayıp bulmasını bilmeli. O halde kabahat kimsede değil, aç kalanların kendilerindedir. Bak bugün tanemizi kaç çeşitli yerden azar azar toplayarak doyduk. Yarabbi şükür. Bu Allah’ın lütfudur. Haydi, birader sana öyle bir ders verdim ki, bacaklarında birkaç sokak dolaşacak kuvvet oldukça bundan sonra açlıktan ölmezsin. * Çünkü geleneklere göre bizde çeşni helâldir."

HÜSEYİN RAHMİ GÜRPINAR

ELDEBİR MUSTAFENDİ - FAHRİ CELÂL GÖKTULGA

$
0
0

ELDEBİR MUSTAFENDİ

Hukukumuz pek eskiydi. Onun için her şeyini bilirdim. Hiçbir şeyini benden saklamazdı. Bazan, hele bayramlara yakın, yazıhaneye mutlaka uğrardı. Şöyle bizebanlar kaidesi üzere kûşeiçeşm ile bakardım. Ve hemen çekmeceyi çeker: "Ne kadar lâzım” derdim. Gelir, eli ile alırdı. Ne miktar aldığını bölük börtük ödemesinden anlardım. On lira, on bir lira... Hâlbuki herkes onu ne kadar paralı, hatta zengin bilirdi. Sağ elindeki çantada bir dişçi kabinesinin bütün eczaları, ilâçları, kerpetenleri vardı. Sol elinde de kabilinakil bir sandık. İçinde ne vardı bilir misiniz? Hani şu dişçilerin ayakla işlettikleri makine. O makineyi sandığın içine sığdırabilmek için ikiye ayırtmıştı. Eski tüfekçi İbrahim Usta ona o iyiliği yapıvermişti.

Alet işler el öğünür, muhtasar dükkâncığı iki avucunun içinde, Boğaz'ın dolaşmadığı köyü kalmazdı.

Pek işgüzardı: Vapur Kuzguncuk'a yanaşırken çımacının yanından iskele memuruna seslenir; "Ahmet Efendi, Hüseyin Bey'e söyleyiver, arpalar yarın gelecek, Beylerbeyi iskelesinde simitçi İsmail'in susamları akşamki pazar kayığı ile yoldadır..?" Çengelköyü'nde lüferci Vasil'in hazırladığı balığı alır, Kanlıca’daki İsmet Bey'in yalısına verir. Kahveci Ömer'in şekerini yüz para aşağısına, Mısır çarşısından tedarik ediverirdi.

Yapılacak angaryası olanlar 48 numara sahilden geçerken bile ona bağırırlardı; “Mustafa Efendi akşama gel... Seninkinin yine dişi tutmuş, sarı yalıdan haber verdiler…” derlerdi.

Sanki oduna gidenin baltası, suya gidenin sakasıydı. Biçare, bazan edilen ricayı, geçtiği bir iskelede unutur, Olmayacak bir yerden, - o zaman telefon da yoktu - yolu düşecek pazar kayıklarına ter kan içinde, kılıç avına çıkan alamanacılara yalvara yalvara biner, herkesi memnun etmeğe çalışırdı.
Vapur biletçilerinin dişlerini hasbetenlillâh çekiverir, dolgularını kaş göz arasında yapar, eli kanda bile olsa, tanıdığı yalılara, önünden geçerken el işareti verir, hastaları işmar ile sorar, çocuklarla babalarına selâm gönderirdi.

İstanbul'a, elin dişçilerine, kızını, karısını gönderip de -eh dünya hâli bu - bile bile yanağını sıktırmaktan kaçınan kudema efendiler, beyler, paşalar iskele memuruna tenbih edince, Mustafa Efendi'yi hemen nezdlerine getirtiverirlerdi. Öyle ya, yaşlı başlı, ufak tefek, kendi hâlinde bir adamdı. Kırk senedir, onu cihanı âlem bilir, hakkında hüsnü şahadet ederdi. Bulunması kolaydı, pazarlık ettiği, para beğenmediği duyulmuş işitilmiş şey değildi. işte bu adama Eldebir lâkabı takılıvermişti; Eldebir Mustafendi... dişin mi ağrıyor? Çağırın Eldebir'i, dolgun mu var? Haber edin Eldebir Mustafa Efendi'ye...

Mayısta ihtiyar hanımefendilerden, kudemayi ecilleyi ricale kadar arzu buyuranlardan kan da alırdı. Eli hafifti. Ömrübillâh enjeksiyon yapmış kimse değildi. Dişçiliği permili olarak, Acemyan Bey'den öğrenmiş, mübareğe sittin sene hizmet etmişti. işçiliği temizdi. Besmeleyi çeker, davyayı dayar, ne sihirdir ne keramet el çabukluğu marifet, bir solukta çürük dişi, velev üç köklü azı bile olsa, adamın avucunun içine teslim ederdi.

Evet, arkasındaki hâki renk asker bozması sivil düğmeli elbisesi, çekme potinleri, simsiyah yeniçeri bıyığı, on beş günlük sabunlanmış gibi bembeyaz traşıyla bütün ehli ırz evlerin, sofaları musluklu yalıların baş mutemedi idi. Gecenin her saatinde gelene hayır demez, çağrıldığı dik yokuşlu, azgın denizli yerlere koşa koşa giderdi. Verilmese de olurdu. Öyle fatura yollamak, haber göndermek, surat etmek, darılmak, selâm vermemek, lâkırdı dokundurmak, bir daha gitmemek elinden bile gelmezdi.

Bir sonbahar günü, hani kılıç avcılarının bağrıştıkları, kış rüzgârlarının seslerini uzaklara doğru uçurduğu, olukların ihtiyaten Yahudilere tamir ettirildiği, saksıların don korkusundan içeri alındığı, pencerelerin kâğıtlandığı mevsim başlangıcında onu o zamana kadar hiç gitmediği bir yalıdan çağırdılar. Kimsesiz, erkeksiz bir yalıdan...

Kahve dönüşü, evinin önünden geçerken seslendim:

— Nasıl Mustafendi kısırganmadılar ya...

— Geç Allahını seversen!.. Diye cevap verdi.

Allah bilir ya, ben bu cevabı da, sesinin perdesini de pek beğenmedim. Ertesi akşam vapurda dalgındı. İki, üç gün üstelemedim, bilirim ağzı sıkıdır.

Daha ertesi gün vapurda hem ufladı, hem de fakfon gözlüğünün üstünden etrafa kötü kötü baktı.

— Sende ne var Allah aşkına? Dedim.

Bırak, işte o kadar!... Dedi.

Kurban bayramının haftasına doğru idi. Beni bir kenara çekti. Cebinden birinci nevi, dört buçukluk, zıvanalı bir paket çıkardı:

Sen anlarsın, dedi, bu ne demektir?

İçini açtım, iki sigara vardı, birinin ucu yanmıştı, ikisi de yatar gibi yanyana konmuştu.

— Bunun manası ne olacak!.. dedim. Hediye eden seni seviyor, ateşinden yanıyor, seninle yanyana yatmak istiyor.

Ömründe ilk defa hicabından yüzü kızardı, gözleri çakmak çakmak yandı. Bana:

— Sen de utanmaz olmuşsun meğer, o nasıl lâkırdı? dedi.

İçim fırsattan istifade alay istiyordu. Fakat kimin haddi. Nihayet bir gün dinime, imanıma, çoluğuma, çocuğuma yemini billâh ettirdikten sonra anlattı: Yalının kibar hanımı ona işmar etmiş. Gamzelesini trabzan parmaklığına asmış iken cebinde mahut paketi bulmuş. Ehibbadan birinin azizliği zannetmiş. Amma paketin bir eşini odada görünce, eh yanlışlıkla halayığın birisi koymuş olacak, demiş. Hanımefendiye gösterecek olmuş, o da:

— İlâhi fem nasıl olur da anlamazsınız? Demiş.

Bîçare dişçi bozulmuş, yer yarılsın dibine geçeyim diyecek olmuş. iş uzasın diye, inci gibi dişlerin birisi düzelirken ağrı ötekine de vurmağa başlamış, ertesi gün çantasında köşesi yanık bir ipekli mendil bulmuş, daha ertesi günü kadıncağız, Mustafendinin elini sıkıp uğuşturmuş.

— E, hiçbir şey konuşmadı mı? Dedim, bana ters ters baktı:

— Sizin için yanıp tutuşuyorum fem. Demiş.

Ya sen ne dedin? Dedim...

Bendeniz mi efendim... diyebilmiş.

— Daha ilk gördüğüm günden beri...

— Amma efendimiz, böyle şeyler bize ayıptır, hem de günahtır, zatıâliyeniz kölenizin kerimem yerindesiniz, duyanlar bana ne der, size ne söylerler...

Başlamış hanımefendi hüngür hüngür ağlamağa.

— Amma da toy imişsin Mustafendi... diye payladım, hiç bir seven kadına bu muamele olur mu?

Bana ağlar gibi baktı:

— Çantayı, sandığı toplar toplamaz kaçtım, dedi. Ben bu yaştan sonra namusumu iki para edemem... Cenabı Hak haramı nasip etmesin...

FAHRİ CELÂL GÖKTULGA

CEVİZ - YAKUP KADRİ KARAOSMANOĞLU

$
0
0

CEVİZ

On beş günden beri köyden köye dolaşıyoruz. Bu köylerin her biri, öbüründen daha hüzünlüdür.

Yorgunluk bir taraftan, gönlümüzdeki hüzün öbür taraftan, âdeta nihayeti yok bir gurbet ve sürgün yolunda gibiyiz. Eski hayatımız, arkamızda bıraktığımız alışkanlıklar, ilişkiler bize bir başka asra ait efsaneler şeklinde görünüyor. Bir daha eski hâlimize dönecek miyiz? Bu gamlı seyahat günün birinde nihayete erecek mi? Buna hiç ihtimal vermiyoruz. Mutlaka ya bir köyün ya o köyün dere ve bayırlarından biri içinde can vereceğiz gibi bir hisle doluyuz. Harbin bir ateş sağanağı hâlinde savurarak, yakarak, yıkarak üstünden geçtiği bu yerlerde genellikle hayalen tasavvur ettiğimiz ahiret âlemini, cennetle cehennem ortasındaki cansız ahiret âlemini buluyoruz ve zannediyoruz ki hepimiz yerin altından yürüyoruz. Felaketle, meşakkatle, zahmet ve elemle o kadar haşır neşir olmuşuz ki açlık ve susuzluk gibi şeyler bizi artık korkutmuyor... Birlikte taşıdığımız nevaleler çoktan tükenmiştir; uğradığımız izbelerde ise yiyecek bulmak kabil değildir. Zira bu yerlerde oturanlar tam bir aydan beri, iki taş arasında öğüttükleri ve bir yutulmaz sert hamur hâline koydukları yarı yanmış, yarı kül olmuş buğday taneleriyle geçiniyorlar.
Böyle, manen bozgun, yılgın ve bedenen bitkin bir hâlde, bir akşamüstü, altı saat mütemadiyen yol aldıktan sonra bir köye varıyoruz... Mevsim sonbahar, hava soğuktur. Anadolu’nun sonbahar soğukları nasıl şeydir, bilir misiniz? Ah, Tanrı’m Anadolu’nun soğuk sonbahar soğukları... Bu, insana manevi bir eza veren ve başa kömür gibi vuran acayip bir soğuktur. Vardığımız köyün girişinde bir bulanık su birikintisi var ki hayvan leşleriyle doludur. Burnumuz artık koku almıyor fakat altımızdaki atlar henüz bizden daha çok hassastır, yanı başlarındaki leşleri hisseder etmez birdenbire doludizgin koşmaya başlıyorlar. İşte, böyle koşarak bir taş yığınının içine düşüyoruz. Zaten, köy dediğin yer hep bu taş yığınlarından ibarettir. Bütün gece, burada nasıl barınacağız? Acaba hiç üstü kapalı bir ev, bir dam altı bulamayacak mıyız? Ne gezer! Atlarımızdan inip kendilerine bir koğuk arayan kurtlar gibi dolaşıyoruz; her yere, her köşeye başvuruyoruz; ikide bir kül veya bir toprak yığınının yahut da bir duvar bakiyesinin üstüne çıkıp etrafa bağırıyoruz:

“Yahu, kimseler yok mu?”

İşte biz, kim bilir kaçıncı defa böyle yüksekten bağırdığımız sırada idi ki taş yığınlarının arasından dokuz on yaşlarında bir çocuk başı göründü ve uzun bir müddet bizi hayretle, korku ile seyrettikten sonra yavaş yavaş, ağır ağır, bir yaşlı adam ağırbaşlılığıyla bize doğru ilerlemeye başladı. Bu çocuk kız mı, erkek mi? Tahmin olunamıyordu; ensesine kadar uzamış, rengi şüphe uyandıran ve âdeta kirli bir yığın yün şekline girmiş saçları vardı ve içine parça parça bir eski gömleğin etekleri tıkılmış renkli basmadan bir don giyiyordu, ayakları başı gibi çıplaktı. Henüz insana alışmamış bir ürkek hayvan yavrusu tavrıyla yanımıza yaklaştı; bir müddet şaşkın, yüzümüze baktı ve kendisine bir şey söylememizi bekledi:

“Çocuğum, sen burada yalnız mısın?”

Kafasını iki defa yukarıya doğru salladı:

“Hayır” dedi,

“Dedemle ablam ta şuracıkta...”

“Köyde başka kimse yok mu?”

Çocuk etrafına bakındı:

“Hep gittiler, hep gittiler...” dedi.

“Yani, burada üstü örtülü sağlam kalmış bir ev yok mu?”

Bu sualimiz üzerine köylü yavrusu hiç unutamayacağım bir tebessümle gülümsedi, bir çırpıya benzeyen kolunu sol tarafta bir yere uzattı:

“Aha, şurada bizim ev var.” dedi.

“Haydi, göster bakalım sizin evi!..
”Çocuk önümüze düştü, kırk elli adım ötede kısmen toprağa gömülmüş, ini andıran bir odaya vardık. Burası yarı karanlıktı ve birtakım şüpheli kokular ile doluydu. Kimse var mı idi? En önce hiçbir şeyin farkına varamadık fakat gözlerimiz biraz karanlığa alışır alışmaz odanın içinde bir iki vücudun kımıldadığını gördük; daha sonra bunlardan birinin bir kadın, diğerinin bir ihtiyar adam olduğunu sezdik. Birçok paçavra kümeleri arasında büzülüp oturmuş bu iki insan, bir müddet, hiç seslerini çıkarmadılar, neden sonra ihtiyar titrek bir sesle:

“Hoş geldiniz, buyurun!” dedi.

O vakit içimizden biri:

“Baba, kusura bakma, sizi rahatsız ettik. Uzun yoldan geliyoruz, çok yorulduk, geceyi şöyle böyle yanınızda geçirmeye müsaade edin.” dedi. Gittikçe yüzü ve eşkâli daha iyi görünmeye başlayan ihtiyar şaşkın şaşkın bir, yanındaki kadının, bir de bizi getiren çocuğun yüzüne baktı:

“Burada mı, nasıl?” dedi.

Dizlerini dikmiş ve kolları dirseklerinden itibaren dizlerinden aşağıya sarkmış anlatılmaz acayip bir vaziyette oturuyordu. Kadın ise kısmen arkası bize dönük ve yüzü duvara çevrik, âdeta, gelişimizden kızmış gibi görünüyordu. Anadolu kadınlarının yabancı erkekler önünde daima bu tavrı takındıklarını bildiğimiz için bundan o kadar alınmıyoruz fakat ihtiyarın “Burada mı, nasıl?” sözünden bir hoşnutsuzluk sezmemek mümkün değildi. Dedik ki:

“Ne olur babacığım, biz de Müslümanız, sizin dertlerinizi dinlemek ve hâlinize bir çare bulmak için on beş yirmi günden beri buralarda dolaşıyoruz. Bir gececik büzülüp kalırız. Hem de size, sizin köye dair konuşuruz. ”İhtiyar, eliyle yanındaki kadını gösterdi:

“İşte, bu biliyor, bu anlatsın.”

Bu söz üzerine, üstünde oturduğu paçavra yığınlarından hiç farkı olmayan kadın, ilk defa olarak başını çevirip bize baktı. Yüzü taze ve güzeldi, henüz çocukluktan çıkmış bir genç kız olduğuna hiç şüphe yoktu. Birdenbire laubalileşen, samimileşen bir tavırla:

“Gelin, ayaklarıma bakın.” dedi.

Evvela bu sözün manasını anlayamadık fakat ne vakit ki hepimiz birden eğilip ayaklarını ta dizlerine kadar saran kirli bezleri birer birer çözdük, o vakit, iki yanmış odundan hiç fark edilmeyen kötürüm bacaklarını gördük. Derhâl maksadının ne olduğunu anladık ve evvelden neticesini keşfettiğimiz feci macerasını dinlemeye başladık. Gayet tatlı, sakin, heyecansız bir sesle anlatıyordu. Ara sıra ihtiyar, bir hıçkırığa benzeyen sedasıyla, ona unuttuğu bazı noktaları hatırlatıyor; şunu da söyle, bunu da söyle diyordu ve çocuk hepimizin ortasında ayakta duruyordu. Lakin, nasıl oldu bilmem? İçimizden biri birdenbire bir kadın gibi ağlamaya başladı. Ve hepimizin gözleri sulandı. O zaman ihtiyar adam genç kızın omzunu dürttü:

“Yeter, gayri yeter! Efendinin yüreğine dokundun.” dedi.

Bu hareketi ve bu sözü asla unutmayacağım.

Bu felaket ve sefalet ortasında, hayatın bu kadar cevrini görmüş ve iki ayağı birden çukura girmiş bu ihtiyarın kalbindeki bu büyüklük ve bu merhamet kabiliyeti nereden geliyordu? Ben bunu düşündüğüm sırada bir de baktım ki ayakta duran küçük çocuk odanın diğer bir köşesine sokuldu, yere eğildi, orada bir müddet bir şeyler aradı; sonra, küçücük avuçları cevizlerle dolu bize doğru geldi; hiçbir şey söylemeksizin cevizleri önümüze bıraktı; tekrar gitti, yine iki avucu dolu olarak geldi, onları da önümüze boşalttı. Biz, bir susan kıza, bir başı titreyen ihtiyara, bir de karşımızdaki kabahat işlemiş bir insan vaziyetiyle, mahcup ve muhteriz duran çocuğa baktık:

“Yavrum, bu cevizler ne olacak?” dedik.

Çocuk cevap vermedi, önüne baktı. İhtiyar, bir ağa tavrıyla;

“Yiyin, yiyin! Kusura bakmayın.” dedi.

O günden beri ceviz namı verdiğimiz, sert ve kuru meyve, bana, ulvi bir şeyin timsali gibi görünüyor.

Yakup Kadri KARAOSMANOĞLU

GÜZEL YAZILAR, HİKAYELER, TDK YAYINLARI, 1. CİLT

CENNET KIZIN CİNNETİ - HALİDE EDİP ADIVAR

$
0
0

CENNET KIZIN CİNNETİ

Çivit gibi mavi göğün sarı toprağa değen uçlarından güneşin ulvî dalgaları köyü kıpkızıl sarmıştı. Gökte hiç bulut yoktu. Hava sıcak ve ağırdı; kızıl loşluğun indiği dar, gübreli sokaklardan keskin bir ahır kokusu çıkıyor, evlere dönen inekler çıngıraklarını sallayarak kendi kapıları önünde duruyor, boynuzlarıyla duvara vuruyor, sonra sabûr bekliyorlardı.

Bazan elinde bakraç, yazma başörtüsü arkasına atılmış örgülerini sallayarak bir kız duvarlardan açılan küçük bir kapıdan çıkıyor, bazan uzun sopasının bir ucunu arkasından kollarının altından geçirmiş bir çoban çocuk başı önünde bir türkü mırıldanarak dönüyordu. Avlulardaki saman yığınlarıyla, sazdan damlı, duvarlar arkasına sinen köy evlerinin kızıl loşluğundan yavaş yavaş gece karanlığına geçerken, keskin hututu eriyor, gayrımuayyen bir yığın, bir siyah kümeye inkılâp ediyordu. Uzaktan çoban köpeklerinin kalın akislerle havlamalarına ince kuzu melemeleri, derin öküz böğürtüleri karışıyordu. Hepsinin üstünden köyün paytak, tahta bir minaresinden garip, kudretli fakat ahenksiz bir ses ezan okuyordu.

Herkesin meşgul olduğu bu saatte Cennet Kız sıvalı alçı duvardan açılan kapısından fırlıyor, sağa sola korkan gözlerle bakıyor, duvarların gölgesinde saklanarak, arkası iki büklüm, ürkek ve sinik köyün önünden geçen Sakarya'nın gür çağıltılı kıyısına gidiyor, suların beyaz köpüklü bir girdap yaptıkları noktaya eğilmiş salkım söğütlerin altına sığınıyor, dizlerini dikiyor, ellerini yanaklarına dayıyor, ağlar gibi, ulur gibi garip garip sesler çıkarıyordu.

Gözlerinden yaş çıkmayan bir deli idi. İmansız gitmeye, ebediyen yanmaya mahkûm bir bedbahttı. Gündüzleri hemen hiç çıkmazdı. Akşamları onun ürkek gölgesine tesadüf edenler olursa "kelime-i şehadet" getirip kaçışırdı. Evinin önünden geçen çocuk, büyük adımlarını sıklaştırır, süratle uzaklaşırdı. Çok uzaktan görülürse köyün çocukları taş atar kaçarlardı. Bazan ihtiyar bacaklarının arasında bir tavan süpürgesi mezarlığa doğru koştuğu görülen ihtiyar Penbe Nine'si ona yiyecek getirmese, köyün onu ihata eden nefret ve korku hududu içinde köpek gibi açlıktan ölecekti. O köyde üç gün misafir oldum. Akşam ocak başlarında, gündüz harman yerinde bahsetmedikleri bu cadı kocakarı ile deli torunun korkusunu, ağırlığını bir kâbus gibi köylülerin gönlünde sezdim. O kadar gayritabiî ve şeytanî bir korku ve nefret kordonu ile o iki mahlûku, insan temasına karşı karantinaya almışlardı ki fazla temas gösterene, onlardan bahs edene şüphe ile bakıyorlardı. Fakat ben her ne pahasına olursa olsun bu iki bedbahtın hikâyesini öğrenmeye karar vermiştim. Kendi kendime mutlaka bunu yapacaktım.

***

Gün ışığında pejmürde, ibtidaî, üstü sazlarla örtülü bir sıva ve taş yığını olan köy, akşam kızıltılarında, ayın gümüş parıltısında bir peri efsanesinin sahnesine dönüyordu. Misafir olduğum evde sıcaklığın ağır nefesinde bîtap olan kadınlar kapılarının önüne toplanmışlar, alçak seslerle konuşuyor, gülüşüyorlardı. Çömelmiş rengârenk çorap ören kadınlar, alçak duvarlara dizilmiş kabaklar, orada burada gübre yığınları yanında ayakta geviş getiren inekler, Afrikaî bir his veren, tepesi yuvarlak ot yığınları üstünde gümüş ışıklı gölgeleri uzaktan çağlayan Sakarya'nın füsunu içime doldu.

— Hanife Nine ben şu Sakarya'ya kadar uzanacağım, dedim.

— Olur... Sakın Penbe cadının evinin önünden geçme!

— Geçmem nine!

Ev sahibinin evi gözden kaybolunca hemen Penbe Ni ne'nin evinin olduğu ıssız, dar sokağa saptım. Kabak dizili alçı duvarlar ortasında dar, kokulu sokak gümüş ışıkla yıkanıyordu. Küçük bir kapının arasında ihtiyar bir nine oturmuş, kuru dudaklarının arasında bir şeyler fısıldıyordu. Şalvarı, gömleği bin bir yama içinde, çıplak ayaklarını uzatmış, sırtını dııvara dayamış, kuru yanaklarına kirli başörtüsünün altından kır saçları dökülmüş, insan elinden ziyade kuru ve cılız bir ağaç kütüğüne benzeyen elleriyle teşbih çekiyor, müşteki, meyus bir sesle mırıldandığı "Allah, Allah” bazan yükseliyor, isyana benzeyen bir ifade alıyordu.

— Selâmünaleyküm Nine.

— Aleykümüsselâm.

— Burada ne yapıyorsun?

Küçük gözlerini büzdü. Yüzümü şüpheli tetkik etti.

Nidecem, havalanıyorum, sen nidiyorsun? Yabancıya benzersin.

— Köyde misafirim, yarın gidiyorum.

Sesimin mülâyemeti, dostluğu biraz yumuşattı. Başını salladı, bir ah etti.

— Bizim kız bugün yine çok kasvetli, dedi.

— Niçin Nine?

Ay ışığında hep böyle ediyor.. Sakarya'ya gitmek istiyor.

Bırak gitsin.

Yine başını salladı.

— Köyün uşakları hep meydanda, rahat komazlar, taşlarlar. Bak hele bir it gibi ürüyor gene...

Hakikat bahçenin içinden bir tiyatro dekoru gibi görünen küçük evin içinden en garip sesler geliyordu.

— Niçin yalnız bırakıyorsun Nine?

Başını salladı.

— Lâf etmez ki...

— Belki eder.

Deli torununa alâkamdan biraz mütehassis olmuş olacak, yüzüme bakan ihtiyar gözlerinde bir parıltı oldu, yumuşak bir sesle:

— İstersen beraber gidek, dedi.

***

Ay terasa açılan pencereden bir ışık şelâlesi gibi bu mütevazı karanlık odaya akıyordu. Boş ocağın sağında uzanan üzeri halı örtülü minderde elleri dizinde, yüzünün yarısı gümüş gibi beyaz ışıkta, yarısı gölge içinde oturuyordu. Rengi belli olmayan yıpranmış şalvarı, ötesi, berisi delik mintanın altında zavallı, zayıf bir genç kız vücudu beliriyordu, omuzlarından iki uzun örgü pusuya yatmış iki yılan gibi uzanmış, zayıf yüzü iki kocaman mavi gözünün koyulaşan, sâbit korku rengiyle "Meduz” gibi idi.

Ninesi yere diz çökmüş, ihtiyar elleri torununun ölü gibi dizlerinde duran ellerini okşuyordu. Sonra biraz gurur, biraz ümitle:

— Bak Cennet, bak misafir geldi, diyordu.

— Nine zavallı kıza ne oldu? Anlatsana... dedim. O ihtiyar gözlerini Cennet'in sabit gözlerine acı bir istifhamla dikti. Mermer gibi, eski bir resim gibi donmuş duran yüz kımıldadı, başını salladı. O vakit ihtiyar anlattı.

Felâket iki sene evvel olmuş. Köy sapa bir yerde olduğu için "Kuva-yı Milliye” gelmemiş. Yunan'dan da masun kalmış.

Fakat Sakarya ricatinden biraz evvel köye sekiz kişilik bir Kuvayı Milliye gelmiş. Reisleri Şerif Bey yavuz ve güzel bir yiğitmiş. Derhal o Cennet'e, Cennet de ona âşık olmuş. Köyden atları i çin arpa, kendileri için bedava yemek istiyorlar diye köylü Şerif Bey'e düşman olmuş, onun için Cennet Kız'ı Allah'ın emriyle istedi diye köylü Penbe Nine'ye de garez olmuşlar. Buraya gelince "ama Allah bilir Şerif Bey'in eli Cennet'in eline değmedi" dedi. Fakat bu Cennet'in gözlerinde öyle şimşekler, dudaklarında öyle tehlikeli bir homurtu hâsıl etti ki, ihtiyar bana gözlerini kırparak: "Peki, peki unuttum, Cennet'i aldı, karı koca oldular." dedi.

Nihayet Sakarya harbinin topları işitilmiş, şoseden karınca gibi, kum gibi asker geçerken görmüşler ve Şerif Bey harbe gidiyorum diye köyden uzaklaşmış!

Üç gün sonra köyü Yunanlılar sarmışlar, karşıdaki yamaca karargâh kurmuşlar. Kurt gibi köye saldırmışlar. Herkes dağa kaçmış, fakat Cennet yatakta hasta imiş, yakalamışlar, karargâhlarına sürüklemişler.

Yunan karargâhında üç gün kalmış. Gâvurlar gittikten sonra yarı deli, yarı hasta sürünerek kız köye gelmiş.

Esasen Şerif Bey'in kahpesi diye köyde rahat huzur vermedikleri Cennet'i köy çocukları, delikanlıları taşla, tükürükle karşılamışlar. Hâlbuki aynı felâkete uğrayan daha başka kadınlar da varmış, imamın yeğeni Fatma bile...

Ne ise zavallı kız canını kurtarmış, fakat aylarca hezeyan içinde yaşamış. Felâket bununla bitmemiş. Üç ay sonra karnı büyümeğe başlamış.

Penbe Nine yemin ediyor. Aynı felâketin köyde üç kızın başına daha geldiğini anlatıyor. Fakat onların çocuklarını ne yapıp yapıp köyün ihtiyar kadınları ilâçla düşürmüşler. Penbe Nine'nin komşularından köyde ebelik eden Hafize Hala bir gece evlerine gelmiş, Yunan'dan kalan bu yüzkarasını yok etmek için Cennet'in de çocuğunu düşürmeği teklif etmiş.

Cennet ani bir isyanla çocuğun Şerif Bey'den olduğunu söylemiş, çocuğunu düşürtmek isteyenleri boğacağına yemin etmiş...

Penbe Nine ihtiyar başını sallıyor! Ağlıyordu. Eğer o çocuk düşse imiş köylünün gayzı geçecek, her şey unutulacakmış. Fakat deli Cennet'in önüne geçememişler, delirmiş, kudurmuş, yanına gelene saldırmış, gebe it gibi karnındaki yavruyu muhafaza etmiş. Neler neler çekmişler, doğuracağı gün böyle it gibi ürümüş, çocuğunu doğurmak istememiş, "Çocuk Şerif Bey'den, kıymayın, aman anam kıymayın” diye bağırmış, tepreşmiş.

Çocuk nihayet doğmuş. Oğlanmış. Böyle mehtaplı bir gecede komşular kapıyı çalmışlar. Penbe Nine'yi çağırmışlar, Yunan piçini ortadan kaldırmazsa evini yakacaklarını, Cennet'i parçalayacaklarını söylemişler. Yavruyu onların eline vermemek için küçük bir kilime sarmış, götürmüş Sakarya'nın salkım söğüt altında kaynayan girdaba atmış.

Garip, çok garip bir çığrış duydum. insan gırtlağından ziyade boğulan vahşi bir hayvanın boğazından çıkar gibi idi. içeriye akan ışıklar ortasında Cennet kuru gözleri ateş içinde, gırtlağını yarıp çıkan feryatlarla hem -ahenk ince kollarını sallıyor, başını dövüyor ve haykırıyordu:

— Aman anam Şerif Bey'in çocuğu nerede? Şerif Bey'in çocuğu nerede? Cinnetin en korkunç hummasıyla Cennet, ay ışığının yıkadığı dar sokakta uluyarak, çırpınarak Sakarya'ya, çocugunun mezarına gitti. ihtiyar, torununun arkasından kollarını sallayarak koştu. Ben insan kalbinin zayıf ve çapraşık muammalarının dünyada yığdığı ıztırap ve acıyla şaşkın, sersem, Hanife Nine'nin evine döndüm.

HALİDE EDİP ADIVAR

TDK YAYINLARI, 1. CİLT

BU YOLLAR UZAR - MEMDUH ŞEVKET ESENDAL

$
0
0

BU YOLLAR UZAR

Postacı Hayri; 26 yaşında bir delikanlı. Belediye kâtibine bir kağıt götürmüştü, dönerken kasabın çırağına rasgeldi. Çırak onu görünce durdu: Hayri’ye:

— Kuzu ciğer istemişsin, dedi, usta ayırdı. Eve götürdüm, kimse yoktu. İstersen şimdi al, istersen dükkândadır, eve giderken alırsın!

“Evde kimse yoktu” sözü kulağını tırmaladı.

— Kapıyı vurdun mu? Diye sordu.

— Vurdum. Evde adam olsaydı duyardı. Komşular duydular.

— Koy dükkana, ben uğrar alırım.

Yürüdü, postaneye gitti. Yüreğinde bir sıkıntı, bir ateş. Altı aylık evlidir. Karısını gözünden kıskanıyor. Adamın aklına en olmayacak şeyler gelir!...

Postanede duramadı, Arkadaşına:

— Recep, dedi, sen buradan ayrılma. Beni yukarıdan sorarlarsa, belediye ye gitti, de. Ben eve kadar bir gideyim. Şimdi gelirim.

Kasaptan ciğeri aldı, bir solukta eve.

Yukarı mahallede oturuyorlardı. Evinin kapısına varınca cebinde anahtarını aradı. Elleri titriyor “Elbet bir şey var ki, ellerim böyle titriyor.” diye düşünüyordu.
Kapıyı açtı. Hiç ses yok.

Kapının sağ yanında her gün oturdukları odaya baktı. Yok. Kapının arkasında, çiviye asılmış bir erkek ceketi ile pantolon var. Buz gibi oldu. “Bunlar kimin” diye düşündü. Kendisinin!... Kıskançlık gözlerini bürümüş, görüyor da tanımıyor.

Yattıkları odanın kapısını açarken içeride karısını bir yabancı ile görecekmiş gibi geliyordu. Orası da boş.

Nereye gitti? Komşulara gitmez. Hırsız korkusu ile evi boş bırakmaz. Bırakacak olsa bile haber verir. Onu nerede aramalı?

Ciğeri mutfakta bırakıp kaynatasının evine gidecekti. Ara kapıyı açıp bahçe üstüne, camekânlı sofaya çıktı. Kulağına kadın sesleri geldi. Bahçe büyük, ağaçlarda kapıyor, kimler olduğu görülmüyor. Eğildi, ağaçların altına baktı. Karşı duvarın dibinde birkaç kadın var. Kendi kız kardeşini tanıdı.

Elinde ciğerle bahçeye çıktı. Komşu kızları, hasım kızları toplanmışlar; çocuklukları akıllarına gelmiş olsa gerek, köşe kapmaca oynuyorlar. Bağrışıp gülüşüyorlar.
Biraz yaklaşınca karısı onu gördü. Koştu, ciğeri elinden aldı, mutfağa girdi, oradan da sabunla el havlusu getirdi.

Hayri; kızlara sataşıp alay etmek istiyor, karısı da:

—Hadi, ellerini yıka, ellerini yıka. Çabuk olsana, diye bağırıyor. Hayri’yi kuyu başına çekiyordu. Hayri sevindi. Karısının yüzüne bakıp güldü. Sonra ellerini yıkadı. Elinde havlu ile kızlara doğru yürüdü:

- Ulan şu ettiğiniz işe bakın be! İçinizde bu evli, bu da evli – kendi kız kardeşini göstererek – bu da sözüm yabana, nişanlı. Kalanınız da at gibi kızlar, bağırtınızdan deniz kıyısında durulmuyor!

Kızlar:

—Sen karışma, git işine, diye bağırdılar.

Hayri onlara bakıp gülüyordu.

Kız kardeşi:

—Yıkıl, git oradan, sen bize ne karışıyorsun diye bağırdı.

Hayri:

—Ulan, dedi seni alan herifte kaz kadar beyin var mı?

Karısı havluyu elinden alıp:

—Hadi git işine, diye kolundan çekiştirmeye başladı.

Kızlar da arkasından ittiler, Hayri’yi bahçeden aşırdılar. Karısı da arkasından geldi. Eve girince Hayri durdu. Karısını kucakladı. Bağrına bastı. Sanki kırk yıldır görmemiş gibi. Yüzünden, gözünden öptü. Doyamıyor, bitiremiyordu.

Karısı:

— Canım ne yapıyorsun? ... Çocuk musun? … Kızlar bahçede diye, çırpınıyor!

Güçle elinden kurtuldu.

Hayri, evden çıktı. Elleri ceplerinde, ıslık çalarak, ayaklarını sürterek yokuşta aşağı iniyordu. Denizden karpuz kokuları geliyor. Uzakta gök kavşağında bir duman var. Bugün posta günü mü?

Yetim Mehmed’in evinin köşesinde Semerci Halil ustaya karşı geldi. Halil usta, yokuşu yavaş yavaş çıkıyor. Soluyarak:

— Ne o Hayri, dedi, evden mi geliyorsun? Geceler yetmiyor değil mi?

— Yok valla, dayı. Ciğer almıştım da eve bıraktım… İşte gidiyorum.

Halil usta, Hayri’nin arkasından söylendi:

— Git bakalım… Git ya! Ama bu işler e böyle sürer sanma! Benim de günde üç yol eve gidip dükkâna döndüğüm olurdu. Sonra yollar uzadı. Şimdi tövbeler olsun… İkindiyin dükkândan çıkıyorum, akşama eve zor yetişiyorum. Bir gün gelir bu yollar, sana da uzar anladın mı? Bu yokuşlar sana da domuzlaşır. Tıknefeste at gibi solur solur da çıkamazsın. Bak bana! Gidi gençlik…

Hayri, bu sözlerin hiç birini işitmedi.

Çoktan yokuşu inmiş, beklide postaneye de varmıştır.

Memduh Şevket ESENDAL

Viewing all 155 articles
Browse latest View live